giriş - ktu.edu.tr · dünya'nın dış kabuğu ile bu kabuğun üzerindeki atmosfer (hava)...
TRANSCRIPT
1
Giriş
İnsanın dünyadaki varlığının ne zaman başladığı tam olarak bilinmemektedir. Ancak, insanın, faaliyetleri
ile yeryüzünün doğal yapısını gün geçtikçe daha fazla bozmakta olduğu çok iyi bilinen bir gerçektir. Artık,
insanoğlu, giderek artan bu bozulmanın, doğal hayatın, dolayısıyla kendisinin yeryüzündeki varlığını tehlikeye
sokmasından korkmaktadır.
Yeni bir bin yılın başında insanlığın karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, yakın bir gelecekteki baskısı,
yüz yüze olunan ekonomik iyileştirme, sosyal barış ve psikolojik sorunlara oranla çok daha fazla olacak olan,
bozulma ve dengesizliğe karşı işlevlerini yerine getirmede yolundan alı konan biyosferin, yani dünyamızın
canlı dokusunun korunması problemidir. Doğa koruma düşüncesi ne bir lüks ne de geçmişe özlem duyma
rüyasıdır. Aksine, toplumların gelişmesine dayanak olabilen ve bu yüzden de uzun dönemde insan soyunun
varlığını sürdürebilmesi için kaçınılmaz olan bir gerekliliktir. Bu nedenle insanın yaşadığı ve çalıştığı, yani
faaliyette bulunduğu her yerde kendi neslini güvence altına alabilmesi, doğayı korumasına bağlıdır.
Eski uygarlıkların çöküşüne “çevre kirliliğinin” yol açtığı görülmüştür. Çevredeki bozulmanın temelinde
tüketim olgusu önemli bir yer tutmaktadır. Genel anlamı içinde günümüzde yaşanan çevre sorunları, üretimin
ve dolayısıyla tüketimin dışa vurmuş bir sonucu olarak görülebilir. Önceleri, kaynakların hızla tükendiğinin
farkına varamayan insanlar, günümüzde; kaynakların azalması, ihtiyaçların artması ve çevre sorunlarının
giderek daha da yoğunluk kazanarak artması gibi üçlü bir kıskacın içine girmiştir. İnsanları bu ortak noktaya
getiren ideoloji, ilerleme ideolojisidir. Buna bağlı olarak, çevre sorunlarının temel nedenleri veya temel
etkenlerinin neler olabileceği sorusuna verilebilecek yanıtlar; insanların ekosistem konusundaki bilinçlerinin
yetersizliği, kullanılan teknolojilerin, ekosistemlerin kendini yenileyebilme yeteneğine uygun olmayışı ve
bireysel ve toplumsal ölçekteki kullanılan sosyo-ekonomik kalkınma süreçlerinin, ekosistemlerin kendini
yenileyebilmesine izin vermeyecek biçimde kullanılmasıdır.
Çevreyi oluşturan öğeler arasındaki ilişki ve etkileşimleri anlamadan çevreyi ve çevre sorunlarını
kavramak, çevreyi korumak ve bu sorunlara çözüm üretmek olası değildir. Bu nedenle, önce çevreyi oluşturan
öğeler arasındaki karşılıklı ilişkilerin ve bunların oluşturduğu doğal sistemlerin kavranması gerekir.
Bu kapsamda, belirli çevre sorunlarının neden ve sonuçları ile çevre korunma önlemlerinin ele alınması
yerine, temel çevre sorunlarının kavranması için belirli olgulara dikkat çekilerek, rasyonel düşüncenin
desteklediği bir çevre bilincinin oluşturulması amaçlanmıştır.
2
ÇEVRE KAVRAMI
Doğal ve Yapay Çevre
Günümüzde hemen tüm toplumlarda, çevre kavramının tanımı en çok tartışılan konulardan biri olmaktadır. Çevre kavramı
bi reysel ya da ülkesel olmaktan daha çok evrensel bi r ni telik taşımaktadır. Tartışmanın odak noktası ise kapsamı üzerinde
yoğunlaşmaktadır. Çevre kavramı genel anlamı i tibariyle; insanın içinde yaşadığı ortamdır. Basit anlamda ise; doğayı ve içinde
barındırdığı ekolojik ortamı ifade etmekte ve bu ortama kısaca, yaşamı destekleyen sistemler denmektedir. Bu sistemler ise
genel olarak: su, hava ve toprağın içinde ve üzerinde canlıların hayatını sürdürmeye yarayan tüm canl ı ve cans ız varlıkları
ifade etmektedir. En geniş anlatımla çevre; insanla bi rlikte tüm canlı varlıklar, cans ız varl ıklar ve canl ı varlıkların eylemlerini
etkileyen ya da etkileyebilecek fi ziksel, kimyasal , biyolojik ve toplumsal nitelikteki tüm etkenl erdir. Bir başka tanıma göre
çevre; bi r organizmanın dışında olan her şeydir. Fiziksel , biyolojik ve sosyal çevre olarak üçe ayrıl ır. Çevreyi ; doğal ve yapay
çevre olarak iki grupta inceleyebili riz.
Doğal çevre: Doğal etki ve güçlerin oluşturduğu, insan müdahalesine maruz kalmamış veya böyle bi r müdahalenin
henüz değişti remediği tüm doğal varl ıkları ifade eder. Doğal çevre, yaygın olarak, yeryüzünde veya onun bazı bölgelerinde
doğal olarak bulunan tüm canlı ve cansız varl ıkları i çine alan yalın ortam olarak gösterili r. Doğal çevre kavramı şu bileşenlerle
kavranabilir; tüm vejetasyon, hayvanlar, mikroorganizmalar, toprak, kayaçlar, atmosfer ve bunların sınırları i çinde meydana
gelen doğal olguları i çeren, kitlesel insan etkisinin olmadığı doğal sistemler olarak işlev gören tüm ekolojik bi rimlerdir.
İnsan etkinliklerinden kaynaklanmayan hava, su ve iklim yanında ışınım, elektriksel yük ve manyetizma gibi bariz s ınırlardan
yoksun evrensel doğal kaynaklar ve fiziksel olgulardır. Doğal çevre, insanlar tarafından ileri derecede etkilenmiş olan alanları
ve bileşenleri kapsayan yapay çevrenin karşıtıdır. Bi r coğrafik alan, üzerindeki insan etkisi beli rli bi r sınır düzeyin altın da
kaldığında ancak doğal çevre olarak kabul edilir.
Yapay çevre, insanl ığın, başlangıcından günümüze uzanan toplumsal ve ekonomik gelişim sürecinde, büyük ölçüde
doğal çevreden yararlanılarak insan eliyle yaratılan tüm değerleri ve varl ıkları kapsamaktadır. İnsan, nüfusu arttıkça ve
gelişmeyi sürdürdükçe, etkinlikleri ile doğal çevreyi çabuk gelişen bir hızda değişti rmekte, yapay çevre olarak adlandırılan
hale dönüştürmektedir. Bi r ekosistem olarak i şlevini sürdürürken, bu antropojenik değişikliklere dayanabilecek doğal çevre
potansiyeli dünyanın ilgi odağındaki en önemli konudur. Anahtar çevresel ilgi alanları, iklim değişikliği , su tedariki , ki rletilmi ş
sular, hava ki rliliği, atık yönetimi ve tehlikeli atıklar ile ormans ızlaşma, çölleşme ve kentsel geli şim gibi arazi kullanımı nı
kapsamaktadır.
3
YERYÜZÜ
Yeryüzü Bilimi
Yeryüzü bilimi, çoğunlukla kayaçlara, suya, havaya ve yaşama karşılık gelen , litosfer (taşküre), hidrosfer (suküre),
atmosfer (havaküre) ve biyosfer (canl ıküre) ile temsil edilir. Bazı bilim adamları, sukürenin ayrı bi r parçası olarak cryosphere
(buza karşıl ık gelen) yanında aktif ve bi rbi rine karışmış olarak pedosferi (toprağa karşılık gelen) de onun kısımları olarak
yerküreye ekler.
Yer bilimi (yer bilimleri olarak da bilinir) gezegenimizle ilgili bilimler için tam olarak kabul görmüş bir terimdir. Yer
bilimlerinde coğrafya, jeoloji , jeofizik ve jeodezi adl ı dört temel disiplin vardır. Bu ana disiplinler yeryüzü sis teminin te mel
alanları veya küreleri i çin nicel ve ni tel bi r anlama sağlamak için fi zik, kimya, biyoloji ve matematik bilimini kullanır.
Yeryüzü Dünya
Yeryüzü, Güneş Sistemi'nin Güneşe uzaklık açısından üçüncü s ıradaki gezegenidir. Üzerinde yaşam barındırdığı bilinen tek
doğal gök cismidir. Katı ya da 'kaya' ağırl ıklı yapıs ı nedeniyle üyesi bulunduğu yer benzeri gezegenler grubuna adını vermişti r.
Bu gezegen grubunun kütle ve hacim açısından en büyük üyesidi r. Büyüklükte, Güneş Sistemi'nin 8 gezegeni arasında gaz
devlerinin büyük farkla arkasından gelerek beşinci sıraya yerleşi r. Tek doğal uydusu Ay'dır.
Yeryüzünün yörünge ve bazı fiziksel özellikleri
Yarı büyük eksen: 149.597.887 km Ekvator çevresi: 40.075 km
Günberi: 147.098.074 km (0,983 A.Ü.)* Eksen eğikliği: 23,44°
Günöte: 152.097.701 km (1,017 A.Ü.) Hacim: 1,08 x 1012 km3
Yörünge dışmerkezliği: 0,017 Kütle: 5,97 x 1024 kg
Yörünge eğikliği: 0 Yoğunluk: 5,51 g/cm3
Dolanma süresi (Yıldız yılı): 365 gün 6 sa. 9 dk 9 s (365,25636
gün) (1,000039 dönencel yıl )
Dönme süresi (Yıldız günü): 23 sa . 56 dk. 4,1 sn.
(0,99727 gün)
Yörünge Hızı
Ortalama: 29,78 km/s
En yüksek: 30,29 km/saniye
En düşük: 29,29 km/s
Yüzey sıcaklığı
Ortalama: 14 °C (287 K)
En yüksek: 57,7 °C (331 K)
En düşük: - 89,2 °C (184 K)
Doğal uydu sayısı: 1 Yerçekimi: 9.78 m/s 2
Ekvator çapı: 12.756,28 km Kurtulma hızı: 11,18 km/s
Kutuplar arası çap: 12.713,56 km Beyazlık (albedo): 0,37
Basıklık: 0,003 Yüzey alanı: 510.067.420 km
Karalar: 148.847.000 km2 (%29,2)
Denizler: 361.220.420 km2 (%70,8)
(Günöte (aphelion): dünya'nın güneş'e en uzak olduğu nokta. Sabit bi r gün değildi r, her yıl günöte tarihi değişi r ve 3-7
temmuz civarlarında bir tarihte gerçekleşi r).
* A.Ü.: Astronomi Birimi (Astronomi Ünitesi)
4
Apollo 8 (24 Aral ık 1968) ve Apollo 17'den Yer'in görüntüsü (Mavi Bilye).
Yerkürenin oluşumu
Yapılan araştırmalar sonucu gezegenimizin yaşı 4,5 milyar yıl olarak hesaplanmıştır. Geçen bu zaman dilimi, karmaşık bileşik
yapılar ve içerdiği elementler göze alındığında, Güneş, Dünya ve diğer gezegenler dahil Güneş Sis temi 'ndeki yapıları
oluşturan moleküler bulutsunun kaynağı, ömrünü önceden tamamlamış bi r genç tip yıldız'ın dağılmış artıklarının ve yıldızlar
arası maddenin bi r merkez etrafında dönerek gi ttikçe yoğunlaşmas ıyla oluşmuştur. Merkezde yoğunlaşan çoğunlukla
Hidrojen ve Helyum molekülleri yeni bi r G2 türü yıldızı, yani Güneş'i oluşturmaya başlamış, çevre disklerdeki yoğunluklu
bölgelerde ise gezegenler oluşmaya başlamıştır. Dünyamız ise Güneş'e 3. s ırada yakınl ıkta bulunan karasal bi r iç gezegendir.
Oluşum diskleri süreci ve sonras ında bu karasal gezegenler ağır göktaşı çarpışmalarına sahne olmuştur. Göktaşları yapısında
bulunan donmuş buzlar, silikat ve metal yapılar, karaların ve okyanuslarının oluşmasını sağlamış, merkezde yoğunlaşan ağır
demir ve nikel elementleri ise gezegenimizin çekirdeğini oluşturmuştur. Ağır göktaşı bombardımanı, asteroid kuşağının
Jüpiter'in güçlü çekim etkisi sonucu daha kararlı hale gelmesiyle gi ttikçe azalmıştır. Uygun koşullar oluştuğunda gelişmeye
başlayan canlı hayat sonras ında özellikle bitkiler ve yaptıkları fotosentez ile atmosfer'imizin yapısal bileşimi önemli oranda
değişmiş ve oksijen oranının yükselmesine neden olmuştur.
Dünya'nın Yaşı
Dünya'nın yaşı doğrudan doğruya kayaçların yaşıyla ölçülemez. Çünkü bilinen en yaşl ı kayaçların bile bugün artık yeryüzünde
var olmayan daha yaşlı kayaçlardan oluştuğunu biliyoruz. Bilinen en yaşl ı kayaçlar Grönland'ın batıs ında bulunmuştur ve bu
kayaçlar 3,8 milyar yaşındadır. Dünya'nın yaşının bundan daha fazla olduğu anlaşılmaktadır.
Bugün Dünya'nın yaşını hesaplamak için elde edilen en iyi yöntem radyoakti f elementlerin yarılanmaları sonucu başka
elementlere dönüşümleridi r. Örneğin radyoaktif uranyum elementinin uranyum-238
ve uranyum-235
gibi iki ayrı tipte atomu
(i zotopu) vardır. Bu atomların ikisi de çok yavaş bi r süreçle kurşun atomlarına dönüşür. Diğer uranyum izotopundan biraz
daha ağır olan uranyum-238'in dönüşümüyle daha hafi f bi r kurşun izotopu olan kurşun -206, uranyum-235'in dönüşümüyle de
biraz daha ağır bi r i zotop olan kurşun -207 atomları oluşur. Uranyum-235'in kurşuna dönüşme hızı uranyum-238'in dönüşme
hızından al tı kat daha fazladır. Bu nedenler, incelenen bir kayaçtaki kurşun-206 ve kurşun-207 atomlarının oranı kayacın yaşına
bağlı olarak değişi r. En yaşlı olduğu düşünülen bir kurşun minerali ile bugün okyanuslarda oluşan kurşunun izotop yapısı
arasındaki fark, ancak bu iki örneğin oluşumları arasında 4,55 milyar yıll ık bi r zaman dilimi olmas ıyla açıklanabilir. Bu süre de
Dünya'nın yaşı olarak kabul edilebilir. En eski kayaçların yaşını hesaplamak için radyoaktif rubidyum elementinin s tronsiyuma
5
dönüşme süreci de temel zaman ölçeği olarak alınabili r. Bunun sonucunda dünyamızın tahminen 5.5 milyar yıll ık olduğu
varsayılmaktadır.
Himalaya Dağları ve Everest (Tibet)
Dünyanın Gizemleri: Auroralar (kuzey/güney kutup ışıkları)
gökyüzündeki, özellikle kutup bölgelerinde gökyüzünde görülen,
dünyanın mânyetik alanı ile güneşten gelen yüklü parçacıkların
etkileşimi sonuncu ortaya çıkan doğal ışımalardır. Ağırlıklı olarak
iyonosferde meydana gelen bu ışımalar genellikle geceleri
gözlemlenir. Bu olgu yaygın olarak, arktik ve antarktik kutup
dairelerinin içinde kalan 60 ve 72 derece kuzey ve güney enlemleri
arasında görünür. Kuzey enlemlerde bu etki aurora borealis
(kuzey ışıkları) olarak adlandırılır.
Bear Gölü üstünde Aurora Borealis parlıyor
Dünya'nın Biçimi
Dünya'nın üzerindeki topografik oluşumlar ve kendi ekseni etrafındaki eksantrik hareketi nedeniyle düzgün bir geometrisi
yoktur. Geoibs bi r biçimdedir, fakat ekvatordaki yarıçapı kutuplardaki yarıçapından fazladır. Bu kutuplarından basık özel
küresel geometrik şekil jeoi t (Latince, Eski Yunanca Geo "dünya") yani "Dünya şekli" diye adlandırıl ır. Referans küremsinin
ortalama çapı 12.742 km'dir. Yer'in ekseni etrafında dönmesi ekvatorun dışarı doğru biraz fırlamasına neden olduğu için
ekvatorun çapı, kutupları bi rleşti ren çaptan 43 km daha uzundur. Ortalamadan en büyük sapmalar, Everest Dağı (denizden
8.848 m yüksekte) ve Mariana Çukuru dur (deniz seviyesinin 10.924 m altı). Dolayısıyla ideal bir elipsoide kıyasla
Yer'in %0,17'lik toleransı vardır. Ekvatorun şişkinliği yüzünden Yer'in merkezinden en yüksek nokta aslında ekvatordadır.
Dünya'nın hareketi
Dünya kendi çevresinde (23 saat, 56 dakika, 4.091 saniye) ve güneş çevresinde (365 gün, 6 saat, 48 dakika) hareket eder.
Günlük ve yıll ık hareketlerine bağl ı olarak gece, gündüz, mevsimler, kayaçların oluşması ve diğer canl ılık ve biyolojik olaylar
gerçekleşi r. Mevsimlerin oluşmasında etken ise 23 derecelik eksen eğikliğidi r.
Sürekli olarak hareket eden dünyanın iki çeşi t hareketi vardır. Bu hareketlerden birisi kendi ekseni etrafında olur ve
batıdan doğuya doğrudur. Bu dönmesini 24 saatte tamamlar. Dünyanın kendi ekseni etrafındaki bu dönmesi ile bi rlikte olan
ikinci hareketi , güneş etrafındadır. Güneş etrafında dünya, elips şeklinde çok geniş bi r yörünge üzerindeki hareketini de 365
6
1/4 günde, yani bi r yılda tamamlar. Dünyanın kendi ekseni etrafındaki ve güneş etrafındaki bu iki hareketi , iki önemli olaya
sebep veri r. Kendi ekseni etrafında dönmesi ile gece ve gündüz, güneşin etrafında dönmesi ile mevsimler meydana gelir.
Dünyanın yüzölçümü 509.200.000 kilometrekaredir. Bunun %70’i denizler, 360.600.000 kilometrekare ve %30’u karalar,
148.600.000 kilometrekaredir. Kuzey Kutup çevresinde karalarla çevrilmiş bi r deniz, Güney Kutup çevresinde denizlerle
kuşatılmış bi r kara parçası vardır.
Dünyanın kendi çevresinde dönüşü
Dünya'nın içsel yapısı
Yer'in içi , diğer gezegenler gibi , kimyasal olarak katmanlardan oluşur. Yer'in silikattan oluşmuş bir kabuğu, yüksek viskoziteli
bi r mantosu, akışkan bir dış çekirdeği ve katı halde bir i ç çekirdeği vardır.
Dünya'nın dış kabuğu ile bu kabuğun üzerindeki atmosfer (hava) ve hidrosfer (okyanuslar ve denizler) katmanları
doğrudan gözlemle incelenebilir. Oysa Dünya'nın iç bölümlerine ulaşarak yapıs ını doğrudan inceleme olanağı yoktur.
Dünya'nın içyapıs ına ilişkin bütün bilgiler depremle rin incelenmesinden ve Dünya'nın içinde var olduğu düşünülen maddeler
üzerindeki deneylerden elde edilmişti r. Yanardağların varl ığına ve yerkabuğunun yüzeyindeki ıs ı akışı ölçümlerine dayanarak
Dünya'nın iç bölümlerinin çok s ıcak olduğunu biliyoruz. Yerkab uğunun derinliklerine doğru indikçe kayaçların sıcaklığı her
kilometrede 30 °C kadar yükselir. Böylece; kabuğun en al t katmanlarının çok daha üstünde yer alan kayaçlar kızıl kor haline
dönüşür. Asl ında Dünya'nın büyüklüğüne oranla yerkabuğu çok incedir. Eğer Dünya'yı bi r futbol topu büyüklüğünde
düşünürsek kabuğu da ancak topun üzerine yapıştırılmış bi r posta pulun kalınl ığındadır. Kabuğun al tında kalan kayaçlar ise
akkor sıcaklığına kadar ulaşır.
Depremlerin nedeni , yerkabuğundaki bi r kırıkla bi rbi rinden a yrılan iki büyük kütlenin (levhanın) bi rdenbire harekete
geçerek üst üste binmesi ya da uzaklaşması sonucunda yerkabuğunun şiddetle ileri geri sarsılmasıdır. Büyük bir depremde
bazı ti treşimler Dünya'nın öbür yüzündeki dairesel bi r alanda "odaklanır". Buna karşıl ık bazı ti treşimler çekirdeği aşıp öbür
yana geçmez. Böylece Dünya'nın öbür yüzünde hiçbir ti treşimin duyulmadığı halka biçiminde bir "gölge" beliri r. Bu gölgenin
boyutları ölçülerek çekirdeğin büyüklüğü hesaplanabilir. Ayrıca deprem ti treşimlerinin yayılma hızı saptanarak içinden
geçtikleri maddelerin yoğunluğu, dolayıs ıyla bileşimi beli rlenebili r. Eri tilmiş kayaçlarla yapılan laboratuar deneyleri bu
çalışmalara büyük ölçüde ışık tutar.
Deprem dalgaları farkl ı dalga boyları göstermektedir. Yoğun tabakalardan geçerken dalga boyları küçülür, ti treşim sayısı
artar. Yoğunluğu az olan katmanlarda ise dalga boyu uzar, ti treşim sayıs ı azalır.
7
Çekirdek Yoğunluk ve ağırl ık bakımından en ağır elementlerin bulunduğu bölümdür. Dünya’nın en iç bölümünü
oluşturan çekirdeğin, 5120-2890 km’ler arasındaki kısmına dış çekirdek, 6371-5150 km’ler arasındaki kısmına iç çekirdek
denir. İç çekirdekte bulunan demir-nikel karışımı, çok yüksek bas ınç ve s ıcakl ık etkisiyle kristal haldedir. Dış çekirdekte ise bu
karışım ergimi ş haldedir.
Manto Li tos fer ile çekirdek aras ındaki katmandır. 100-2890 km’ler arasında bulunan mantonun yoğunluğu 3,3-5,5
g/cm3 sıcakl ığı 1900-3700 °C arasında değişi r. Manto, yer hacminin en büyük bölümünü oluşturur. Yapısında silisyum,
magnezyum, nikel ve demir bulunmaktadır. Mantonun üst kesimi yüksek s ıcakl ık ve bas ınçtan dolayı plas tiki özellik gösteri r.
Alt kesimleri ise akışkan halde bulunur. Bu nedenle mantoda sürekli olarak alçal ıcı-yükselici hareketler görülür.
Mantodaki Alçalıcı-Yükselici Hareketler Mantonun al t ve üst kıs ımlarındaki yoğunluk farkı nedeniyle magma adı verilen
kızgın akıcı madde yerkabuğuna doğru yükseli r. Yoğunluğun arttığı bölümlerde ise magma yerin içine doğru sokulur.
Taşküre (Li tos fer) Mantonun üstünde yer alan ve yeryüzüne kadar uzanan katmandır. Kalınl ığı ortalama 100 km’dir.
Taşküre’nin ortalama 35 km’lik üst bölümüne yerkabuğu denir. Daha çok silisyum ve alüminyum bileşimindeki taşlardan
oluşması nedeniyle sial de denir. Yerkabuğunun altındaki bölüme ise silisyum ve magnezyumdan oluştuğu için sima denir.
Sial , okyanus tabanlarında incelir yer yer kaybolur. Örneğin Büyük Okyanus tabanının bazı bölümlerinde sial görülmez.
Yeryüzünden yerin derinliklerine inildikçe 33 m’de bir s ıcaklık 1 °C artar. Buna jeoterm basamağı denir.
Tablo . Yeryüzü kabuğunun ağırlıkça bileşim yüzdesi
Element Miktar (%) Bileşik Miktar (%)
O 44.8 ▼ ▼
Si 21.5 SiO2 46
Mg 22.8 MgO 37.8
Fe 5.8 FeO 7.5
Al 2.2 Al2O3 4.2
Ca 2.3 CaO 3.2
Na 0.3 Na2O 0.4
K 0.03 K2O 0.04
Toplam 99.7 Toplam 99.1
8
Kıtalar ve Okyanuslar Yeryüzünün üst bölümü kara parçalarından ve su kütlelerinden oluşmuş tur. Denizlerin ortasında
çok büyük birer ada gibi duran kara kütlelerine kıta denir. Kuzey Yarım Küre’de karalar, Güney Yarım Küre’den daha geniş yer
kaplar. Asya, Avrupa, Kuzey Amerika’nın tamamı ve Afrika ’nın büyük bir bölümü Kuzey Yarım Küre’de yer alı r. Güney
Amerika’nın büyük bir bölümü ve Afrika’nın önemli bir bölümü, Avustralya ve çevresindeki adalarla Antarktika kıtası Güney
Yarım Küre’de bulunur. Yeryüzünün yaklaşık ¾’ü sularla kapl ıdır. Kıtaların bi rbi rinden ayıran büyük su kütlelerine okyanus
denir.
Şekil . Yeryüzünde Kuzey ve Güney Yarıkürelerde denizlerin ve karaların dağılımı.
Kara ve denizlerin farklı dağılışının sonuçları karaların Kuzey Yarım Küre’de daha fazla yer kaplaması nedeniyle, Kuzey
Yarım Küre’de; yıll ık s ıcakl ık ortalaması daha yüksekti r. Sıcakl ık farkları daha beli rgindir. Eş sıcaklık eğrileri enlemlerden daha
fazla sapma gösteri r. Kıtalar arası ulaşım daha kolaydır. Nüfus daha kalabalıktır. Kültürlerin gelişmesi ve yayılması daha
kolaydır. Ekonomi daha hızlı ve daha çok gelişmişti r.
Hipsografik Eğri Yeryüzünün yükseklik ve derinlik basamaklarını gösteren eğridi r. Kıta Platformu: Derin deniz
platformundan sonra yüksek dağlar ile kıyı ovaları aras ındaki en geniş bölümdür. Karaların Ortalama Yüksekliği : Karaların
ortalama yüksekliği 1000 m dir. Dünya’nın en yüksek yeri deniz seviyesinden 8840 m yükseklikteki Everest Tepesi’di r. Kıta
Sahanlığı: Deniz seviyesinin altında, kıyı çizgisinden -200 m derine kadar inen bölüme kıta sahanl ığı (şel f) denir. Şelf kıtaların
su altında kalmış bölümleri sayılır. Kıta Yamacı: Şelf ile derin deniz platformunu birbirine bağlayan bölümdür. Denizlerin
Ortalama Derinliği : Denizlerin ortalama derinliği 4000 m’dir. Dünya’nın en derin yeri olan Mariana Çukuru deni z seviyesinden
11.035 m derinliktedir. Derin Deniz Platformu: Kıta yamaçları ile çevrelenmiş, ortalama derinliği 6000 m olan yeryüzünün en
geniş bölümüdür. Derin Deniz Çukurları: Sima üzerinde hareket eden kıtaların, bi rbirine çarptıkları yerlerde bulunur.
Yeryüzünün en dar bölümüdür.
Dünya'nın yüzeyi , kalınl ığı 6 ile 70 km aras ında değişen bir "kabuk" katmanıyla örtülüdür. Yerkabuğu denen bu katman
daha ağır maddelerden oluşan ve 2.865 km derine inen çok kalın "manto" katmanının üzerine oturur. Mantonun bi ttiği yerde
Dünya'nın merkezine kadar 3.473 km boyunca uzanan "çekirdek" başlar. Jeologlara göre, içteki manto katmanı çok büyük
kabarma hareketleri sonucunda yerkabuğunu i terek bi rçok yerde yüzeye çıkmıştır. Ayrıca normal olarak yerkabuğunun
yapıs ında bulunmayan bazı kayaçlar da yanardağ hareketleri nedeniyle Dünya'nın yüzeyine ulaşmıştır. Jeologlar bu verilere
dayanarak mantonun üst kesimlerinin "ultrabazik" korkayaçlardan oluştuğunu ileri sürerler. Bi r yanda "asit" kayaç olarak
nitelenen granitin yer aldığı kayaç s ınıflandırmasının öbür ucunda bulunan bu ultrabazik kayaçlar ağır demir ve magnezyum
silikatlardan oluşur. Mantonun alt bölümlerinin de aynı yapıda, ama daha ağır ve yoğun olduğu sanılmaktadır. Çekird eğin
9
yapıs ındaki maddeler ise hem mantodakilerden daha ağır, hem de hiç değilse çekirdeğin dış bölümünde s ıvı haldedir. Buna
karşılık çekirdeğin içinin manto ve kabuk gibi katı olduğu sanıl ıyor. Yerçekirdeğin olağanüstü bir basınç vardır. Bilinen
elementlerin çoğu böylesine büyük bir bas ınç altında çok yoğunlaşmış olarak bulunabilir; ama jeologların genel kanısı, bazı
demirli göktaşları (meteori tler) gibi çekirdeğin de metal halindeki nikel ve demirden oluştuğudur.
Yerkabuğu mantoya oranla daha hafi f maddelerden oluşmuştur ve bu iki katman aras ındaki geçiş bölgesi nerdeyse
kesin bi r sınır çizer. Bu geçiş bölgesi, böyle bi r sınırın varl ığını ilk kez saptayan Yugoslav bilim adamı Andri je Mohoroviçiç'in
(1857-1936) adıyla "Mohoroviçiç süreksizliği" kısaca "M-süreksizliği" ya da "moho" olarak anılır. Bu s ınırın varlığını gösteren
en önemli kanıt yerkabuğundaki deprem ti treşimlerinin süreksizlik bölgesinden geçip mantoya ulaştığında birdenbire
hızlanmasıdır.
Yer kabuğu okyanusların ve denizlerin al tında uzandığı zaman "okyanus kabuğu" , kıtaları oluşturduğu zaman'da "kıta
kabuğu" olarak adlandırıl ır. Okyanus kabuğunun kal ınl ığı 6-8 km arasındadır. Oysa ortalama kalınl ığı 40 kilometreyi bulan kıta
kabuğu yüksek sıradağların al tında 60-70 kilometreye ulaşır.
Okyanus kabuğu üç katmandan oluşur. En al t katman, yerin derinlerindeki erimiş maddelerin ( magmanın)
katılaşmasıyla oluşan korkayaçlardır. Orta katman yanardağ lavlarından, üst katman ise temel olarak kum ve çamur gibi
tortullardan oluşur. Okyanus kabuğu sürekli hareket halindedir. Bu nedenle kabukta okyanus s ırtları boyunca çatlaklar oluşur
ve bu çatlakların arasından yüzeye çıkan erişmiş maddelerin sertleşmesiyle o kyanus kabuğuna yeni katmanlar eklenir. Bu
yeni kabuk sertleştikten sonra yılda 1 ile 10 cm kadar ilerleyerek yavaş yavaş okyanus sırtından iki yana doğru yayılır. Böyl ece
okyanus sırtları suyun altında yüksek sıradağlar oluşturur.
Yerkabuğu çok sayıda eğri levhanın yan yana dizilmesiyle oluşan bir bütün olarak düşünebili r. Bu levhalar mantonun
oldukça yumuşak üst katmanına oturduğu için sağa sola hareket edebilir. Okyanus s ırtları, okyanus çukurları ve bazı uzun
kırıklar yalnızca levhaların kenarlarında oluşur; bu kırıkların olduğu yerlerde de levhalar kayarak bi rbirinin üstüne binebilir.
Levhalardan çoğunun üzerinde bu levhalarla bi rlikte hareket eden bir ya da birkaç kıta bulunur. Nitekim bi r zamanlar iki
kıtaya ayıran okyanus kabuğunun çökmesiyle kıtalar bazı yerde birbirine iyice yaklaşmış, hatta üst üste binmişti r. Örneğin
aralarındaki okyanus kabuğunun çökmesi sonucunda Hindistan ve ile Asya kıtası çarpışmış ve iki karanın kenarları yükselerek
Himalaya Dağları'nı oluşturmuştur. Büyük ve şiddetli depremlerin hemen hepsi bu levhaların kenarlarında , bi r levhanın
öbürünün altına girmesiyle olur. Aynı biçimde, en etkin yanardağlar da okyanus kabuğunun ya İzlanda'da olduğu gibi
yükselerek sırta dönüştüğü ya da Andlar'da olduğu gibi çökerek kıtaların altına gi rdiği yerlerde bulunur.
10
Okyanus tabanının yanlara doğru yayılarak genişlemesi çok çarpıcı bi r biçimde kanıtlanmıştır. Bu kanıtlamanın en
önemli dayanak noktası da Dünya'nın magnetik alanının yukarıda anlatıldığı gibi zaman zaman yön değişti rmesidir.
Yerkabuğunun derinliklerindeki erimiş magma yüzeye çıkarak kris talleşi rken bazı mineral parçacıkları mıknatıslanır. Böylece
her bi ri Dünya'nın magnetik kutuplarını gösteren küçük birer mıknatısa dönüşür. Jeologlar yaşları bilinen lav katmanlarının,
yapılarındaki mıknatıslanmış parçacıklar bazen kuzey, bazen güney magnetik kutbuna yönelecek biçiminde yan yana
yerleştiğini saptamışlardır. Bunun nedeni , bi r katmandaki mıknatıslanmış parçacıkların kuzey ve güney kutuplarının
Dünya'nın magnetik kutuplarına uygun olarak dizilmesi , sonra magnetik kutuplar yön değişti rdiğinde üstteki yeni katmanda
bulunan parçacıkların bir önceki katmandakilere ters yönde yerleşmesidir. Kısacası okyanus kabuğu magnetik bantlı dev bi r
kayıt aleti, yani bi r teyp gibi Dünya'nın magnetik alanındaki bütün değişikleri bi r bi r kaydetmişti r.
Levha hareketleri
Levha hareket teorisi'ne (tektonik levha teorisi olarak da bilini r) göre Yer'in en dış kısmı iki tabakadan oluşur: kabuğu da
kapsayan li tosfer ve mantonun katılaşmış dış kısmı. Li tosferin altında astenosfer bulunur, bu mantonun yüksek viskoziteli
olan iç kısmıdır.
Li tos fer, astenosferin üzerinde, tektonik levhalara ayrılmış bi r halde yüzmektedir. Bu plakalar belli temas noktalarında üç tür
hareketten birini gösteri rler: yaklaşma, uzaklaşma ve ya yan yana kayma. Bu temas noktalarında depremler, volkanik
faaliyetler, dağ oluşumları ve okyanus dibi hendekler oluşur.
Ana plakalar şunlardır:
Afrika plakası, Afrika'yı kapsar.
Antarktik plakası, Antarktika'yı kapsar
Avustralya plakası, Avustralya'yı kapsar. (Hint plakası ile 50-555 milyon yıl önce birleşmişti r)
Avrasya plakası, Asya ve Avrupa'yı kapsar.
Kuzey Amerika plakası, Kuzey Amerika ve kuzey-doğu Sibi rya 'yı kapsar
Güney Amerika plakası, Güney Amerika'yı kapsar.
Büyük Okyanus plakası, Büyük Okyanus'u kapsar
Önemli küçük plakalar arasında Hint plakası, Arabis tan plakası, Karaip plakası, Nazka plakası, Skotia plakası ve Anadolu plakası sayılabilir.
Bu hari ta Yeryzünün fizyografik özelliklerini , büyük tektonik plakların yaygın hareketlerini ve volkanların, depremlerin ve meteor çarpma kraterlerinin yerlerini göstermektedir.
11
(This map shows the Earth's physiographic features, the current movements of its major tectonic plates, and the locations of its volcanoes, earthquakes, and impact craters. The
use of color and shaded relief helps the reader to identify significant features of the land surface and the ocean floor. Over 1 ,500 volcanoes active during the past 10,000 years are
plotted on the map in four age categories. The locations (epicenters) of over 24,000 earthquakes, largely from 1960 through 1 990, are plotted in three magnitude categories and in two depth ranges. )
Japonya’da 11 Nisan 2011 Cuma günü yaşanan deprem
Dev deprem dünyanın eksenini kaydırdı. 11 Nisan 2011 Cuma günü Japonya’da yaşanan ve yıkıcı bir tsunami dalgası
yaratan 8.9 büyüklüğündeki deprem, Japonya adasını 2.4 metre hareket ettirirken, dünyanın eksenini de kaydırdı.
ABD Coğrafi Araştırmalar Merkezi’ninden jeofizik uzmanı Kenneth Hudnut, “Şu aşamada, Küresel Konumlama
Merkezi’nin (GPS) yaklaşık 2.4 metre kadar kaydığını görüyoruz.
İtalya merkezli Ulusal Jeofizik ve Yanardağ Bilimi Enstitüsü’nden gelen raporlarda, 8.9 büyüklüğündeki depremin
dünyanın eksenini yaklaşık 10 santimetre kadar kaydırdığı belirtildi.
Japonya kıyılarına büyük zarar veren depremde yüzlerce insan hayatını kaybederken, sarsıntılar sonrasında başlayan
tsunami dalgalarının boyu 10 metreye kadar çıktı ve ülkedeki pirinç tarlalarını su altında bırakıp, şehirleri yuttu. Tsunami
dalgalarının yeni üretilen otomobil ve yatları oyuncak gibi sürüklediği görüldü.
Depremde Japonya’da bugüne kadar hissedilen en güçlü sarsıntı yaşandı. Sonrasında başlayan tsunami ise Pasifik
Okyanusu’nu geçti ve yaklaşık 50 ülkede tsunami alarmı verilmesine neden oldu. Kanada, ABD ve Şili gibi ülkelerin
kıyılarında bile kırmızı alarm verildi.
Depremden sonraki 24 saat içinde, 160 tane artçı şok yaşandı. Bunlardan yaklaşık 141 tanesi 5.0 büyüklüğünde hissedildi.
Japonya’da 11 Nisan 2011 Cuma günü yaşanan deprem sonrası oluşan yıkıcı bir tsunami dalgası ve Fukuşima Daiçi nükleer santral kazası
Aşınma
Kıtaları oluşturan güç, levha hareketlerinin motoru olan Yer'in iç enerji kaynağıysa, çok daha büyük bir dış enerji kaynağı,
kıtaları aşındırarak yok etme sürecinde etkili olur: Güneş enerjisi . Atmosfer hareketlerini ve su döngüsünü sürdürmek için
gerekli enerjiyi sağlayan güneş ışınları, su ve rüzgar aşındırmas ı ile kıta yüzeylerinden koparılan minerallerin yine bu iki araç
yardımıyla okyanus tabanlarına taşınarak çökmesine yardımcı olur. Bu mekanizma ile okyanus kabuğu üzeri nde gi ttikçe
kal ınlaşarak bi riken tortul kaya katmanı, dalma-batma mekanizmas ı s ırasında yerküre içlerine taşınarak yeniden eri r.
Aşınma mekanizmas ı, suyun yerçekimi etkisi al tındaki hareketlerini i zler, yüksek dağların aşınarak alçalmasına, okyanus
derinliklerinin dolarak yükselmesine yol açar, sonuçta yer yuvarlağının gi rinti ve çıkıntılarının törpülenerek çekim etkisi ile
beli rlenmiş ideal jeoi t biçimine yaklaşmas ı yönünde çalışır.
12
BĠYOSFERĠN DÜZENĠ
Biyosfer
Yerkürenin, canlı varlıkların bulunduğu kısmına biyosfer denir. Yerkürenin çapıyla karşılaştırıldığında, biyosfer çok ince bir
kuşaktır. Okyanusun tabanından, yaşam izine rastlanan atmosferin en yüksek noktasına erişen, yaklaşık 20 km kalınl ıktadır.
Biyosfer, dünya yüzeyinin katı kısmı olan litosfer, yer yüzeyinin üzerinde ve altındaki suyu ve havanın su buharını i çeren
hidrosfer ve yerkürenin etrafını kuşatan hava kütlesi olan atmosfer bölümlerini i çeri r.
Çevrenin Abiyotik (Cansız) Etkenleri
Tüm canlı organizma çeşi tlerinin özel bi r çevrede yaşamla rına olanak veren adaptasyonları vardır. Organizmalar besin temini
ve üremenin yanında doğal düşmanlarından sakınmak için çeşi tli uyumlar gösteri rler. Canlı organizmalar, su temini , sıcakl ık
değişim ve dağılımları, ışık miktarı ve toprak bileşimi gibi çevrelerindeki fi ziksel etmenlerden etkilenirler. Bu fiziksel çevre de
içinde yaşayan organizmalardan etkilenir. Örneğin, beli rli organizmalar kayaların toprağa parçalanmasına etki eder ve bi tki
gelişimi gölcüklerin dolmasını destekler. Sonuçta, organizmalar a ynı alanda yaşayan diğer organizmalardan etkilenir.
Organizmaların kendi aralarında ve çevreleriyle olan etkileşimleriyle ilgilenen biyoloji dalına ekoloji denir.
Organizmaların kendi aralarında ve çevreleriyle etkileşimlerinin araştırılmasında, her iki , canl ı ve cansız etkenler
değerlendirilmektedir. Biyotik ya da canl ı etkenler, çevredeki tüm canl ı organizmaları ve diğer canl ılar üzerindeki doğrudan
ve dolayl ı etkilerini içeri r. Abiyotik ya da cansız etkenler su, oksi jen, ışık, sıcaklık, toprak ile inorganik ve organik besinleri
i çeri r.
Abiyotik etkenler özel bi r çevrede ne tür organizmaların yaşayabileceğini belirler. Örneğin, çöllerde çok az temin
edilebili r su vardır ve s ıcakl ık günlük olarak çok sıcak ile soğuk arasında değişi r. Bu koşullarda sadece uyum sağlamış, adaçayı
çalıs ı (sagebrush) ve kaktüs gibi bi tkiler yaşayabilir. Tahıl , meşe ağaçları ve orkideler gibi diğer bi tki çeşi tleri çöllerde
yaşayamaz. Bu bitkiler uyum sağladıkları, değişik abiyotik koşullara sahip diğer çevrelerde gelişi rler.
IĢık
Yeryüzündeki hemen tüm canlılar için enerji , doğrudan veya dolaylı olarak güneş ışınlarından sağlanır. Güneş ışınlarının
yoğunluk veya şiddeti ile aydınlatma süresi ya da gün uzunluğu, enleme göre değişi r. Ekvatorun çevresindeki bölgeler en
yüksek yoğunlukta güneş ışığı alırken, kuzey ve güney kutup bölgeleri düşük yoğunlukta ışık al ırlar. Ekvator kuşağı ile kutup
bölgeleri arasında kalan alanlarda görece gündüz ve gece uzunlukları, yazın daha uzun ve kışın daha kısa süreli gün ışığı il e
mevsime göre değişi r.
Güneş ışınlarının yoğunluğu ve aydınlatma süresi bitkilerin gelişimini ve çiçeklenmelerini , meyve tutma ve
gelişti rmelerini (bitki fenolojisi) etkileyen temel etmendir. Bazı bi tkiler yüksek ışık yoğunluğuna ve uzun günlere gereksini m
duyarken diğerleri düşük ışık yoğunluğunda ve kısa günlerde gelişi rler. Pek çok hayvanda göç, kışlama, yazlama ve üreme
davranışları gece ve gündüzün göreceli (relative) uzunluklarından (ışık devirselliği = fotoperiyodisite) etkilenir.
Işık koşulları sucul çevrede de de ğişi r. Işık suya geçtiği kadar absorbe edili r. Böylece mevcut ışık miktarı derinliğin
artması ile azalır. Işığın geçtiği su katmanına fotik (photik) zon denir. Yeryüzünde meydana gelen fotosentezin yaklaşık %80’i
bu fotik zonda meydana gelir. Onun altındaki zon, hiç ışık olmayan aphotik zondur. Bi rkaç kemotropf dışında, aphotik zonda
yaşayan organizmalar enerjilerini photik zondan aşağı doğru sürüklenen veya göçen organizmalardan sağlar.
Işık, üretim ve enerji temini arasında bir bağıntının olması, yeryüzün de ekosistem dinamiklerinin dağılım, kompozisyon ve
yapıs ını etkilemektedir.
13
Sıcaklık
Yeryüzü yüzeyindeki s ıcakl ık örüntüleri yükselti ve enleme göre değişi r. Bi r bölgenin sıcakl ık örüntüsü dağ veya okyanus gib i
yakında büyük bir coğrafi özelliğin olmasından da etkilenebilmektedir. Yeryüzü yüzeyinde en s ıcak ortalama s ıcaklık ekvator
çevresinde meydana geli r. Ekvatordan kuzey ya da güneye doğru gidildikçe, ortalama sıcaklık düşer. Kuzey ve Güney Kutuplar
en soğuk bölgelerdir. Sıcakl ık yüksel tinin artmasıyla da düşer. Bu nedenle, ekvatordaki yüksek dağların bile dorukları karla
kaplı olabilmektedir.
Canl ıların sıcaklık is teği ve soğuğa karşı dayanıklıl ığı farkl ıdır. Bu özellik canl ıların s ıcakl ık kuşaklarına göre dağıl ımına
neden olur. Belli bi r yüksel tiden ve belli enlemlerde sonra canl ı türlerinin hızla azalması s ıcaklığın etkisi altındadır. Doğal bi tki
örtüsünün ekvator ile kutuplar arasında geniş kuşaklar oluşturması enlemin s ıcakl ığa etkisinin ve bir dağ yamacı üzerinde
aynı tür basamakları oluşturması da yükseltinin sıcaklığa etkisinin bi r sonucudur.
Su
Yaşamın temeli olan su, canlıll ığın sürmesi için gerekli en temel maddedir. Hava, su, ışık, sıcaklık ve besin maddeleri tüm
canl ılar için temel gereksinimlerdir. Bunların en başında oksijen ve su yer almaktadır. Canlı organizmayı oluşturan hücrelerin
yaşam etkinliklerini devam etti rebilmeleri i çin suya gereksinimleri vardır. Su yaşam için en zorunlu maddelerden birisidi r.
Doğada bulunan tüm canl ılar su olmadan yaşamlarını sürdüremezler. Günümüz dünyasında, kuraklık ve küresel ki rlenme
başta olmak üzere nüfus yoğunluğu, sanayideki gelişmeler, tarımsal üretimdeki çeşi tlilik ve ya ygınlık nedeniyle su tüketimi
artmakta ve su kıtl ığı yaşanmaktadır.
Toprak ve mineraller
EKOSĠSTEMDE BESLENME VE ENERJĠ ĠLĠġKĠLERĠ
1-3 Ototrofik ve Heterotrofik Beslenme
Bir ekosistem her çeşi tten organizmalar; mikroorganizmalar, bi tkiler ve hayvanlar içeri r. Bu organizmalar pek çok düzeyde
birbirini etkiler, ancak besin ve enerji ilişkileri bunlar aras ında en önemlileridi r.
Kendibeslekler, gereksinimleri olan tüm organik besinleri inorganik bileşiklerden sentezleyebilen organizmalardır.
Kendibesleklerin çoğu fotosentez yapabilirler; bununla bi rlikte, çok azı kemosentez yaparlar. Kendibeslekler, doğrudan veya
dolaylı olarak, kendi besinlerini sentezleyemeyen, hayvanları i çeren organizmalar olan dışbesleklerin tüm besinini sağlarlar.
Dışbeslekler, ne yediklerine ve besinlerini nasıl sağladıklarına bağlı olarak bi rkaç gruba ayrıl ırlar. Dışbeslekler etçilleri ,
otçulları ve çürükçülleri içeri r.
Otçullar, sadece bi tkilerden beslenen hayvanlardır. Tavşanlar, s ığırlar, atlar, koyunlar ve geyikler otçullardır. Etçiller,
diğer hayvanlardan beslenen hayvanlardır. Etçiller aras ında bazıları yırtıcılar ve bazıları leşçillerdir. Aslanlar , şahinler ve
kurtlar gibi yırtıcılar, avlarına saldırır, onları öldürür ve vücutlarından beslenirler. Leşçiller buldukları ölü hayvanlarda n
beslenirler. Akbabalar ve sırtlanlar leşçillerdir. Omnivorlar, bi tkilerden ve hayvanlardan beslenen hayvanlardır. İ nsanlar ve
ayılar omnivordurlar. Çürükçüller, bitki ve hayvan ölülerinin kal ıntılarının ayrıştırılması ile besinlerini sağlayan
organizmalardır. Pek çok bakteri ve mantar çürükçül olarak i şlev görürler.
14
Popülasyonlar ve Topluluklar
Doğada, organizmaların araştırılmas ında, ekologlar, dikkatlerini çoğunlukla belirli bi r ortam çeşidindeki beli rli bi r organizma
grubuna odaklarlar. Doğada, belirli bi r alan içinde beli rli bi r türün tüm bireylerini içeren organizmaların en doğal grubu bi r
popülasyondur. Bir ormandaki Türkiye meşesi , Quercus cerris ağaçları bi r popülasyon oluşturur. Bi r havuzdaki tüm Siğilli iri
kurbağalar bi r popülasyon meydana geti ri r. Popülasyonlar daha büyük grupların parçaları olarak da değerlendirilebili r. Belirl i
bir alandaki farkl ı organizmaların tüm popülasyonları bi r topluluk oluşturur. Örneğin bi r gölcüğün içinde ve civarındaki tüm
kurbağalar, balıklar, algler ve diğer canlı varl ıklar bi r gölcük topluluğunu meydana geti ri r.
Bir ekosis tem bir topluluk ve onun fi ziksel çevresini i çeri r. Bir ekosis teme, canl ı ve cansız etkenler dahildi r. Bi r
ekosistemin canl ı ve cans ız kıs ımları arasında süren bir materyal değişimi vardır. Yeryüzünün tüm ekosistemleri bi rbi rine
bağlıdır. Organizmalar bir ekosis temden diğerine hareket ederler. Su ve diğer inorganik maddeler bi r ekosistemden diğerine
geçerler. Organik bileşikler de taşıdıkları enerjileri ile ekosistemler arasında taşınırlar.
Madde ve Eneji Döngüleri
Dünyanın tek enerji kaynağı kabul edilen güneş, şüphesiz ekosistemlerin de yegane enerji kaynağıdır. Yeryüzüne ulaşan
güneş enerjisinin büyük bir kısmı temel üretici konumunda olan bi tkiler tarafından tutulmakta, fotosentez yoluyla besin
enerjisine çevrilmektedir. Bi rinci basamak tüketicier bi tkilerden beslendikleri zaman, besin maddelerindeki bu kimyasal
enerjiyi bünyelerine alırlar. Besinmaddelerinden sağladıkları bu kimyasal enerjinin bi r kısmını kendi yaşam etkinlikleri i çin
hacarken, bi r kısmını da değişik yollarla diğer canl ılara aktarırl şar. Bu arada, ölen bütün canl ılardaki kimyasal enerji de
ayrıştırıcılar tarafından kullanılır. Enerjinin bu taşınımına “enerji döngüsü” denir. Güneştan başlayan bu enerji taşınımı tek
yönlüdürve canlılar tarafından kullanılmayan kısmı çevreye ıs ı enerjisi olarak verilir. Uzun bir süreçte, dengeli bi r
ekosistemde, tüm enerji girdileri ve çıktıları eşi t olur.
Bir ekosistemin doğal dengesini koruyabilmesi ve varl ığını sürdürebilmesi, madde ve enerji döngüsü ile tüketilen
maddelerin yeniden üretim için ekosisteme geri dönmesine bağlıdır.
İnorganik maddelerin sürekli olarak cansız ortamdan alınıp, canl ı öğeler arasında aktarıldıktan sonra, cansız ortama
tekrar geri verilmesi işlemine “madde döngüsü” denir. Madde dolaşımında görülebilecek herhangi bi r aksama, ekosis temde
aksamalara neden olmaktadır. Her ekosistemin ham madde varlığı sınırl ıdır ve yerine konmadığı takdirde tükenmeye
mahkümdur. Madde döngüsünde tükenmeyen tek unsurun güneş enerjisi olduğu kabul edilmektedir (Erinç, 1984).
Madde döngüsünün enerji döngüsünden farkı, tek yönlü bi r taşınım göstememesi, ekosis tem içinde devir yapmas ıdır.
Bu maddeler bi r canlıdan diğerine geçerken, kimyasal değişime uğramakta ama hep ekosis tem içinde kalmaktadırlar. Bu
kimyasal maddelerin ana kaynağının cansız doğa olduğu kabul edilirse, canlılar bu maddeleri yaşamları i çin kullanmakta,
onlar ölünce de bu maddeler toprağa geri dönmektedir.
1-4 Simbiyotik ĠliĢkiler
Simbiyotik ilişkiler, iki farklı çeşi tteki organizmanın, en az bi rinin yararlandığı, bi rbi riyle yakın işbi rliği i çinde
yaşamalarıdır. Simbiyotik ilişkilerin üç çe şidi vardır: mutualizm, kommensalizm ve paratizimdir.
Mutualizmde, her iki organizma, aralarındaki i şbi rliğinden yarar sağlar. Örneğin termitler sindirim sis temlerinde
yaşayan, selülozu sindiren mikroorganizmalara sahipti r. Termitler, bu mikroorganizmalar olmadan, yedikleri odundan hiçbir
besin sağlayamazlar. Diğer yandan, termitler, bu mikroorganizmalara besin ve yaşama yeri sağlarlar. Sığırların, sindirim
sistemlerinde yaşayan organizmalarla benzer bi r işbi rliği vardır.
15
Likenler, alglere ve mantarlara ait hücrelerden ve bu işbirliğinin her iki çeşidinden ibaretti r. Bu ilişki , yalnız başına
hiçbirinin canl ılığını sürdüremeyeceği ortamlarda yaşamalarına izin veri r. Mantarlar, nem ve yapısal iskelet ile alglerin
geliştiği tutunma yerleri sağlarlar.
Bezelyeler, yonca ve kaba yonca baklagillerdir. Baklagillerin köklerinde beli rli bakterilerin geli ştiği yumrular vardır (Şekil
1-4). Bu bakteriler, toprak havas ındaki azot gazını, bi tkiler için kullanılabilir formlara dönüştürürler. Bu ilişkide, bu bi tki lere,
gereksinimleri olan azotlu bileşikler sağlanırken, bakterilere de gelişip üreyebildikleri bi r ortam sunulur.
Kommensalizmde, bi r organizma bir simbiyotik ilişkiden yararlanırken diğeri bundan etkilenmez. Örneğin, remora bir
emici ile bir köpekbalığına tutunmuş olarak yaşayan küçük bir balıktır. Köpek bal ığının besinlerinden arda kalan yiyecek
artıklarını yemek için kendini köpekbalığından ayırır. Böylece köpekbalığı remoraya besin sağlar. Bilindiği kadarıyla , remora ,
köpekbalığına ne fayda, ne de zarar veri r. Barnacileler kendilerini bi r balinanın çok geniş vücut yüzeyine tutturabilirler.
Balinanın hareketi , onlara sürekli ortam değişti rme ve besin sağlama olanağı sağlar. Balina, barnacilelerin varlığından
etkilenmez.
Asalıkta , bi r organizma simbiyotik ilişkiden yararlanırken, diğeri bundan zarar görür. Yararlanan organizmaya asalak,
zarar görene de konukçu ya konak denir. Bazı parazitler konukçularında hafif bi r zarara neden olurken, diğerleri sonuçta
konaklarını öldürürler. Örneğin şeri tler (tenyalar) çeşi tli hayvanların sindirim sisteminde yaşayan asalaklardır. Burada,
besinlerini bulabildikleri ve gelişip üreyebildikleri uygun bir ortam vardır. Bununla birlikte, konukçu şeri tlerin varlığından
zarar görür. Şeridin neden olduğu besin ve doku kaybı ciddi raha tsızl ıklara neden olabilir. Diğer bitkiler üzerinde gelişen
asalak bi tkiler vardır. Bitki asalaklarının iki örneği ökseotları ve şeytan saçı (küsküt)’dır (Şekil 1 -7).
Özellikle, mutualizm veya kommensalizm gerekti ren simbiyotik ili şkiler, her zaman sürekl i değildi r. Ayrıca , bu tür ili şkiden
beli rli bi r organizmanın kesinlikle faydalandığını veya zarar gördüğünü söylemek de her zaman olanakl ı değildi r. Örneğin, bi r
likenin alg hücreleri , pek çok ortamlarda, mantar hücreleri olmadan da en iyi şekilde yaşayabilirler. Diğer yandan, mantar
hücreleri , bu ortamlarda, yalnız başına yaşamayabili rler.
1-5 Üreticiler, Tüketiciler ve AyrıĢtırıcılar
Birkaç küçük ekosis tem dışında, tüm ekosistemlerde, kendibeslekler bitkiler ve diğer fotosentez yapan organizmalardır.
Bunlar, enerjiyi güneşi ışığından alırlar ve onu şekerler ve nişasta sentezi i çin kullanırlar. Bu maddeler, bitkinin gereksin im
duyduğu organik bileşiklere dönüştürülebili r veya enerji i çin yıkabilirler. Dışbeslekler, canl ıl ık i şlemleri i çin, organik
bileşiklerde depolanan kimyasal enerji dışında, enerjinin herhangi bi r şeklini kullanamazlar. Bu organik besinler, bitkiler ya da
hayvanlar olabilen, diğer organizmaların ürünlerinden sağlanmalıdır. Kendibesekler (fototrof ve kemotroflar), inorganik
bileşiklerden organik bileşikler (besin) üretebilen, bi r ekosistemde, üreticiler denilen yegane organizmalardır. Dışbeslekler,
başka organizmalardan besin sağlamak zorunda olduklarından, tüketiciler olarak adlandırılır.
Çürükçüller ekosistemde önemli rol oynarlar. Çürütücü veya ayrıştırıcı organizmalar olarak işlev yaparlar. Ekosistemin diğer
üyeleri tarafından kullanılabilecek maddeleri serbest bırakarak, ölü bitki ve hayvan kalıntılarını ayrıştırırlar. Bu yolla pe k çok
önemeli madde ekosisteme geri döndürülür.
1-6 Besin Zincirleri ve Besin Ağları
Bir ekosistem içinde, her zaman üreticilerle başlayan, bi r enerji akış yolu vardır. Üreticiler tarafından üretilen, organik
bileşiklerde depolanmış enerji, bi tkiler yenildiğinde tüketicilere aktarıl ır. Bi tkilerden beslenen, otçullar (herbivorlar), ilk veya
birinci sıradaki tüketicilerdir. Bi tki yiyen hayvanlardan beslenen etçiller ikincil veya ikinci sıradaki tüketicilerdir. Örneğin,
fareler bi tkilerden beslenir ve bi rinci düzeydeki tüketicilerdir. Fareleri yiyen yılan ikinci düzeydeki bi r tüketici iken, yılanı
yiyen şahin üçüncü düzeyde bir tüketicidi r. Çoğu tüketicilerin değişken besinleri olduğundan, avlarına bağl ı olarak ikinci,
16
üçüncü veya daha yüksek düzeyde tüketiciler olabilmektedirler. Bu beslenme ilişkilerinin her biri , bi r besin enerjisinin geçtiği
bi r organizmalar dizisi, bi r besin zinci ri oluşturur (Şekil 1-6). Bi r ekosistemde beslenme ilişkileri hiçbir zaman sadece basit bi r
zinci rleme değildi r. Her bir beslenme düzeyinde pek çok organizma çeşidi ve bi r ekosis temde her zaman pek çok besin zinciri
vardır. Bu besin zinci rleri , bi r besin ağı oluşturacak şekilde, çeşi tli noktalarda birbirine bağl ıdır (Şekil 1 -7).
Bir ekosistemin her düzeyinde ayrıştırıcılar vardır. Ayrıştırıcılar, sistemdeki tüm organizmaların atı k ve kal ıntılarını yeniden
kullanıma sokarlar. Bu materyallerdeki enerjiyi , kendi metabolizmaları i çin kullanırlar. Bu sırada, organik bileşikleri inorganik
bileşiklere yıkar ve sistemdeki maddeleri yeniden kullanılabilir yaparlar. Ayrıştırıcılar, her besi n zinci ri ve besin ağının son
tüketicileri olarak düşünülebilirler.
Şekil . Besin zinciri ve besin ağları (food webs)
1-7 Enerji Piramitleri ve Biyokitle
Bir besin ağında kullanılabili r enerji miktarı, her bi r üst beslenme düzeyi ile azalır. Bunun nedeni , besin olarak alınan enerjinin
küçük bir bölümünün yeni doku olarak depolanmasıdır. Al ınan besinin çoğu sindirilmez ve absorbe edilmez. Bundan başka,
besindeki enerjinin büyük bir kısmı solunum ve bakım i çin kullanıl ır. Bu enerji ısı olarak kaybedili r. Sonuç olarak, herhangi bi r
beslenme düzeyinde, al ınan enerjinin, yaklaşık sadece yüzde 10’u yukarıya doğru izleyen (giden, yürüyen, ilerleyen)
beslenme düzeyine geçirili r.
Bir ekosis temde kullanılabilir enerji miktarı, çoğunlukla bi r pi ramit, enerji pi ramidi şeklinde gösterilir (Şekil 1 -8). Enerjinin en
yüksek miktarı, pi ramidin tabanında, üreticilerde bulunur ve en az enerji piramidinin tepesinde, tüketicilerin en üst
düzeyinde bulunur. Kullanılabili r enerjinin miktarı çok aşırı azaldığından dolayı, bi r ekosistemde, çoğunlukla dört veya beşten
daha fazla beslenme düzeyi bulunamaz.
Kullanılabilir toplam enerji miktarı her bi r beslenme düzeyi ile azaldığından, her bi r düzeyde desteklenen canlı
organizmaların toplam kütlesi de azalır. Bu ilişki bi r pi ramitle de gösterilebili r. Biyoki tle pi ramidi olarak bilinen bu iliş ki,
akraba organizmaların kütlesini, her bi r beslenme düzeyindeki biyokitleyi , gösteri r. En yüksek biyokitle miktarı, en alt
düzeyde, üreticilerde bulunur. En düşük biyoki tle tüketicilerin en yüksek düzeyinde bulunur.
17
EKOSĠSTEMLERDE REKA BET
1-8 Habitat ve NiĢ
Bir ekosis temdeki her bi r organizma çeşidi , i çinde yaşadığı özel bi r çevre parçasına sahipti r. Bu onun habitatı (yaşama
yeri )’di r. Örneğin, salyangoz küfleri nemli orman tabanında yaşarlar. Bu onların yaşama yerleridi r. Bi r ekosistem içinde
meydana gelen karmaşık etkileşimlerden dolayı, her bi r tür ayrıca beli rli bi r rol oynar. Bi r ekosis temde bir türün rolü onun
nişidi r. Bi r organizmanın habitatı onun nişinin bi r kısmı, sadece bir parçasıdır. Ayrıca , besinini nasıl , ne zaman ve nerden
sağladığını, üreme davranışlarını ve onun çevre ve ekosistem içindeki diğer türlerle doğrudan ve dolaylı etkileşimlerini içeri r
1-9 Türiçi ve Türlerarsı Rekabet
Dengedeki bi r ekosistemde, her bi r tür kendi nişini i şgal eder. Belirli bi r alanı (habitatını) i şgal eder ve özel bir şekilde
besinlerini sağlar. İki türün nişleri çakıştığında, rekabet doğar. Bu çakışma a rttıkça, iki türün gereksinimlerinin daha fazlası
ortak olur ve rekabet daha güçlü bi r hal alır. İki farklı tür arasındaki rekabet türlerarası rekabet olarak adlandırıl ır. Rekabet
edilen kaynaklar azaldıkça, rekabet daha şiddetli olur. Sonunda, nişin i şgal ini daha başarıl ı türe bırakan türlerden biri
ekosistemden atıl ır. Rekabet aynı türün bireyleri arasında da meydana gelir. Buna türiçi rekabet denir. Aynı türün bireyleri
arasındaki rekabetin şiddeti , populasyon yoğunluğu ve gerekli kaynakların kullanılabi li rliği gibi olaylardan etkilenir. Koşullar
çok sert olduğunda, en yararl ı uyuma sahip bi reyler hayatta kalırken, daha az uyumlu bireyler yaşama şansını kaybeder.
Ekosistemlerde Süreklilik ve DeğiĢim
Bir ekosistemde devamlılık
Bir ekosistemin kararl ı olmas ı ve kendini devam etti rmesi için belirli koşulların olması gerekir. (1) Değişmez bir enerji kaynağı
olmalı. Yeryüzündeki hemen tüm ekosistemler için enerji kaynağı güneş ışığıdır. Sadece birkaç ekosistem kemosenteze
dayanır. Bu ekosistemlerde, üreticiler, organik bileşiklerin sentezi i çin, çeşi tli inorganik bileşikleri i çeren kimyasal
tepkimelerden enerji türeti rler. (2) Ekosistemde, organik bileşiklerin sentezi için besisel enerji (ışık) kullanabilen organi zmalar
olmalıdır. Bu rol , ekosistemin üreticileri olan yeşil bi tkiler ve algler tarafından yerine geti rilir. Ekosistemdeki canlı
organizmalarla ortam arasında bir materyal döngüsü olmalıdır. Üreticiler, ortamın inorganik bileşiklerini , daha sonra besin
zinci rinden veya besin ağından geçecek olan organik bileşiklere katarlar. Sonunda, bi r şekilde, ayrıştırıcılar, inorganik
maddeleri yeniden kullanım için ortama serbest bırakarak, ölü organizmaların kal ıntılarını ayrıştırırlar.
Ekolojik Süksesyon
Ekosistemler kararl ı gözükmekle bi rlikte, zamanla değişim geçiri rler. Bu değişim, ekosistemde bulunan canl ı organizmaların
çevreyi değişti rmelerinden meydana geli r. Bu değişikliklerin bazıs ı, çevreyi yeni tip organizmalar için daha uygun ve mevcut
organizmalar için daha az uygun yapma eğilimindedir. Böylece, bi r ekosis temin ori jinal organizmaları diğer çeşi tlerle
kademeli olarak yer değişti ri rler. Yeni bi r topluluk, ekosistemde ori jinal topluluğun yerini alır. Zaman geçtikçe, bu topluluk da
başka bir toplulukla kademeli olarak yer değişti ri r. Mevcut topluluğun bi r başka toplulukla kademli olarak yer değişti rdiği
sürece, ekolojik süksesyon denir. Genelde, karasal ortamlarda, ekolojik süksesyon herhangi bi r anda mevcut bi tkilerin
çeşidine bağl ı olarak değişi r. Bitkiler, üreticiler olduğundan, geli şmekte olan toplulu ğun çeşidini beli rlerler. Toplulukta,
yaşamayı sürdürebilen hayvanların çeşi tleri doğrudan veya dolaylı olarak bi tkilerin çeşitlerine bağlıdır.
Ekolojik süksesyonun her bi r evresinde, bi rkaç tür, çevre ve topluluğun diğer üyeleri üzerinde en büyük etkiyi kullanırlar. Bu
türelere baskın türler denir. Baskın türler tarafından çevreye yüklenen koşullar her bi r süksesyonal toplulukta yaşamayı
sürdürebilen diğer bitki çeşi tlerini belirler.
18
Bir topluluktan diğerine süksesyon, olgun ve kararl ı topluluk geli şene kadar devam eder. Böyle bi r topluluğa klimaks topluluk
denir. Klimaks topluluğa sahip bi r ekosistemde, koşullar, topluluğun bütün üyeleri i çin uygun oldukça XXXX kadar devem
eder. Bu klimaks topluluk, bi r yangın, sel veya volkanik püskürme gibi felaketsel bir olay tarafından altüst edilinceye kadar
ayakta kal ır. Klimaks bi r topluluğun yıkımından sonra, süksesyon yeniden başlar ve yeni klimaks topluluk geli şinceye kadar
devam eder.
Hiçbir yaşam olmayan, örneğin, çıplak kaya üzerindeki bi r alanda meydana gelen süksesyona birincil süksesyon denir.
Mevcut bi r topluluğun kısmen tahrip olduğu ve dengesinin altüst edildiği bi r alanda meydana gelen süksesyona ikincil
süksesyon denir.
Karada süksesyon. Karada ilk süksesyon, başlangıçta yaşamın hemen hiç olmadığı karasal alanlarda ortaya çıkar (Şekil 1-12).
Bu koşullar kayal ık uçurumlar, kum kumullar, yeni oluşmuş volkanik adalar ve yeni açığa çıkmış kara alanlarında mevcuttur.
İlk süksesyon toprak oluşumuyla başlayabildiğinden çok yavaş bi r süreçti r.
Toprak binlerce yılda çok yavaş oluşur. Hava hallerinin etkisi işlemiyle , büyük kayalar kademeli olarak daha küçük parçalara
ayrıl ır. Sonunda, bazı kayalar daha küçük parçalara ufalanır. Bu alana yerleşen ilk organizmalara öncü organizmalar denir. Bu
tür organizmalar çoğunlukla bakteri , mantar ve likenleri kapsar. Bunlar kayaları daha fazla parçalar ve gelişen toprağa
organik madde katarlar. Likenler açığa çıkmış koşullara uyarlanırlar. Likenler kök benzeri ri zoidlerle kaya yüzündeki
çarpıklıklara tutunurlar. Kayayı çözen asitler salgılarlar. Bazı likenler ölür ve bunların kalıntıları toprağa eklenir. Yosunlar
küçük toprak bi rikinti alanlarında ortaya çıkar. Yosunlar, likenleri gölgeleyebili r ve böylece ölmelerine neden olarak henüz
gelişmemiş olan toprağa daha fazla organik materyal katarlar.
En sonunda, çayırlar ve yıll ık bi tkiler, organik materyallerin bi riktiği bu alanlarda gelişi r. Bu bi tkiler öldükçe toprak zen ginleşi r.
Küçük çalılar geli şmeğe başlar ve bunların kökleri kayaları parçalar. Bu çal ılar çayırları gölgel eyip onları öldürebilir. Ağaç
fideleri kök salabili r. Sonunda bu ağaçlar çal ıları gölgeleyebili r. Çalılar aras ında gelişen fideler muhtemelen yeterli mikta rda
güneş ışığına gereksinim duyarlar. Böylece, olgun ağaçlar olduklarında, orman tabanında aynı çeşi t fidelerin yaşaması için
yeterli güneş ışığı olmayabili r. Bununla bi rlikte, diğer ağaçların fideleri gölgede iyi gelişebili r. Bu yolla, bi r ağaç toplu luğunun
yerini farkl ı çeşitlerde ağaçların başka bir topluluğu alır. Milyonlarca yıl sonra, bi r klimaks topluluk gelişi r. Klimaks topluluklar
çoğunlukla baskın bitki formları koşullarıyla tanımlanırlar.
Bir klimaks topluluğun baskın bitkileri çevrenin fi ziksel etkenleri tarafından belirlenmektedir. Yeterli yağış ve uygun topra ğın
olduğu yerde, klimaks topluluk büyük olasılıkla bi r orman olmaktadır. Bununla bi rlikte, ormanı destekleyecek yeterli su
(yağış) yoksa, klimaks topluluk çayırlardan ve bazı diğer bi tki çeşi tlerinden meydana gelmektedir.
Hayvansal yaşam bitki topluluklarına bağl ı olarak değişi r. Örneğin, bi r süksesyon bir orman topluluğuna doğru geliştikçe,
çayırlar ve çal ılar aras ında yaşayan hayvanlar, eninde sonunda orman tabanında ve ağaçların değişen düzeylerinde yaşayan
hayvanlarla yer değişti rir.
İkincil süksesyon, klimaks topluluğun yok edildiği alanlarda ortaya çıkar. Örneğin, bi r orman, tarım alanı açmak için kesilebilir.
Tarım alanına dönüştürüldükten kısa bi r süre sonra, toprak bakımsız kalırsa , sonunda diğer bi r orman klimaks topluluğu ile
son bulan yeni bi r süksesyon başlar. İkincil süksesyonda, alanda bu kez toprak mevcuttur. Silsile toprak oluşumuyla
başlamadığından, bu işlem ilk süksesyondan daha hızlıdır. Bi r klimaks topluluk, ilk süksesyon için gerekli başlangıçtaki
milyonlarca yıl yerine, bi rkaç yüz yıl sonra yeniden kurulabilir.
Göllerde ve gölcüklerde süksesyon. Göller ve gölcükler de, sonunda bir klimaks topluluğuna gelişen, ekolojik süksesyon
evrelerinden geçebilmektedir (Şekil 1-12). Bu i şlem tortu, dökülen yapraklar ve diğer enkazın kademeli olarak göl tabanına
birikmesi, göl derinliğini azal tmas ı ile başlar. Göl etrafında, bataklık yosunu ve kamışlar, sazlar ve hasırotları gibi pek çok
19
köklü bi tkiler s ığ suda gelişi rler. Bu bitkiler, gölün büyüklüğünü azaltarak, kademeli olarak kıyılardan içeriye doğru uzanırlar.
Göl doldukça, organizmaların büyük bir populasyonu destekleyebilecek besin maddeleşince zenginleşi r. Bi tki hayvanların
çoğalan miktarı çökel tideki , dolgu işlemini hızlandıran organik materyali destekler. Süksesyon sürdükçe, göl bi r bataklık olu r.
Daha sonra da, susuz ka ra oluşturan bataklık dolar. Kara toplulukları sucul formların yerini alır. Bi r süre sonra, dolgu alanı
civar topluluğun bir parçası olur.
EKOSĠSTEMDE MATERYAL DÖNGÜLERĠ
Bütün ekosistemlerde materyallerin döngüsü canlılar ile çevre arasında meydana gelir. Organizmalar belirli maddeleri
çevreden bünyelerine katarlar. Bu organizmalar öldüğünde, vücutları ayrıştırıcılar tarafından yıkıl ır ve bu maddeler çevreye
geri döner. Bu maddeler çevreye geri döndürülmeseydi , bunların mevcudu sonunda tükenmiş olurdu. Canl ılarla çevre
arasındaki materyal döngülerine biyokimyasal döngüler denir. Azot, karbon, oksijen ve su bu döngülere katılan
maddelerdendir.
Azot Döngüsü
Azot canl ılar için önemli bi r elementti r. Proteinleri oluşturan amino asitlerin ve çekirdek asitlerini yapan nükleoditlerin temel
bi r bileşenidir. Azot gazı yeryüzü atmosferinin yüzde 79’unu meydana geti ri r. Ancak, organizmaların çoğunun azot gazını
doğrudan kullanma yetenekleri yoktur. Bunların azot tedariklerinin azot bileşikleri şeklinde olması gerekmek tedir. Bi tkilerin
çoğu azotun sadece iki inorganik formundan, amonyak (NH3) ve ni trat (NO3-)’tan yararlanabilir. Çoğunlukla ni trat, bi tkiler
için başlıca azot kaynağıdır. Bi tkiler nitrat ve amonyaktan, örneğin, proteinler ve çekirdek asi tleri gibi azot içerikli organik
bileşiklerini sentezleyebili rler. Aksine, hayvanlar bu yetenekten yoksundur. Hayvanlar azotu sadece organik bi r formda
kullanabilirler. Sonuçta, hayvanlar azot gereksinimlerini karşılamak için bi tki ya da diğer hayvanları yemek zorundadırlar .
Atık ve organizma kalıntılarındaki azotun, canl ı bi tkilerin yeniden kullanması için yararlan ılabilir olması gerekir. Bu, bi tki
ve hayvan kalıntılarındaki karmaşık organik bileşikleri parçalayan ayrıştırıcıların etkinliği ile başarılmaktadır. Ayrıştırma
sıras ında, organik bileşiklerdeki azotun çoğu amonyak olarak serbest bırakıl ır. Bunun bir kısmı doğrudan bi tkiler tarafından
alınabilmekte, ancak çoğu nitratlaştırma (nitri fying) bakterileri tarafından hızla nitri te (NO2-) ve sonunda ni trata
dönüştürülür. Bundan sonra, ni trat, bi tkilerin yeniden geri alması i çin hazır bulunur.
a NH4 + b CO2 + c O2 Nitrosomonas d NO2 + e Biyokütle
d NO2 + f CO2+ g O2
Nitrobacter g NO3 + j Biyokütle
Toprak ve sudaki ni tratın tamamı bi tkiler tarafından geri alınıncaya kadar ni trat olarak kalmaz. Denitrifikasyon
bakterileri canl ılık işlemleri i çin nitri t ve ni tratı azot gazına, N2, dönüştürerek enerji elde ederler. Atmosfere salıverilen bu
azot formu, bitkiler ve hayvanlar tarafından kullanılamaz. Bununla bi rlikte, azo t gazı bi tkilerin yararlanabileceği bi r yapıya
dönüştürülebilir. Çok az bi r çeşi tteki bakteri ve mavi-yeşil alg, azot gazını, azot bağlama adı verilen bir i şlemle doğrudan
amonyağa dönüştürür.
NO3 + Karbon Kaynağı Denitrifikasyon mikroorganizmaları
NO2 + CO2 + Biyokütle
NO2 + Karbon Kaynağı Denitrifikasyon mikroorganizmaları N2 + CO2 + Biyokütle
Bu azot bağlayıcıların bazısı serbest yaşarlar. Ürettikleri amonyak , azot içerikli bileşiklerinin sentezinde kullanıl ır. Diğer
azot bağlayıcılar simbiyotikti r. Konak bir bi tki ile yakın bi r ilişki i çinde yaşadıklarında ancak azot bağlarlar. Bu simbiyotik
ilişkilerde, azot bağlayıcılar, amonyağı kendileri kullanır ve bi r kısmını da doğrudan konak bi tkiye sunarlar. Bu azot
bağlayıcılar öldüğünde, içerdikleri azot ayrıştırma ile geri dönüştürülür.
20
Şekil 37-9 azot döngüsünün çeşi tli yollarını göstermektedir. Azot döngüsü, topraktaki kullanıl ır azot düzeyini oldukça
sabit tutar. Azot döngüsü ayrıca göllerde, akarsularda ve denizlerde meydana geli r. Geri dönüştürülen azotun çoğu bileşik
formunda kalır. Sadece küçük bir bölümü atmosferde dönüşür.
Azot Döngüsü
Karbon ve Oksijen Döngüleri
Karbon, karbondioksit formunda , atmosferin yaklaşık yüzde 0.03’ünü oluşturur. Karbondioksit çözünmüş olarak da
yeryüzündeki sularda bulunur. Karbondioksit, fotosentez s ırasında, karbon bağlama olarak bilinen bir i şlemle atmosferden
organik bileşiklere geçirilir. Bu bileşiklerin bi r kısmı, hücresel solunum sıras ında karbondioksiti atmosfere geri salarak,
fotosentetik organizmalar tarafından yıkılır. Bi tkiler ve diğer fotosentetik organizmalar hayvanlar tarafından yenirse, karbon
bileşikleri bi r besin ağına gi rer. Her bir düzeyde, bi r miktar bileşik, atmosfere karbondioksit salarak hücresel solunum ile
yıkıl ır. Sonuçta, ölü bitki ve hayvan kalıntıları ve hayvan dışkıları, karbondioksiti serbest bırakarak ayrıştırıcılar tarafında n
yıkıl ır.
Karbon döngüsünde, karbondioksi t, fotosentezle atmosferden uzaklaştırılır ve hücresel solunumla atmosfere geri
döndürülür. Bu iki i şlem, normalde atmosferde nispeten değişmez bir karbondioksit düzeyi ile korunan denge içindedir.
Ancak, fosil yakıtların (petrol , kömür ve doğal gaz) yakılması da karbondioksit salmaktadır. Bu yakıtların kullanılmasının
artmasından dolayı, 1980’lerin ortasından buyana atmosferin karbondioksi t i çeriği kademeli olarak artmaktadır. Bu değişimin
uzun dönemli etkileri bilinmemektedir. Bununla birlikte, bazı bilim adamları, yer yüzeyinde bir s ıcaklık artışına neden
olacağını düşünmektedir. Bu, atmosferik karbondioksi tin yeryüzünden uzaya geri yansıması gerekirken ıs ıyı aborbe
etmesinden dolayı meydana gelecekti r.
Oksi jen yeryüzü atmosferinin yaklaşık yüzde yi rmi bi rini oluşturur. Fotosentez sıras ında, su molekülleri hidrojen ve
oksijene ayrıl ır. Hidrojen karbonhidratların oluşturulmasında kullanıl ır ve oksi jen atmosfere salıverilir. Hayvanlar, bitkiler ve
çoğu protistler hücresel solunumda oksi jen kullanır ve karbondioksit salar. Böylece oksijen döngüsünde, oksi jen fotosentez
işlemi ile atmosfere salınır ve hücresel solunumla atmosferden al ıkonur.
21
Şekil . Karbon ve oksijen döngüsü
FOSFOR DÖNGÜSÜ
Fosfor da canlılar için gerekli temel maddelerdendir. Hücrelerde nükleik asitlerin ve enerji aktarımlarını sağlayan adenozin
tri fosfat (ATP) molekülünde, hücre zarının yapısında, ayrıca kemik ve dişlerin yapısında bulunur. Fosfor diğer elementler gibi
doğada bileşikler halinde bulunur. Fakat bu bileşikler suda kolay çözünmezler. Fosfor bileşikleri özellikle kemik, diş, kabuk
gibi hayvansal atıklarda ve doğal kayaçlarda bulunurlar. Bu bileşikler suda çözünmedikleri i çin diğer bazı bileşiklerle
reaksiyona gi rerler. Bu bileşiklerin başında ni trat ve sül fi rik asit yer alır. Suda kolay kolay çözünmeyen fos fatl ı bu bileşi kler bu
yolla çözülürler ve oluşan bu fosfat tuzları bi tkiler tarafından absorbe edilebilirler. Bitkilerin hayvanlar tarafından besin
olarak tüketilmesiyle fosfor dolayl ı yoldan hayvanlara geçmiş olur. Fosfat, organizma artıkları ile toprağa geçer ya da
çözülmeyen bileşikler şeklinde diş, kemik ve kabukların yapısına katıl ırlar.
Fosfat, kuş ve bal ıkların kemiklerinde de bulunduğu için, bu hayvanların ölmesi halinde fosilleri kayaçlara gömülebili r.
Fosfat bileşiklerini ihtiva eden bu kayaçlar, yeryüzü hareketleriyle parçalanmaya uğrayarak tekrar doğaya karışabilir. Bunun
yanında volkanik faaliyetlerle magma tabakasından yeryüzüne ilave olarak fosfat kazandırılabilir. Yine bazı tür bakteriler
ortamda bulunan fos fatlı bileşikleri kemosentez reaksiyonlarıyla işleyerek çözünebilen fosfat tuzları (CaHPO ve CaSO gibi)
haline geti rebilirler. Fosfor döngüsünün temelini, fos forun karalardan denizlere veya denizlerden karalara taşınması
oluşturur. Fosfatlı kayalardaki fos forun bir kısmı, erozyon yoluyla suda çözünmüş hale gelir. Bu inorganik fos fat, bi tkilerce,
suda çözünmüş ortofosfat biçiminde alınır, organik fos fatlara çevrili r. Beslenme zinci riyle otçul ve etçil hayvanlara aktarıl ır.
Bi tki artıkları, hayvan ölüleri ve salgılarındaki organik fosfatlar, ayrıştırıcı mikroorganizmalar yardımıyla inorgan ik duruma
çevrili r. Böylece yeniden bi tkilerce al ınmaya hazırdır. Jeolojik hareketlerden başka, fosforun denizlerden karalara dönüşü,
bal ıkçılık ve balık yiyen deniz kuşlarının dışkıları yoluyla olur.
22
Kükürt Döngüsü
Kükürt pek çok proteinin, vi taminin ve hormonun bileşenlerinden biridi r. Toprakta ve proteinlerin yapısında bol miktarda
bulunur. Fakat bi tkiler kükürdü sülfatlara çevrildikten sonra kullanabilirler. Kükürt içeren proteinler, önce topraktaki çeşi tli
organizmalar aracılığıyla kendilerini oluşturan aminoasitlere parçalanır, ardından aminoasitlerdeki kükürt başka bir dizi
toprak mikroorganizması yardımıyla hidrojen sülfüre dönüşür. Hidrojen sül für oksijenli ortamda, kükürt bakterileri
23
aracılığıyla önce kükürde sonra sül fata çevrili r; sülfatlar da başka bakteriler tarafından yeniden hidrojen sülfüre dönüşür.
Eğer bi tki veya hayvan ölürse, yapılarındaki proteinin parçalanmasıyla kükürt H 2S şeklinde açığa çıkar. H2S kükürt bakterileri
tarafından önce S ’ye daha sonra da S4O2- iyonuna dönüştürülür. S4O2- iyonları, bazen doğada serbest olarak reaksiyona
gi rerek sül fatl ı bileşikleri de verebili rler. Sül fatlar da başka bakteriler tarafından yeniden hidrojen sülfüre dönüşür.
Organizmalar tarafından alındığı takdirde kükürt içeren iki aminoasit olan Sistein ve Metionin’nin yapıs ına katılırlar.
Kükürt Döngüsü Su Döngüsü
Su Döngüsü
Yeryüzünde suyun döngüsü hemen tamamen fiziksel bi r işlemdir. Su, nerede olursa havayla teması olursa sürekli olarak
buharlaşır, su buharı şeklinde havaya karışır. Bi tkiler de terleme (transpi rasyon) i şlemiyle suyun havaya geçişini desteklerler.
Ancak, havanın tutabileceği su buharı miktarının bi r s ınırı vardır. Çeşi tli fi ziksel işlemlerle, fazlalık su buharı, bulut
oluşturmak için yoğuşur ve yağış olarak yer yüzeyine geri döner.
Yeryüzü yüzeyi ile atmosfer aras ındaki suyun bu döngüsüne su döngüsü denir (Şekil xx). Diğer döngülerin aksine, bu döngüye
katılan herhangi bi r kimyasal değişiklik ve ona dahil olan gerçek biyolojik işlemler görülmemektedir. Fotosentez sıras ında b i r
miktar suyun kimyasal olarak hidrojen ve oksijene yıkıldığı gerçekti r. Bu su hücresel solunumla alıkonmaktadır. Bununla
birlikte, fotosentez-solunum döngüsüne katılan su miktarı, su döngüsünde dolaşan toplam miktarın sadece çok küçük bir
kısmıdır.
Madde Döngülerinin Yararları
Tüm canl ılar dünyanın yüzeyinde ya da yüzeye çok yakın ince bir toprak katmanında yaşarlar ve güneş enerjisinin dışındaki
gereksinimlerini bu katmanın içerdiği kaynaklardan karşılarlar. Eğer yaşamın sürmesi için gerekli olan su, oksijen ve diğer
maddeler sadece bir kez kullanılmış olsaydı hepsi şimdiye kadar tükenmiş olurdu. Doğanın tüm işlevlerinin çevrimler halinde
düzenlenmiş olması bu i şlevlerin sonsuza dek yinelenmesini sağlamaktadır. Hava, su, toprak, bi tkiler ve hayvanlar arasında
sürekli bi r al ışveriş olması yeryüzünün tüm zenginliklerinin tekrar tekrar kullanılabilmesine ve böylelikle yaşamın sürmesine
olanak veri r.
24
YERYÜZÜNÜN BAġLICA BĠTKĠ VE HAYVA N TOPLULUKLA RI
Büyük Coğrafi Bölgeler (Biyomalar)
Ekosistemlerin uzun zaman içinde büyük bi r değişmezlik ya da kararl ı denge kazanmasını sağlayan dinamik süreçlere
süksesyon denir. Bi r gelişim ortamındaki çeşitli bi tki topluluklarının beli rli zaman aral ıklarıyla bi rbi rlerini izleme süreci dir.
Belirli çevre koşullarına en iyi biçimde uyum sağlamış olan ve devaml ılık gösteren bi tki toplulukları klimaks olarak adlandırılır.
Bitkilerin bi r alandaki dağılımına bağl ı olarak hayvanların dağılımını beli rleyen biyokütlelere büyük coğrafik bölgeler
denir. Belirli bi r klimaks topluluk içeren bu coğrafya bölgelerine biyomalar denir. Karasal durumda, büyük coğrafi bölgeler,
klimaks topluluk oranı farklı bitki çeşi tleriyle öne çıkarlar. Örneğin, çayırlar klimaks topluluklar olabilir. Klimaks toplul uk
herdem yeşil koni fer bi tki türlerini i çerebilir.
Yeryüzünde Temel İklim Kuşakları ve Yağış ve Sıcakl ık İlişkileri
25
Yeryüzünde Büyük Coğrafi Bölgeler (Biyomalar)
TUNDRALAR
Tundralar Kuzey Amerika’dan Sibi rya’ya kadar uzanmaktadır. Güney Kutbunda aynı enlem denizlerle kapl ıdır. Düşük bir
ortalama s ıcakl ık ve kısa bi r gelişme (vejetasyon) dönemi (60 gün) söz konusudur. Uzun geceli soğuk günlerde toprak
tamamen donmuş durumdadır. Kısa yaz süresince toprağın sadece üst katmanı çözülür. Bunun al tındaki (12 ay boyunca
donmuş olan) katmana permafrost denir. Yıllık yağış miktarı çok düşüktür (10-12 cm). Bununla bi rlikte çok düşük
buharlaşmadan dolayı bölge nemlidir. Il ık sezon boyunca bataklıklar oluşur. Bu dönemde yüksek çözülme oluştuğundan
alanlar küçük gölcüklerle kaplanır.
Grönland Sınırl ı bi tkilerin yer aldığı vejetasyon likenler, yosunlar, çayırlar, çalılar ve çayır otlarından oluşur. Bu bi tkiler, kısa
gelişim dönemlerinden dolayı toprağın çözünen üst katmanında yetişi r, ancak permafrosttan dolayı hiçbir ağaç gelişemez .
Gelişen bu vejetasyon sınırl ı sayıda hayvan varlığını destekleyebilecek uygunluktadır.
26
Tundralar
Tundraların başl ıca karakteris tik hayvan türleri : Ren geyiği , mask öküzü, Kuzey Amerika’ya özgü ren geyiğine benzer
bi rkaç cins geyik, kurtlar, kutup tavşanları, kutup tilkileri , kar baykuşları, Kuzey Amerika’ya özgü bir çeşi t kır s ıçanı (Lemmus
lemmus), orman tavuğu (Logopus albus)’dur. Ayrıca , 60 günlük ılık dönemde de çok sayıda çeşi tli hayvan ve özellikle çeşitli
sinek türleri görülür. Bundan başka, beyaz karınlı, ye şil bacaklı ördekler (Tringa hypoleuca) ve kazlar gibi göçmen kuşlar da bu
bölgelerde kuluçkaya yatar ve ürerler.
Tundralarda Ren Geyiği (Caribou), Rangifer tarandus Yayılışı
TAYGA, SOĞUK ORMAN KUŞAĞI (BOREAL ZON)
Rusçada, kuzey yarıkürede, özellikle Sibi rya 'da tundranın bi ttiği yerlerde güneye doğru olan soğuk, batakl ık ve ormanl ık
bölgeleri tanımlamak için Al tay dili Şor lehçesinde tayγa kökenli taĭgá terimi kullanılmıştır. Tayga konifer ormanların
karakterize ettiği bi r biomedir. Kanada adalarının çoğu, Alaska, İsveç, Finlandiya, iç Norve ç, Kuzey İskoçya ve Rusya (özellikle
Sibi rya), bunun yanında ABD’nin karasal, kuzey uç kıs ımları, kuzey Kazakistan, kuzey Moğolistan, Japonya’nın kuzeyini
kaplayan tayga, dünyanın en geniş karasal biomesidir. Tayga terimi daha sıkça sadece Arktik ağaç s ını rının kuzeyindeki daha
verimsiz alanları beli rtmek için kullanıl ırken, bu biomenin daha güney kıs ımları i çin çoğunlukla Boreal Orman terimi
kullanılmaktadır. Kuzey Amerika 'daki benzer bölgeler için de Tayga (Taiga) terimi kullanılmaktadır.
Kuzey Amerika ile Asya, Bering kara köprüsü ile bağlantılı olduğundan, bazı hayvan ve bi tkiler (bitkilerden çok
hayvanlar) her iki kıtada yerleşebilmiş ve tayga biomesinde yayılmışlardır. Diğer bazı hayvan ve bitkiler, tipik olarak her b i r
27
cinsin bi rkaç farkl ı türünün bulunduğu tayganın farklı bölgelerine yerleşerek bölgesel olarak ayrılmışlardır. Taygaların,
çoğunlukla çok uç kış soğuklarından korunmuş alanlarda, huş, kızılağaç, söğüt ve ti trek kavak gibi küçük yapraklı ağaçları da
vardır. Ancak, yaprak döken melez (Larix) doğu Sibi rya’da kuzey yarıkürenin dondurucu kışlarına dayanmaktadır. Tayganın
en güney kısımlarında, koniferler içinde dağılmış olarak meşe, akçaağaç, karaağaç ve ıhlamur gibi ağaçlar da
bulunabilmektedir. Bu ıl ık alanlarda, tayga, Kore Çamı, Jezo Ladini , Manchurian Göknarı gibi s ıcağı seven türlerle daha
yüksek tür çeşi tliliğine sahip olmakta ve kademeli olarak karışık ıl ıman orman veya daha yerel olarak ıl ıman yağmur
ormanları koni ferlerine birleşmektedir.
Dünyanın en geniş karasal biomesi olan Ta yga, Köppen’in iklim s ınıflandırma şemasında "Dsc", "Dfc" veya "Dfd" ve
“Dwd” temel iklim, yağış ve s ıcakl ık kuşaklarını içermektedir (Şekil xx). Mevsimler arasında çok büyük sıcaklık dağılımları olan,
çok sert bi r karasal iklime sahipti r. Yıl ın çoğunda güneşin ufuk çizgisini çok fazla aşmadığı yukarı enlemlerdeki Tayga,
tundradan sonra en soğuk ve kalıcı buz katmanı olan karasal biomedir.
Şekil . Tayga bi tki coğrafyası Sarıçam, Pinus sylvestris’in yayıl ışı
Çok soğuk kışları vardır. Sıcaklıklar, tüm yıl boyunca -54°C ile 27°C arasında değişi r ve yıl ın yarısında s ıcaklık
ortalamaları sıfırın altındadır. Yazlar, kısa olsa da, çoğunlukla ıl ık ve nemlidir . Kışın donan toprak, yazın tamamen çözülür,
yani , permafrost olayı yoktur. Tundrada olduğu gibi , burada da pek çok gölcük ve batakl ıklar oluşur.
Genel olarak Tayga, 10°C Temmuz izoterminin güneyine, ancak yer yer 9°C Haziran izotermine kadar kuzeye ulaşır.
Güney s ınırı yağışa bağl ı olarak daha değişebili rdi r. Tayga, yağışların çok düşük olduğu 15°C Temmuz izoterminin güneyindeki
açık s tep ağaçl ıklarıyla yer değişti rebilmekte, ancak daha tipik olarak 18°C Temmuz izoterminin güneyine ve yerel olarak
yağışın daha yüksek olduğu 20°C Temmuz izoterminin de güneyine uzanmaktadır.
Tayga yıl boyunca nispe ten düşük, yıllık 20-75 cm yağış alır. Yağış esas olarak yaz ayları süresince, a ncak sis ve kar
olarak da yağar. Yılın çoğunda buharlaşma düşük olduğundan, yağış buharlaşmadan daha fazladır ve yoğun bir
vejetasyonun gelişimi için yeterlidi r. Tayga ’nın en kuzey uzanımlarında (ecozone), kar, toprak üzerinde dokuz ay kadar
kalabilir. Yaygın olarak Tayga olarak s ınıflandırılan alanların çoğu yakın geçmişte buzullarla örtülü olan alanlardır. Buzulların
çekilmesiyle topografyada oluşan çöküntüler suyla dolarak tayganın her tarafında görülen gölcük ve bataklıkları meydana
geti rmişti r.
28
Toprak: Toprak ince bir katman oluşturur. Tayga toprağı genç eğilimlidir. Derinliği yetersiz ve besince yoksuldur. Ancak,
ılıman yaprakl ı ağaç alanlarında organik maddece zengin çevre mevcuttur. Ölü yaprak ve yosunlar, organik madde
desteklerini s ınırlandıran soğuk, nemli iklimde orman tabanında uzun bir süre kalabilmektedir. İğne yaprak asitleri toprağın
daha da süzülmesine, podzolleşmeye neden olmaktadır. Toprağın asit yapısından dolayı, orman tabanında gelişen sadece
likenler ve bazı yosunlar bulunmaktadır.
İki büyük tayga ormanı çeşidi vardır. Bunlar, zemini yosun kapl ı, az boşluklu pek çok ağaçtan ibaret kapalı ormanlar ve
en kuzeydeki taygada daha yaygın olan, daha fazla boşluklu ve zemini liken kapl ı liken ağaçlıklarıdır. En kuzeydeki taygada
orman örtüsü sadece çok dağınık değil, ayrıca çoğunlukla kavruk bir gelişme yapıs ındadır. Asimetrik Siyah ladinde, rüzgar
yönüne bakan tarafta iğne yaprak azalması ve buz yanığı sıkça görülen bir olgudur.
Flora: Tayga ormanları, melez, ladin, göknar ve çamın baskın olduğu çok büyük oranda konifer ormanlarıdır. Taygada
herdem yeşil olan ladin, göknar ve çam türleri çok sert tayga kışlarında hayatta kalabilmek için belirli biçimde bazı
adaptasyonlara sahipti r. Melez tüm ağaçlar içinde soğuğa en dayanıklı olan ve yaparak döken bir koniferdir. Kuzey
Amerika’da, bi rkaç göknar türü ile bi rkaç ladin türü baskındır. Baştanbaşa İskandinavya ve batı Rusya’da Sarıçam tayganın
yaygın bi r bileşenidi r. Tayga ağaçları, ince toprak avantajı sağlayan daha s ığ köklere sahip olmanın yanında çoğu “katılaşma”
denilen i şlemle, donmaya karşı daha dayanıklı olmak için mevsimsel olarak biyokimyalarını değişti rme eğilimindedir. Kuzey
koni ferlerinin dar konik şe kli ve aşağıya doğru eğilmiş dalları da , karın üzerelerinden dökülmesine yardım eder.
Taygada konifer ormanlar baskın olsa da, bazı yapraklı ağaçlara da, özellikle huş, ti trek kavak, söğüt ve üveze (rowan)
rastlanır. Aynı zamanda çalılar ve diğer otsu bi tkiler de buranın vejetasyonuna katılır. Belirli aralıklarla ormana yer değişti ren
yangınlar (tekrarlanma zamanları 20-200 yıl arasındadır) ağaç örtüsünü ortadan kaldırarak, güneş ışığının orman tabanındaki
yeni bi tkisel gelişimi güçlendirmesine izin veri r. Yangınlar, bazı türler için taygada yaşam döngüsünün gerekli bi r parçasıdır.
Örneğin, Jack Çamının bi r yangından sonra açılan ve tohumlarını yeni açılmış toprağa serpen kozalakları vardır. Çayırlar
güneşin ulaştığı bi r arazi parçası buldukları yerde geli şi r. Yosunlar ve likenler toprak üzerinde ve ağaç gövdelerinin yüzlerinde
artış gösteri rler. Ancak, daha güneydeki diğer biomelerle kıyaslandığında, tayga düşük bir biyolojik çeşi tliliğe sahipti r.
Beyaz ladin, Picea glauca, taygas ı, Denali Highway, Alaska . Wolverine, Amarikan sansarı, Gulo luscus
Kuzey Amerikada geniş Tundradan güneye doğru inildikçe, vejetasyon kademeli olarak değişmektedir. Belli yerlerde,
seyrek halde, bodur kısa boylu ağaçlar beli ri r. Daha da güneye inildiğinde, ağaçlar daha yüksek boylarda ve bi rbirine daha
yakın olarak görülür. Devamında da herdem yeşil ormanlara geçiş başlar. Herdem yeşil orman kuşağı Kuzey Amerika’ya
doğru uzanan Boreal Zonu oluşturur.
29
Fauna: Tayga birkaç büyük otçul memeli ile küçük kemirgene ev sahipliği yapmaktadır. Bu hayvanlar, insanlar için çok
sert olan bir iklimde yaşamlarını sürdürmeye uyum sağlamışlardır. Ayılar gibi büyük memelilerin bazıs ı yaz süresince ağırl ık
kazanmak için beslenir ve kış süresince hibernasyona gi rer. Diğer hayvanların, soğuk tan yalıtan uyarlanmış kürk örtüleri veya
tüyleri vardır.
Hayvanlardan en yaygın olanları, yassıboynuzlu geyik (moose, Alces alces), kurtlar, ayılar, vaşak, geyik, sansarlar, kar
(i zli) tavşanları, pek çok kemirgenler, fareler, oklu ki rpidi r. Yokolma tehdidi ya da tehlikesindeki yabanıl yaşam türlerinin
bazısı Kanada’nın Boreal ormanlarının orman ren geyiği (Rangifer tarandus- woodland caribou), Amerikan siyah ayısı, boz ayı
ve wolverine (Kuzey Amerika’nın bi r sansar türü, Gulo luscus)’di r. Temelde ağaçların kesilmesinden kaynaklanan habitat
kayıpları bu türlerin bi rincil yok olma nedenidir.
Moose, Alces alces (Boğa) Yayılışı
ILIMAN (YAPRAKLI ORMAN) KUŞAĞI
Boreal zondan daha güneye inildiğinde, yağış varyasyonları ortaya çıkar. Bu kuşakta homojen bir yağış durumu yoktur ve
dolayıs ıyla bu enlemler tek bi r vejetasyonla sınırl ı değildi r. Yazlar s ıcak ve nemli geçmektedir. Boreal kuşağın hemen
güneyindeki kısımda, Kuzey Amerika’nın doğusunda yazlar sıcak ve nemli geçer. Kışlar son derece soğuktur. Ortalama yağış
15 ile 175 cm arasında değişi r. Bu kuşaktaki bi tkiler, yerel iklime bağl ı olarak değişmektedir. En yaygın yapraklı ağaç türü
meşedir. Akçaağaç, kayın, kestane, gürgen diğer yaprakl ı ağaç türleridi r. Benzer türden çal ı ve ağaççıklar da bölgenin her
tarafında yaygındır. Eğrel tiler ve yosunlar da dahil olmak üzere, diğer otsu bi tkiler mevcuttur. Hayvanlardan, kurtlar, altın
tilki , çakal, geyik, karaca, koyun ve keçiler, sincap, tavşan ve fareler mevcuttur.
30
Il ıman (Yapraklı) Orman
ÇAYIRLIK ALANLAR (SAVANLAR)
Savan ya da savana tropik yağmur ormanları ile kuru çöller arasındaki geçiş bölgesinde yer alan geniş çayırlara denir . Kurak
mevsimin uzun sürdüğü tropikal bölgelerde, tek tük ağaçların serpilmiş olduğu çok geniş çayırlardan oluşan bir bi tki
topluluğudur. Güney Afrika 'da ve Doğu Afrika'da başlıca bi tki topluluğu olan savan, boyları yer yer iki metreyi bulabilen
köksapl ı bi tkilerden ve buğdaygillerden oluşur. Bu bölge , dünyanın en ilginç yabanıl hayvan türlerinden bazılarının yaşaması
için uygun bir ortam sağlar. Avrupa ve Asya 'nın görece kurak s tepleri ile Kuzey Amerika'nın geniş çayırları da otlak olarak
kullanılan alanlardandır.
Coğrafi bölgelerin kesin sınırları olmadığından bunlar geçiş bölgeleriyle çevrilidi r. Bu durum bitki örtüsü kuşakları i çin
de geçerlidi r. Büyük ormanların yetişmesi için yeterli olmamakla bi rlikte beli rli ölçüde yağış alan bölgelerde geniş çayırl ar
uzanır. Bu çayırlara tropik bölgelerin daha az yağış alan kesimlerinde ve astropik bölgelerde savan (Karayip Yerlileri ’nin
dilindeki bi r sözcükten türetilmişti r), kıtaların iç kesimlerinde ise s tep denir. Tropikal iklim bölgelerinde görülen uzun bo ylu ot
topluluklarıdır. Geniş alan kaplayan savanlar içerisinde kurakçıl tek tek ağaçlara veya ağaç kümelerine de rastlanır. Savanların
görüldüğü yerlerde yazlar yağışlı, kışlar kurak geçmektedir. Ortalama yıllık yağış miktarı 150 cm civarındadır. Yaz yağışlarına
bağlı olarak yeşeren bu otlar; kış mevsiminin kurak geçmesinden dolayı sararır.
31
Savan
Çayırl ık alanlar, Kuzey Amerika, Asya, Afrika , Güney Amerika’da hem ıl ıman, hem de tropikal kuşakta bulunurlar.
Özellikle karasal bölgelerde, iç kıs ımlarda büyük alanlar kaplarlar. Bu alanda belirleyici etken yağıştır (75 cm). 75 -25 cm’lik
yağış yapraklı orman gelişimini destekleyemez. Yaprakl ı ağaçlar gelişemediği i çin çayırl ık alanlar baskın vejetasyon içeri rle r.
Bitki topluluğu bakımından zengindirler. Bu alanlar dünyanın en verimli tarım alanlarını oluştururlar. Pek çok çayır türü çiçekli
bi tkilerin tamamı nehirlere yakın nemli alanlarda daha yoğundur.
Kuzey Amerikanın hayvanlarından Coyoto’lar, Canis lantrans (Amerika’da bulunan bir çeşi t çakal ), porsuklar, çayır
yaban köpekleri (savan köpekleri ), tavşan ve yer sincapları dominant hayvanlardır. Geçmişte kalan büyük bizon (bufalo)
sürüleri ile antiloplar yaygın olanlardır. Kuzey Amerika ’da yerlilerle yapılan savaşlarda bizonlar özellikle öldürülmüştür. Bu
çayırl ıkların pek çoğu, şimdilerde yerini evcil koyun ve sığırlara bırakmıştır. Zebralar, zürafalar, ceylanlar, impalalar ve diğer
büyük boylu otlak hayvanları yaygındır. Yırtıcılar olarak aslanlar, kaplanlar en yaygın hayvanlardır. Yapraklı orman kuşağına
göre bu zonda yaşayan kuş çeşidi daha azdır. Çayırl ıklı savan topluluklarında, halka boyunlu sülün, şahinler, baykuşlar, pek
çok böcek türü, özellikle çekirgeler daha fazladır.
ÇÖLLER
Çöl , yeryüzünde yer alan ana biyota tiplerinden birisidir. Çöller, temel olarak ekvatorun kuzey ve güneyinde 15-40 enlem
dereceleri aras ında bulunan çok kurak alanlardır. Çöller temel bi rer ekosis temlerdir. Çöl atmosferinin çok düşük nem içeriği
gece ve gündüz arasında çok büyük s ıcakl ık farklarının oluşmasına neden olur. Çöller, otların yetişmesini destekleyemeyecek
kadar çok kurak bölgelerde bulunur. Çöllerde yağış büyük değişkenlik gösteri r. Yağışın zamanı da öngörülememektedir. Yıllık
yağış miktarı 25 cm’nin altındadır. Çöllerde sıcaklık günün bölümlerine göre değişi r. Gündüzleri hava çok sıcak olur. Ancak
geceleri sıcaklık, bazen sıfırın altında 30°C’ye kadar, aşırı derecede düşer. Bazı çöller hemen hiçbir şekilde vejetasyon
içermezken, bazı çöller bazı bi tki çeşi tlerine sahipti r.
Çöl toprağında organik madde miktarı az olmasına karşın mineraller bol miktarda bulunur. En iyi koşullarda bile bi tki
örtüsü çok seyrekti r, toprak doğrudan güneş ışınlarına ve rüzgara açıktır. Hem yıllık hem de çok yıll ık bi tkiler mevcuttur,
ancak çok yıllık bi tkiler olarak kaktüsler tipikti r. Bu bi tkiler su kaybını azaltmak için genellikle çok küçük yapraklara sahipti r ya
da hiç yaprakları yoktur. Bazı bi tkiler ise yeral tı organları olarak yaşarlar ve yalnızca yağışların olduğu kısa bi r büyüme
dönemine sahipti rler.
Çöl bitkileri , su tutumluluğunda ve üreme döngülerini tamamlamada bazı özel adaptasyonlara sahipti r. Çoğunun,
bulunduğunda, en yüksek miktarda suyu absorbe etmelerine olanak veren, geniş alana yayılmış sığ kökleri vardır. Kaktüsler
32
gibi pek çok çöl bi tkisi, dokularında su bi rikti ri rler. Bazı çöl bi tkileri çok kısa bi r süre yaşar. Bu bi tkiler, sadece birkaç gün
sürebilen çok kısa süreli yağmur dönmelerinde filizlenir, çiçek açar ve tohum oluştururlar. Yıl i çinde sadece birkaç yağıştan
yararlandıkları da olur.
Büyük Sahra Çölü Taklamakan Çölü
Bi tkiler gibi , çöllerde yaşayan hayvanlar da bu haşin çevrede hayatta kalabilmek için büyük bir çeşitlilikte uyumlar
gelişti rmişlerdir. Çok çetin koşullarla baş etmek zorundadırlar; su ve besin çok nadirdir, s ıcakl ık dramatik bi r şekilde
değişmektedir, kumda yürümek ve yuva kazmak zordur ve kumda dolaşma gömülmeyle sonuçlanabilir. Bu sorunları aşmak
için çok çeşi tli fizyolojik ve davranışsal uyumlar gelişmişti r.
Çoğu geceleyin aktif olan bu hayvanlar, sıcak gündüzleri yerdeki oyuklar içinde veya bulabildikleri bi r gölge de
saklanarak geçiri rler. Çoğu küçük olan bu hayvan geceleyin avlanır ve besin ararlar. Çöl kemirgenlerinin çoğu çok az su içere k
hayatta kalabili rler. Çoğunlukla hücresel metabolizma ile üretilen ve yetikleri bi tkilerde bulunan suyla idare derler. Vücut,
gerekli suyun önemli bi r bölümünü metabolizma ile sağlar ve metabolik sudan yararlanır.
Kanguru faresi gibi hayvanlar, besinlerde bulunan ve metabolizma sonucu ortaya çıkardıkları su ile canlıl ıklarını devam
etti ri rler. Kanguru faresi, Heteromyidae familyasından Microdipodops cinsine ait çöllerde yaşayan iki fare türüne verilen
addır. Bu hayvanlara kanguru faresi ismi üstün sıçrama ve iki ayak üzerinde yürüme yetenekleri yüzünden verilmişti r. Arizona
çöl tilkisi (fennec) gündüzü bir oyuk içinde geçiri r ve kuşlar ve diğer küçük memelileri avlamak için sadece geceleri dışarı
çıkar. Uzun kulakları vücudun fazla s ıcaklığını gidermek için bi r yüzey alanı sağlar. Çöllerde bulunan diğer hayvanlar yılan lar,
kertenkeleler, örümcekler ve böceklerdir. Çöllerde canlı biyokütlesi çok düşüktür ve bu biyota oldukça özelleşmişti r.
Kanguru faresi (Microdipodops sp.) Arizona çöl tilkisi (The Fennec)
Kuzey Amerika, Meksika, Güney Amerika, Afrika , Asya ve Avustralya ’da büyük çöl alanları vardır. Dünyaca ünlü çöller,
Kuzey Afrika'da Büyük Sahra, Güney Afrika'da Kalahari , Asya 'da Gobi ve Güney Amerika 'da Atacama çölleridi r. Büyük Sahra ,
33
bilinen en büyük s ıcak çöldür. Sahradaki Berberi kabileleri , yıllardır Sahra 'da kaybolan insanlara konukse verliklerini
sunmaktadırlar.
TROPĠKAL YAĞMUR ORMANLARI
Tropikal yağmur ormanları ekvatorun etrafında ki alanlarda yer alır. Bu bölgelerde yıl boyunca tekdüze bir i klim görülür. Yıl ık
toplam 200 - 400 cm aras ında olabilen değişmez bir yağış miktarı vardır. Hemen her gün yağmur yağar ve değişmez olarak
yüksek bir nem vardır. Yıl boyunca , 25 °C dolayında değişmez bir s ıcaklık vardır. Tropikal yağmur ormanları çok büyük bir bi tki
ve hayvan çeşitliği i çeri r.
Bi r tropikal yağmur ormanında ağaç örtüsü o kadar yoğundur ki ancak çok az ışık yere ulaşır. Ağaç tepeleri yaklaşık 50
metre yüksekte bir örtü oluştururlar. Bu örtüden aşağıda , gölgede gelişebilen daha kısa ağaçlar vardır. Yağmur ormanın
ağaçları, nemli ince toprak katmanından besin maddelerini absorbe etmelerine olanak veren çok s ığ kök sistemine
sahipti rler. Ağaçların çoğunun, gövden yere doğru uzanan dal ya da yan destekleri (payandaları) vardır. Bunlar, destek kökler
(prop roots , brace roots) gibi ağacın ayakta dik durmas ını sağlarlar.
Organik materyaller bu s ıcak, nemli çevrede hemen çürür. Ayrıştırma ile serbest kalan mineraller mikoriza aracıl ığı ile
bi tkiler tarafından hızla yeniden alınırlar. Bi tkiler tarafından absorbe edilmeyen materyaller aral ıksız yağmurlarla hızla
sürüklenirler. Bu nedenle, bi r tropikal yağmur ormanında toprakta çok az organik madde bi rikintisi vardır. Bu biyomda besin
maddelerinin çoğu canl ı organizmalarda bulunur. Temelde faki r toprak koşullarından dolayı, bi r tropikal yağmur ormanında
açılan tarım alanları bi r veya iki yıldan daha fazla ürün yetişmesine izin vermez.
Yağmur ormanında , çoğu büyük, geniş yaprakl ı yüz veya daha farkl ı ağaç türü bulunur. Bu ağaçlara ek olarak, ağaçların
gövdelerine tutunmuş olarak ağaç tepelerine doğru uzanan lianalar denilen kalın asmalar vardır. Bu sarıl ıcıların kökleri
yerdedir. Diğer bi tkiler üzerinde gelişen, ancak asalak olmayan bi tkiler olan pek çok epifi tler de vardır. Çeşitli orkideler,
kaktüsler (cacti) ve eğrel tiler epi fitlerdir. Bazı epi fitlerin kökleri havadan nem absorbe ederler. Bromeliaceae (Ananasgille r)
türleri gibi diğerleri , kaidelerinde kadeh oluşturan yaprakları vardır. Su absorbe edici yapılar yapraklarda al ıkonan suyu
toplarlar. Tropikal yağmur ormanlarının tabanında yaklaşık tam karanlığa toleransl ı bitkiler bulunur.
34
Tropikal yağmur ormanlarının genel dağıl ımı Tropikal yağmur ormanı
Tropikal yağmur ormanları, pek çoğu, ağaçların beli rli düzeyinde yaşamalarına olanak veren uyumlar gösteren çok
geniş bi r hayvan çeşi tliliğine sahipti r. Maymunlar, yarasalar, sincaplar, papağanla r, tohum ve meyve yiyen kuşlar ağaçların
tepelerinde yaşarlar. Uçan sincaplar bi r ağaçtan diğerine süzülürler. Yılanlar ve kertenkeleler, opossumlar ve ki rpiler gibileri
ağaçların dallarında yaşar. Kemirgenler, tapirler, antiloplar, geyikler ve diğer büyük hayvanlar ormanın tabanında yaşarlar.
Örümcekler ve böcekler her düzeyde mevcuttur. Karıncalar, termitler, arılar, kelebekler ve güveler vardır.
Şekil . Epi fit bi tkiler
Elektrik tellerinde gelişen Bromeliad’lar Ananas , yetiştiği bölgeler
SUCUL EKOSĠSTEMLER
Tüm canl ıların yaşamlarının bağlı olduğu 3 temel madde içinde suyun ayrı bi r önemi vardır. Yeryüzünün yaklaşık 3/4’ü su ile
kaplıdır ve canl ıların vücutlarının büyük bir bölümü de sudan oluşmaktadır. Okyanuslar, akarsu ve göller, buzullar ve yer al tı
su kaynakları, dünyanın su kaynaklarıdır. Dünya su varl ığının %97.5’i tuzlu, %2.5’i de tatlı sudur. Dünyadaki toplam su
kaynakları Tablo 1‘de gösterilmişti r. Dünya su varl ığının ancak %2.5’i tatlı sulardan oluştuğu için yaşamın vazgeçilmez öğesi
olan tatlı suyun kaynakları oldukça sınırl ıdır. Bu nedenle bugün dünyanın bi rçok yerinde tatlı su sıkıntıs ı çekilmektedir.
Yeryüzünün Yüzey alanı: 510.067.420 km2, Karalar: 148.847.000 km2 (%29,2) Denizler: 361.220.420 km2 (%70,8)’di r.
Su, doğada katı (buz, kar, dolu), sıvı (yağmur, sis vb.) ve gaz (su buharı) halinde olmak üzere üç şekilde bulunur.
Atmosferdeki su buharı yoğunlaşarak yağışı oluşturur. Atmosferden yeryüzüne ulaşan s ıvı veya katı haldeki su, bulunduğu
35
ortamdan (toprak, akarsu, göl, deniz, okyanus ve bitki yüzeyleri) buharlaşarak atmosfere geri döner. Bu hareket devamlıdır
ve buna hidrolojik döngü (su döngüsü/su çerimi) denilmektedir. Dünyadaki toplam su miktarının dengede bulunması, ancak
hidrolojik döngünün bugünkü haliyle devam etmesi sonucu mümkündür.
Yeryüzünde Tatlısu Biomeleri
Hidrosferi oluşturan okyanuslar, de nizler, göller, akarsular ve yer al tı sularının doğal yapılarında, değişik miktarlarda ve
türde çözünmüş veya asıl ı durumda yaşam için yararlı ve zararl ı maddeler vardır. Bunun için, sular, i çlerinde bulundurdukları
maddelere göre; tatl ı, tuzlu, acı, zararl ı ve zarars ız değişik özellik gösteri r.
Su ortamlarında bulunan ve buradaki su kütlesi ile karşıl ıkl ı ilişki i çinde olan tüm bitkisel ve hayvansal ekosis temlere
suyla ilgili (aquatic sucul ) ekosistemler denir. Genel olarak sucul ekosistemler deniz, göl , akarsu ve batakl ık ekosistemleri
olarak incelenmektedir. Ancak bazı kaynaklarda göl , akarsu ve bataklık ekosistemleri karasal ekosis temler içinde, bazı
kaynaklarda da tatl ı su ekosistemleri i çinde değerlendirilmektedir.
Değişik su ortamlarının fi ziksel ve kimyasal özellikleri ile sağladıkları yaşam koşulları bakımından aralarında önemli
farklar vardır. Ancak bu farkl ı su ortamlarının suyun genel özelliğinden kaynaklanan bazı ortak yönleri de mevcuttur. Bunlar
şu şekilde açıklanabili r.
· Sucul ekosistemlerdeki sıcaklık değişimi, kara ve hava ortamlarına göre daha yavaştır ve kısa mesafelerde fazla
sıcaklık farkı görülmez. Bu nedenle derin çanakları dolduran sular, kalın kuşaklar halinde ve homojen bir yapıya sahiptir.
· Suyun taşıma gücü havaya göre daha fazladır. Bu nedenle suya bağl ı ekosistemlerde i ri gövdeli hayvanlar da dahil,
bütün hayvanlar rahatça hareket edebilir.
· Su, yaşam için gerekli olan bazı gazları (O2, CO2 vb.) çözerek içine alır ve tekrar atmosfere verir.
· Su ortamlarında bulunan çeşitli maddelerin yatay ve dikey yönde dağılması ya da karışması, hava ortamındakilere
göre daha yavaştır. Bu nedenle yoğunluk ve sıcaklık yönünden farklı su katmanları birbirleriyle kolayca karışamazlar.
Denizlerin ve okyanusların değişik kıs ımları aras ında besin maddeleri ve yaşam için gerekli olan diğer öğeler bakımından
büyük farklıl ıklar görülür ve değişik yaşam kuşakları oluşur. Buna karşıl ık su ki rlenmesine yol açan ki rleticilerin hızlı bi r
biçimde ayrışması ve sınırl ı bi r yerde kalması, suyun bu özelliğinin önemli bi r etkisi olarak değerlendirilebilir.
· Su kütlesi güneş ışınlarını belli bi r derinliğe kadar geçirebili r. Fotosentez için gerekli olan ışık, belli bir derinliğin al tına
inemediğinden, orada besin üretimi , dolays ıyla yaşam yoktur denilebili r.
36
Su, dolaysıyla su sis temleri ile ilgili genel bilgilerden sonra, geniş alanları kaplayan deniz ve göl ekosistemleri hakkında
kısaca bilgi verilecekti r.
3-1 Denizel Ekosistemler
Sucul ekosistemlerin en genişi olan denizel ekosistemler, yeryüzünün %71’inin kaplar. Diğer bi r anlatımla, yeryüzünün
en büyük ekosistemidir. Bugüne kadar sağlanan bulgulara göre denizler bu özelliğini yüz milyonlarca yıldan beri
korumaktadır.
Denizel ekosistemlerin özelliklerini de diğer bütün ekosis temlerde olduğu gibi canl ı (bi tki ve hayvan toplulukları,
mikroorganizmalar) ve cansız (jeomorfolojik özellikler, deniz dibinin özellikleri , deniz suyunun fi ziksel kimyasal özellikleri , su
kütlesinin hareketleri) öğeler belirler.
Denizlerde yatay ve düşey doğrultuda, ekosistemin özelliklerini belirleyen öğeler arasında büyük farklar vardır.
Düşey yöndeki farklılaşma daha önemlidir. Bu nedenle deniz ve okyanuslarda ekolojik bakımdan farkl ı ortam birimleri ve bu
ortamlardaki ekosistemler, genelde derinliğe bağl ı olarak oluşmaktadır (Şekil ).
Şekilde gösterildiği gibi, bu ortam birimlerinden birincisi, yüzey sularına bağl ı “pela jik bölge” diğerleri ise, dibe bağl ı
“bentik bölge”dir. Doğal olarak bu kuşakların kendi içlerinde de derinlik koşullarına, deniz al tının yapısına ve canlı türlerine
bağlı olarak farklı ekolojik bi rimler oluşmaktadır.
Pela jik ve bentik bölgede yaşayan canlılar üzerindeki yaşamsal ve yönlendirici etkenlerin başında ışık, basınç ve s ıcaklık
gelmektedir.
Denizlerin ve okyanusların değişik yerlerinde tür sayıs ı, populasyon ve verimlilik bakımından büyük farklar vardır.
Örneğin tür sayısı Karadeniz’de 520, Adriyatik Denizinde 1800, Akdeniz’de ise 3500 dolayındadır (Erinç 1984).
Populasyon ve verimliliği O2 ile inorganik ve organik besin maddeleri belirler. Bu maddeler genell ikle su
yüzeylerinden biraz daha aşağılarda toplanmıştır. Bu düzey çok değişmekle bi rlikle, okyanuslarda ortalama 500-1000
metreler aras ındadır.
Örneğin Karadeniz ve Marmara Denizinde ise, düşey hareketler az olduğu için, bu derinlik 50-100 metre arasındadır. Bu
düzeylerden sonra populasyon ve verimlilik hızla azalmaktadır.
Denizel Ekosistem Derinliğe bağl ı ekolojik bakımdan farkl ı ortam birimleri
3-2 Tatlısu Ekosistemleri
37
Karaların içinde bulunan sular tatl ı su veya iç su ekosistemi olarak adlandırılan ekosistemleri oluştururlar. Tatlıs ı
ekosdistemleri (1) akarsu (lotik) ekosistemleri (kaynak, dere, çay ve ırmaklar ile (2) durgun su (lentik) ekosis temleri (göl , gölet
ve bara jlar) olarak iki alt bölümde incelenir.
Akarsu Ekosistemleri. Akarsuyun kaynağı ile döküldüğü yere kadar olan bölümleri arasında ekolojik yönden önemli
farkl ılıklar bulunur. Soğuk sulara sahip kaynak sularında bi tkiler nadir olup birkaç alg türü ile temsil edilirler. Hayvanlardan ise
yassı kurtlar ve bazı böcek türlerinin larvaları bulunur.
Akarsuyun yatak şekli genişliği taban yapıs ı ve akış hızı bölgelere göre farklıl ıklar gösteri r. Bu nedenle ekologlar bi r
akarsuyu yatak şekli ve genişliği ile akış hızına dayanarak bazı zonlara ayırırlar. Her zon baskın olan balık türü ile karakterize
edilmişti r. Bunlar; Salmo (alabalık) zonu, Thymallus (gölge balığı) zonu, Barbus (bıyıklı balık) zonu, Abramis (çıplak balığı)
zonu ve acısu (nehir ağzı) zonudur.
Durgun Su Ekosistemleri. Durgun su ekosistemleri arasında ilk akla gelen göl ekosistemleridir. Göller iç ve dış
kuvvetlerin etkisinde oluşan çukur alanların suyla dolması sonucu oluşur. Bunlar çukurluğun kökenine göre tektonik,
volkanik, buzul, karstik, kıyı delta ve heyelan gölleri olarak adlandırılır. Göller; kapladıkları alan, derinlik, denizden yükseklik
ve oluşumlarına göre çok fa rklıdır. Göllerin bi r kısmı çok s ığ (Tuz Gölü 1-2 metre) olduğu gibi bazıları bi r çok denizden daha
derin (Baykal Gölü 1620 m) ‘di r. Bazı göller küçük bir su bi rikintisi görünümünde olduğu halde, bazıları çok geniş (Hazar Göl ü
440.000 km2) bi r alanı kaplamaktadır.
Kapal ı havzalarda yer alan göller iç drenaja bağl ıdır ve dışarıya su göndermezler. Bi r kısmı ise dış drenaja bağlıdır ve
gölden dışarıya su akışı vardır. Bu farkl ılık ekolojik ve çevre ki rlenmesi yönünden önemli bi r etkendir. Eği rdir ve Van Gölü .
Akarasu ve Durgun su ekosistemleri
Göl ekosistemlerinin özelliklerini belirleyen ve sınırlayan en önemli etmenler, gölün fiziksel ve kimyasal özellikleridi r.
Bu etmenler ve etkileri şu şekilde özetlenebili r.
· Fiziksel etmenlerin başında fotosentezi sağlayan ışık gelir. Bu nedenle güneş ışığının etkisi belirli bi r derinliğe kadar
ulaştığından, fotosentezin etkisi derine doğru azalmaktadır. Bunun sonucu göl içinde besin üretiminin tüketiminden fazla
olduğu bir üst bölge ile, tüketimin üretimden fazla olduğu bir alt bölge ortaya çıkar.
· Sıcakl ık, yoğunluğu değişti rerek göl sularının düşey doğrultudaki hareketini sağlar. Ekolojik yönden çok önemli olan bu
hareket, besinlerin ve oksijenin derinlere inmesine olanak veri r.
· Bas ınç, canl ılar üzerinde etkili olan önemli bi r etkendir. Göllerin okyanuslara oranla çok s ığ olmas ı, canlılar üzerindeki
38
bas ınç faktörünün etkisini azaltmaktadır.
· Göl sularının kimyasal özelliklerini , oluştukları bölgenin doğal özellikleri ile sularını dışarıya boşal tıp boşal tmamaları
beli rler. Genellikle göl dışarıdan bir akarsuyla besleni yorsa akarsuların geti rdikleri sedimentlerin içerdiği tuzların bi rikmesi ile
tuzlu, eğer dışarıya su veriyorsa, bu göllerin suları tatlıdır.
· Özellikle kurak ve yarı kurak bölgelerde yer alan bazı göllerdeki tuz miktarları, yaşama olanak vermeyecek kadar
fazladır (Dead Sea, Lüt Gölü-binde 300, Tuz Gölü -yazın binde 320).
· Göl sularındaki çözünmüş tuzları tümü ve suyun asitlik (pH) derecesi , iklim koşulları ve beslenme havzalarındaki
kayaların kimyasal bileşimleri ile ilgilidi r.
Durgun su ekosis temleri
ÇEVRE VE DOĞA KORUMA DA TARĠHSEL GELĠġMELER
Ġnsan ve Çevre
İnsan, dik duruşa, görece gelişmiş bi r beyine, soyut düşünme ve konuşma yeteneğine, alet kullanma ve üretme becerisine
sahip bi r canlı türüdür. Bilimsel adı olan Homo sapiens, Latince "akıllı insan" veya "bilen insan" anlamındadır.
Fosil kayıtlarına göre anatomik olarak çağdaş insan tanımına uyan en eski fosiller 195 bin yıl öncesine aitti r (1) ve
Afrika'da bulunmuşlardır. Çağdaş tipte Homo sapiens altürünün ilk ırkı olan Cro-magnon İnsanı ise zamanımızdan 50 bin yıl
önce ortaya çıkmıştır. İnsanoğlunun ortaya çıkışına dair kabul gören başl ıca iki varsayım vardır. Bunlardan birincisi çağdaş
insanın Afrika'da ortaya çıkıp dünyaya yayıldığını öne süren "tek orijin" varsayımı, diğeri farkl ı bölgelerde evrim geçirerek
çağdaş insana dönüştüğünü öne süren "çoklu bölge" varsayımıdır.
Çağdaş insanın en yakın akrabaları adi şempanze (Pan troglodytes) ve cüce şempanze (bonobo) (Pan paniscus)’di r. Bu
iki şempanze türü ve insanoğlu yaklaşık 6 milyon yıldır farkl ı bi r evrim çizgisi izlemelerine rağmen tamamlanmış gen
hari talarına göre aralarındaki yakınl ık fare ile sıçan arasındaki yakınlıktan on kat daha fazla, akraba olmayan iki insan
arasındaki yakınlıktan sadece on kat daha azdır. Bu iki şempanze türü ile insan DNA'sı %98.4 oranında benzeşmektedir (2, 3,
4 ve 5).
İnsan, alet kullanabilmesini sağlayan, kolların serbest olduğu dik bi r vücuda sahipti r. Beyni soyut düşünme, anlam
verme, konuşma ve kendini gözleyebilme yeteneklerine sahipti r. Alet kullanabilmesi ve zihninin özellikleriyle insan diğer
canl ılardan ayrılır. İnsan zihninin temel özelliği bilinçti r. Bilinç ile bi rlikte, kendini gözleyebilme, zamanı algılayabilme ve özgür
39
i radeye sahip olma insanda bulunan özel ni teliklerdir. Doğayı anlayabilir, denetimi al tına alabilir ve kendi amaçları
doğrultusunda doğanın güçlerini kullanabilir.
Tarihsel süreç içinde çevre ile insan-toplum ve kalkınma-gelişme ilişkileri 12 aşamada sınıflandırılabilir.
Birinci aşama: Boyun eğme: insan çevreyi olduğu gibi kabullenmekte, doğayı mevcut biçimi ile doğal peyzajıyla
kullanmaktadır.
İkinci aşama: Toplayıcıl ık: İnsan yaşamını sürdürebilmek için yiyecek toplayabilmek amacıyla çevresine küçük
müdahalelerde bulunmaktadır.
Üçüncü aşama: Avcıl ık ve balıkçılık: bu dönemde insan, çevresindeki hayvanları az da olsa teknoloji kullanarak
avlamakta ve doğaya olan etkisi giderek arttırmaktadır.
Dördüncü aşama: Göçebe ve pastoral dönem / evcilleşti rme : insan çobanlık ve tarımla doğa Üzerindeki egemenliğini
büyük ölçüde arttırmış ve yerleşik düzene geçmişti r. Göçün denetimi, tanı tma, alıştırma, doğallaştırma ve evcilleşti rme gibi
büyük gelişmeler vardır.
Beşinci aşama: Çobanl ık: Ayni cinsten hayvanların bi r araya toplanmasıyla ; bölgesel denetim, koruma, seçme ve
sömürü gelişmişti r.
Altıncı aşama: Bi tki yetişti rme: Toprak üzerindeki insan denetimi giderek artmakta; tohum kullanarak bitki yetişti rme
yöntemlerinin gelişti rilmesi . Toprağın hazırlanmas ı, hasat ve depolanma ile toprak üzerindeki denetim ivme kazanmıştır.
Yedinci aşama: Tarım: insanın çevre üzerinde doğal etkileri yanında , yapay deneyimlerinin başlangıcıdır. Daha geniş ve
temel bilgi bi rikimi vardır.
Sekizinci aşama: Sanayi : insanın doğadaki kaynakları teknolojinin yardımıyla ihtiyaçlarını karşılamaya çal ıştığı ve doğaya
tamamen egemen olduğu dönemdir.
Dokuzuncu aşama: Kentleşme: sanayileşme ile bi rlikte kentleşme çevredeki ki rlenme ve bozulmaların temelini
oluşturan etkilerin başlangıcıdır.
Onuncu aşama: İklimsel denetim ve kozmik patlama : atmosferin aşılması ve uzayan keşfi ile bi rlikte, insan yeryüzüne
bağlıl ıktan kurtul maya çal ışmaktadır.
On birinci aşama: İklim denetini : yapay olarak iklim üzerinde denetimlerle, doğal döngülere müdahale edilmektedir.
On ikinci aşma: Eksobiyolojik kaçış: Dünyanın dışında başka yaşama ortamları arayarak, yerçekiminden kurtulmaya
çalışmaktadır.
Çevre Bilinci ve Doğa Sevgisi
40
PAPATYALAR Bahar olsun da seyredin Nasıl süsler bayırları, Zümrüt gibi çayırları, Yüze güler o incecik Gelin yüzlü papatyalar, Altın gözlü papatyalar.
Tarlalarda hoşa giden, Sarı, turuncu, pembe, mor, Birçok güzel çiçek olur. Bence güzeldir hepsinden Gelin yüzlü papatyalar, Altın gözlü papatyalar. Yaprakları kıvır kıvır, O da ayrı bir güzellik. Boy pos, boyun ipincecik. Hem güzel, hem de nazlıdır Gelin yüzlü papatyalar, Altın gözlü papatyalar.
Rüzgar eser kâh o yana, Kâh bu yana, hep beraber,
Dalga dalga eğilirler, Neşe verirler insana Gelin yüzlü papatyalar, Altın gözlü papatyalar.
Tevfik FİKRET
BİR YER DÜŞÜNÜYORUM
Bir yer düşünüyorum, yemyeşil, Bilmem, neresinde yurdun? Bir ev, günlük güneşlik, Çiçekler içinde memnun. Bahçe kapısına varmadan daha, Baygın kokusu ıhlamurun, Gölgesinde bir sıra, der gibi; — Oturun! Haydi çocuklar haydi, Salıncakları kurun! Başka dallarsa, eğilmiş; — Yemişlerimizden buyurun! Rüzgar esmez, konuşur; — Uçurtmalar uçun, çamaşırlar kuruyun. Mutlu olun, yaşayın, Ana, baba evlat, torun. Ziya Osman SABA Çiçeklerin Dili Kutlu bir gece düş dünyasında, Otağ kurmuş sevgili mavi bulutların pembe hülyasında, Allı morlu, pembeli sarılı çiçekler diyarında, Yeşiller üstünde ak giyimli kumral sevda.
Tarih öncesi çağlardan başlayarak, geçmişte yaşayan toplumların da çevrenin korunması konusunda çalışmalar
yaptığını gösteren pek çok bilgi ve kanıt mevcuttur. Bunlar arasında Duwarmish Kızılderilileri ’nin Reisi Seattle tarafından
1853-1857 yıllarında A.B.D Cumhurbaşkanı olan Franklin Pierce hitaben yazılan mektup, özü i tibariyle günümüzde bir çevre
anayasası olarak kabul edilmektedir. Reis Seattle çevre ve doğa konusundaki yaklaşımlarıyla , insan-çevre ilişkilerine önemli
bi r bakış açıs ı sağlamaktadır. Her şeyden önce; doğa insana değil, insan doğaya ai tti r ve insan doğa içindeki bi r parçadır.
Doğa ve içindeki her şey insanın görünümünü aksetti ri r. Bi r diğer önemli bakış açısı da toprağın ve çevrenin insanın ailesi gibi
görülmesidir. İnsanın ailesine kötülük yapmaktan kaçınması gibi doğaya da kötülük yapmaktan, onu is tismar etmekten ve hor
kullanmaktan kaçınması gerekir.
Kızılderili Reisi Seattle' ın Mektubu
Bu mektup 'Duwarmish' Kızılderililerin reisi Seattle tarafından
'Washington'daki büyük başkan'a yani 1853-1857 yılları
arasındaki Amerikan Cumhurbaşkanı Franklin Pierce'ye ithafen yazılmış:
41
Çevre Anayasası
'Washington'daki büyük başkan bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildiren bir mektup yollamış. Dostluktan söz etmiş büyük başkan... Ama biz sizin, dostluğumuza ihtiyacınız olmadığını biliriz.
Gökyüzünü nasıl satın alabilirsiniz? Ya da satabilirsiniz? Ya toprakların sıcaklığını? Ağzımdan çıkan sözler yıldızlara benzer, büyük başkan, hiç sönmezler. Bu yüzden söyleyeceklerime güveniniz.
Havanın taze kokusuna, suyun pırıltısına sahip olmayan biri onu nasıl satabilir? Kutsaldır bu topraklar benim için ve ulusum için... Yağmur sonrası ışıltılı her çam yaprağı. Denizi kucaklayan kumsallar. Karanlık ormanların koynundaki sis şakıyan böcekler... Ve bilin ki: Kızılderili adamın anıları ağaçların özsuyunda saklıdır. Toprak bizim anamızdır. Washington’daki büyük başkan bizden topraklarımızı istediği zaman bütün bunları istemektedir. Büyük başkan bizim babamız, biz de onun çocukları olacakmışız. Büyük ruh ulusumuzu sever fakat nedendir bilinmez, Kızılderili çocuklarını terk etti. Şimdi size makineler yolluyor ve çok yakında beklenmedik yağmurlar sonrası yataklarımıza taşan ırmaklar örneği beyaz adam bu toprakların her karışını dolduracak. Bizler yetim kaldık. Çünkü başka ırklardanız, çünkü ihtiyarlarımız farklı öyküler anlatırlar. Bilesiniz ki: Derelerin ve ırmakların içinden geçen sular sadece su değildir. Atalarımızın kanıdır o. Babalarının mezarını geride bırakır beyaz adam. Toprağı çocuklarından çalar. Açlığın dünyayı saracak beyaz adam. Ve ardında koskoca bir çöl bırakacaksın. Sabahın sisi dağların karnından doğan güneşi görür ve kaçar. Demir at (lokomotif) öldürüp çürümeye bıraktığınız, binlerce buffalodan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl? Anlamıyorum. Hayvanlar insanları bıraksa, insanlar ruhlarının yalnızlığından ölmez mi? Hayvanların başına gelen, insanın da başına gelecektir. Toprağın başına gelen, oğullarının da başına gelecek...
Çocuklarınıza bizim öğrettiğimiz şeyleri öğretin. Toprak bizim anamızdır. Ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil, insan toprağa aittir. İnsan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece...
Beyaz adam neyi satın almak istiyor? Gökyüzü ve toprakların sıcaklığını mı? Koşan antilopların çabukluğunu mu? Biz size bunları nasıl satabiliriz? Ve siz nasıl satın alabilirsiniz?
Bir kağıt parçasını imzaladığımız ve beyaz adama verdiğimiz için her şeyi yapabileceğini mi zanneder beyaz adam? Havanın tazeliğine ve suyun pırıltısına sahip değilsek, bunu nasıl satabiliriz size? Son buffalo da öldüğünde onları tekrar nasıl satın alabilirsiniz? Beyaz adam geçici bir iktidardır ve o kendini her şey zannetmektedir. Bir insan annesine sahip olabilir mi?
Günlerimizin kalan kısmını nerede geçireceğimiz önemli değil. Çocuklarımız babalarını gururları kırılmış gördüler. Savaşçılarımız utandırıldılar. Yenilgiler sonrası kendilerini içkiye ve yemeğe verdiler. Bu yolla vücutlarını uyuşturuyorlar. Bir kaç kış ömrümüzün kaldığı bu topraklarda yakında matemimizi tutacak tek bir kişi bile kalmayacak. Ama niye ağlayayım? İnsanlar denizdeki dalgalar gibi gelip geçerler. Biz gidiyoruz, ama beyaz adamın da bir gün keşfedeceği şeyi bugünden biliyoruz. Hepimiz aynı büyük ruhtan geliyoruz. Beyazlar da bir gün bu topraklardan gidecektir. Belki de bütün ırklardan daha çabuk. Yataklarınızı zehirlemeye devam edin. Ve bir gece kendi çöplerinizde boğulacaksınız. Bu kader bizim için şu anda bilinmezdir. Fakat biliyoruz ki batışınızda her tarafa parlak bir ışık yayacaksınız.
Bütün buffalolar öldürüldükten, yaban atları ehilleştirildikten, ormanın en gizli köşelerine kadar dünya insan kokusu ile dolduğunda, sevimli tepelerin görüntüsü konuşan tellerle kirletildikten sonra, bir bakacaksınız ki gökteki kartallar yok olmuş. Hızlı koşan taylara elveda demişsiniz. Bu ne demektir biliyor
42
musunuz? Bu yaşamın sonu ve sadece daha fazla hayatta kalmanın başlangıcıdır...
Biz kardeşlerininkinden ne kadar farklı olursa olsun her insanın istediği gibi yaşamasını savunuruz. Eğer biz teklifinizi kabul edersek, bu sadece yeni toprakları güvence altına almak için olacaktır ve orada son günlerimizi rahat ve huzurlu geçirebiliriz belki...
Size bu topraklarımızı sattığımız zaman, siz onu bizim sevdiğimiz gibi seviniz, onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgileniniz. Ve onu bugün bulduğunuz gibi hatırlayınız. Bu toprakları ve üzerindeki canlıları çocuklarınız için koruyunuz. Çünkü bu dünya kutsaldır. Beyaz adam bile ortak kaderimizden kaçamaz, belki biz hepimiz kardeşiz. Bunu zaman gösterecek.
Çevre ve Doğa Korumada Yakın GeliĢmeler
Rachel Carson Rachel Carson doğayı seven ve günümü zde mevcut çevre bilinci düzeyinin oluşturulmasınmda çok büyük bir etkiye sahip olan duyarlı bir insandı. 1907 yılında,
okyanus tan uzakta, Pennsylvania kırsalında dünyaya geldi, fakat kariyerinin gelişmesinde, deniz biyolojis i tutkusunu takip etti. Massachusetts, Cape Cod,
Wood’s Hole Biyoloji Laboratuaraında günlerin i geçirdi ve eğitimi, Johns Hopkins Üniversitesi, zooloji’de 1932’d e yüksek lisans derecesi i le tama mlandı. 1936’da,
çalışma yı 15 yıl sürdürdüğü Birleşik D evletler Balıkçılık ve Yaban Haya tı Servis inde bir araştırmacı ve ed itör olarak çalışmaya başladı. Hiç evlenmedi,
annesine baktı ve anne ve babası ölen büyük yeğ enini evlad edindi. Bu süre boyunca, halk için deniz doğa tarihi hakkında ya zmaya başladı. Ödül ka zanan,
Etrafımızdaki D eniz adlı kitabı tama mladığı 1952 yılında, yazdıklarına yoğ unlaşablmek için Birleşik D evletler Balıkçılık ve Yaban Haya tı Servisind eki Baş
Editörlük görevinden a yrıldı.
İkinci D ünya savaşından sonra, biraz isteksiz olarak Rachel, ilgisini denizd en karaya çevirdi. Hevesli bir kuşçu old u ve pes tisit uygulamaları ile bağlantılı
kuş ölümlerinin her yönü yle farkına vardı. D aha fazla araştırdıkça, yapay kimyasal pes tis itlerin yanlış kullanımına karşı rahatsızlığı artmış oldu. Bir kitap
yazarak, pestis it kullanımının yan etkiler i hakkında halkı bilgilendirme sor umluluğunu üs tlenmeye karar verdi. Başlangıçta, pes tisitlerin k uşlar üzerindeki etkileri
bölümü için “Sessiz Bahar” başlığını kullanmayı tasarladı fakat daha sonra, 1962’de, bu başlık kitabın tama mı için kullanıldı.
Beklediği gib i, kimya endüstris i ve Birleşik D evletler hükümetinin ba zı üyeleri hışımla onu ya ygaracılıkla suçladılar. Yine de, Carson’un mesajı
ter eddütsüzdü: yapay kimyasal insektisitlerin kontrol edilemeyen kullanımını engellemeye a zmetmişti. İnsanların ve çevrenin korunması için yeni politikaların
oluş tur ulmasını talep ediyord u. Onun mücadelesi, uzun dönemli etkileri bilinmeyen bu teknolojin in yanlış uyula maları ile olmuştur ve insanların rızası olmadan
zehirli kimyasallarla kontaminasyonlardan korunma temel haklarında ısrarcı olmuş tur . Kitabı en çok satanlardan old u ve televizyonda, Birleşik devletler
Kongresind e ve İngiliz Lordlar Kamarasında tar tışmalara katıld ığı dur umları görecek kadar uzun yaşadı. Çevre kor uma harek etlerin i başlatan kıvılcımları
sağlayan bu nazik doğa bilimci ve k usursuz yazara insanların çoğ u güven duymuşlardır. Kuşkusuz, 1970’lerde başlayan biyolojik mücadeleye ilginin artmasını,
çevr e üzerinde en a z etkiye sahip zararlılarla mü cadele seçeneklerin in keşfedilmesi tutk usu des teklenmiştir.
Ġnsan Sağlığı ve Çevresel Kaygılar
Yapay kimyasal pestisitlerin kullanılmasına karşı toplumda ilk umumi çığl ık, 1962 yıl ında yayımlanan Sessiz Bahar adl ı ki tabın
yazarı Rachel Carson tarafından seslendirilmişti r. Yapay kimyasal pestisitlerin gelişti rilmesinden sonra, pestisi t kullanımı
denetim dışına çıkmış ve pestisit kullanımı ile ilgili yasal düznlemeler yetersiz kalmıştır. Bunun bir örneğini, Tennessee Av &
Bal ıkçıl ık Kurulundan bir biyolog, rekreasyonal bi r alanda Japon böceği ( Popilia japonica)’nin mücadelesi i çin 33.75 kg/ha)
43
dieldrin (DDT’den daha zehirli bi r bleşik) granüllerinin uygulamasını bildi rmektedir. Bu g ranüller, piknik masalarını kaplayacak
kadar çok kesif uygulanmış ve ebeveyn ve çocuklara yemekten önce bunları masalarından süpürmeleri söylenmişti r (Graham,
1970). Bu örnekteki gibi ölçüsüz uygulamalar böceklerden çok besin zinci rinde daha yukarıdaki hayvanların, örneğin, kuşların
ve balıkların kapsaml ı ölümüyle sonuçlanmaktadır. Bi r yabanhayatı biyoloğu olarak çalışan Rachel , bu çevresel yan etkilerin
farkına varmıştır. Bu zehirlerin geniş ölçekli , düzensiz uygulamaları hakkında bir ki tap yazmaya ve bu ki tapla yönetimi pestisit
kullanımının etkilerini araştırmaya ve pestisit kullanımını düzen altına almaya yöneltmeye karar vermişti r. Başkan Kennedy
bu ki tabı okudu ve Rachel ’in ileri sürdüğü türden araştırmaların başlatılmasına aracı oldu. Bu ki tap çok ka psamlı bir tartışma
doğurdu ve kimya endüstrisinin sindirme gayretlerine rağmen, Sessiz Bahar en çok satan ki taplardan biri oldu. Ki tap
çoğunlukla çevresel hareketi başlatan tetikleyici olarak değer kazanmıştır. Bu tartışmanın kesin yankıs ı ile Başkan Nixon
1970’de, Birleşik Devletler Çevre Koruma Ajans ını kurmuştur ve günümüzde bu kurum, zararlıların mücadelesinde
insektisitlerin, herbisi tlerin ve fungisitlerin kullanılmas ını düzenlemektedir. Aynı şekilde, pestisitlerin kullanılması pek çok
ülkede o ülkelerin kendi yönetimleri tarafından düzenlenmektedir.
İnsektisi tlerin hayvanlar ve çevre üzerinde çeşi tli yan etkilerinin olduğu konusunda Rachel Carson tamamen haklıydı.
ABD’de, 1991 yıl ında, 160 milyon hektar dolayındaki alanda, hektara yaklaşık 3 kg pestisit uygulanmıştır. Bu uygulama düzeyi
ile, doğal flora ve fauna kesinlikle petisitlere maruz kalmaktadır. Hedeflenmeyen hayvan ve bi tkilere bi r kısmını öldüren
dolaysız etkiler ortaya çıkmaktadır. Bunun yanında, daha az duyarl ı türleri öldürmediği halde s ağlıklarını ve üremelerini
etkileyen öldürücü olmayan bazı etkiler de vardır. Klasik bi r vaka, avcı kuşlarda yumurta kabuğundaki incelmeye atfedilen,
DDT’nın neden olduğu üreme başarıs ızl ığıdır (Pimentel et al., 1992). DDT ABD’de yasaklanmış olsa da, pek çok göçmen kuş
türürnün kışı geçi rdiği bazı Güney Amerika ülkelerinde hala kullanılmaktadır. Diğer bi r çevresel etki toprak fümigasyonunda
yaygın olarak kullanılan, DBCP ile ilişkili kuşlarda sperm üretimindeki azalmadır. Yeni çalışmalar, yaygın olarak kull anılan
herbisitlerin ikiyaşamlı populasyonlarının azalması ile muhtemelen bağlantıl ı olduğunu ortaya koymaktadır. Toprakta kalan
veya suda çözünen pestisit kal ıntılarından kaynaklanan etkiler de mevcuttur. ABD’deki uygulanan pestisi t düzeyleri ile bazı
alanlarda içme suyundaki pestisit kalıntı miktarları kavranabili r.
Pestisitlerin insanlar üzerinde etkilerinin olabildiğini biliyoruz, ancak değişik dozlardaki farkl ı insektisitlerin farklı et kileri
vardır. Deri ve göz incinmeleri gibi küçük beli rtilere neden olan akut etkiler olabilmekte, ancak yüksek düzeylerdeki
tesi rlerde, bazı materyallere maruz kal ınıldığında ölüm olası olmaktadır. Düşük seviyeli insektisitlere maruz kalmanın kronik
etkilerini (akut etkilere neden olandan daha düşük dozlara ve çoğunlukla uzun bir dönem içinde maruz kalma) kesti rmak
daha zor olmaktadır.
Yapay kimyasal pestisitler geli şti rip pazarlayan kimya kuruluşları, i tibarları i çin, günümüzde zararl ılarla mücadelede
yine de etkili olan, insanlar ve çevre için daha güvenli bileşikler üretmektedirler. Gelişmiş ülkelerdeki güvenlik arttırıcı
denetimler, şimdilik yeterince uygulanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde pestisit kullanımı ile ilgili denetimler de daha sıkı
olmaktadır. Örneğin, Danimarka, İsveç ve Hollanda’da ilgili mevzuat 2000 yıl ı i tibariyle etkili olan, tarımsal pestisit
kullanımında %50’lik bi r azal tma öngörmektedir (Matteson, 1995). ABD’de, mevzuat bi r kıs ım kimyasal pestisi tleri
yasaklamakta ve al ternati f zararl ı mücadele s tratejilerini desteklemektedir. Bi rleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)
zararl ılarla tümleşik mücadeleyi teşvik eden, pestisitlerin dağıtımı ve kullanımı hakkında bir düstür uyarlamaktadır.
Diğer yandan, ABD ve Avrupa’da yasaklanan pestisitler, denetime bağlı olmadan uygulandıkları veya az bi r denetimi n
i cra edildiği gelişmekte olan ülkelerde sıkça hala üretilmekte ve/veya satılmaktadır. Endüstrileşmiş ülkelerde yasaklanmış
veya kullanımları sıkı bi r şekilde s ınırlandırılmış pek çok pestisi t, geli şmekte olan olan ülkelerde hala pazarlanmakta ve
44
kullanılmaktadır. Bu kimyasallar milyonlarca çi ftçinin ve çevre sağl ığında çok ciddi riskler ortaya koymaktadır (FAO Director-
General Dr. Jacques Diouf; J. Harris, 2000).
Gelişmiş ülkelerde kimyasal pestisitlerin insan sağl ığı üzerindeki kapsamlı etkilerini kesti rmek çok zor olmakta ve bu
durum halen geli şmekte olan ülkeler için daha da zor olmaktadır. Dünya sağl ık Örgütü 1992 yıl ında, 25 milyon pestisit
zehirlenmesi vakasının olduğunu ve çoğu tarım çalışanlarından ve kırsal topluluklarından, her yıl 20,000 is tenmeyen ölüm
meydana geldiğini hesaplamaktadır (WHO, 1992). Nikaragua’daki bi r inceleme, pestisit zehirlenmesi vakalarından üçte
ikisinin kaydedilmediğini ortaya koymuştur. Bir özette, tüm pestisitlerin %50’sinin çeşi tli rahatsızlıklarla ilişkili olduğu ve
kaydedilen ölümcül pestisit zehirlenmelerinin %72,5’inin geli şmekte olan ülkelerde meydana geldiği, buna karşın bu ülkelerin
dünyada kullanılan pestisitlerin sadece %25’ini üstlendikleri beli rtilmektedir (J. Harris , 2000). Pestisitlerin %80’den fazla sı
gelişmiş ülkelerde kullanıl ırken, zehirlenmelerin %99’u denetim ve eği tim sistemleri iyi bi r şekilde yerleşmemmiş olan
gelişmekte olan ülkelerde meydana gelmektedir.
Stockholm Konferansı
Çevre korumacılık fikrinin 18. Yüzyıl ın sonlarında “kırsala geri dönüşçağrıları” ile başladığı söylenebili r. Ancak I. Dünya
Savaşından ve özellikle II . Dünya Svaşından sonra, savaşın neden olduğu çevre yıkımlarından dolayı, çevre korumada daha
ciddi adımlar atılmıştır.
Özellikle 1960’larda başlayan yoğun araştırmalar ve değerlendirmeler, çok büyük çevresel sorunlar yaşandığını ortaya
koymuştur. Bunlara bağl ı olarak yapılan tahminler ise, yakın bi r gelecekte çok daha büyük ve küresel boyutta çevre
sorunlarının, hatta felaketlerin yaşanabileceiği biçimindedir. Bu tarihlerden i tibaren “doğayı korumacı” bir ekolojik dünya
görüşü benimsenmişti r. Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
1960’l ı yıllardan itibaren önce gelişmiş ülkelerde başlayan çevre korumacılık fikri , 1972 yıl ında Stockholm Çevre Konferasında
ortaya atılan “Tek Bir Dünya” görüşü ile bütün ülkelerce önemli bi r görüş olarak benimsenmişti r.
Günümüzde , I . ve II. Dünya Savaşlarının ağır ve yıkıcı sonuçlanandan sonra dünyada çevrenin korunması, yönünde
önemli çalışmaların başladığı görülmektedir. BM örgütünün ve Dünya Bankasın ın kurulması, AT ve NATO’nun konu ile ilgili
bi rimleri oluşturması, gönüllü kuruluşların ve hükümetlerin çevre üzerinde yoğunlaşmalarına neden olmuştur. Özellikle son
30 yıllık zaman dilimi içinde düzenlenen uluslararası toplantıların ve oluşturulan küresel politikaların ana eksenini çevre
oluşturmaktadır.
Bugün çoğu ülke anayasalarında çevre ile ilgili bi r hüküm vardır. Çevreyle ilgili bi r hüküm içeren anayasalarda kimi
ülkeler, çevre hakkını açıkça kabul ederken, kimi ülkelerde çevrenin korunmasını temel ilke olarak benimsemiş
görünmektedir. Buna karşılık henüz uluslararası düzeyde çevreye ilişkin bi r hakkın garanti edilmesi söz konusu değildir.
Ekonomik gelişim farklıl ıkları başta olmak üzere, anayasal ve kültürel yapı farklıl ıkları, çevre hakkının ni teliği , unsurları ve
tarafları gibi konulardan kaynaklanan tartışmalar başlıca sıkıntılar olmaktadır.
Çevre hakkı ilk aşamada ekonomik, toplumsal ve kül türel haklar içinde ele alınmış, bu bağlamda sağl ık hakkının bi r
uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. BM çerçevesinde 1966’da imzalanan “Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası
Sözleşmesi” çevre ve endüstri sağlığının tüm açılardan iyileşti rilmesini öngörmüştür.
Günümüzde çevre konusunda ülkeler arasında ayrıntıl ı sözleşmelerin yapıldığı, uluslar arası alanda çevre hakkının dile
geti rildiği ilk toplantı, Stockholm Konferans ı (5-16 Haziran 1972) olmuştur. BM örgütünce gerçekleşti rilen Konferansa
100’den fazla ülke temsilcisi katılmıştır. Stockholm Konferansının önemi, ülkelerin çevreye karşı sorumlulukl arını kabul
45
etmenin yanında, insanın yeryüzündeki varlığını sürdürebilmesi için çevre korumasının kaçınılmaz olduğu görüşünde
birleşilmesidir.
Konferans sonunda 26 maddeden oluşan bi r bildirge yayınlanmıştır ve bi r de eylem planı kabul edilmişti r. Konferansta
her ülkenin kendi kaynaklarını koruması, ki rleten devletten tazminat is teyebilmesi, doğal çevrenin korunması ve yenilenme
olanağı bulunmayan kaynakların kullanımında titi zlikle davranılması; hava, su, deniz ve toprak gibi kaynakların canl ılar için
zara rl ı sayılabilecek etkilerden kurtarılmas ı önerilmişti r.
Stockholm Konferansının çevre yönünden asıl önemi çevre korunmasının kaçınılmazlığının kabul edilmesidir.
Konferans sonunda yayınlanan bildirgenin bi rinci maddesi “insanın rahat yaşamasına izin verecek bir çevre kali tesi i çinde,
özgürlüğe, eşi tliğe ve yeterli yaşam koşullarına hakkı vardır” görüşüne yer verilmişti r. Böylece insan olmak s ıfatıyla sahip
olduğu onura, özgürlüğe, eşi tliğe ve yaşama hakkına s ıkı s ıkıya bağl ı çevrede yaşayabilme hakkı da ul uslar arası bi r belgede
ifade edilmişti r. Stockholm Bildi risi hukuki olmaktan, daha çok, moral bi r güce sahip, kabul eden devletleri bağlayıcı değil,
ideal bi r amaca yönelik temenni düzeyindedir. Bu açıdan bağlayıcı olmamakla bi rlikte, özgürlük, eşi tlik gibi değerlerle çevre
hakkını insan haklarıyla bağdaştırabilmişti r.
Birleşmiş Milletler, Stockholm Konferans ının önerisi üzerine çevre programı için bi r yönetim konseyi kurmuştur.
Bi rleşmiş Milletler Eği tim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), “üçüncü kuşak ins an hakları” kavramı çerçevesinde, çevre
hakkının gelişmesinde büyük katkıda bulunmuştur. UNESCO’nun yaklaşımına göre “insan olmak hakkı” bütün haklardan
önde gelen, onların temelini oluşturan bir haktır.
Brundtland Raporu: “Ortak Geleceğimiz”
Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonunun 1987 yıl ında yayınlanan Ortak Geleceğimiz adlı Brundtland
Raporu bütün ülkelerde büyük yanki uyandırmıştır. Bu raporda çevreye zarar vermeden kalkınmayı sağlayabilmenin ancak,
sürekli ve dengeli bi r kalkınma ile mümkün olabileceği beli rtilmişti r.
Rio Yeryüzü Zirvesi
Stockholm Konferansının 20. yıldönümü nedeniyle Bi rleşmiş Milletler, 1992 yıl ında Brezilya ’da yeni bi r çevre konferans ı
düzenleyerek, yi rmi yıl ın genel bir değerlendirmesi ile geleceğe yönelik poli tikaların beli rlenmesini amaçlamıştır. Rio Dünya
Zi rvesi olarak da geçen konferans ın sonunda, çevre ve geli şme alanında 27 emredici ilke benimsenmişti r. Konferansta
çevrenin, insan haklarının, herkesin ve her zamanın sorunu olduğu, devletlerin i radelerine bırakılamayacağı gerçeği
vurgulanmıştır. Rio Bildi risinin bi rinci maddesine göre “insanlar, sürekli ve dengeli kalkınmanın merkezindedir. Doğa ile uyum
i çerisinde, sağl ıkl ı ve verimli bi r yaşama hakları vardır. Sürekli ve dengeli kalkınmayla , sağl ıkl ı ve veri mli yaşama hakkının
bi rlikte ele al ınmas ı, çevre hakkı açısından biraz beli rsiz kalmıştır. Dengeli de olsa, sürekli kalkınma, çevreyi sürekli tehdit
edecekti r.
Rio Konferansı bu beli rsizliğinden başka yaptırım mekanizmalarından da yoksundur. Bağlayıcı hükümler de
geti rememişti r. Buna ek olarak, gelişmiş ülkeler çevre koruması sorununu ve maliyetini, gelişmekte olan ülkelere yüklemeye
46
çalışmışlardır. Ayrıca bildiride yer alan “Sürdürülebili r Kalkınma” modelinin, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma haklarıyla
bi rlikte kalkınma yollarını beli rleme haklarına ters düştüğü, söz konusu ilkenin ekonomik ve siyasal yönünün dikkat çekici
olduğu vurgulanmaktadır.
Dünyanın ikinci büyük çevre etkinliği olarak kabul edilen Rio Konferans ı kendisinden bekleneni verememişti r. Dünyanın
ekolojik tahribatı ile ekonomik yapılanma arasındaki ilişki bi r kez daha vurgulanmış, gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan
ülkeler aras ındaki çevre teknolojisi transferi , ekonomik destek sorunu, borç, dünya ticaret sistemi konularındaki belirsizli kler
Rio Konferans ı ile de aşılamamıştır.
Çevrenin Öğeleri
Nereden yaklaşıl ırsa yaklaşılsın, çevreyi etkileyen yegane etken insan olmaktadır. Çünkü insanın etkisi kaçınılmazdır ve
insan etkisinin olmadığı doğal ortamlarda “denge” söz konusudur. Bu dengeye, doğa bilimcilerine göre “doğal denge”,
ekologlara göre “ekolojik denge” ya da “ekosis tem” semavi dinlere göre “ilahi denge”, sibernetik bilimcilerine göre “doğal
sibernetik” denmektedir.
Çevrenin öğelerini beli rlerken eksen, yine insan olacaktır. Ancak burada çevrenin öğelerinden söz ederken, iki yönlü bi r
etkileşimden söz edilebilir. Bunlar, çevreyi etkileyenler ve çevreden etkilenenlerdir. Böylece çevreyi etkileşim biçimleri
bakımından genel olarak iki öğeye indirgemek olanağı vardır.
1.İnsan: Çevrenin etkileyici öğesi insandır. İnsan çeşi tli müdahalelerle çevresini değişti rmekte ve çevrenin biçim
değişti rmesinde etkin rol oynamaktadır. Doğal ve yapay çevre içinde yer alan canlı ve cansız tüm varl ıklar insanın etkisine
açıktır.
2. Doğa: Çevrenin etkilenen öğesi, genel anlamda doğadır. Doğanın içinde yer alan canl ı ve cans ız tüm varl ıklar, insanın
kullanımına açık olduğu için etki altında kalmaktadır.
Çevre Hakkı
Doğal dengenin bozulmasından , çevre tahribatından zarar gören sadece insan değildi r. İnsanl ığın, doğal değerlere karşı
sorumluluklarının, moral (ahlaki ) ni telikle s ınırlı olamayacağından, yasal sorumluluğun temellerinin neler olabileceği ortaya
konmalıdır. Gelecek kuşaklar kadar, canl ı ve cansız varlıklar için de geçerli olan problemlerin çözüme ka vuşturulmasında
yasal dayanakların nasıl oluşturulabileceği sorularına cevap aranmal ıdır.
Baştan belirtmek gerekir ki, çevreyi , insanı esas alarak korumak, çevrenin diğer öğeleri açısından tatmin edici değildi r.
İnsan merkezli korumada, her şeyden önce, klasik “hak” anlayışındaki “çıkar koşulu” gelecek kuşaklar için
savunulamayacağından, kapsam dışı kalacaktır. İnsan hakkı olarak çevre hakkından söz etmek; korunmak is tenen değer ve
hakkın konusunu insan olarak kabul etmek, çevre hakkını s ınırlamak olur. Asl ında amaç sadece insanı korumaksa, bu
boyuttaki bi r koruma, mevcut insan haklarıyla sağlanabilir. Bu anlamda “yaşama hakkı” ve “sağl ık hakkı” ilk akla gelenlerdir.
Her şeyden önce, yaşama hakkı bi r kimsenin yaşarken beden bütünlülüğüne dokunulmamas ını açıklar. Sonra insan bedeninin
her türlü dış korkudan uzak bir biçimde yaşayabilmesini i çeri r. İnsan sağlığı, bundan öte toplum sağlığının, yaşam kalitesini n
bir göstergesi olup, kuşkusuz insanın çevresiyle ilişkilidir. Bu iki hak aracıl ığıyla , insan yaşamı, i nsan sağlığı i çin gerekli olacak
kadar çevre korunması sağlanabilecekti r. Çevre hakkı ilk aşamada ekonomik, toplumsal ve kültürel haklar içinde ele alınmış,
bu bağlamda sağlık hakkının bi r uzantıs ı olarak ortaya çıkmıştır.
Oysa çevre hakkı çok daha kapsaml ıdır. Bu hak, günümüz insanlarının olduğu kadar, gelecek kuşak insanlarının da
hakkıdır. Bugünkü ve gelecek kuşaklarla bi rlikte canl ı ve cansız varlıklar da katıl ırsa; çevre hakkı sahipleri zinci rine bi r halka
47
daha eklenmiş olacaktır. İnsan dışındaki canl ı ve cans ız varl ıkların korunmasının ancak insanın korunmasını sağlamak için
olabileceği yaklaşımında ise hedef sadece insanı korumak olduğunda, bırakal ım insan dışındaki diğer canl ıları, gelecek kuşak
insanları bile bu korumadan yoksun kalacaktır. Her şeyden önce klasik hak anlayışı buna izin vermemektedir. Canlı ve cans ız
varl ıkların korunmas ı, insanın korunması içindir dediğimizde, cümlenin karşıt anlamından “insanın korunmasına kısa ya da
uzun dönemde etkisi olmayan canl ı ve cansız varl ıkları korumaya değmez” sonucu çıkar. Çevreyi “insanı esas almak yoluyla”
(egosantrik) koruma insanın çevresini dar yorumlama sakıncas ını taşımaktadır.
Çevre hakkının öznesine canlı ve cansız varlıkları katmak klasik hak anlayışıyla bağdaşmayacaktır. Gerçi çevre hakkı
egosantrik koruma yönüyle de ele alınsa klasik insan haklarıyla yine bağdaşmamaktadır. Yapılması gereken, hukukun temel
kavramlarını, yeni gelişmeleri göz önüne alarak tekrar yorumlamaktır. Artık doğanın, ancak hakların “konusu” olabilir anlayışı
aşılmalıdır. Hukukta hak sahibi varl ıklar, şahıslardır ve her insan bir şahıs tır. Bu gruba “gerçek kişiler” denmektedir. Fakat
şahıslar sadece insanlardan ibaret değillerdir. Bi r gaye etrafında birleşmiş şahısların meydana geti rdiği toplulukların (dernek)
ve bir gayeye tahsis edilmiş malların (vakfın) da şahıs oldukları kabul edilmişti r. Bu gruba da “tüzel kişiler” deniliyor. Gerçek
kişiler bir yana, tüzel kişilik tamamen hukuk düşüncesinin bi r ürünüdür. Hak sahibi olmak açıs ından canl ı ve cansız varlıklar
i çin de aynı düşüncenin geli şti rilip gelişti rilemeyeceği tartışılmaktadır. Bu soruya olumlu yanıt verili rse, bu kez başka bit
problem daha çıkıyor. Aktif olarak haklarını kullanamayacak olan bu varl ıkların haklarının nasıl savunulacağı, bunu kimin
koruyacağı sorunu doğmaktadır.
Yasalarda Çevre Hakkı
1982 Anayasası çevre korumasını açık bi r hüküm altında düzenlememişti r. Anayasanın 56. maddesinin başl ığı “Sağl ık
hizmetleri ve çevrenin korunması” şeklindedir. 1982 Anayasasının 56. maddesinin ne başlığında ne de metninde , ne de
gerekçesinde “çevre hakkı” ifadesine rastlanmaz.
Madde 56: “Herkes , sağlıklı ve dengeli bi r çevrede yaşama hakkına sahipti r. “Çevreyi gelişti rmek, çevre sağlığını
korumak ve çevre ki rlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir.” Maddenin gerekçesinde de “çevre hakkı” ifadesi
yer almamaktadır. Çevre korunmasının bu önemi ve son yıllarda kazandığı boyutlar, bi reye devlete karşı, dengeli ve sağlıklı
çevrede yaşama yolunda bir sosyal hak tanınmasını zorunlu kılmaktadır.
Anayasal düzenlemenin dışında çerçeve ni teliğindeki 2872 sayılı Çevre Kanunu en başta söz edilmesi gereken
düzenlemelerden birisidi r.
Kanunun amacı 1. maddesinde beli rtilmişti r. “Bu kanunun amacı, bütün vatandaşların ortak varl ığı olan çevrenin
korunması, iyileşti rilmesi, kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun bir şekilde kullanılması ve
korunması: su, toprak ve hava ki rliliğinin önlenmesi ; ülkenin bi tki ve hayvan varl ığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerin
korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağl ık, uygarl ık ve yaşam düzeyinin geli ştirilmesi ve güvence al tına alınabilmesi için
yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak beli rli yasal ve teknik
esaslara göre düzenlemektir.”
48
Her insanın sağl ıkl ı ve ekolojik yönden sorunsuz bi r çevrede yaşama hakkı vardır. Artık bugün insanların sağlıklı bi r
çevrede yaşama hakkıyla eş anlamda olan “çevre hakkı”, insanların temel hakları arasında sayılmaktadır.
ÇEVRE SORUNLARI
Çevresel Bozulmanın Nedenleri
Ġnsanın çevreyi kullanması
Geçmişte, insan etkinliklerinin çevre üzerindeki etkileri ile ilgili nispeten daha az bi r kaygı mevcuttu. Ormanların kesilmes i,
akarsuların önüne set çekilmesi ve toprağın erozyona uğramas ındaki kontrolsüz gidişe i zin verilmiş, madencilik ve diğer
endüstri kollarından kaynaklanan atıklar toprağa, suyollarına ve havaya boşal tılmıştır. Bununla bi rlikte, özellikle son 50 yıl
i çinde çevrenin artık daha fazla düşüncesizce kullanılamayacağı gerçeği artan bir şekilde anlaşıl ır olmuştur. İnsan
etkinliklerinin çevreye zarar verdiği ve bu zararın tehlikeli ve kal ıcı olabildiği açığa çıkmıştır. Bu farkındalığın karşıl ığı olarak
pek çok alanda insan etkinlikleri çevrenin onarımına hasredilmişti r. Bal ıkların yaşayamayacağı kadar ki rlenmiş akarsular
temizlenmekte, havanın tehlikeli boyutlarda ki rlendiği bazı şehirlerde bu ki rlilik bi r dereceye kadar önlenebilmektedir.
İnsanlarla çevre arasındaki ilişkiler insan ekolojisinin konusu olmaktadır. İnsan -çevre ilişkisinin en önemli durumları bu
kapsamda değerlendirilecekti r.
Çevre sorunları, insanl ığın yaşadığı ekolojik sorunlardan biridi r ve insanların çeşi tli faaliyetleri sonucu çevrenin
bozulmasıyla ortaya çıkmaktadır. Çevre, canl ı ve cansız öğelerden oluşan bir bütündür. Eğer canl ı ve cans ız öğeler arasındaki
karşılıklı ilişkiler uyumlu bir biçimde devam ediyorsa, yaşamın temel koşulu olan beslenme, üreme ve barınma/korunma
tehdit al tında değilse o çevrede sorun yoktur.
Bugün dünyada çok ağır çevre sorunları yaşanmaktadır. Sanayi devrimiyle başlayan çevredeki bozulmalar ın ve
sorunların öneminin günümüzden 40-50 yıl öncesine kadar anlaşılamaması, bu sorunların ağırlaşmas ına, boyutlarının
49
genişlemesine ve dünyanın ortak bi r sorunu haline gelmesine neden olmuştur.
Değişik kaynaklarda çevre sorunu ve çevre ki rliliği kavramları farkl ı olarak değerlendirilmektedir. Ancak, özellikle son
yıllarda, yaygın olarak, çevre ki rliliği ile çevre sorunları aynı anlamda kullanılmaktadır. Buradaki ki rlilik terimi sadece b i r
ortama karışan bir ki rleticiyle olan ki rlenmeyi değil, herhangi bi r nedenle çevredeki bozulmaları da ifade etmektedir.
Dolayıs ıyla , çevre sorunu veya çevre ki rlenmesi dendiği zaman, insanların çeşi tli faaliyetlerine bağlı olarak oluşan hava, su ve
toprak ki rliliği gibi hem kirleticilerden kaynaklanan sorunlar, hem de gürültü, asi t yağmurları, erozyon ve iklim değişikliği gibi
diğer ekolojik olumsuzluklardan kaynaklanan sorunlar anlaşılmaktadır.
Bu duruma göre çevre sorunları, çevreyi oluşturan canlı ve cans ız öğeler üzerinde, insanın çeşi tli faaliyetlerine bağl ı
olarak ortaya çıkan ve yaşamı olumsuz yönde etkileyen bozulmaların ve sorunların tümüdür diye tanımlanabilir.
Bir canl ı olarak insanlar, başta fizyolojik gereksinimleri olmak üzere tüm ihtiyaçlarını etkileşim içinde oldukları çevreden
karşılarlar. Eline geçirdiği tüm doğal kaynakları dilediği gibi ve sorumsuzca kullanan insanlar, bugün çevredeki aşırı kullanım
nedeni ile önemli çevre sorunlarıyla karşı karşıyadır. Önceleri kaynakların hızla tükendiğinin farkına varamayan insanlar,
günümüzde (1) kaynakların azalması, (2) ihtiyaçların artması ve (3) çevre sorunlarının giderek daha da yoğunluk kazanarak
artması gibi üçlü bi r kıskacın içine girmiştir. Bi r yandan ihtiyaçlar karşılanacak, diğer yandan doğal kaynaklar gün geçtikçe
azalacak ve çevre sorunları artan bir biçimde günlük yaşamı etkilemeye devam edecekti r.
Günümüz insanının çok çeşi tli ihtiyaçları, sürekli olarak artış göstermektedir. Bu ihtiyaçlar ise, yeni teknolojiler
kullanarak her gün, bi r önceki günden daha fazla üretilerek, küreselleşen dünyada daha kısa zamanda pazarlanmakta ve
dünyanın her yanına çok kısa zamanda ulaştırılmaktadır.
Kitle iletişim araçlarındaki olağanüstü erişim, olup bi tenleri anında tüm dünyanın gözleri önüne sermektedir. Yedi
milyara yaklaşan nüfusuyla dünya, hem küresel bi r pazar haline geti rilmiş, hem de küresel bi r dünya kültürü oluşturulmuştur.
Giderek tüm toplumlarda ortak değer yargıları hakim olmaya başlamaktadır.
İnsanları bu ortak noktaya geti ren ideoloji, ilerleme ideolojisidi r. Buna bağlı olarak, çevre sorunlarının temel nedenleri
veya temel etkenlerinin neler olabileceği sorusuna şu yanıtlar verilebilir:
● İnsanların ekosistem konusundaki bilinçlerinin yetersizliği ,
● Kullanılan teknolojilerin, ekosistemlerin kendini yenileyebilme yeteneğine uygun olmayışı,
● Bi reysel ve toplumsal ölçekteki kullanılan sosyo -ekonomik kalkınma süreçlerinin, ekosistemlerin kendini
yenileyebilmesine izin vermeyecek biçimde kullanılmas ıdır.
Eski uygarl ıkların çöküşüne çevre ki rliliğinin yol açtığı görülmüştür. Çevredeki bozulmanın temelinde, tüketim olgusu
önemli bir yer tutmaktadır. Genel anlamı içinde günümüzde yaşanan çevre sorunları, üretimin ve dolayıs ıyla tüketimin dışa
vurmuş bir sonucu olarak görülebilir. Tüketim olgusu çevreyi 3 boyutta etkilemektedir. Bunlar: (1) daha fazla kaynağın
kullanılmas ının gerekmesi, (2) ağır endüstri mallarının üretimi s ırasında birçok ki rli atığın doğaya bırakılması ve (3) tüketim
sonucunda ayrıca çevre sorunlarının ortaya çıkmasıdır. Konut atıkları ve hastane atıkları ile bi rlikte kanalizasyon atıklarından
oluşan organik atıklar, tüketim sonucu ortaya çıkan çevre sorunlarına örnek verilebilir.
Açl ığın dünyayı saracak beyaz adam. Ve ardında koskoca bir çöl bırakacaks ın. Hayvanların başına gelen, insanın da
başına gelecekti r. Ve bir gece kendi çöplerinizde boğulacaksınız. Bu kader bizim için şu anda bilinmezdir. Fakat biliyoruz ki
batışınızda her tarafa parlak bi r ışık yayacaksınız.
Çevre sorunları çoğu zaman ölçülemez öğeler içermesi nedeniyle, önceden kolayl ıkla hesap edilip parasal bi rimlerle
ifade edilemez.
50
Çevre sorunlarının oluşmasına neden olan ki rletici kaynaklar doğal ve yapay kaynaklar olarak 2 grupta toplanabilir.
Bunlardan, doğal kaynaklar; volkanik faaliyetler, orman yangınları, açık arazilerde bitki ve hayvan ölülerinin bozulmasıdır.
Yapay kaynaklar ise; Minerallerin işlenmesi, metalürjik ve kimyasal işlemler, kağıt-karton endüstrisi, yanmadan kaynaklanan
ki rlilik, nükleer i şlemler vb.’di r.
Ekonomileri yatay olarak gelişen, üretim zinci rindeki halka sayıs ının az olduğu az geli şmiş ülkelerde çevre yık ımı;
ekonomileri dikey olarak gelişe, üretim zinci rinde çok çeşi tli halkaların oluştuğu gelişmiş ülkelerde çevre ki rlenmesi daha ç ok
ağırl ık kazanmaktadır. Çevrenin kali tesinde oluşan bu bozulmalar kısaca; ormanların yok edilmesi, erozyon, çölleşme gibi
olaylardan oluşan çevre yıkımı; kentleşme, endüstrileşme, kişi başına tüketim, nüfus artışının neden olduğu çevre ki rlenmesi
olarak ortaya çıkmaktadır.
Buna göre çevre ki rlenmesi; “insanların, başta endüstri olmak üzere türlü faaliyetleri sonucu oluşan toksi k ve ki rletici
sıvı, katı ve gaz atıkların toprağa, suya ve havaya bırakılmaları, havadaki ti treşimin neden olduğu gürültü ile radyoaktif
maddelerin yayılması sonucu doğadaki var olan ekolojik denge ve uyumun bozulması ile insanların, diğer canl ıların ve
cans ızların zarar görmesi ve varl ıklarının sürdürülmesinde meydana gelen zorluklardır.
Yeryüzünde çevresel yıkım ve ki rliliğin boyutlarının anlaşılmasını kolaylaştıracak bazı örnekler aşağıda sıralanmıştır.
· Son 25 yıl i çinde Afrika ’nın tahıl üretimi %28 azalmıştır.
· Sanayi devriminden önce dünya kara alanın yarısı kadar olan dünya orman varlığı, yi rminci yüzyıl ın sonunda %20
oranına inmişti r.
· Yi rminci yüzyıl ın başından bu yana Etiyopya’daki ormanların %90’ı tükenmişti r. Bunun sonucunda her yıl 1 milyar ton
toprak kaybedilmektedir.
· Dünya nüfusunun yaklaşık %16’s ının yaşadığı Hindistan, dünyadaki toplam enerji tüketiminin %3’ünden, CO2
üretiminin de %3’ünden sorumludur.
· Dünya nüfusunun %5’inin yaşadığı ABD, dünyadaki toplam enerji tüketiminin %25’inden ve CO2 üretiminin
%22’sinden sorumludur.
· Polonya, ağaç kesimleri ve ki rlilik yüzünden her yıl 200 bin ha’dan fazla orman kaybediyor.
· Tropik ormanların yok olma hızı, 1970’lertde 1.1 milyon ha iken; 1980’lerde 1.7 milyon ha olmuştur.
Mexico Ci ty’de aşırı hava ki rliliğinden dolay, doğan her çocuğun kanında, fiziksel özürlü olmasına yetecek kadar kurşun
bulunmaktadır.
· Körfez savaşında körfeze dökülen 810 milyon varil petrolün körfezdeki canlılar üzerindeki etkisinin giderilmesi için 180
yıl gerekmektedir.
· Dünyadaki akarsuların %10’u ki rlidir ve okyanuslara her yıl 6.5 milyon ton çöp dökülmektedir.
· Nüfus artışı böyle devam ederse, dünya nüfusu 30 yıl i çinde 1960’dakinin üç katına ulaşacaktır.
· Bugüne kadar üretilen zehirli atıklar, bi rkaç nesil boyunca yeryüzünden kaybolmayacaktır.
· Çıkan gazların toplamı, önümüzdeki yüzyılda yeryüzünde, 2,5 - 5 °C arası sıcakl ık artışlarına neden olacaktır.
· Havadaki ve topraktaki ki rletici maddeler eninde sonunda suya tekrar intikal etmektedir.
· Dünyadaki tüm suların %99’undan fazlası tek bi r sistem içinde birbirine bağl ı olup, genel nitelikte ki rlenme tehdidi
al tındadır.
· Sularda çok büyük bir canlı varl ık hazinesi; dolayısıyla da besin deposu bulunmaktadır. Ekolojik dengenin bozulması
dünyadaki yaşamı ciddi bi r biçimde ve olumsuz olarak etkileyecektir.
51
Ġnsan Nüfusundaki ArtıĢ Günümüzün çok ciddi çevresel problemlerinin çoğu son 50-60 yılda insan nüfusundaki aşırı artışla ilişkilidir. Dünya
nüfusunun 1850’de 1 milyar dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Seksen yıl içinde, yaklaşık 1930’larda, bu nüfus 2
milyara çıkarak, ikiye katlanmıştır. 1970’lerin ortas ında, 4 milyara ulaşarak tekrar ikiye katlanmıştır. Nüfusun ikiye katlan ması
için gerekli sürenin gi ttikçe kısaldığı görülmüştür. Bu yıllarda yapılan tahminlerden biraz farklı olarak dünya nüfusu 2000’l ı
yılların başında değil, 2012’de 7 milyara ulaşmıştır.
İnsan nüfusu kontrolsüz olarak çoğalmaya devam edemez. Diğer doğal popülasyonlardaki gibi , sonunda insan nüfusu da,
çevrenin daha ileri boyutlarda destekleyemeyeceği bi r noktaya ulaşacaktır. Besin, su, mekan veya diğer bazı gereksinimlerin
karşılanamamas ı her popülasyon için s ınırlandırıcı bi r etken olarak rol oynamakta ve daha fazla büyümeyi durdurmaktadır.
Çevrenin destekleyebileceği popülasyon büyüklüğü çevrenin taşıma kapasitesi olarak adlandırılmaktadır. Gelecekte bi r
noktada, insan nüfusundaki büyümenin, yeryüzünün taşıma kapasitesine ulaşacağı ve daha fazla sayıda insanın varl ığını
destekleyemeyeceği için durdurulması gerekecekti r.
Bir popülasyon, doğum oranı ile ölüm oranı eşi t olduğunda ve göçlerden kaynaklanan değişiklikler olmadığında aynı
büyüklükte kalmaktadır. Yaşadığımız yüzyılda, sanayileşmiş ülkelerde ölüm oranı, sağlık hizmetlerinden, gıda üretiminden ve
sağl ık alanındaki gelişmelerden dolayı hızla azalacaktır. Bu ülkelerin çoğunda doğum oranında, dengeli ancak yaşlı bi r
nüfustan dolayı da bi r azalma meydana gelecekti r. Bu ülkelerin bazıs ında, nüfus azalmas ına neden olacak şekilde, doğum
oranı ölüm oranının al tına düşecekti r. Gelişmekte olan ülkelerde, doğum oranı çok yüksek kalacaktır. Bu ülkelerin çoğunda
ölüm oranı, nüfusta hızl ı bi r artışa neden olan yüksek doğum oranının devam etmesi gibi destekleyici koşullardan dolayı
aşağıya düşecekti r. Bununla bi rlikte, gelişmekte olan uluslarda insanların çoğu yaşamını kıtl ık içinde sürdürecekti r. Besin
üretimi nüfus artış hızında olmayacaktır. Bu ülkelerde tarımsal üretimdeki herhangi bi r yetersizlik açl ıktan kaynaklanan geni ş
ölümlere neden olabilecekti r.
Tablo . Geçmişteki Dünya Nüfusu ile ilgili tahminler*
(Milyon olarak dünya nüfusu. En düşük ve en yüksek tahminler aynı olduğunda bunlar en düşük olarak gösterilmiştir.)
Yıl
Özet
Biraben
Durand
Haub McEvedy and Jones
Thomlinson UN, 1973 UN, 1999 USCB* Düşük Yüksek Düşük Yüksek Düşük Yüksek Düşük Yüksek
10000 BC 1 10 4 1 10
5000 BC 5 20 5 5 20
52
Yıl
Özet
Biraben
Durand
Haub McEvedy and Jones
Thomlinson UN, 1973 UN, 1999 USCB* Düşük Yüksek Düşük Yüksek Düşük Yüksek Düşük Yüksek
1000 BC 50 50
500 BC 100 100
1 AD 170 400 255 270 330 300 170 200 200 400 300
1000 AD 254 345 254 275 345 265 310
1500 AD 425 540 460 440 540 425 500
1800
AD 813 1,125 954 900 900 813 1,125 980
1900
AD 1,550 1,762 1,633 1,650 1,710 1,656 1,625 1,600 1,550 1,762 1,650
1950
AD 2,400 2,556 2,527 2,516 2,500 2,400 2,486 2,520 2,556
*US Census Bureau
World population from 1800 to 2100, based on UN
2004 projections (red, orange, green) and US Census Bureau his torical es timates (black).
Dünya nüfusu 1959’da 3 milyardan , 40 yıl i çinde ikiye katlanarak 1999’da 6 milyara yükselmişti r. Census Bureau'nun
son tahminleri , bu nüfus artışının, daha yavaş olsa da , 21. Yüzyılda da devam edeceğini göstermektedir. Dünya nüfusunun
1999’daki 6 milyardan, yüzde 50’lik bi r artışla 46 yılda, 2045’te 9 milyara çıkacağı tahmin edilmektedir.
Dünya nüfusunun büyüme hızı, ölüm oranındaki azalmalardan dolayı, 1950-51’de yılda yaklaşık yüzde 1.5’ten 1960’l ı
yılların başında en yüksek değere, yüzde 2’nin üzerine çıkmıştır. Ondan sonra çoğalma oranları, evlenme yaşının yükselmesi
as well as increasing availability ve etkili doğum kontrol yöntemlerinin uygulanmasıyla azalmaya başlamıştır. Nüfus
artışındaki değişikliklerin her zaman düzenli olmadığı dikkat çekmektedir. Örneğin, 1959-1960’daki en düşük bir büyüme
53
oranı, Çin’in büyük ekonomik ilerleme planından dolayıdır. Bu yıllarda, büyük toplumsal örgütlenme hareketi i çindeki Çin’de
doğal felaketler ve azalan tarımasal üretim, ölüm oranının hızla artmasına ve yeni doğumların nerdeyse yarı yarıya azlmas ına
neden olmuştur.
Büyüme oranlarına ek olarak, nüfus artışına bakmanın diğer bi r şekli , toplam nüfusdaki yıllık değişiklileri
değerlendirmekti r. Dünya nüfusundaki yıllık artış 1980’lerin sonunda yaklaşık 88 milyonla en yüksek değere ulaşmıştır. En yüksek nüfus artış oranı 1960’ların sonunda meydana gelmiş, ancak 1980’lerdeki dünya nüfusu 1960’lardan daha fazla
olduğu için, en yüksek yıllık nüfus artışı 1980’lerin sonunda gerçekleşmişti r.
Hari ta . Ülkelere göre nüfus yoğunluğu (km2’de insan sayıs ı), 2006
Bu dünya hari tasında her bi r ülke veya memleketin nüfus yoğunluğu renklerle vurgulanmıştır. Nüfus yoğunlukları
ülkelerin genel yoğunluklarıdır. Lejanttaki sayılar km2’deki insan sayısıdır ve 20 bin km2’den daha küçük tüm ülkeler nokta ile
gösterilmişti r.
54
NASA tarafından, çok sayıda resim bir araya geti rilerek oluşturulmuş, yeryüzünün birleşik gece görüntüsü. Parlak ışıklı
bölgelerde insan eliyle yapılmış aydınlatmalar görülüyor. Avrupa kıtası, Hindis tan, Japonya , Nil boyu ve Amerika ile Çin'in
doğu kesimlerindeki nüfus yoğunluğu net olarak anlaşılabili rken , Orta Afrika , Orta Asya , Amazonlar ve Avustralya'da seyrek
yerleşimler göze çarpıyor. Hemen tüm bölgeler ve özellikle Alaska’nın görüntüsü bir önceki hari taki gösterim ile
örtüşmektedir.
Şekil . Sanayileşmiş ve geli şmekte olan ülkelerde nüfus artışları (1750-2050)
Doğrudan veya dolayl ı olarak, nüfus artışı problemi herkesi etkilemektedir. İnsan nüfusunun artışında besinin
sınırlandırıcı etken olmasına izin verildiği sürece, dünyanın çoğu yerinde en büyük nüfus kontrol aracı açlıktan kaynaklanan
ölümler olacaktır. Bu durumdan sakınmanın bir yolu, nüfusu mevcut büyüklüğünde tutacak düzeyde doğum oranını
azal tmaktır. Bu, belirli bi r zaman süresince doğum sayısının ölüm sayısına denk olduğu üretken yenilenme (reproductive
replacement) düzeyidir.
Nüfus kontrolü ile bi rlikte, endüstrileşmiş uluslar tarafından savurgan tüketimi azaltıcı adımlar atılmalıdır. Böylece ,
daha fazla kaynak gelişmekte olan ülkelerin kullanımına sunulabilecekti r. Tarımsal üretim, kereste üretimi , madencilik ve su
kullanımındaki koruyucu önlemlerin dikkatle uygulanması, besin üretimini ve diğer ihtiyaç maddelerinin üretimini değişmez
55
bir düzeyde sağlayabilecekti r. Besin maddelerinin üretimi de arttırılabilir. Sulama, gübre ve pestisitlerin kullanılması yanı nda
yüksek verimli ürünlerin gelişti rilmesi ile yiyecek teminini arttırılacaktır. Yeni besin kaynakları, örneğin okyanuslardan ,
türetilebili r. Bununla bi rlikte, ekologların çoğu, ne tür adımlar atıl ırsa atıls ın, mevcut nüfus artış hızı devam ettiği sürece
besin temininin er geç yetersiz olacağı görüşünü paylaşmaktadır.
Tablo . Ülkelerin Nüfus Sıralaması
Sıra Ülke Nüfus Tarih %
Dünya nüfusu
1 China 1,347,350,000 December 31, 2011 19.26% 2 India 1,210,193,422 March 1, 2011 17.3% 3 United States 313,093,000 February 28, 2012 4.47% 4 Indonesia 237,641,326 May 1, 2011 3.4% 5 Brazil 192,376,496 July 1, 2011 2.75% 6 Pakistan 178,818,000 February 28, 2012 2.56% 7 Nigeria 162,471,000 July 1, 2011 2.32% 8 Russia 143,030,106 January 1, 2012 2.04% 9 Bangladesh 142,319,000 March 15, 2011 2.03%
10 Japan 127,770,000 February 1, 2012 1.83% 11 Mexico 112,336,538 June 12, 2010 1.61% 12 Philippines 94,013,200 July 1, 2010 1.34% 13 Vietnam 87,840,000 December 31, 2011 1.26% 14 Ethiopia 84,320,987 July 1, 2012 1.21% 15 Germany 81,796,000 August 31, 2011 1.17% 16 Egypt 81,606,000 February 28, 2012 1.17% 17 Iran 76,134,000 February 28, 2012 1.09% 18 Turkey 74,724,269 December 31, 2011 1.07% 19 D. Rep. of the Congo 67,758,000 July 1, 2011 0.97% 20 Thailand 65,926,261 December 20, 2011 0.94% 21 France 65,350,000 January 1, 2012 0.93% 22 United Kingdom 62,300,000 July 1, 2010 0.89% 23 Italy 60,757,278 August 31, 2011 0.87% 24 South Africa 50,586,757 July 1, 2011 0.72% 25 South Korea 48,580,000 November 1, 2010 0.69% 26 Myanmar 48,337,000 July 1, 2011 0.69% 27 Colombia 46,401,000 February 28, 2012 0.66% 28 Spain 46,196,278 January 1, 2012 0.66% 29 Ukraine 45,644,419 December 1, 2011 0.65% 30 Tanzania 43,188,000 July 1, 2010 0.62% 31 Argentina 40,117,096 October 27, 2010 0.57% 32 Kenya 38,610,097 August 24, 2009 0.55% 33 Poland 38,092,000 July 1, 2010 0.54% 34 Algeria 37,100,000 January 1, 2012 0.53% 35 Canada 33,476,688 May 10, 2011 0.48% 36 Iraq 33,330,000 2011 0.48% 37 Uganda 32,939,800 July 1, 2011 0.47% 38 Morocco 32,477,800 February 28, 2012 0.46% 39 Sudan 30,894,000 April 22, 2008 0.44% 40 Peru 29,797,694 June 30, 2011 0.43% 41 Malaysia 28,334,135 July 6, 2010 0.4% 42 Uzbekistan 28,000,000 January 1, 2010 0.4% 43 Venezuela 27,150,095 November 30, 2011 0.39% 44 Saudi Arabia 27,136,977 April 28, 2010 0.39% 45 Nepal 26,620,809 June 22, 2011 0.38% 46 Yemen 25,130,000 April,2011 0.35% 47 Ghana 24,233,431 September 26, 2010 0.35% 48 North Korea 24,052,231 October 1, 2008 0.34%
56
KentleĢme
Teknolojik gelişmelerle nüfus artışlarının ikiye katlanması, pek çok ekosis temin sorumsuzca yok olmasına neden olmaktadır.
Nüfus arttıkça, arazi kullanma şekilleri değişmektedir. Kırsal (tarımsal) alanlardan şehirlere taşınma olmaktadır. Şehirlere
olan nüfus hareketi veya şehirleşme ile verimli tarım alanlarının yerleşime açılarak ve alışveriş merkezlerine dönüştürülerek
bozulmalarına neden olunmaktadır. Bu çeşit büyüme, önceden dokunulmamış sulak alanlar gibi diğer ekosistemleri de tahrip
veya tehdit etmektedir. Bu değişiklikler pek çok bi tki ve hayvan türünün doğal yaşam alanlarını bozmaktadır.
Manhattan, New York Ci ty, ABD
Hızlı ve çarpık kentleşmeyle çevre sorunları arasındaki yakın ilişki bilinen bir gerçekti r. Günlük hayatta yaşadığımız
sorunların ve çevre sağl ığı problemlerinin nedeni ülkemizdeki nüfus artışının ve kentleşme sürecinin yönetiminden
kaynaklanmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre; 1927’de 13 milyon 648 bin 270 kişi olan nüfusumuzun yüzde
57
76’sı köylerde yaşamakta iken, Ocak 2012 itibariyle bu oran yüzde 76,8’i şehirlerde (il ve ilçe merkezlerinde) ve %23,2’si
belde ve köylerde yaşayan 74 milyon 724 bin 269 kişiyi ile tam tersine dönmüştür . Yaklaşık 85 yılda yaşadığımız bu
inanılmaz değişim sürecini içselleştirdiğimizi ve ideal halde gerçekleştirdiğimizi söylebilirmiyiz?
1970’lerde hızlanan ve 1980’den i tibaren üst noktaya varan kırdan kente göçün nedenleri pek çok kesim tarafından
tartışılmaktadır. İşin çevre boyutu ise sonuçları i tibariyle halen batıl ı ülkeler düzeyinde gündeme maalesef gelememişti r.
1952’de Londra’da yaşanan hava ki rliliği veya 1986’daki Çernobil nükleer kazas ındaki gibi toplu ölüm hadiselerine benzer bi r
olayla karşılaşmadığımız için sorunun gündeme gelmesi oldukça gecikmişti r. Oysa geç kentleşmiş ve geç sanayileşmiş bi r ülke
olarak çevre sorunlarının insan sağlığı üzerine etkileri bizde daha çok akut değil , kronik olarak ortaya çıkmaktadır. Bugün
Avrupa Birliği uyum sürecinde yasalarımızda s ınır değerlerini belirlediğimiz bi rçok ki rleticinin , bırakın insan sağlığı üzerine
etkilerinin araştırılmas ını, su, hava, toprak gibi değişik al ıcı ortamlardaki seviyeleri dahi bilinmemektedir.
Çevre sorunlarının ana kaynakları olarak kabul edeceğimiz çarpık kentleşme ve çarpık sanayileşme konusunda
katlanmamız gereken bedeller oldukça yüksek olmaktadır. Çarpık kentleşme, şehirlerin, plansız ve denetimsiz olarak
ihtiyaçlar dikkate alınmadan, mevcut doğal ve tarihi dokunun korunması düşünülmeden, alt yapısız, her türlü estetik
kaygıdan uzak tamamen gelişigüzel bir şekilde merkezden dışa doğru büyümesidir. Özellikle deprem gerçeğinde
yaşadıklarımız, ülkemizde kentleşme sürecinin iyi yönetilmediğini açıkça orta ya koymaktadır.
Çarpık kentleşme
Bugün kentlerimizdeki ana problemlerden biri yoğunluk problemidir. Yani , birim alanda olması gerekenden daha çok
insanın yaşaması ve birim alanda altyapı hizmetlerinin, yeşil alan, hava, su ve toprağın yetersiz kalmasıdır. Kentlerin
dönüşümü konusunda son yıllarda gündeme gelen yeni yapılaşma çalışmalarının beklenen iyileşti rmeyi verebilmesi için daha
fazla ekonomik güce ve zamana ihtiyaç vardır. Bu dönüşümlerde depremsellik, altyapı, yoğunluk, üretim, güvenlik, eği tim ve
çevre ile ilgili önceliklerin bir bütün olarak ele al ındığı tümleşik bi r yaklaşım izlenmelidi r.
58
Tablo . Dünyanın en kalabalık şehirleri
Sıra Şehir Nüfus Nüfus
yoğunluğu
(/km2)
Ülke
1 Shanghai 17,836,133 6,845 China
2 Karachi 12,991,000 3,683 Pakistan
3 Mumbai 12,478,447 20,694 India 4 Beijing 11,716,000 7,400 China
5 Moscow 11,551,930 10,588 Russia
6 São Paulo 11,316,149 7,383 Brazil 7 Tianjin 11,090,314 1,494 China
8 Guangzhou 11,070,654 2,881 China
9 Delhi 11,007,835 7,877.9 India 10 Seoul 10,575,447 17,473 South Korea
11 Shenzhen 10,357,938 5,201 China
12 Jakarta 9,588,198 14,476 Indonesia 13 Tokyo 8,887,608 14,400 Japan
14 Mexico City 8,873,017 5,973 Mexico
15 Istanbul 8,803,468 7,166 Turkey
16 Kinshasa 8,754,000 4,342 D. Rep. of the Congo 17 Bangalore 8,425,970 11,876 India
18 Dongguan 8,220,237 3,335 China
19 New York City 8,175,133 10,356 United States 20 Lagos 7,937,932 7,938 Nigeria
21 London 7,825,200 4,863 United Kingdom
22 Lima 7,605,742 2,848 Peru 23 Bogotá 7,467,804 4,697 Colombia
24 Tehran 7,241,000 10,359 Iran
25 Ho Chi Minh City 7,162,864 3,419 Vietnam 26 Hong Kong 7,108,100 6,415 Hong Kong
27 Bangkok 7,025,000 4,478 Thailand
28 Dhaka 7,000,940 19,447 Bangladesh 29 Hyderabad 6,809,970 10,958 India
30 Cairo 6,758,581 17,190 Egypt
31 Hanoi 6,451,909 1,943.4 Vietnam
32 Wuhan 6,434,373 7,242 China 33 Rio de Janeiro 6,323,037 5,349 Brazil
34 Lahore 6,318,745 3,566 Pakistan
35 Ahmedabad 5,570,585 27,307 India
59
36 Baghdad 5,402,486 4,064 Iraq
37 Riyadh 5,188,286 6,485 Saudi Arabia 38 Singapore 5,183,700 7,276 Singapore
39 Santiago 5,012,973 2,469 Chile
40 Saint Petersburg 4,868,520 3,480 Russia
41 Chennai 4,681,087 26,903 India 42 Chongqing 4,513,100 3,145 China
43 Kolkata 4,486,679 24,252 India
44 Surat 4,462,002 13,666 India 45 Yangon 4,350,000 6,828 Myanmar
46 Ankara 4,223,398 1,551 Turkey
47 Alexandria 4,110,015 1,611 Egypt 48 Shenyang 4,101,197 1,173 China
49 New Taipei City 3,910,086 1,905 Republic of China
50 Johannesburg 3,888,180 2,364 South Africa 51 Los Angeles 3,792,621 2,940 United States
52 Yokohama 3,680,267 8,414 Japan
53 Abidjan 3,660,682 1,728 Côte d'Ivoire 54 Busan 3,600,381 4,666 South Korea
55 Cape Town 3,497,097 1,424 South Africa
56 Durban 3,468,086 1,513 South Africa
57 Jeddah 3,430,697 2,789 Saudi Arabia 58 Berlin 3,424,764 3,842 Germany
59 Pyongyang 3,255,388 1,019 North Korea
60 Madrid 3,213,271 4,604 Spain 61 Nairobi 3,138,369 4,509 Kenya
62 Pune 3,115,431 6,913 India
63 Jaipur 3,073,350 6,337 India 64 Casablanca 3,027,000 9,342 Morocco
Not: Dünyadaki en yüksek nüfuslu şehirlerin sıralaması, bir şehrin yönetsel sınırları (şehir dışından ayrılmış kentsel mekan) içinde yaşayan nüfus (the population of a city proper) kavramına göre belirlenmiştir.
New York City
Yetersiz Tarımsal Uygulamalar
Doğal bi r ekosistemde, toprak yüzeyi ölü bi tkilerle kaplıdır. Bunlar ayrışır ve toprağa ka tılan zengin humuş oluşur. Tarım
alanlarında, ekinler hasat edili r ve bi tki kısımlarının çoğu tarlalarda uzakaştırıl ır. Böylece, tarım ürünlerine geçen toprak taki
bitki besin maddeleri tarlalardan uzaklaştırılır. Bu bi tki besin elementleri geri geti rilmezs e, toprağın verimsizleşi r ve ürün
verimi azalır. Geçmişte bu meydana geldiğinde, sad ce verimsiz bi r toprak örtüsünün geride kaldığı tarlalar terk edilirdi.
Tarlalar bi tki örtüsünden yoksun kaldığında, kuvvetli yağmur veya rüzgarlar üst toprağı taşyıp uzakl aştırabilmektedir. Pek çok
alanda, s ığır ve koyun sürüleri ile aşırı otlatma otlakları bi tki örtüsünden yoksun bırakmaktadır. Toprağın aşınımını önleyen
en önemli etkenlerden biri de toprağın organik madde içeriğidi r. Toprak tenelerini bi r arada tutan ve t oprağın su tutma
kapasitesini önmeli ölçüde arttıran organik maddeler, toprağa, üzerindeki bi tki örtüsünden eklenmektedir. Bitki örtüsüsnün
tarımsal üretim ve otlatma ile sürekli uzaklaştırılması toprağın organik madde içeriğini azal tmakta ve erozyona duya rl ı hale
geti rmektedir.
60
Kirlenme
Çevreye eklenen herhangi bi r şeyin, onu canl ılar için daha az uygun yapmas ına “kirlenme” denir. Çevrenin ki rlenmesi nüfus
artışı ve endüstriyel geli şme ile artmaktadır. Taşıtlardan, katı yakıtların yanmasından çıkan gazsal atıklar ve endüstriyel gazlar
havayı ki rletmektedir. Akarsu ve nehirlere akıtılan kirli su ve endüstriyel atıklar suyollarını ki rletmektedir. Toprak, genellikle
endüstri ve insan faaliyetlerinden kaynaklanan çok büyük miktarlardaki katı atıklardan ki rlenmektedir. Bazı endüstriyel
atıklar yüksek derecede zehirli olmaktadır.
İnsanla bi rlikte diğer canlıların yaşamaları üç temel maddeye bağlıdır. Bunlar hava, su ve topraktır. Özellikle su ve hava
yaşam için en gerekli maddelerdir. Yaşam için gerekli olan bu maddeler, doğal olarak insanların en çok etkileşim içinde
oldukları maddelerdir. Zaten yaşadığımız tüm çevre sorunları temelde bu üç maddenin kullanılmasından kaynaklanmaktadır.
Diğer ki rlenme çeşi tleri yine bu üç temel maddenin ayrı ayrı veya birlikte k ullanılmasından kaynaklanmaktadır.
Dünyamızın değişik yerlerinde değişik tütden çok büyük çevre sorunları yaşanmaktadır. Burada insanın yaşamı ve
geleceği için çok önemli olan temel sorunlardan ve bunların etkilerinden bahsedilecekti r. Bunlar hava, su ve toprak ki rliliği,
radyoakti f ki rlilik, toprak erozyonu, ozon kaybı, asi t yağmurları ve iklim değişiklikleri gibi insanın geleceğini ilgilendiren çevre
sorunlarıdır.
Sağlıklı bi r su ekosistemi Tehdit altındaki ekosistem Yıkıma uğramış bi r ekosistem
61
SU KĠRLĠLĠĞĠ
Antik Mısır Büyük Mısır Uygarlığının ihtişamlı yaşamının çizgileri “Çalmadım, öldürmedim, suları kirletmedim” (I have not stolen, I have not killed; I have not laid waste the plowed land, nor trampled down the fields. I have never fouled the water, nor have I polluted the land. (Ancient Egyptian Wisdom from The Book of The Dead) )
Doğal Suların Özellikleri
Suyun Fiziksel Özellikleri
Günlük yaşantımızda karşılaştığımız sular değişik cins ve miktarlarda safsızlık içeri r. Suyun kaynağına göre , i çerdiği maddeler
değişi r. Suyun özellikleri ve davranışı saf sudan farklıdır. Doğal sulardan, saf suya en yakın olanlar yağmur ve kar sularıdır.
Ancak hava ki rliliğinin yoğun olduğu bölgelerde bunu söylemek zordur.
Saf su renksiz ve kokusuzdur. Suları renkli gösteren içerdikleri maddelerdir. Geçiş metallerinden özellikle Fe, Mn ve Cr
bileşiklerinin suda bulunması suyun renkli görünmesine neden olur. Suyun kokusu ve tadının kaynağı sularda çözünen
inorganik ve organik maddeler ile çeşi tli mikroorganizmalardır. İçme suyunda koku istenmez, ancak lezzet istenir. Genellikle
amonyak, sülfürler, siyanürler, fenoller, serbest klor, petrol atıkları, bi tkisel ve hayvans al atıklar suya istenmeyen kokular
veri rler.
İçme sularında bulanıklık is tenmez, berrak olmas ı istenir. Çözünen madde miktarı iletkenlikle doğru orantıl ıdır. Maden
suları iletkenlikleri en fazla olan sulardır. Suyun +4°C ‘deki yoğunluğu 1 g/ml’di r. Su donduğunda yoğunluğu azalır ve 0,9 g/ml
olur. Donan kısmı, suyun üzerinde yüzer.
Suyun Kimyasal Özellikleri
Doğal suların pH’s ı i çerdikleri maddelere göre değişi r. Normal suların pH’sı genellikle 6,5 – 7,5 aras ında değişir. Asit
yağmurlarında pH’nın 2,3’e düştüğü görülmüştür. Yer altı sularında pH’yı, daha fazla çözündüğünden CO3-2, HCO3
-2, CO2
beli rler. Ayrıca , çözünmüş Fe +2, Mn+2, Cr+3 iyonları sulara asi tlik sağlar. Sularda Mg+2 ve Ca +2 iyonları sertliğe neden olur.
Suların sertliği FS: 10 mg CaCO3 /L, AS: 10 mg CaO /L olarak bi rimlendirilir.
Sularda ana bileşen olarak Ca +2, Na +; Mg+2; K+, Cl -, SO4-2, HCO3- iyonları bulunur. Ayrıca Fe, Cu+2, Mn, Ni , Zn, Co, Cd, Cr,
Pb, Hg, Be; Al , As , Se, Rb, Li , I , PO4-3, NO3-, B, CN-, H2S ve pestisitler eser miktarda bulunabilir.
62
Gaz Çözünürlüğü
Gazlar temas ettikleri s ıvılarda genelde yapıs ı bozulmadan moleküler halde çözünürler. Çözünme miktarları s ıcaklığa ve
bas ınca bağl ıdır. Gazların s ıvılardaki çözünürlükleri Henry Yasası ile verili r. Gazların s ıvılarda yoğunlaşarak sıvılaşmaları
ıs ıalan bir tepkime gerekti rdiğinden s ıvılaşmazlar. Gazların s ıvılarda çözünmeleri ıs ıveren bir i şlem olduğundan tercih edilen
bir olaydır. Bu nedenle s ıcaklık arttıkça çözülmeleri azal ır. Is ıtılan sudan gaz kabarcıkla rının çıkmas ı s ıcaklık artışıyla
çözünmenin azalmasına örnekti r. Soğuk sularda çözünmüş oksi jen miktarı, ılık sulardakinden daha fazladır. Gazların
sıvılardaki çözünürlüğü ile sıcakl ık ilişkisi Klapeyron denklemi (Log C2/C1= ( H/2,303 R) (1/T1-1/T ) ile verili r.
Bir gazın s ıvı i çindeki çözünürlüğüne basıncın etkisi, sıcakl ığın etkisinden çok daha fazladır. Bi r gazın çözünürlüğü gaz
bas ıncıyla doğru orantıl ı olarak artar. Bu Henry Yasası olarak bilinir ve C=k.Pgaz
ve Pgaz
= Xgaz
. k şeklinde i fade edilir. Henry
yasası yüksek basınçlarda ve gazın sıvıda iyonlaşması ya da tepkimeye gi rmesi durumlarında geçerli değildi r. Bazı gazlar
düşük, bazıs ı ise daha yüksek gaz basıncında çözünürler.
Su Kirliliğinin Kaynakları
Yeryüzündeki sular güneş enerjisi ile yürüyen sürekli bi r döngü içindedir. İnsanlar, tüm gereksinimleri i çin, suyu bu
döngüden al ır ve kullandıktan sonra geri veri rler. Suya, bu döngü s ırasında, doğal yapıs ında bulunan değişik maddelere ek
olarak, özellikle insanların çeşi tli amaçlar için kullandıkları s ırada, değişik maddeler karışmaktadır. Böylece suyun fi ziksel,
kimyasal ve biyolojik özellikleri değişmektedir.
Suyun emme, taşıma ve çözme özellikleri vardır. Atmosferdeki su buharının yoğunlaşması sıras ında bazı gazlar
emilmektedir. Yer yüzeyinde ve yer al tında kaya çların ve toprakların özelliklerine göre suya çeşitli organik ve inorganik
maddeler karışmaktadır. Suya karışan bu maddeler, suyun kokusunu, rengini ve berrakl ığını beli rlemektedir.
Su kaynakları evsel , endüstriyel ve tarımsal faaliye tlerden olumsuz yönde etkilenmektedir. Özellikle sanayi atıklarının
ve evsel atıkların doğrudan veya dolayl ı olarak akarsu, göl ve denizlere boşal tılması, çarpık kentleşme, tarımda mücadele
ilaçları ve aşırı gübre kullanılması, deniz taşımacılığı ve deniz kazaları suların ki rlenmesine neden olan başl ıca faaliyetlerdir.
Bunlara ek olarak asi t yağmurları, foseptik ve çöplüklerdeki sızıntılar gibi etkenler de yer altı ve yer üstü su kaynaklarını
kirleterek su kalitesini bozmakta ve çevreyi olumsuz yönde etkilemektedir.
Dünyanın her tarafında, evlerde ve endüstride her gün çok büyük miktarlarda su kullanılmaktadır. Ancak, sağlanan
suyun çoğu ki rlenmiş olmaktadır. Su ki rliliğinin başl ıca kaynakları ve kirleticilerin bilinen en önemli etkileri aşağıda
değerlendirilmişti r.
Su ki rliliğinin kaynakları aşağıdaki şekilde sıralanabili r.
· Sanayi kuruluşları
· Enerji üretim santralleri
· Tarımsal faaliyetler
· Nüfus artışı ve kentleşme
· Turizm
· Deniz taşımacılığı ve deniz kazaları
· Foseptikler ve çöplükler
· Asit yağmurları
· Hayvansal atık üreten tesisler
63
· Erozyon
Su ki rliliği kaynaklardan su ortamlarına verilen ki rleticiler, aşağıdaki şekilde özetlenebilir (Topbaş ve diğerleri , 1998).
Tuzluluk (kalsiyum, magnezyum, sodyum, sül fat ve klörürler)
Zehirli gazlar (Karbondioksi t, kükürtdioksit, hidrojen sülfür vb.)
Azot ve fosforun yol açtığı ki rlilik
Ağır metaller ve i z elementler (Kurşun, demir, arsenik, çinko, cıva , mangan, nikel , kobalt, vb.)
· Zehirli organik bileşikler
Siyanürler
Petrol türevleri
Tarımsal mücadele ilaçları (Pestisitler)
Gübreler (Doğal ve yapay)
Deterjanlar
· Çözünmüş organik maddeler (Bi tki ve hayvan atıkları)
· Patojenler (Hastal ık yapan bakteri ve vi rüsler)
· Askıda (süspansiyonal) katı maddeler (Mineral ve organik kökenli)
· Radyoakti f ki rle ticiler
Başlıca Su kirleticileri
Doğal Organik Kirleticiler: Pek çok “organik atıklar” bi tki ve hayvan kökenli materyallerdir. Bu materyaller çoğunlukla
biyolojik olarak parçalanabilirler, yani bakteriler ve diğer ayrıştırıcı organizmalar tarafından da ha küçük maddelere
yıkılabili rler. Kanalizasyon ağları ile konserve, şeker, bi ra , et ürünleri ve kağıt fabrikalarının atıkları su yollarındaki organik
materyallerin en büyük kaynaklarıdır. Organik atıklar küçük miktarlarda suya verildiklerinde, bakteri ve diğer ayrıştırıcı
organizmalar onları parçalayarak, suyu temiz tutabilirler. Ancak bu materyallerin yıkımı sudaki oksi jeni tüketi r. Lağım ve di ğer
organik artıklar büyük miktarlarda bulunduklarında, suyun oksijen içeriği önemli derecede azalır. Bu, balıkl arı ve diğer türden
sucul organizmaları öldürür.
Bazı organik artıklar bitki besin maddeleridi rler. Bu maddeler büyük miktarlarda bulunduklarında, alglerin ve sucul
bi tkilerin gelişmesini uyarırlar. Göllerde, bu besin maddelerinin bulunması sükeseyon süre cini hızlandırır. Organizmalar
öldükçe, materyaller göl tabanına eklenir ve derinlik azalır. Kıyıdaki bu gelişme gölün boyutlarını küçültür. Bu aşırı besle nme
ve üretim artışı durumu olan devirsel işleme “ötrofikasyon” (eutrophication) denir.
Kullanılmış suların alıcı ortamlara verilmesi sonucunda ortaya çıkan en önemli sorunlardan biri de bu aşırı beslenmedir.
Bu besin maddeleri bazen alg populasyonlarında aşırı bi r gelişmeye neden olur. Sadece en üstteki alg katmanı yeterli ışık ve
oksijen alır ve daha aşağı katmanlar ölür. Bu materyallerin ayrıştırılmasıyla göl suyunun oksijen içeriği azal ır, bu da diğer canlı
formları öldürür.
Fotosentez yapma yeteneğine sahip mikroskobik veya makroskobik boyutlardaki ototrof (kendibeslek) canlılar, “ alg”
olarak adlandırıl ır. Bunlardan suda serbest olarak hareket edenlere “fitoplankton” denir. Büyük bir bölümünü plankton
ağlarıyla tutulabilen tek hücreli diatoma ve dinoflagellatlar oluşturur. Daha küçük boyutlardaki fi toplanktonik organizmalar
nanoplankton (2-20 m ) ve picoplankton (0.2-2 m) olarak; daha büyük boyuttakiler ( 200 m) ise mesoplankton,
64
macroplankton ve megaplankton olarak adlandırılırlar.
Akarsuların içerdikleri organik öğeler, al ıcı ortamlarda bakteriler aracıl ığı ile ayrıştırıl ır. Bu ayrışma başlangıçta aerobik
(oksi jenli) koşullarda oluşur ve sulardaki çözünmüş oksijen, bakterilerin metabolik faaliyetleri i çin tüketilir. Tüketilen oksijen,
atmosferle su arasındaki ara kesitte gerçekleşen gaz aktarımı ile yeniden kazanıl ır ve “doğal arıtma” olarak adlandırılan bu
döngü kararl ı bi r halde sürer. Aerobik ayrışma kesintisiz olarak devam edebildiği sürece, organik maddeler çevresel açıdan
bir sorun teşkil etmemektedir. Çünkü bu tepkimelerin son ürünleri su ki rliliğine neden olmamaktadır.
Bakterilerin çoğu aerobikti r, hücresel solunumu yürütmek için serbest oksijene gereksinimleri vardır. Seçimli
anaeroblar denilen bazı bakteriler serbest oksijenin varl ığında da yokluğunda da yaşayabilirler. Oksijenin varlığında aerobik
solunumla ya da oksijenin yokluğunda fermantasyonla enerji sağlarlar. Diğer yandan diğer bakteriler oksi jenin varl ığında
yaşayamazlar. Bunlara zorunlu anaeroblar denir. Bu bakteriler sadece fermantasyondan enerji sağlarlar. Bu grubun bir üyesi,
Clostridium botulinum, besin zehirlenmesinin en tehlikeli çeşidi , botulisme neden olur. C. botulinum uygun olarak sterilize
edilmemiş konserve besinlerde gelişi r. Botulisme bu bakteriler tarafından üretilen toksinler neden olur.
Fermantasyon s ırasında, farklı bakteri grupları çok büyük çeşi tte organik bileşikler üreti rler. Etil alkol ve laktik asi tten
başka, bakteriyal fermantasyon asetik asi t, aseton, butil alkol, glikol , bütirik asit, propiyonik asit ve doğal gazın temel b ileşeni
metan üretebili r.
Anaerobik mikroorganizmalar da sularda bulunan organik maddeyi tüketmekle bi rlikte, metabolizmaları, aerobik
metabolizmaya kıyasla çok farkl ı özellikler gösteri r. Anaerobik tepkimler sonucunda, amonyak (NH 3), metan (CH4) ve hidrojen
sülfür (H2S) gibi yarı stabil son ürünler açığa çıkar. Özellikle hidrojen sülfü r (çürük yumurtaya benzer kokusu ile) anaerobik
ayrışmanın en belirgin göstergesidi r. Anaerobik ortamda bal ık ve diğer yüksek organizasyonlu canlıların yaşaması mümkün
olmadığı gibi , oksijensiz sular içme ve kullanma suyu sağlama, rekreasyon gibi kullanım amaçlarına da uygun değildir.
Doğal arıtım Ötrofikasyon
Azot ve Fosfor: Azot bileşikleri, su ki rliliği açısından ötrofikasyon, oksi jen bilançosunun etkilenmesi ve i çme sularındaki
toksikolojik sorunlara neden olur. Belli konsastrasyonların üzerinde amonyum, ni trat, nitri t, protein ve organik azot canl ılara
toksik etki yapabili r. Bu azot bileşiklerinin dinamik bi r şekilde N2 gazına dönüştürülmesi gerekir. Doğadaki azot döngüsü Şekil
2.18’de şematik olarak gösterilmişti r. Sudaki amonyum ve serbest amonyak dağılımı üzerinde pH ve s ıcakl ığın etkisi Şekil
2.19’da gösterilmişti r. Toprak-tahıl sisteminde azot döngüsü ise Şekil 2.20’de göste rilmişti r.
Azot bileşikleri su ortamlarında ötrofikasyona neden olmaktadır. Yüzeysel su ortamlarında birincil üretimi
sınırlayabilecek etkenler azot ve fosfordur. Doğaya verilen azotlu bileşikler giderek artmakta, ni trifikasyon ve denitri fikasyon
65
işlemleri doğal koşullarda bu bileşikleri ayrıştırmada yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle doğada organik ve inorganik (NH 4,
NO3) azot bileşikleri artmaktadır. Su ve topraktaki bu azot bileşiklerini gidermek için arıtma sistemleri kullanılmaktadır.
İçme suyunda azot bileşiklerinin bulunması halinde; amonyum, dağıtım şebekesinde bakteri gelişimine ve aşırı klor
tüketimine, ni trat bebeklerde mavi hastalığa (methemoglibinae), ni tri t ise asitik ortamlarda oluşturduğu ni trosaminler
(özellikle dimetilnitrosamin ve dietilnitrosamin) ve nitrosamidler aracıl ığıyla kanserojen etkilere yol açmaktadır.
Sulara verilen organik azot, amonyak ve ni tri t biyolojik süreçler aracıl ığı ile ni trat şeklinde yüksel tgenebilmektedir. Bu
tepkimelerde tüketilen oksijen önemli miktarlara ulaşabilmek tedir. Arıtma tesislerinde tam nitri fikasyon uygulanmadığı
takdirde, bu sularda mevcut olan amonyak, alıcı ortamlarda önemli oksi jen tüketimine neden olabilmektedir. Günümüzde
gelişmiş ülkelerdeki arıtma tesislerinin hemen tümünde nitfikasyon kademeleri bulunmaktadır.
Fosfor döngüsü, sadece toprak ve suda cereyan eden bir çevrimdir. Atmosferdeki fos for bileşikleri yok denecek kadar
azdır. Su ortamında fosfor döngüsü Şekil 2.22’de gösterilmişti r. Toprak ürün sisteminde fosfor döngüsü Şekil 2.23’de
gösterilmişti r. Fosfor, doğada ya mineral (Ca 3 (PO4)2, K3PO4 vb.) ya da organik bağlı olarak (nükleik asitler, ATP, fos folipidler)
bulunur. Organik fosfor bileşikleri, biyolojik faaliyetler ile parçalanarak ortama fos fat (PO 4) veri rler. Bu fos fat, ya mineralize
ola rak doğaya katıl ır ya da organizmalar tarafından tutulur. Biyolojik olarak fosfat tutulması iki şekilde olur. Ya fos fat
organizmaların yapısına assimile olur (nükleik asi t, fosfolipid, ATP vb.) ya da poli fosfat halinde bazı organizmalar tarafından
(Acinetobacter sp.) hücre içinde PHB olarak bi riktirili r. Polifos fat bi rikti ren bu organizmalar gübre katkı maddesi olarak
kullanılabilir.
Sucul sistemlerde fos for, bu ortamlarda mevcut olan çok yönlü ve karmaşık kimyasal ve biyokimyasal dengelerin
anahtar elemanlarından biridi r. Sularda fosfor çeşi tli fosfat türleri şeklinde bulunur ve doğal ortamlarda gerçekleşen pek çok
biyokimyasal tepkimede yer al ır. Pek çok gölde, fosfor konsantrasyonunun çok az olduğu durumlarda bile, azot genellikle
yeterli düzeyde bulunmakta ve fotosentezle üretim yapan ototrof canl ıların biyokütle sentezini s ınırlayıcı eleman (Justus
Liebig’in minimum yasası’na göre) fosfor olmaktadır. Heterotrof mikroorganizmaların gelişiminde de fosfor önemli bi r role
sahipti r.
Yapay Organik Kirleticiler: Pestisitler, gübreler ve deterjanlar gibi çeşitli yapay organik maddeler sucul hayat için zehirlidi rler.
Gübreler ve deterjanlar aynı zamanda bi tki besinleri i çeri rler. Net etki, bi r ekosistemin doğal dengesini bozacak ve onu tahrip
edecek yöndedir.
Yapay organik maddeler suları büyük ölçüde ki rleti rler. Üretimleri her yıl bi r öncekine göre biraz daha arttığından ve
çevrede kolay parçalanmadıklarından, sadece sularda değil, genel olarak çevrede ciddi bi rer sorun haline gelmişlerdir. Doğal
sularda bulunan yapay organik maddeler su bakterileri tarafından biyolojik olarak parçalanamadıkları gibi , atık
madde işleme süreçlerinde de yıkılmazlar. Bundan dolayı sularda uzun süre kalırlar (plastikler, pestisitler gibi). Bazıları suya
kötü renk, koku ve tat veri rler. Bu durum o suda yetişen balık türlerini olumsuz yönde ve büyük ölçüde etkiler. Bazıları
(petrol atıkları, pestisitler gibi) çok düşük derişimlerde bile sucul yaşam için son derecede zararl ıdırlar.
Yapay organik maddeler denince akla ilk gelenler:
Petrol kökenli yakıtlar
Plastikler
Plastikleşti riciler
Elyaflar
Elastomerler
66
İlaçlar
Deterjanlar (Yüzey aktif maddeler, suyun yüzey gerilimini düşürürler)
Pestisitler (insektisitletr, herbisitler, fungisitler vb. )
Besin katkı maddeleri
Çözücüler
Yağl ı boyalar
Hastalık Oluşturan Organizmalar: Hastalık oluşturan mikroorganizmalar i şlem görmemiş lağım suları ve çiftlik hayvanlarının
atıklarından suya geçebilmektedir. Suya lağım bulaşması, Escherichia coli bakterisinin varl ığının test edilmesiyle
beli rlenebilmektedir. Bu organizmalar, diğer bulaştırıcı bakteriler ve vi rüsler gibi sıcakkanl ı hayvanların bağırsaklarında
yaşamakta ve onların atıklarında bulunmaktadır.
Patojenler, i çme ve kullanma sularına başl ıca kanalizasyon sularının temasıyla karışır. Ayrıca ürünlerin
kanalizasyon sularıyla sulanmasıyla da bulaşır. Su patojenik (hastal ık yapan) mikroorganizmalar
i çin iyi bi r taşıyıcıdır. Ti fo, kolera , dizanteri, çocuk felci (polio), sarılık (hepati t) gibi salgın hastalıkların mikropları
sularla taşınır ve yayıl ır. Bu nedenle kullanılan suların kalitesinin bakteriyolojik yönden s ık sık kontrol edilmesi gerekir.
Herhangi bi r yerden şehir suyuna karışan lağım suları kısa zamanda dağılır ve salgın hastal ıkların meydana gelmesine sebep
olur.
Şehir sularının kontrolü çok zor bi r iş değildi r. Çünkü böyle kontrollerde yukarıda sayılan salgın hastalıklara neden olan
her patojen ayrı ayrı aranmaz. Onların yerine, onların varl ığını gösteren indikatör bi r bakteri olan Escherichia coli bakterisi
(basili) aranır. Koli bakterisinin tespiti oldukça kolay ve kesindir. Öteki bakterilerin aranması asgari 24 saat sürer ve bu süre
içinde de bakteriler büyük ölçüde yayılmış olur.
Koli bakterileri insan sindirim sisteminde yaşar ve çoğalırlar. Bunların hastalık yapma özelikleri yoktur ve daima insan
dışkılarında bulunurlar. Bi r insandan her gün milyarlarca koli basili lağım sularına karışır. Bi r suda koli basilinin bulunması, o
suyun lağım sularıyla kirlendiğini gösteri r. Koli basillerinin doğal sularda yaşama ve çoğalma şansları hiç yoktur. Bunların
sularda tespiti , lağım sularının, şehir sularına ne zaman karıştığı hakkında da kaba bir fiki r veri r.
Lağım sularındaki organik maddeleri parçalayan her bakteri sağlığa zararl ı değildi r. Bunlar insan ve hayva n sindirim
sistemlerinde yaşayamazlar. Bi r ülkede, su şebekelerinin ve kanalizasyon sis temlerinin artmas ı, o ülkede salgın hastal ıkların
ve salgın hastalıklardan ölenlerin sayılarının azalması anlamına geli r.
İnorganik Kirleticiler: İnorganik kimyasal maddeler, madencilik ve diğer endüstriyel işlemlerle suyollarına boşal tılmaktadır.
Bu maddeler insanların kullanacağı suyun arıtma maliyetini yüksel ti rler. Bazı atıklar insanlar ve diğer hayvanlar için zehirli
olan metaller, özellikle cıva ve kurşun içeri rler. Su örneklerinin arıtılma derecesi spektrofotometre ile beli rlenir.
İnorganik madde atıkları da sula rı önemli ölçüde ki rleti r. Bu atıkların başlıcaları:
a) Tuzlar
b) Metaller
c) Mineral asitler ve
d) Minerallerdir.
Bunların sudaki etkileri başlıca üç gruba ayrıl ır:
67
1) Asi tliğin artmas ı
2) Tuzluluğun artması
3) Toksikliğin (zehir etkisinin) artması
Biyolojik Büyütüm: Cıva, kurşun ve bazı pestisitler suyollarına boşal tıldığında, önce küçük sucul bitkiler ve alglerde
toplanırlar. Bunlar bi rinci-düzey tüketiciler tarafından yenir. Bu tüketiciler tarafından yenen bitki ve alg miktarları çok fazla
olduğundan, zehirli maddeler vücutlarında biriki r. Besin ağında, daha büyük ikinci -düzey tüketiciler pek çok birinci -düzey
tüketicileri yerler. Böylece zehirli maddeler ikinci -düzey tüketicilerin vücudunda daha yüksek konsantrasyonlarda biriki r.
Besin ağı ilerledikçe, daha yukarı düzeydeki tüketiciler, daha fazla miktarlarda zehirli madde birikti ri rler. Bu i şleme “ biyolojik
büyütüm” (biological magnification) denir. Derişimin en yüksek olduğu, besin ağının son basamağındaki hayvanlar, pestisit
veya diğer kimyasallardan en çok zarar görürler. Bazı durumda bu son basamak, insanlar olmaktadır. Beslenmelerinde büyük
oranda bal ıketine bağl ı olan Japonya’da yaşayan insanlar, okyanusa boşal tılan cıvadan kaynaklanan cıva zehirlenmelerinden
zarar görmektedirler. Biyolojik büyütüm nedeniyle, avlanan büyük bal ıkların etinde yüksek derişimlerde civa bulunur.
Biyolojik büyütüm işleminde, DDT konsantrasyonları besin ağında
68
daha yukarıdaki organizmalarda giderek artar.
Termal Kirlenme: Akarsu ve nehirlerde su sıcaklığının değişmesi burada yaşayan balık ve diğer organizmaları
öldürebilmektedir. Bu çeşi t ki rlenmeye termal kirlenme denir ve suyun bir akarsudan alınıp çeşitli tipteki endüstriyel
donanımların soğutulmasında kullanılması ile meydana geli r. Soğuk nehir suyu, fabrikanın sıcak su dolu borularına bi tişik
borulardan geçirilir. Isı sıcak sudan soğuk suya aktarılır ve böylece ısınmış nehir suyu suyoluna geri ve rili r. Canlı
organizmalara olan dolaysız etkilerine ek olarak, ıs ınmış nehir suyu, soğuk sudan daha az oksijen taşır. Özellikle nükleer gü ç
santralleri soğutma için büyük miktarlarda su gerekti ri rler.
Su ki rliliğinin diğer çeşi tleri yağ döküntüleri ve radyoakti f atıkların bulunması ile ilgilidi r. Yağlar, çok çeşitli bakterileri
öldürseler de, sucul yaşamın tüm formları i çin zehirlidi rler. Su kuşları yağları kanatlarından temizlemeye çalışırken
yuttuklarında ölürler. Radyoaktif atıklar nükleer reaktörlerde, madencilikte ve radyoakti f materyallerin i şlenmesinde
üretili rler. Oldukça küçük miktarlarda radyoaktivi teye maruz kalmak zararl ı olabilmektedir.
3-5 Akarsu Kirliliği
Bitki ve hayvan yaşamı yönünden ekolojik dengenin korunduğu akarsular, sağlıklı aka rsulardır. Akarsuyun
kirlenmesinde, ona karışan ki rletici maddelerin cinsi ve miktarı ile akarsuyun hidrolojik özellikleri , özellikle akarsuyun debisi
önemlidi r.
Diğer bütün al ıcı ortamlarda olduğu gibi akarsularda da, doğal bir arı tım i şlemi olur ve her akarsu ki rlilikten önceki
durumuna ulaşmaya çal ışır. Bu işleme, öncelikle akarsuyun özellikleri ile bölgenin iklimi, topografik yapıs ı ve suyun sıcakl ığı
etki etmektedir.
Bir akarsuya aynı miktarda verilen ki rletici , suyun fazla olduğu zamanlarda daha az, akışın düşük olduğu dönemlerde ise
daha çok ki rlilik yaratır. Bu nedenle yaz kurakl ığı yaşayan bölge akarsularında ki rlilik derecesi yazın fazladır.
İnsanoğlunun çeşi tli etkinlikleri nedeni ile hem tür sayıs ı, hem de tür çeşi tliliği azalmaktadır. Bazı ara ştırmalar kirlilik
derecesini ölçerken, ki rliliğin tür çeşitliliğine yans ıyan etkilerinin saptanması yöntemini kullanmışlardır. Böyle bi r çalışma
örneği Şekil 3-1de verilmişti r. Temiz bi r nehirde çeşitli tür toplulukları bulunur. Bu türlerin bi rey sayıları birbirleriyle az çok
dengededir. Akarsu kirlendikçe, bazı türler ortadan kalkmakta, kalan tünlerin bi rey sayıları ise artmaktadır.
69
3-6 Yer Altı Suyu Kirliliği
Yeral tı suyu ki rliliğini yüzeysel sular ve toprak ki rlenmesi ile bi rlikte ele almak ve incelemek gerekir. Yağış sonrası
yeryüzündeki ki rlilik hızlı bi r biçimde artmaktadır. Organik ve inorganik maddeler, hayvansal ve bi tkisel artıklar, doğal ve
yapay gübreler, tarımsal mücadele ilaçları ve mikroorganizmalar suyla bi rlikte yer al tına inmektedir.
Yeral tı suları, daha çok evsel ve endüstriyel atıkların arıtılmadan çevreye verilmesiyle ki rlenmektedir. Bu katı, s ıvı ve gaz
atıkların yeral tı sularına taşınmas ı yörenin iklimine, jeolojik yapısına , topografik duruma ve atığın cins ve miktarına bağlıdır.
Yeral tı sularından genellikle içme ve kullanma suyu olarak faydalanılmaktadır. Çünkü bu sular diğer sulara göre hem
bakteriyolojik yönden daha güvenlidi r hem de arıtılması yüzey sularından daha kolaydır. Ancak yeraltı suları yüzeysel sulara
göre ki rlenmeye karşı daha duyarlıdır. Özellikle toksik maddelerle önemli derecede ki rlenen yeraltı suları uzun sure
kullanılamaz duruma gelebili r. Çünkü hareketleri çok sınırl ı olan yeraltı sularının taşıma güçleri, değişim ve seyrel tme
kapasiteleri düşüktür.
Sulak alan Aquiferler ve su kuyuları
Yeral tı su ki rliliğinin bi rçok nedenleri ve kaynakları vardır. Bunların başlıcaları şunlardır. Tarımsal mücadele ilaçlarının
aşırı ve bilinçsiz kullanımı. Evsel atıkların doğrudan toprağa verilmesi. Foseptik çukurlarından ve açık alanlarda depolanan
çöplerden sızan ki rli suların yeral tı suyuna karışması ve kıyılarda deniz suyunun yeral tı suyuna karışmasıdır.
Aquifer, bir su kuyusu kullanarak yeral tı suyunun çekilebileceği , geçi rgen kaya cın veya çakıl , kum veya toz gibi bağl ı
olmayan materyalin taşıdığı ıslak bi r yeral tı su katmanıdır. Aquiferlerde suyun akışı ve aquiferlerin karakterizasyonunu
70
araştıran bilim dal ına hidrojeoloji denir. Aquiferler çeşi tli derinliklerde bulunabili r. Yüzeye yakın olanlar su sağlama ve s ulama
i çin daha az uygun olmanın yanında aynı alana düşen yağmurla doldurulmaya da daha eğilimlidi r.
Pek çok çöl alanlarının içinde veya yakınlarında yer al tı suyu kaynakları olarak yararlanılan ki reçtaşı tepeler veya dağlar
vardır. Kuzey Afrika ’da Atlas Dağların ın bazı bölümlerinde, Lübnan ve Suriye’nin Anti-Lübnan düzlüklerinde, İs rail ve
Lübnan’da, Umman Jabel Akhdar’da, Sierra Nevada’nın bazı bölümlerinde ve ABD’nin Güneybatı düzlükleri civarında suyun
sağlandığı yüzeysel aqui ferler vardır. Aşırı kullanım, sürdürülebili r uygun yararlanın aşılmasına naden olmakta, örneğin ikmal
edilebilecek olandan daha fazla su çekilmektedir. Libya ve İs rail gibi bazı ülkelerin sahillerinde, nüfus artışının taşıma
kapasitesinin üstüne çıkması, su seviyesinin alçalmasına ve sonunda yer altı suyunun denizin tuzlu suyu ile bulaştırılmasına
neden olmaktadır.
Sahillerde deniz suyunun yeraltı suyuna karışması
3-7 Deniz Kirliliği
Dünyada bulunan suyun yaklaşık %97’si denizlerde toplanmıştır. Bu nedenle kirleticiler için en büyük alıcı ortam
denizlerdir. Akarsuların, yer al tı sularının ve bi r kıs ım göllerin suları da sonuçta son alıcı ortam olan denizlere karışmaktadır.
Denizlerin ki rlenmesine neden olan ki rleticiler, deniz kıyılarındaki yerleşim birimlerinden ve endüstri tesislerinden
doğrudan verilebildiği gibi, başka yerlerden akarsularla ve rüzgarlarla da taşınmaktadır. Ayrıca denizler üzeninde yapılan
çeşi tli insan faaliyetleriyle (ulaşım, taşımacıl ık, petrol çıkarma) ve atmosferdeki çeşi tli ki rleticilerin yağışla bi rlikte yeryüzüne
inmesiyle de ki rlenmektedir.
Denizlere karışan ki rletici maddeler dolaylı ve dolays ız olarak, insan dahil bütün canlıların yaşamını büyük ölçüde
71
etkilemektedir. Özellikle denizel ekosistemlerdeki yaşamsal öğelerin, denizdeki doğal ki rlenmeden denizin savunma
mekanizmasının çok güçlü olması nedeniyle fazla etkilenmezler. Ancak insan faaliyetleri sonucu doğal dengenin bozulması
durumunda denizel ekosis temler, kendisini koruyamadığından ve yenileyemediğinden deniz ki riliği ortaya çıkmaktadır.
Denizlerde bir veya birkaç fitoplankton tününün ani artışı sonucu yoğunluklarının artması nedeniyle deniz suyunun
rengi kırmızı veya kahverengi bi r görünüm alır. Bu olaya kızıl akın (red-tide) adı verilir. Kırmızı dinoflagellatların bazıs ı zehirli
maddeler üreti rler. Bazen, bu organizmalar pek çok balığı öldüren “kızıl akın” meydana geti ren, bi r populasyon patlaması
geçi ri rler.
Fototrofik protis tler algleri kapsarlar, genel bi r ifade ile kara bi tkileri dışında bütün oksijen gelişti ren fotosentetik
organizmaları i çeri rler. Bu çeşi t protistle r üç şubede yer alırlar. Bu Şubeler Euglenophyta -Euglenoidler, Chrysophyta-Sarı-Yeşil
ve Kahverengi Algler ile Diatomlar ve Pyrrophyta -Dinoflagellatlar’dır.
Kızıldeniz’de kızıl akın (red tide)
Kızıl akın olayının çoğunlukla yöresel ve mevsimsel olduğu ve genellikle az derin sahil sularında veya nehir ağzına yakın
yerlerde olduğu saptanmıştır. Kızıl akın oluştuğu sırada, ortamda özel ekolojik koşullar geliştiğinden ortam biotası üzerinde
olumsuz etkilere neden olduğu saptanmıştır. Bu nedenle organizmalar genel olarak kırmızı sul u ortamdan kaçarak normal
kuşaklara yönelir. Bazı hallerde bu kaçma hareketi gerçekleşti rilemeyerek kütlesel ölüm olayları meydana geli r . Örneğin,
sahillerde izlenen Balık Kırılması olayı bunun tipik örneğidir.
Kızıl akın olayında, canlıların ölümüne neden olan etkenlerin başında, kızıl akını oluşturan organizmaların bir veya
72
birkaç toksik madde üreterek ortama vermeleri, su viskozi tesinin artması ve bunun sonucu olarak solunum, hareket ve besin
sağlama işlevlerinin zorlaşması, anaerobik yıkım (sonuçta H 2S serbest kalır) olayları görülebilmektedir.
Monaco Akvaryumu’nda 1984 yıl ında yanl ışl ıkla Akdeniz’e dökülen ve “katil yosun” denilen Caulerpa taxifolia adlı alg
türü Güney Avrupa sahillerinde sinsice ilerleyişini sürdürmektedir. Bu algin kontrolsüz yayıl şı bölgedeki ekolojik dengeyi
önemli ölçüde tehdit etmektedir.
3-8 Göl Kirliliği
Kirlenmeye karşı en duyarl ı alıcı su ortamı göllerdir. Çünkü göllerde, akarsulara göre akış sınırlaması vardır. Onun için
ki rlenmenin nedenleri ve boyutları daha farkl ıdır. Göllerin ki rlilik kaynakları göl kıyısındaki yerleşim birimleri ve endüstri
tesislerinin atıkları ile akarsularla taşınan çeşi tli maddeler ve ki rleticilerdir. Ayrıca atmosferdeki ki rleticiler de çeşitl i
nedenlerle göl sularının ki rlenmesine neden olmaktadır.
Aral Gölünün yok oluşu
Özellikle dışa akışı olmayan havzalardaki göllere akarsularla ve yüzey akışla her türlü çözünmüş ve as ılı madde
taşınmakta ve burada birikmektedir. Bu taşınan maddelerden özellikle insan etkinlikleri sonucu oluşan ki rleticiler, göl
ki rliliğine yol açmaktadır. Bunlardan bazıları çözünerek bazıları da dibe çökerek olumsuz koşullar oluştururlar. Dışa akış
olmadığından ki rlilik konsantrasyonu gi ttikçe artar. Diğer yandan göl , taşınan maddelerle dolmaya başlar. Genellikle
dışarıdan gelen organik maddeler, gölün kendi kendisini yenileyebilme özelliğinden dolayı, zarars ız hale geti rilebilir. Ancak
73
inorganik maddele r gölün doğal yollardan kendini yenileme s ınırlarını zorladığı ve aştığı zaman göl ekosistemi yok olmak
durumunda kalır.
Aral Gölü’nün Aral Çölü’ne dönüştürülmesi Aral Gölünün uydu görüntüleri (1977-2006)
Göllere özgü özel bi r ekolojik sorun da evsel ve endüstriyel atıklar ile fosfor ve azotça zengin sulama sularının göllere
karışmas ı sonucu ortaya çıkmaktadır. Besleyici tuzların (azotlu ve fos forlu maddeler) doğal ve yapay nedenlerle sularda
artması sonucu bu ortamlarda canlı organizmaların, dolayıs ıyla organik maddelerin artışına yani ötrofikasyona neden olur.
Ni trat, fosfor, azot ve fosfor içeren tuzlar ötrofikasyon olayının temel maddeleridi r. Ötrofikasyon başlayan göllerde , “alg
patlaması” denen, alglerin aşırı çoğalması ortaya çıkar. Bu durum, tatl ı sularda planktonik organizmaların neden olduğu
biyolojik bi r olaydır. Bi r veya birkaç fi toplankton türü hızla çoğalarak diğer alglerin geli şimlerini engeller.
3-9 Su Kirliliğinin Çevreye Etkileri
Susuz canlıl ık olmaz. Bütün canl ılar besin alamdan haftalarca yaşamlarını sürdürebili r, ancak susuzluğa sadece birkaç
gün dayanabilirler. Bu nedenle içme, kullanma ve sulama suyu sürekli bulunmalı ancak temiz ve güvenili r olmal ıdır. Genel
olarak, su ki rliliğinin çevreye olan olumsuz etkileri , su ortamının özelliğine, ki rleticilerin türüne ve miktarına bağlı olarak
değişi r. Bu olumsuz etkiler şu şekilde özetlenebilir.
• Ekonomik açıdan, deniz, göl ve akarsularda her tünlü üretim düşer.
• İçme ve kullanma suyu bulmakta güçlük çekilir.
• Yeral tı sularının ki rliliği söz konusu olduğu takdirde, kaynak suları ve madensel sular kullanılamaz du ruma geli r.
• Tarımsal sulamada ve endüstriyel kullanımda su s ıkıntıs ı çekilir.
• Suya bağımlı ekosistemlerde doğal denge bozulur.
Ġçme ve Kullanma Suyunun Arıt ılması
Kurtboğazı ve Çamlıdere Bara j göllerinden sağlanan Ankara’nın içme, kullanma ve endüstri suyu, İvedik Su Arıtma
Tesislerinde arıtılmaktadır. Tesiste suyun arıtma aşamaları aşağıda gösterilmişti r.
Kurtboğazı Barajının alt kısmından alınan suyun olası kötü kalite koşullarını hafifletmek ve oksijen oranını arttırmak amacı ile havalandırması.
Çamlıdere Barajından , orta seviyeden alınan suyun Kurtboğazı’ndan gelen havalandırılmış su ile karıştırılması.
74
Su karışımının oksi tlenmeye yardımcı olması ve dezenfeksiyon amacıyla klorlanması.
Sülfürik asit ile pH ayarlanması.
Pıhtılaştırıcı Alüminyum Sülfat (Al2(SO4)3) ve pıhtılaştırıcı yardımcıs ı polielektroli t dozlaması.
Kimyasal işleme tabi tutulmuş olan suyun yatay tabanl ı durultucu tanklarında durulmas ı.
Gerekirse durultma işleminden sonra klorlama, Potasyum Permanganat (KMnO4) ve Akti f Karbon dozlaması yapılması
Hızlı filtrelerde fil treleme yapılmas ı.
Fil trelenmiş suyun dezenfeksiyon için klorlanması ve kontak tankına gi rmeden ki reç ile pH ayarlanması.
Suyun 20 dakikadan az olmayacak bir süre kontak tankında tutulması ve gerektiğinde ilave klor uygulanabilmesi .
Su Kalitesinin Tayini
Suyun kalitesini beli rlemek i çin çok çeşi tli işlemler gerçekleşti rilir. Bu işlemlerden en yaygın olanları aşağıda verilmişti r.
1-Çözünmüş oksijen tayini
2-Biyokimyasal oksijen ihtiyacı (BOİ)
3-Kimyasal oksijen ihtiyacı ( KOİ )
4-Toplam organik madde tayini
5-Katı madde tayini
6- Azot tayini
7- Fosfat tayini
8- Bulanıklık tayini
9- Renk tayini
10- Koku tayini
11- pH tayini
12- Bakteriyolojik tayin
13-İletkenlik tayini
14- Sertlik tayini
15- Ağır metal tayini
16- Toplam alkalinite tayını
Şekil . Yüzeysel kaynaklardan sağlanan suyun arıtılma aşamaları.
Ġçme ve kullanma sularının dezenfeksiyonu
Fiziksel ve kimyasal yöntemlerle hastalık yapıcı bakterilerden arındırma i şlemlerine dezenfeksiyon (disinfection) adı verilir.
Fil trasyon ve diğer fiziksel arıtım işlemleri suyu ancak %95-99.5 oranında temizleyebilmektedir. Bu nedenle sular etkin
bir dezenfektan ile dezenfeksiyona tabi tutulmal ıdır. Bu yöntemle, suda bulunan ve hastal ık yapan tüm organizmalar ve
parazi tler ortadan kaldırılır. Dezenfektanlar suda bulunan patojen mikroorganizmalar üzerinde bakteri öldürücü, bakterilerin
hareketini engelleyici bi r etki gösteri rler. Suyun dezenfeksiyonunda klor, kireç kaymağı, kloraminler, klordioksi t, çamaşır
suyu, iyot, potasyum permanganat, ozon ve ul traviyole ışınlar kullanıl ır.
75
1-Klor: Dezenfektan maddeler arasında, özellikle ucuzluğu ve uygulama kolayl ığı ile sonuçlarının denetlen mesi yönünden en
uygun olan bir dezenfektandır. Klor, gaz halinde doğrudan doğruya ya da klor tableti şeklinde kullanıl ır. Klor gazı bi r litre suda
yaklaşık 1 mg bulunacak şekilde hesaplanır. Eğer su fazla ki rli değilse, suyun li tresinde 0,2 mg serbest klo r kal ır. Bu düzey
dezenfeksiyon için yeterlidi r. Klorun, dezenfektan etki gösterebilmesi için su ile en az 30 dakika temas etmesi gerekir. Klor
gazı (Cl 2) ile dezenfekte edilen suda HOCl ve OCl - de oluşur. Bütün bu türler yükseltgen , Cl - yüksel tgen değildi r. HOCl ’nin
pKa=7,5 olduğundan HOCl pH=7,5 den aşağı pH larda , OCl - ise 7,5 den yukarıdaki pH larda baskındır. HOCl , OCl - den yüz kat
daha kuvvetli dezenfektandır.
2- Kireç kaymağı: Klor gazı kadar etkindir. Ayrıca , toz halinde olduğundan kolayl ıkla depo edilebili r. Kireç kaymağında %25
oranında aktif klor bulunacağı kabul edilerek 40 gram kireç kaymağı (yani 10 gram akti f klor) bi r litre suyla karıştırılır ve artık
maddelerin çökelmesi için 20 dakika bekletili r. Çökel tinin üst kısmındaki sıvı ayrı bi r kaba alınır. Hazırlanan bu sıvıdan (%1 lik
ana solüsyon) bir li tre suya üç damla damlatılır ve 30 dakika bekle tilirse su dezenfekte edilmiş olarak içme ve kullanmaya
hazır hale gelir.
3-Kloraminler: Klora göre daha yavaş etki gösteren ama suda daha uzu n süre kalabilen bu bileşikler, günümüzde özel
örneğin, s ıcak iklim bölgelerinde ya da suyun uzak yerlerden geti rilmesi durumlarında kullanılmaktadır.
4-Klor dioksit (ClO2): Son yıllarda gelişmiş ülkelerde suyun dezenfeksiyonu amacıyla kullanımı giderek artan bu madde, güçlü
bi r oksitleyicidi r ve koku giderici etkisi fazladır. Dezenfeksiyonun yapılacağı yere konulan bir jeneratör aracıl ığıyla , sıvı
sodyum klorür ve hidroklorik asidin bi rleşti rilmesiyle açığa çıkan bu madde sadece s ıvı halde kullanılır. S uyun pH’sı ne kadar
yüksek olursa olsun, sudaki alglerin ve ki rlenmenin giderilmesinde çok etkilidi r. Klordan farkl ı olarak, suda trihalometan
bileşiklerinin oluşmas ına ve amonyak türevleriyle reaksiyona gi rmediğinden kloraminlerin oluşmasına yol açmaz. Üs telik klor
gazıyla bi rlikte kullanılırsa trihalometan bileşikleri daha düşük oranda oluşur. Bakterisi t ve vi rüsit etkisi klor gazından fazladır.
Suyun hoş olmayan rengini ve tadını giderdiği gibi , sudaki toprak, balık veya küf kokusunu da gideri r. Suda çözünmüş halde
bulunabilen mangan ve demirin çökelmesini sağlar.
10 NaClO2 + 5H2SO4 8ClO2 + 5 Na 2SO4 + 2HCl+ 4H2O
12 NaClO2 + Cl 2 2ClO2 + 2NaCl ( pH < 3,5)
5-Hipoklorit: Diğer dezenfektanların bulunmadığı özel durumlarda seyrek olarak kullanıl ır. Dezenfeksiyon amacı ile
kullanıl ırken çok fazla miktarına ihtiyaç duyulacağından depolanması oldukça zordur. Üstelik zamanla aktif klor yoğunluğu
azal ır. Tek üstünlüğü, toksik gazların s ızması sorununun olmayışıdır.
6-İyot: Zorunlu durumlarda kullanılabilecek dezenfektanlardandır. Yüzde 2’lik tentürdiyodun 2 damlası 1 li tre suya
karıştırılırsa 30 dakika içinde yeterli bi r dezenfeksiyon sağlanır. Suda fazla miktarda organik madde varsa , litreye 3 hatta 4
damla katılabilir.
7-Potasyum permanganat: Bu dezenfektan da çamaşır suyu ve iyot gibi ancak zorunlu durumlarda dezenfeksiyon amacıyla
kullanılabilir. Kullanıldığı kapta leke oluşturur ve 500 miligramdan fazla kullanıl ırsa suyun rengini de değişti ri r. Ayrıca , suyun
li tresine 500 miligram potasyum permanganatın, kolera vibriyonu dışındaki patojen mikroorganizmalara etkisi kuşkuludur.
8-Ozon: Ozon klor gazından daha kuvvetli bi r dezenfektandır. Ozon yüksek volta jlı (15000 voltluk) elektriğin kuru havaya
uygulanması ile elde edilir. Buradan elde edilen ozon gazı sudan geçirilerek suda çözünür. KH=1,3.10-2 mol /L.at dır. Optimum
şartlarda bu şekilde havanın oksi jeninin % 6 sı ozona dönüştürülür.
Kuvvetli bi r yükseltgen ve bakteri yok edici etkiye sahip olan bir maddedir. Bu etkisinden yararlanılarak suların
dezenfeksiyonunda güvenili r olarak kullanıl ır. Ancak, maliyeti klor ve klor bileşiklerine göre çok yüksekti r. Bu nedenle çok
gelişmiş ülkelerde ya da özel durumlarda küçük çapta kullanılabilmektedir. Sadece suyu dezenfekte etmekle kalmaz, suyun
76
tadını ve rengini de düzel ti r. Suyun metre küpünde 400 miligram ya da li tre de 0.4 miligram ozonla 4 dakikada etkin bi r
dezenfeksiyon sağlanır. Ozon , kalıntıs ı olmamasına rağmen üretim maliyeti nedeniyle yaygın olarak kullanılmaz.
9-Ultraviyole (morötesi) ışınlar: 200-300 nanometre dalga boyundaki ul traviyole ışınların dezenfeksiyon etkisi yüksekti r.
Dezenfekte edilecek suyun derinliği fazla değilse, berrak, yani bulanık değilse, renk değişikliği yoksa ve i çinde demir
bulunmuyorsa ul traviyole ışınlarla suda bulunan aktif ve spor yapan tüm mikroorganizmalar ya ölür veya bir daha
çoğalamayacak duruma geli r. Maliyetinin pahalı olması nedeni ile küçük çapta dezenfeksiyon işlemlerinde kullanılır. Civa
lambas ı uyarıldığında yayılan UV-C ışığı (254 nm) uygulanarak akan su dezenfekte edilir.
Hava Kirliliği
İnsanlara veya diğer canlı organizmalara zarar veren veya onları rahatsız eden veya doğal ve yapay çevreye zarar veren
kimyasalların, partikül maddelerin veya biyolojik materyallerin atmosfere verilmesine hava kirliliği denir. Havanın fi ziksel,
kimyasal ve biyolojik özelliklerindeki değişmeler, canl ılarla bi rlikte, doğal ve yapay cans ız varlıkları da etkilemektedir. Hava
ki rliliği havanın doğal bileşiminin beli rli ölçüde değişmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bunun için hava kel imesiyle eş anlamlı olarak
kullanılan atmosferin bileşimine göz atmak etmek gerekir. Atmosfer, yeryüzünde yaşamın devamı için gerekli olan karmaşık,
dinamik doğal bi r gaz sistemidir. Yeryüzü atmosferi yerçeki ile yeryüzü gezegeninin etrafında tutulan bir gaz katmanıdır.
Atmosfer, ul traviyole güneş ışınımını absorbe ederek, ısıyı al ıkoyup yeryüzeyini ıs ıtarak (sera etkisi) ve gece ile gündüz
arasındaki uç sıcaklıkları azaltarak yeryüzünde yaşamı ayakta tutar. Yeryüzü atmosferinin kompozisyonu (Aralık 1987) Tablo
xx ve Şekil xx) gösterilmişti r.
77
Tablo xx. Hacim olarak, kuru atmosferin kompozisyonu
Gaz Hacim (Yüzde) Grafiksel gösterimi
Azot (N2) 780,840 ppmv (%78.084)
Oksi jen (O2) 209,460 ppmv (%20.946)
Argon (Ar) 9,340 ppmv (%0.9340)
Karbondioksit (CO2) 387 ppmv (%0.037680)
Neon (Ne) 18.18 ppmv (%0.001818)
Helyum (He) 5.24 ppmv (%0.000524)
Metan(CH4) 1.79 ppmv (%0.000179)
Kripton (Kr) 1.14 ppmv (%0.000114)
Hidrojen (H2) 0.55 ppmv (%0.000055)
Diazot monoksit (N2O) 0.3 ppmv (%0.00003)
Xenon (Xe) 0.09 ppmv (%9x10−6)
Ozon (O3) 0.0 ile 0.07 ppmv
(%0 ile %7x10−6)
Azot dioksit (NO2) 0.02 ppmv (%2x10−6)
İyot (I) 0.01 ppmv (%1x10−6)
Karbon monoksit (CO) 0.1 ppmv
Amonyak (NH3) İz düzeyde
Kuru atmosferde gösterilmeyen Su buha rı (H2O): Atmosferin yaklaşık %0.40’ı ve yüzeyde tipik olarak %1 - %4’ü.
ppmv: hacim olarak milyonda parça (Not: hacim fraksiyonu sadece ideal gazda mol fraksiyonuna eşi tti r.)
Atmosferde ki rleticilerin etkili olduğu katman, yeryüzünden i tibaren yüksekliği 6,5 ile 16 km arasında değişen
troposfer, hatta troposferin ilk 3-4 km’lik kısmıdır (Şekil xx).
Özllikle büyük kentlerin sorunu olarak ortaya çıkan hava ki rliliği, atmosferin doğal bileşiminin değişmesiyle başlar. Atmosfer,
doğal mekanizmalarla karışan zararlı maddeleri zararsız hale geti rme özelliğine sahip olsa da , bu maddelerin oranı arttığında
bu işlevini yerine geti remez ve hava ki rliliği sorunu ortaya çıkar. Hava ki rliliği büyük kentsel nüfusun ve çok sayıda taşıtın
olduğu sanayileşmiş ülkelerde önemli bi r problemdir. Sadece ABD’de her yıl 200 milyon ton ki rletici atmosfere
salıverilmektedir.
78
HAVA KĠRLĠLĠĞĠNĠN KAYNAKLARI
Kirleticiler genel olarak belirli bi r kaynaktan doğrudan atmosfere karışan “birincil ki rleticiler” ile atmosferde bazı
mekanizmalar sonucu oluşan “ikincil ki rleticiler” olarak, iki büyük grupta incelenebili r.
Birincil ki rleticilerin kaynakları aşağıdaki şekilde sıralanabili r.
Doğal Kaynaklar
Volkanlar
Orman yangınları
Toz fırtınaları
Okyanus dalgaları
Bitki örtüsü
Beşeri Kaynaklar
Kağıt sanayi
Enerji santralleri
Rafineriler
Fabrikalar
Sülfürik asit
Gübre
Demir-çelik
Plastik
Vernik-boya
Bireysel Kaynaklar
Otomobiller (egzoz)
Kalori fer, soba
Açıkta yakılan ateşler
Birincil - Ġkincil Hava Kirlet icileri, Kaynakları ve Olumsuz Etkileri
Bazı ki rleticiler aerosollerdir. Bunlar, havada as ılı kalan çok küçük katı tanecikler ya da sıvı damlacıklardan ibaretti r. Toz ve
79
duman aerosollerdir. Aerosol tanecikler güneş ışınlarını saçarak yeryüzüne ulaşan ışık miktarın ı azal tır ve böylece yüzey
sıcaklığını düşürür.
Teknik olarak, aerosol çok küçük katı taneciklerin veya s ıvı damlacıkların bi r gaz içindeki kolloid süspansiyondur.
Aerosol sözcüğü bir süspansiyon olan havada yüzen madde olgusundan türemektedir. Kolloid süspansiyonları çözel tilerden
ayırt etmede, ori jinal anlamı, bi r sıvı i çinde çok küçük taneciklerin dağılımını i çeren sol terimi işin içine gi rmektedir. Havadaki
kolloid dispersiyonların araştırılması ile aerosol terimi gelişmiş ve günümüzde sıvı damlacıkları, katı tanecikleri ve bunların
kombinasyonlarını kapsamıştır. Yeryüzü atmosferi çeşi tli türden aerosol ve konsantrasyonlara ek olarak toz, duman, deniz
tuzu ve su damlacıkları gibi doğal inorganik materyaller, polenler, sporlar, bakteriler gibi doğal organik materyaller ve
duman, kül tozları gibi antropojenik yanma ürünlerini i çermektedir.
Atmosferde çok büyük farkla en yaygın olan aerosoller, normalde su damlacıklarının veya daha yüksek veya düşük
yoğunluktaki buz taneciklerinin süspansiyonundan oluşan bulutlardır. Aerosolller kentsel ekosistemlerde çeşitli şekillerde
bulunabilirler, örneğin: toz, sigara dumanı, aerosol spreyler, taşıt egzozunun is veya dumanı gibi .
Aynı zamanda partikülat madde (PM), askıdaki pertikülat madde (SPM), çok ince tanecikler ve is olarak da bilinen
partikülatlar bir gaz veya s ıvı içinde askıdaki kadı maddenin en küçük alt bölümleridi r. Karşıt olarak, aerosol, gazla bi rlikte
tanecikleri ve/veya sıvı damlacıkları i fade etmektedir. Partikülat madde (PM) kaynakları beşeri veya doğal olabilmektedir. Su
kali tesinin iyileşti rilmesinde, katı parikülatlar su fil treleri veya çökel tme ile uzaklaştırılabilmekte ve çözünmeyen partikü lat
madde olmaktadır.
Partikülar madde boyutları sağl ık problemlerine neden olma potansiyelleri ile doğrudan bağlantıl ıdır. EPA
(US Environmental Protection Agency) genellikle gırtlaktan ve burundan geçerek akciğerlere giren 10 mikrometre çapında
veya daha küçük taneciklerle ilgilenmektedir. Solunulduktan sonra, bu tanecikler kalp ve akciğerleri etkilemekte ve sağlıkla
ilgili ciddi sonuçlara neden olmaktadır. EPA tanecik ki rliliğini iki kategoride s ınıflandırmaktadır.
Solunabili r kaba tanecikler, yol kenarlarında ve tozlu endüstrilerde bulunabilen, 2,5 mikrometreden büyük ve 10
mikrometreden küçük olanlar.
İnce partiküller, duman ve is te bulunan 2,5 mikrometre ve daha küçük çapta olanlar. Bu tanecikler doğrudan orman
yangınlarından veya güç santrallerinden, endüstrilerden ve arabalardan çıkan gazlardan çevreye yayılabili rler.
Hava ki rleticileri çok çeşitli olmakla beraber, kentsel hava ki rliliği genellikle atmosferde bulunan kükürt dioksit (SO2) ve
partikül madde konsantrasyonlarının ölçülmesiyle saptanmaktadır. Yer seviyesi ozonu, son dönemlerde özellikle gelişmiş
ülkelerde kentsel hava ki rliliği açıs ından taki p edilen önemli parametrelerden biri olmuştur.
Bazı ki rleticiler havaya karışan gazlardır. Kükürt dioksit (SO2), kükürt içeren kömür ve petrolün yanmasından meydana
gelir. Kükürt oksi tler en çok bilinen birincil hava ki rleticilerdendir. Atmosferde kal ıcıl ık süresi 40 günü bulan kükürt dioksit,
kuvvetli bi r solunum sistemi tahrişçisi olan sülfi rik asit oluşturacak şekilde kimyasal tepkimeye girebilir. Kükürt dioksi t
atmosferde su ile tepkimeye gi rerek önce sulfüroz asi t (H 2SO3) daha sonra da sülfi rik asit (H2SO4) oluşturur. Yağmur suyunda
çözünen sülfi rik asit, taş bina ve yapılarda giderek hasar oluşturan “asit yağmurlarına” neden olur. Asit yağmurları göl ve
gölcüklerde suyun pH’sını düşürerek buradaki pek çok organizmayı öldürür veya üreme yeteneklerini etkiler. Dünyada yılda
yaklaşık olarak 80 milyon ton SOx atmosfere verilmektedir. Asit ve sülfatlar yağış yolu ile atmosferden uzaklaştırılmaktadır.
Hidrojen sülfür (H2S), petrolün damıtılması ve kağıt hamuru üretimini kapsayan bazı endüstriyel işlemlerle ü retilen bir
kirleticidi r. Çürük yumurta benzeri bi r kokuya sahip olan bu gaz, aslında düşük derişimlerde rahatsız edici , ancak yüksek
derişimlerde zehirli olabilmektedir.
80
Karbon monoksit (CO) benzin, kömür, petrol ve odunun yanmasıyla meydana gelen renksiz, kokusuz ve tatsız bi r
gazdır. Bi rincil bir hava ki rletici olan karbonmonoksi t, tam olmayan bir yanma sonucunda CO 2 yerine meydana gelmektedir.
Kırmızı kan hücrelerinin hemoglobini ile kolaylıkla birleşi r ve oksi jen taşıma yeteneklerini azal tır. Karbon monoksit düşük
derişimlerde baygınlığa ve yavaş tepki süresine neden olabili r. Yüksek derişimlerde ölüme neden olur. Karbonmonoksit
zehirlenmeleri daha çok kış aylarında ve rüzgarl ı havalarda ev kazası olarak ortaya çıkmaktadır. CO yangınlar sıras ında da
ortaya çıkar. Önemli bi r CO kaynağı taşıtların egzoz gazıdır. Şehir havasındaki CO miktarı insan sağl ığını etkilemektedir.
Dünyadaki CO üretiminin yaklaşık %70’inden fazlasının ulaştırma sektöründen geldiği bilinmektedir. Bu sonuç, bu sektördeki
kontrol teknolojilerinin önemi açıklamaktadır.
Azot oksit (NO) ve azot dioksit (NO2) benzin, mazot ve doğal gazların yüksek sıcakl ıkl ı yanmasından meydana geli r.
Atmosfere salınan miktarın yaklaşık yarıs ı doğal, diğer yarıs ı da beşeri kaynaklardan gelmektedir. Doğal kaynaklarından biri
biyolojik ayrışmadır. Azot dioksit güneş ışığına maruz kaldığında, ki rli kahverengimsi bi r renk alır. Atmosferde azot oksi t (NO),
oksijen ve ul taviyole ışık aras ındaki tepkimeler, yine bir ki rletici olan ozon (O 3)’u üreti r. Troposferdeki ozon küresel iklim
değişikliğinde rol oynayan sera gazları arasında dördüncü sırada yer alır. Daha uzun dalga boyundaki ışınımların atmosfer
tarafından alıkonmasına ve atmosferin sera etkisinin artmasına neden olur. Küresel iklim değişikliğindeki sera etkisi %7
kadardır. Ozon, troposferde ki rletici, ancak stratosferde koruyucu bir gazdır. Atmosferdeki ozonun yaklaşık %10’u
atmosferin al t katlarında, troposferde bulunur. Buna karşılık yaklaşık %90’nın bulunduğu s tratosferdeki ozon canlı yaşamında
önemli rol oynar. Stratosferdeki ozon, güneştan gelen morötesi ışınların enerjisini alıkoyan bir döngü içinde sürekli
parçalanıp yeniden oluşur. Bu olgu, atmosferin bu katmanında 77 °C ye varan bir scakl ık artışı sağlar.
Hidrojen ve karbon bileşikleri olan hidrokarbonlar, benzin, kömür, petrol , doğal gaz ve odunun yanmasından meydana
gelir. Formaldehid ve asetaldehid gibi bazı hidrokarbonlar gözleri, burnu ve gırtlağı tahriş ederler, ancak pek çok hidrokarbon
mevcut düzeylerde tehlikeli değildir. Bununla bi rlikte, hidrokarbonlar, güneş ışığının varl ığında azot oksitlerle tepkimeye
girerek, fotokimyasal duman olarak bilinen dumanı meydana geti ri r. Kuru, s ıcak iklimlerde meydana gelen bu çeşi t duman
akciğer ve gözler için yüksek derecede tahriş edicidi r. Bi tkilere de zarar veri r. Fotokimyasal dumanın en büyük bileşeni PAN
(PeroksiAsetilNi trat) olarak bilinen bileşikti r. İlk olarak Los Angeles ’ta tanımlanmış, daha sonra da Tokyo, Meksiko Ci ty,
Londra gibi büyük kentlerde görülmüştür. En fazla yaz aylarında düşük nemli ortamda, 22–35 °C s ıcakl ıklarda oluşmaktadır.
Karbondioksit (CO2), havada çok az oranda, %0 – 0.037 arasında, bulunmas ına karşın miktarı ve değişkenliği nedeniyle
yaşamsal önemi olan bir gazdır. Atmosfere karışan karbondioksidin yaklaşık 4/5’i fosil yakıtların (petrol ve türevleri ,
kömürlerin ve doğal gazın) yanmasından, 1/5’i de canl ıların solunumundan ve mikroskobik canlıların organik maddeleri
ayrıştırmas ından kaynaklanmaktadır. Fosil yakıt kullanımının hızla artmas ına karşın fotosentez için tonlarca ka rbondioksit
harcayan ormanların ve fotosentetik planktonların yok edilmesi , atmosferdeki karbondioksit miktarını son 160 bin yıl ın en
yüksek düzeyine çıkarmıştır. Geçen yüzyıl ın başlarında 290 ppm olan CO2 derişimi , 2006 yılında 381 ppm düzeyine
yükselmişti r. Bu oranın, endüstri devrimi öncesinde 100 ppm olduğu, bu yüzyıl ın sonunda 500 ppm’e çıkacağı tahmin
edilmektedir.
Son yi rmi yılda, a tmosfere salınan insan kaynaklı CO2’in yaklaşık dörtte üçü fosil yakıtların yanmasından, geri kalanı da
özellikle ormanların yangınlarla yok edilmesinden kaynaklanmıştır. Atmosferde bulunan karbon dioksi t derişimi fosil kaynaklı
yakıtların yanması sonucu her yıl 2,3 ppm kadar artmaktadır. Bunun üçte bi ri okyanus veya derin su kaynaklarınca ve bi tkiler
tarafından al ınarak a tmosferden uzaklaştırılmaktadır. Geri kalan 1,5 ppm ise atmosferdeki karbon dioksi t derişimine
eklenmektedir. Bu durum da atmosferin sera etkisini her geçen gün biraz daha arttırmaktadır. Yapılan ölçümler, bu artışın
devam ettiğini göstermektedir. Karbondioksit oranının iki katına çıkmas ı halinde küresel s ıcakl ığın ortalama 3°С artabileceği
81
hesaplanmıştır. Bu nedenle, küresel ısınmaya karşı alınacak önlemlerin başında karbondioksi t salınımının azaltılması
gelmektedir.
Metan (CH4) genellikle insan etkinliklerinden kaynaklanan önemli bir gazıdır. Organik artıkların anaerobik ayrışması
sonucunda meydana gelmektedir. Başlıca kaynakları, bitkisel artıklar, deniz ve karayosunları, hayvan gübreleri , çöp yığınları,
batakl ıklar ve bazı canlılardır. CO2 gazına oranla molekül başına 32 kat daha fazla sera etkisi göstermektedir. Küresel iklim
değişikliğindeki etki payı %13 kadardır. Metanın, derişimini azaltıcı başlıca etken, CO2 ve H2O’ya dönüşümünü sağlayan
troposferdeki radikalleri ile olan tepkimeleridi r. Diğer bir azal tıcı etken oksi tlenmesini izleyen s tratosfere taşınımıdır.
Atmosferdeki miktarı yer ve zamana göre en fazla değişen gaz subuharıdır. Havadaki subuharı, nemli tropikal
iklimlerde %2–3 iken, orta enlemlerde %1’e ve kutuplarda %0.25’e kadar düşer. Atmosferde yükseldikçe subuharı miktarı
hızla azalır. Subuharının çoğu atmosferin ilk 3–4 kilometrelik bölümünde toplanmıştır. Havadaki subuharının yaşam ve iklim
üzerinde çok önemli etkileri vardır. Doğal sera etkisi üzerinde en yüksek paya sahipti r.
Başlıca kloroflorokarbonlar CFC-11 ve CFC-12 ‘di r. Bunlar için doğal kaynak yoktur, doğada kendiliğinden oluşmazlar.
Troposferde CFC’lerin derişimini azaltıcı herhangi bi r etken yoktur. Atmosferik ömürleri CFC-11 için 65 yıl , CFC-12 için 130 yıl
olduğu tahmin edilmektedir. Spreylerdeki püskürtücü gazlar, soğutucu aletlerde kullanılan gazlar, bilgisayar temizleyiciler, bu
gazların başlıca yapay kaynaklarıdır. Küresel iklim değişimindeki payları %22 oranındadır. CFC emisyonlarının cilt
kanserlerinde dramatik artışlara, iklimde ise afet boyutunda değişikliklere yol açacağını tahmin edilmektedir. CFC’ye
al ternatif malzeme olarak flor ve klor yanı s ıra hidrojen içeren hidrokarbon gazları, propan, bütan gibi gazlar
kullanılmaktadır. Montreal Protokolü’ne göre CFC ve HCFC’lerin miktarı ve ozonu kaybı etkilerinin 2050 yıl ına kadar azalacağı
beklenmektedir. Yapılan teknoloji değişimleri ile sadece CFC’lerin miktarındaki artış yavaşlamış olmakla bi rlikte, al ternatif
olarak kullanılan HCFC’ler artmaya devam etmektedir.
Önemli bi rincil ve ikincil hava ki rleticileri , kaynakları ve olumsuz etkileri Tablo 11 ve Tablo 12’de özetlenmişti r.
Tablo 11. Birinci Hava Kirleticileri , Kaynakları ve Olumsuz Etkileri .
Kirletici Kaynak Olumsuz Etkileri
Kükürtdioksi t (SO2)
-Kömür ve petrolün yanması
-Asit yağmurları -Solunum tahriş edicisi
Hidrojen sülfür
(H2S)
-Petrolün damıtılması
-Kağıt hamuru üretimi -Sül fi rikasit tesisleri
-Düşük derişimlerde rahatsız edici
-Yüksek derişimlerde zehirli
Azotoksitler (NO, NO2)
-Benzin, mazot ve doğal gazların yanmas ı -Gübre fabrikaları
-Ni trik asi t, patlayıcılar
-Ozon ürtimi -Asit yağmurları
-Fotokimyasal duman
Hidrokarbonlar -Benzin, kömür, petrol , doğal gazların yanması -odunun yanmas ı -Endüstriyel işlemler
-Tarımsal faaliyetler
-Fotokimyasal duman
Karbonmonoksi t
(CO)
-Benzin, kömür, petrol ve odunun yanması
-Endüstriyel işlemler -Tarımsal faaliyetler -Motorlu taşıtlar
-Düşük derişimlerde baygınlık
-Yüksek derişimlerde ölüm
Metaller Endüstriyel i şlemler Kurşunlu petrol
-Sağlık
Karbondioksit -Hayvan ve insan solunumu -Sağlık
82
(CO2) -Oksijensiz ayrışma -Fosil yakıt kullanımı
-İklim değişikliği
Partiküler Madde -Endüdtriyel işlemler -Motorlu taşıtlar
-Sağlık -İklim değişiklikleri
Endüstriyel hava ki rliliği
İkincil ki rleticiler, atmosferde sonradan oluşan ki rleticilerdir. Bunlardan önemli ikincil ki rleticiler, kaynakları ve olumsu z
etkileri Tablo 12’de verilmişti r.
Tablo 12: İkincil Hava Kirleticileri , Kaynakları ve Olumsuz Etkileri .
Kirletici Kaynak Olumsuz Etkileri Sülfirik asit -Kükürt içeren kömür ve petrolün
yanması (SO2)
-Asit yağmurları
Nitrik asit
Amonyum nitrat Amonyum sülfat PAN (Peroxy acetyl nitrate) -Hidrokarbonların güneş ışığı altında
azot oksi tlerle tepkimesi
Ozon (O3) -Azot oksi t (NO), oksijen ve ul taviyole ışık aras ındaki tepkimeler
-Sağlık -Bi tki zehirlenmeleri
Formaldehit Kloroflorokarbonlar (CFC) -Aerosoller
-Soğutucular -Plastik imalat sanayi
-Sağlık -Ozon kaybı
İkincil ki rleticilerin kontrolü, bi rincil ki rleticilerin kontrol üne göre genellikle daha zordur. Çünkü bu ki rleticilerin
atmosferdeki varl ıklarının denetimi ve azal tılması, bu tür maddelerin oluşumuna yol a çan öncül kimyasalların tanımlanması
ve kaynaklarının belirlenmesi ile havadaki ikincil ki rleticilerin olu şumuna yol a çan özgün tepkimelerin aydınlatılmasını
gerekti ri r. İkincil ki rletici oluşumuna yol açan kimyasal tepkimeler, öncüller arasında karmaşık etkileşmlerin bulunduğu
durumlarda daha da karma şık bi r hal alır. Öyle ki , bazı koşullarda, öncül kirleticilerin salınımlarının azal tılması ile ikincil
83
kirleticinin havadaki derişimlerinin düşürülmesi aras ında doğrudan bir ilişki bulunmayabili r. Örneğin, yer seviyesindeki ozon
(O3), bu türden bir ikincil ki rletici olarak, azot oksitler (NOx) ile uçucu organiklerin (VOC) güneş ıs ığı al tındaki tepkimeleri
sonucu oluşur. Bazı durumlarda O3 derişimlerinin azaltılmas ı, hem NOx hem de VOC salınımlarının kontrolu ile mümkün
olurken, bazı durumlarda ise NOx ya da VOC’ların herhangi bi rinin kontrol ü daha iyi sonuc verebilmektedir.[1]
Yeryüzüne en yakın hava katmanı çoğunlukla en s ıcak katmandır ve yükselti arttıkça havanın s ıcaklığı azalmaktadır. Bu
koşullar altında, düşük yoğunluktaki s ıcak hava yükselirken ki rleticileri yer yüzeyinden uzaklaştırır. Sıcaklık terselmesinde
(temperature inversion) daha soğuk ve daha yoğun bir hava katmanı, daha sıcak bi r hava katmanının al tında alıkonur. Bu
sıcak hava katmanı, yer yüzeyinden havanın yukarıya doğru hareketini engelleyen bir kapak ödevi görür. Bazen çok yüksek
derişimlere erişen ki rleticiler bu soğuk katmanda biriki r. Bu koşullar hava kütleleri uzaklaşana kadar sürer. Oluşan
enverziyonun şiddeti , süresi , kalınlığı ve yerden yüksekliği yaşanan hava ki rliliğinin yoğunluğunu doğrudan etkilemektedir.
Sıcaklık terselmesinin gösterimi Santiago Şehrinde sıcaklık terselmesi (enverziyon)
Tahmin edilen Enverziyon Şiddeti (R) aşağıdaki formül ile hesaplanmaktadır.
R = r1 + r2 +r3 + r4 + r5
Bu formülde;
R = Enverziyon şiddeti
r1 = Enverziyon katmanının varlığı (en fazla 20 puan)
r2 = Sıcakl ık farkı, dt (en fazla 35 puan)
r3 = Minimum rüzgar hızı, Vmin (en fazla 15 puan)
r4 = Enverziyonun yerden yüksekliği , h (en fazla 10 puan)
r5= Enverziyonun kalınlığı, d (en fazla 20 puan) olarak tanımlanmıştır.
84
İl merkezleri mizde aynı günün iki farkl ı saatindeki enverziyon değerleri .
Pek çok kentimizde özellikle kış aylarında yoğun olarak karşılaştığımız hava ki rliliği insan sağlığı açıs ından önemli
problemler yaratmakta ve hatta bazı durumlarda ölümlere bile neden olabilmektedir. Geçmiş yıllarda dünya üzerinde
ölümlere neden olmuş bazı hava ki rliliği olayları örnek olarak aşağıda verilmişti r.
Geçmişte yaşanan bazı hava kirliliği olayları ve sonuçları
Solunum Sisteminin Kirleticilere Etkin Yapısı İnsan solunum sistemi akciğerlerden ve ona ulaşan hava geçi tlerinden yapılmıştır. Hava geçi tleri, havayı çevreden
akciğerlerdeki solunum yüzeyine taşırlar. Bu geçi tler burun, yutak, soluk borusu, bronşlar, bronş boruları, bronşçuklar ve alveolü kapsar.
Burun delikliklerinin açıklıklarındaki uzun kıllar büyük yabancı parçacıkların içeriye girmesini engeller. Genizsel geçitlerin çeperleri , solunum sistemindeki diğer geçi tler gibi , temelde ki rpikli epi tel hücrelerinden yapılmış olan bir mukoza zarla astarlanmıştır. Diğer hücreler, bakteri , toz ve havadaki diğer tanecikleri yaka layan yapışkan bir sıvı olan, sümük salgılar.
Sümük ayrıca havayı nemlendiri r. Mukoza zarın hemen altı zengin kılcallar sağlar. Hava burundan geçtikçe, bu kılcallardaki kan tarafından ıs ıtıl ır. Böylece, genizsel geçi tler, solunan havayı, akciğerlerin hassa s astarına ulaşmadan önce süzme, nemlendirme ve ıs ıtma ödevi görürler. Ağızdan da soluk alınabili r, düzenli olarak burundan solunulmadığında bu yararlar kaybedili r.
Hava, genizsel geçi tlerden, ağız boşluğunun gerisinde yer alan, yutak ya da gırtlağa geçer. Adenoidler ve tonsiller gırtlakta bulunan lenfoid dokulardır. Enfeksiyonlara karşı vücut savunma sisteminin parçalarıdırlar.
Genizsel geçi tler gibi , soluk borusu da ki rpikli sümüklü bi r mukoza zarla astarlanmıştır. Normalde, ki rpik mukoza ilerler ve
hava yollarından dışarı atılan ve çoğunlukla yutulan, yutaktaki yabancı maddeleri yakalar. Çok kimsenin farkında olduğu gibi, solunum sistemi sigara dumanına göre tasarlanmamıştır. Sadece bir sigara
yaklaşık 20 dakikalığına ki rpik hareketini durdurur. Ayrıca , s igara dumanı hava geçitlerinde mukoza üretimini artırır. Sigara içenin öksürmesi, vücudunun fazla mukozadan kurtulma gi rişimidir.
Sağlıkla ilgili Hava Kalitesi İndeks* Düzeyleri (Air Quality Index (AQI) Levels of Health Concern)
85
*Analizlerde karşılaştırma (standart) maddesi ile elde edilen sayısal oran
Air Quality Index Levels of
Health Conce rn
Sağlıkla ilgili Hava Kalitesi İndeks* Düzeyleri
Nume rical
Value
Sayısal
Değer
Meaning
Yorumu
Good
İyi 0 to 50
Air quality is conside red satisfacto ry, and air po llution poses little o r no risk
Hava kalite si yeterli bulunmakta ve hava kirle ticile ri çok az veya risksiz görünmektedir.
Moderate
Makul 51 to 100
Air quality is acceptable; however, fo r some po llutants there may be a mode rate health concern
for a very sma ll numbe r of peop le who are unusually sensitive to a ir po llution.
Hava kalite si yeterlid ir; bununla b irlikte, bazı kirle ticie rden do layı, hava kirliliğine çoğunlukla
duyarlı çok az sayıdak i insan için sın ırlı bir sağ lık e ndişesi olab ilir.
Unhealthy for Sensitive G roups
(USG)
Duyarlı G rup lar için Sağlıklı
Değil
101 to 150
Members of sensitive groups may experience health effe cts. T he gene ral pub lic is not likely to be
affected.
Duayarlı g rup ların mensup ları sa ğlık so runla rı yaşayabilir. Halk ın e tkile nme si olası değil.
Unhealthy
Sağlık sız 151 to 200
Everyone may begin to experience health effe cts; me mbe rs of sensitive groups may expe rie nce
more se rious health effects.
Herkeste sağlık sorunla rı başlayabilir; duyarlı g rup la rın mensup ları daha cidd i sağlık so runla rı
yaşayabilir.
Very U nhealthy
Çok Sağ lıksız 201 to 300
Health warnings of eme rgency conditions. The entire popula tion is more likely to be affected.
Acil durum koşulları sağlık uya rıları. Nüfusun ta ma mı büyük o lasılıkla e tkilenecektir.
Hazardous
Tehlikeli 301 to 500
Health alert: everyone may experience more serious health effe cts
Sağlık ala rmı: herkes çok ciddi sağ lık so runla rı yaşayabilir.
URL: http://www.epa.gov/airnow/today/forecast_aqi_20120308_usa.jpg
Hava Kirliliğinin Nedenleri
Hava ki rliliğine doğal olaylar ve beşeri faaliyetler neden olmaktadır. Ayrıca hemen hepsinin kaynağı yanma olayına
dayanmaktadır. Çünkü Dünyadaki enerjinin %30 kadarı hidrolik , geri kalan %70’lik bölümü ise kömür, petrol , doğal gaz veya
bunların sentetik türevlerinin yakılması ile elde edi lmektedir.
86
Türkiye’de bilinen hava ki rliliği genel olarak evsel ıs ınma ve taşıtlardan kaynaklanmakta, endüstriyel merkezlerde bu
kaynakların üzerine endüstri emisyonlarından meydana gelen ki rlilik eklenmektedir. Son yıllardaki hızl ı ve plansız şehirleşme ,
endüstrilerin yer seçiminde yapılan hatalar ve endüstri emisyonlarına etkili bi r arıtım uygulanamamas ı, sanayileşmiş
ülkelerde 1960’l ı yıllarda çözülmler üretilmeye başlanan lokal ki rlilik sorunlarının Türkiye’de hızla artmasına sebep olmuştur.
Değişik faktörlerin rol oynamasına rağmen, hava ki rliliğinin sebepleri genel olarak şehirleşme ve endüstri şeklinde ikiye
ayrılabilir. Buna göre hava ki rliliğinin beşeri kaynakl ı nedenlerini iki ana başlık al tında toplamak mümkündür.
Kentleşme
Endüstrileşme
Kentleşme
Özellikle 1950’li yıllardan sonra görülen hızl ı şehirleşme, Türkiye’deki hava ki rliliğinin en önemli sebeplerindendir.
Kentleşmenin geti rdiği hava ki rliliğinin en büyük bir bölümü, ıs ıtmada kullanılan kömü r ve fueloil emisyonlarından
kaynaklanmaktadır. Evsel ıs ınma amacıyla yakılan kömür ve fuel -oil emisyonlarının alçak bacalardan atmosfere atılması,
kullanılan yakıtın yüksek oranda kükürt ve kül içermesi, ıs ınma sistemlerinde yanmanın genellikle tam olmaması gibi
faktörler enverziyon gibi meteorolojik e tmenlerle bi r araya geldiğinde, özellikle kış aylarında şehirlerin önemli bi r bölümünde
görülen yüksek ki rletici konsantrasyonları ortaya çıkmaktadır.
Sayıları hızla artan motorlu taşıtların, gözlenen hava ki rliliğine katkısı önemli boyutlara ulaşmıştır. Motorlu taşıt
sayısının fazla olması ve her yerde toplu taşıma sistemine geçilememesi, havaya verilen egzoz gazı emisyonlarını artırmakta
ve havanın ki rlenmesine neden olmaktadır. Hava ki rliliğinin bazı illerde diğerlerine nazaran çok daha fazla olmas ının sebebi,
meteorolojik koşullar ve şehirleşme sonucunda yüzey rüzgarlarının önünün kesilmesi gibi faktörler olmaktadır. Kentlerin
altyapı sorunu ile düzensiz yerle şim ve doğal hava koridorlarını kapayan yapılaşma da, hava ki rliliği sorunu için olumsuz
koşullar yaratmaktadır.
Kentleşmeye bağl ı olarak kent içinde veya hemen yakınında kurulan endüstri tesisleri de hava ki rliliği sorununu daha
da ağırlaştırmaktadır. Endüstriden kaynaklanan hava ki rliliği daha çok, yanlış yer ve teknoloji seçimi sonucu görülmekte dir.
Özellikle büyük kentlere yakın olarak kurulacak bir tesisin topografik yapıya ve hava hareketlerinin yönüne göre olan
konumu, büyük önem taşımaktadır.
Evsel ısınmanın yol açtığı en çarpıcı ha va ki rliliği örneği Ankara’da yaşanmıştır. Sadece batı yönü rüzgara açık olan,
apartman ve gecekondu tipi s ık inşa edilmiş binalarla dolan Ankara, değişik kömür ve fuel -oil çeşitlerinin yakılmas ı ile kış
mevsimlerinde büyük bir ki rliliğin etkisinde kalmıştır. Bununla beraber, doğal gaz kullanılması sonucunda Ankara’da hava
ki rliliğinin büyük ölçüde azaldığı da bi r gerçekti r. Ayrıca , İs tanbul , İzmir, Eskişehir, Bursa, Kayseri , Adana, Gaziantep, Ko caeli,
Samsun, Zonguldak, Trabzon, Erzurum ve Diyarbakır’da da hava ki rliliğinde artışlar görülmektedir.
Motorlu taşıtların hava ki rliliğine katkıları son yıllarda önemli boyutlarda artmıştır. Özellikle yaz aylarında taşıtlar,
görülen ki rletici konsantrasyonlarının en önemli kaynağı olmaktadır. Taşıtlardan atılan hidrokarbonlar (HC), azot oksitler
(NOx) ve karbonmonoksi tler (CO), bu ki rleticilerin atmosferdeki konsantrasyonlarının artmasına sebep olmakta, ayrıca
hidrokarbonlar ve azot oksi tlerinin atmosferde güneş ışınlarının katali tik etkisiyle gi rdikleri reaksiyonlar sonucu “fotokimyasal
duman” denen ve ozon, aldehitler gibi güçlü oksi tleyici maddeleri i çeren bir tür ki rlilik meydana gelmektedir. Son yıllarda,
benzin fiyatlarındaki hızl ı artış, dizel motoruyla çalışan araçların toplam araç sayısı i çindeki oranını hızla arttırmıştır.
Dizellerden bırakılan karbon parçacıkları hem görüntü bozukluklarına, hem de güneş ışığını absorbe etme özellikleriyle mikro
meteorolojik değişikliklere sebep olabilmektedir.
87
Endüstri
Endüstriden kaynaklanan hava ki rliliği esas olarak yanl ış yer seçimi ve atık gazların yeterli teknik tedbirler a l ınmadan havaya
bırakılması sonucu meydana gelmektedir. Halen, İstanbul-İzmit aras ı, Bursa, Adapazarı, Samsun, İzmir, Adana-Tarsus bölgesi,
Karadeniz Ereğlisi, Karabük, Bartın, Hereke ve Kırıkkale, endüstriden kaynaklanan hava ki rliliğine büyük ölçüde sahne
olmaktadır. Bazı bölgeler burada bulunan tek bi r endüstrinin meydana geti rdiği yoğun ki rliliğe maruz kalmakta, bazı endüstri
bölgelerinde ise bi rçok endüstrinin emisyonları bileşik bi r ki rlilik yaratmaktadır.
Endüstriyel ki rlilik kaynaklarının en önemli kısmını, tesislerde kullanılan yakıt oluşturmaktadır. Bunun için atmosfere
verilen kirleticilerin en büyük bölümü, enerji üreten santrallerden ve özellikle termik santrallerden verilen kirleticilerdir.
Endüstriden kaynaklanan hava ki rliliği i çin çözüm, tesis yerlerinin iyi seçilmesi , üretim için ütün teknoloji kullanılması ve
bacalara atıkları zararsız hale geti rebilecek sistemlerin takılmasıdır (Resim 13).
Endüstriyel hava ki rliliği
Hava Kirliliğini Etkileyen Çevresel Etkenler
Kentleşme ve endüstrileşme kaçınılmaz iki gerçekti r. Dünya nüfusunun hızla artmaya devam etmesi ve daha iyi beslenebilme
ve yaşayabilme arzusu iki olayın da devam edeceğini göstermektedir. Ancak kentleşme ve endüstrileşme hareketinde,
çevreye duyarlı ve uyumlu hareket etmek insanın elindedir.
Bunun için hava ki rliliğini etkileyen olumlu ve olumsuz fiziksel çevre koşullarının önceden bilinmesi, ona göre planlama
yapılması ve önlemlerin al ınmas ı gerekir.
Genel olarak hava ki rleticilerinin atmosferdeki dağılımını ve ki rlilik derecesini üç ana neden beli rler.
Beşeri faaliyetler
Meteorolojik ve klimatolojik özellikler
Jeomorfolojik özellikler
İnsanların daha iyi yaşayabilmek arzusuyla ortaya koyduğu sanayileşme faaliyetleri , büyük kentlere akım, artan kara ve deniz
trafiği , hızla artan nüfusa bağlı olarak bilinçsizce yer altı ve yer üstü kaynaklarının tüketilmesi ki rliliği arttıran başl ıca beşeri
faaliyetlerdir.
Meteorolojik ve klimatolojik etkenlerle, jeomorfolojik etkenler hava ki rliliği konusunda birbirleriyle iç içedir. Hava
88
kirlenmesinde meteorolojik değişkenler (sıcaklık, rüzgar, yağış v.b) topografik yapıyla şekillenmekte, etkileri artmakta veya
azalmaktadır. Bi r yerde yaşanan ve felaket halini alan hava ki rliliği sorunu, ancak uygun olmayan topografik ve meteorolojik
koşulların etkisiyle görülebili r.
Meteorolojik-klimatolojik ve jeomorfolojik bakımdan hava ki rliliğini olumsuz yönde etkileyen yerlerde yaşanan hava
ki rliliğinin nedenleri aşağıdaki şekilde özetlenebilir.
Hava akımlarının (rüzgarın) oluşumunu sağlayacak doğal kanalın bulunmadığı çukur alanlar (depresyonlar) ve geceleyin
soğuyarak ağırlaşan havanın aktığı vadi tabanları, hava ki rleticilerinin hapsolduğu ve ki rliliğin arttığı yerlerdir.
Etrafı dağlarla çevrili düzlükler özellikle kışın hava ki rliliğinin arttığı yerlerdir. Çünkü hem etrafındaki dağlarda soğuyan
hava buralara doğru akmakta hem de bu gibi yerlerde yeryüzü geceleyin radyasyonla çok fazla soğumaktadır. Böylece
atmosferin yere yakın kısımları daha soğuk, daha ağır olmakta ve ki rleticiler yükselemediğinden oradaki kirlilik
konsantrasyonu artmaktadır.
Atmosfer ki rleticilerinin kaynaklarından çevreye yayılmasını, yatay ve dikey yöndeki hava hareketleri (yüksekte, alçal tıcı)
sağlamaktadır. Yatay ve dikey yöndeki hava akımlarının hızı arttıkça, ki rlilik konsantrasyonunda azalma olmaktadır.
Atmosferdeki hava hareketleri , sıcakl ığın atmosferdeki dikey dağılımıyla ilgilidir. Yeryüzüne yakın seviyedekiler daha
sıcaksa yukarıya doğru hareket vardır. Başka bir ifadeyle atmosferin aşağı seviyelerindeki ki rleticiler yukarıya taşınırlar ve
buradan da rüzgarlarla uzaklaştırıl ırlar. Böylece o yerdeki kirlilik azalmaktadır.
Ancak bazı durumlarda ve özellikle kış aylarında geceleri atmosferin yere yakın al t kesimleri, üst kesimlerine göre daha
soğuktur (Radyasyonla soğuma). Bu durumda dikey s ıcakl ıkta bi r terselme (inversiyon) oluşmuştur (Şekil 32). Yere yakın
kıs ımlar daha soğuk, üst kıs ımlar ise daha sıcaktır. Ki rletici kaynaklarından verilen kirleticiler alt kıs ımda bulunan soğuk,
yoğun ve ağır havanın etkisiyle yükselemediğinden ve o seviyede hapsolduğundan, ki rlilik konsantrasyonunda büyük artış
olmaktadır. Bu terselmenin yerden yüksekliği ki rlilik derecesi üzerinde doğrudan etkilidi r (Şekil 33).
Bunlardan başka atmosferin kararlıl ığı, karars ızl ığı, sıcaklık, rüzgar, nem, bas ınç gibi diğer meteorolojik değişkenler de ha va
kirliliği üzerinde doğrudan veya dolaylı etkili olan etmenlerdir.
Hava Kalitesi Sınır Değerleri
İnsan sağlığının korunmas ı, çevrede kısa ve uzun vadeli olumsuz etkilerin ortaya çıkmaması için, atmosferdeki hava
ki rleticilerinin bi r arada bulunduklarında, değişen zararlı etkileri de göz önüne al ınarak tespit edilmiş konsantrasyon birimleri
ile i fade edilen seviyelerdir.
Bunlar;
Uzun Vadeli (1 yıllık) Sınır Değer (UVS)
Bi r yıl içinde aşılmamas ı gereken, tüm ölçüm sonuçlarının ari tmetik ortalamas ıdır.
Kısa Vadeli (24 saatlik) Sınır Değer (KVS)
24 saatlik ortalamalar veya bir yıl i çinde bütün ölçüm sonuçlarının sayısal değerlerinin büyüklüklerine göre sıralandığında ölçüm sonuçlarının %95’ini aşmaması gereken değerdir. UVS ve KVS için verilen süreler genellikle 1 yıll ık dönemleri kapsamaktadır.
Kış Sezonu Ortalaması Sınır Değerleri
Ekim-Mart kış döneminde ısınmadan kaynaklanan hava ki rleticilerinin yerleşim bölgelerinde yapılan
ölçümlerinin ortalama değerleridi r.
89
Tablo-1 Bazı Hava Kirleticilerinin Uzun ve Kısa Vadeli Sınır Değerleri
Hava Kirleticiler Birim UVS* KVS*
1 Kükürt Dioksit (SO2) (SO3)dahil
a. Genel (µg.m-3) 150 400 (900)
b. Endüstri Bölgeleri (µg.m-3) 250 400 (900)
2 Karbon Monoksit (CO) (µg.m-3) 10 000 30 000
3 Azot Dioksit (NO2) (µg.m-3) 100 300
4 Azot Monoksit (NO) (µg.m-3) 200 600
5 Klor (Cl2) (µg.m-3) 100 300
6 Klorlu Hidrojen (HCl) ve gaz halinde klorürler (Cl -) (µg.m-3) 300
7 Florlu hidrojen (HF) ve gaz halinde anorganik florürler (F-) (µg.m-3) 10 (30)
8 Ozon (O3) ve fotokimyasal oksitleyiciler (µg.m-3) (240)
9 Hidrokarbonlar (HC) (µg.m-3) 140 (280)
10 Hidrojen sülfür (H2S) (µg.m-3) 40 (100)
11
Havada asılı partiküler maddeler (PM) (10µg ve daha küçük partiküller) a. Genel
b. Endüstri bölgeleri
(µg.m-3) 150 300
(µg.m-3) 200 400
12 PM içinde kurşun (PB) ve bileşikleri (µg.m-3) 2
13 PM içinde kadmiyum (Cd) ve bileşikleri (µg.m-3) 0.04
14
Çökelen tozlar a. Genel
b. Endüstri bölgeleri
(µg.m-3) 350 650
(µg.m-3) 450 800
15 Çökelen tozlarda Pb ve bileşikleri (µg.m-2.gün-1) 500
16 Çökelen tozlarda Cd ve bileşikleri (µg.m-2.gün-1) 7.5
17 Çökelen tozlarda TI ve bileşikleri (µg.m-2.gün-1) 10
Kaynak: Çevre müsteşarlığı, 1986
* Uzun vadeli sınır değer
**Kısa vadeli sınır değer
Hava Kirliliğinin Çevreye Etkileri
Atmosferin fi ziksel , kimyasal ve biyolojik özelliklerinin bozulmasıyla ortaya çıkan hava ki rliliğinin doğal ve beşeri çevre
üzerinde çok olumsuz etkileri vardır. Bu olumsuz etkileri aşağıdaki şekilde açıklamak mümkündür.
İnsan yaşamı üzerindeki olumsuz etkileri
Atmosfere verilen karbon parçacıkları, karbonmonoksi t, azotoksi tler, hidrokarbonlar, diğer bazı zararlı ve kansorejen
maddeler insan sağl ığı üzerinde önemli olumsuz etkiler yapar.
Bitki ve hayvanlar üzerindeki olumsuz etkileri
Hem atmosferdeki çeşi tli ki rleticiler hem de bunların herhangi bi r nedenle yeryüzüne inmesi bi tki ve hayvanların yaşamı
üzerinde doğrudan etkilidir.
90
İklim üzerindeki olumsuz etkileri
Kirleticiler, Güneş ışınları üzerinde etkili olarak lokal ölçekte sıcakl ık değişimlerine neden olabilmektedir. Ayrıca neden
olabileceği sera etkisi ve ozon tabakasındaki incelemeye bağlı olarak da iklim üzerinde küresel boyutta görülebilecek
değişikliklere katkıda bulunmaktadır.
Asit yağmurları yoluyla yaptığı etkiler
Özellikle fosil yakıtlarda, karbon yanında bulunan kükürt ve azotlu bileşikler, yanma sonucu gaz halinde havaya
verilmektedir. Kükürt dioksi t gazı (SO2)’nın atmosferde su (H2O) ile gi rdiği reaksiyon sonucunda önce sul füroz asit (H 2SO3),
daha sonra da sül fürik asit (H2SO4) oluşmaktadır. Havadaki bu asi t, sülfürik asi t yağmuru olarak yeryüzüne inmektedir. Tabii
bu yağmurla bi rlikte yeryüzüne inen asit, canlı ve cans ız çevre için son derece zararl ı olmaktadır (Şekil 34).
Asit yağmurları bütün ta rihi , sanatsal ve kültürel yapıların taş ve metal kısımları ile boyalarına olumsuz yönde etki ederek
bunların tahrip olmasına neden olmaktadır.
Hayvan ve Bitkilere Etkileri
İnsanlarda görülen hava ki rliliği etkilerine, bi r ölçüde hayvanlarda da rastlanmak tadır. İnsanlar ve hayvanlar dışında bi tkiler
de hava ki rliliğinin etkileri ile karşı karşıyadır. Hava ki rliliğini meydana getiren bazı gazlar, bitkilerin solunumu s ırasın da
gözeneklerden içeriye gi rerek fotosentezi yavaşlatır. Özellikle tarımsal bi tkilerdeki bu olumsuz etki , bi r ölçüde ürün
azalmasına sebep olur. Kükürt dioksitin en çok etkilediği bi tki türleri , bazı önemli tahıl ürünleridi r. Ağaçların yaprakların da
görülen renk bozulmaları da hava ki rliliğinin bi tki hayatında sebep olduğu ayrı bi r bozulmadır.
Hava ki rliliğinin bi tkilere olan etkisinin en iyi örneği , kömürlü santrallerden atılan SO 2 gazının atmosferde gi rdiği reaksiyonlar
sonucu meydana gelen H2SO4’in yağmur suyu ile yıkanması sonucu meydana gelen asit yağmurlarının geniş orman alanlarına
verdiği zarardır. pH değeri bazen 4.0’ün al tında olan bu tür yağmurların İskandinav ülkeleri , Kanada ve Almanya’daki
ormanlarda meydana geti rdiği zarar, li teratürde etraflıca i şlenmişti r. Türkiye’de benzer zararların varl ığı konusunda yapılmış
kapsamlı bir çal ışma bulunmamasına rağmen, Batı Karadeniz sahillerinde yer alan ormanlarda asit yağmurlarından
kaynaklanan bozulmaların olduğu öne sürülmektedir. Kaz Dağ’ında yapılan bir çalışmada Karaçam ve Kaz Dağı Göknarı’nda
görülen orman ölümlerinin batıdan taşınan ki rletici gazların etkisiyle olduğu öne sürülmüştür. Karadeniz’de yapılan bir
çalışmada ise Avrupa’dan taşınan sülfat ve ni trat iyonlarının bu zararı verecek düzeyde olduğu görülmüştür.
3. Eşyaya Etkileri
Hava ki rliliği , yapıların taş ve metal kıs ımla rında zararlara sebep olmaktadır. bu zararın en belirgin özelliği, i ş sebebiyle olan
ki rlenmedir. Ayrıca , kükürt dioksitli hava, ki reç taşının tahribine yol açmaktadır. Yine kükürt dioksit, özellikle demir ve çelik
gibi metal kıs ımlar üzerinde zararlı etki yapmaktadır.
Ġklime Etkileri
Sera Etkisi: Yaklaşık 80 km kal ınlıktaki atmosfer, orantısal olarak ince bir örtüdür. Troposfer adı verilen atmosferin
al ttaki katmanı, hava sıkışıklığından dolayı, atmosferdeki havanın %75’ini ve nemin de hemen tamamını içeri r. Bildiğimiz
hava etkinliklerinin de çoğu, troposferin içinde olduğu, yaklaşık 18 km derinlikteki (kutuplarda daha ince, ekvatorda daha
kal ın) katman içinde meydana geli r. Bu etkenliği ortaya koymak için çok büyük miktarda enerji gerekmekte ve bu enerji ya
doğrudan ya da dolaylı olarak güneşten gelmektedir. Atmosfer tarafından doğrudan soğurulan ve absorbe eden gazların
sıcaklığını arttırmada kullanılan enerji kazanım oranının yaklaşık %20’si temelde yalnız başına havadaki su buharı tarafından
alınmaktadır. Kazanım dışındaki solar enerjinin yaklaşık %45’i uzaya geri yansıtılmakta ve %55’i yer yüzeyi tarafından
91
soğurulmaktadır. Bunlar ortalama rakamlardır. Gerçek değerler atmosferdeki bulut miktarı ile değişmektedir. Diğer yandan,
kapsamlı enerji değişim verileri bu yalın rakamlarla ifade edilenden çok daha karmaşıktır. Karmaşık kısım, troposferde solar
enerji dağılımında kuvvetli bi r etkiye sahip, çok iyi bilinene bir olgu olan “sera etkisi” olarak gösterilmektedir. Sera etkisi,
basi t olarak, değişik dalga boylarındaki enerjinin aktarımında, hava değişkenliğinin bi r sonucu olarak troposfer içindeki solar
enerjiyi tutar. Güneş, çok yüksek s ıcakl ıkta (6000 C) ışınım enerjisi yaymaktadır. Bu sıcakl ıklardaki ışınım temelde kısa dalga
boyu (0.15 ile 4 mikron) spektrum parças ı olarak uzaydan yeryüzüne aktarılmaktadır. Dünya atmosferi bu dalga boylarındaki
enerjiye yüksek derecede geçirgendir ve bu enerji kolayl ıkla (kuşkusuz bulutların yokluğunda) yer yüzeyine kadar
geçebilmektedir. Yer yüzeyi ve üzerindeki cisimler, bu enerjiyi atmosferden uzaya geri yans ıtırlar. Ancak bu geri yansıma,
kuşkusuz yeryüzündeki cisimlerin kendi s ıcakl ıklarında, dolayıs ıyla çok daha uzun dalga boylarında (4 ile 120 mikron)
olmaktadır. Atmosfer bu daha uzun dalga boylarındaki enerjiye çok fazla geçirgen değildi r ve böylece geri yans ıyan enerjinin
çoğu atmosferde, temelde hava ve su buharının çoğunun bulunduğu troposferde absorbe edilir ve tutulur. Böylece, bi r
seradakine benzer şekilde, troposfer ıs ınır. Sera etkisi çerçevesine gi ren diğer bi r karmaşıklık, bu enerji ve su buharı
arasındaki ilişki ile aktarılmaktadır. Radyant enerjinin çoğunu absorbe eden hava bileşeni su buharıdır. Bunun sonucu olarak,
sera etkisi, kuru havadan çok, nemli havada beli rginleşmektedir. Sıcak gün-soğuk gece durumundaki bu sonuçlar çöllerde
yaygındır ve tropikler gibi yüksek rutubetli bölgelerde günlük değişimlerden daha az söz edilmektedir.
Hava ki rliliğinin iklime etkisi, bi risi lokal diğeri global düzeyde olmak üzere iki ölçekte olmaktadır. Lokal düzeyde,
şehir merkezinde ve büyük yerleşim alanlarında bulunan ki rleticiler yüzeye ulaşan güneş ışınlarını yansıtmakta, dağıtmakta
ve az da olsa absorbe etmektedir. Bu olayların, şehir merkezinde bazı meteorolojik farkl ılaşmalara sebep olmaları beklenir.
Ancak, şehir merkezleri yerkürenin çok küçük bir kısmını meydana geti rdiklerinden global ölçekte bu tür meteorolojik
değişiklikler çok önemli olmamaktadır.
Küresel düzeyde ki rlilik ise bütün dünyayı etkilediğinden çok daha önemlidir. Bu tür küresel ölçekte hava ki rliliğinin
iki örneği “sera etkisi” ve “ozon tükenimi”dır. Sera etkisinin nedeni , dünyadan uzaya geri yans ıyan kızılötesi radyasyonunu
tutan insan etkinliklerinden kaynaklanan bazı gazların derişimlerinin artmasıdır. Örneğin bu tür gazların başında gelen CO2’in
atmosferdeki konsantrasyonu son 40 yıl i çinde 320 ppm’e çıkmıştır. Her ne kadar, sera gazları denen bu gazların
atmosferdeki derişimlerinin artmasının yıll ık ortalama sıcaklıkları arttıracağı ve bunun sonucu olarak dünyamızın ikliminin
önemli ölçüde değişeceği kabul ediliyorsa da, atmosferin çok karmaşık bi r sistem olması ve bugün kullanılmakta olan
modellerin yetersizliği nedeniyle, sonuçların ne olacağını kesin olarak hesaplama olanağı yoktur.
Ozon Kaybı
Ozon, atmosferde çok az miktarda bulunan, üç oksi jen atomundan oluşan (O3), solunuma zararl ı mavimsi bi r gazdır.
Dünyadaki ozonun %90’ı ozon katmanı olarak anılan, stratosferin 19 ile 45 kilometreleri ve en yüksek 20-30 km’leri arasında,
toplanmıştır.
92
Değişti rili r=yenilenir
GÜNEŞ
1. Oksijen molekülleri 2 oksijen atomu vererek fotolize olurlar (YAVAŞ)
2. Solar UV ozonu parçaladıkça ozon ile oksijen atomları sürekli birbirine dönüştürülür ve oksijen atomu başka bir oksijen molekülü ile tepkimeye girer (HIZLI)
O2 + O O3 O + O2
3. Ozon, oksijen arom veya ozon molekülünün biriyle veya klor gibi diğer bazı eser gazla tepkimesi ile kaybedilir.
Bu birbirine dönüştürülme işlemi UV ışınımını stratosferi ısıtan termal enerjiye dönüştürür.
Ayl ık ortalama toplam küresel ozon miktarı.
(Global monthly a ve rage total o zone amount. )
Ozon yarığında her yıl TOMS (Total Ozone Mapping Spectrometer) ile ölçülmüş en düşük ozon değerle ri (Dobson
Units).
Ozon özellikle canl ı organizmalarda zararlı olan UVB (Morötesi Bant) denilen bir morötesi radyasyon bandını absorbe eder.
93
Morötesi ışınım (radyasyon) elektromanyetik spektrumda (tayfta) görünen ışıktan daha kısa dalga boyundaki bi r kıs ımıdır.
Güneş, çoğunlukla üç banda ayrılan morötesi ışınım, (UV) UVA, UVB ve UVC üreti r.
UVB, güneşten gelen 280-320 nanometre dalga boylarındaki bi r morötesi ışınım bandıdır. UVB bazı zararl ı etkilere sahip
güneşin morötesi ışınlarının bir çeşididi r. Özellikle DNA’nın zarar görmesinde etkilidir. Melanoma ve diğer cil t kanseri
türlerinin bi r nedenidir. Bazı materyallerin, tarım ürünlerinin ve deniz organizmalarının zarar görmesi ile ilişkili olmaktad ır.
Ozon katmanı yeryüzüne güneşten gelen UVB’nin çoğuna karşı yeryüzünü korur.
UVC, 280 nanometreden daha kısa dalga boylarındaki morötesi ışınımın bir bandıdır. UVC çok ileri derecede tehlikelidir,
ancak ozon ve normal oksijen (O2) tarafından tamamen absorbe edilmektedir.
Ozon Kaybı (Tükenimi) İşlemi
Şimdiye kadar kaydedilen en büyük Antarktik ozon yarığının görüntüsü (Eylül 2006) ve tasvi ri .
Ozon tükenimi Kloro Floro Karbonların (KFK) ve diğer ozon tüketici maddelerin (OTM) atmosfere verilmesiyle başlar.
Rüzgarlar troposferi etkin olarak karıştırır ve gazları yayar. KFK ileri derecede kararl ıdır ve yağmurda çözünmezler. Bi rkaç
yıllık bi r dönemden sonra, OTM molekülleri yer yüzeyinden yaklaşık 10 km yukarıdaki stratosfere ulaşırlar.
Kuvvetli morötesi ışınlar OTM moleküllerini parçalar. KFK, Halon FKK, karbon tetraklori t, metil kloroform ve diğer gazlar
yapılarındaki klor atomlarını serbest bırakırlar. Halonlar ve metil bromid brom atomunu serbest bırakırlar.
Halonlar yangın söndürme amillerinde kullanılırlar. Brom içerdiklerinden ozon tüketimine neden olurlar. Gerçekte ozonu
yok eden bozulmamış OTM molekülleri değil, bu atomlar (Cl , Br)’dır. Bi r klor atomunun, s tratosferden uzaklaştırılana kadar
yaklaşık 100,000 ozon molekülünü yok edebildiği tahmin edilmektedir.
Ozon, yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi doğal bi r döngüde sürekli üretilir ve yıkılır. Ancak, mevcut ozon miktarı
değişmeden aynı kalır. Bu denge beli rli bi r yerde bir akarsuyun akıntı derinliği olarak düşünülebili r. Buradan bağımsız su
molekülleri belirli bi r kalınlıkla geçer, ancak toplam derinlik değişmez. Benzer şekilde, yıkılan ozon molekülleri ile onların
yerine üretilen yenileri dengede kaldığı sürece, ozon katmanının kararlığı değişmeden kalır. Bu durum son 20 -30 yıl öncesine
kadar süregelmişti r. Eğer ayrılan ozon doğal ozonun oluşturduğu tepkimeden daha hızl ı kaybolup giderse, ozon düzeyi düşer.
Stratosferdeki klor ve brom miktarındaki büyük artış bu dengeyi bozmuştur. Bu anlamda, yukarıdaki benzetmedeki
akarsuyun normal akışı yanında, akarsu tabanında meydana gelen kaçaklarla da suyun uzaklaştırıldığı düşünülürse artık
suyun derinliğinin değişmeden kalması beklenemez.
94
Ozon zararlı UVB ışınımını süzdüğünden, daha az ozon, yer yüzeyinde daha yüksek UVB düzeyi demekti r. Ozon tükenimi
arttıkça UVB geldisi artacaktır. Bu süreç özet olara k: (1) KFK salıverilir, (2) KFK ozon katmanına yükselir, (3) UV KFK’dan kloru
serbest bırakır, (4) klor ozonu yıkar ve (6) daha çok UV yeryüzüne ulaşır. Bu da daha çok deri kanseri ile
sonuçlanabilmektedir.
TOPRAK KĠRLĠLĠĞĠ
Toprak yer kabuğunun en üst kısmında yer alır. Aşağıya doğru kayalarla, yukarıya doğru ise bi tki örtüsü ve atmosferle temastadır. Toprak hacmini genel olarak %45 inorganik madde, %5 organik madde, %25 toprak suyu ve %25 toprak havası oluşturur.
Topraklar canl ılara yaşama ortamı olarak hizmet etmekte, bi tkilere köklerin tutunacağı bi r ortam sağlamakta ayrıca su, oksijen ve besin maddeleri sunmaktadır. Toprağın bu özellikleri su ve rüzgar erozyonuyla ve fiziksel , kimyasal , biyolojik etkenlerle azalabilmektedir.
Toprağın oluşumu
Toprak başl ıca iki süreç sonunda meydana geli r.
Kayaçların ıs ınma ve soğumayla genleşerek parçalanmasıyla mekanik olarak oluşur.
Yüzeye yakın kayaçlardaki suyun meydana geti rdiği genelde asidik tuzların etkisiyle kimyasal olarak parçalanmas ıyla oluşur.
Toprağın cinsi öncelikle iklim, organik etkinlik, bulunduğu yer ve zamana bağlıdır. İklim ıs ınma-soğuma ve yağışla toprak oluşumunu hızlandırır. Organik etkinlik köklerin ve toprak altındaki hayvan çukurlarının etkisiyle önemli rol oynar. Toprak tepele rden yağışla daha aşağı bölgelere doğru taşınır. Bu i şlemlerin uzun süreli olmas ı da toprak oluşumunu artırır.
Bitki artıkları topraktaki organik madde miktarını artırır. Ancak tarımsal faaliyetler toprağın organik madde miktarını azaltır (50 yıl tarım ya pılan toprakta organik maddeler yaklaşık %20-40 azalır)
Toprak Kirliliği
Toprakların fi ziksel, kimyasal ve biyolojik dengesinin çeşi tli kirletici unsurlarla bozulması olayına toprak ki rliliği adı verili r. Örneğin çeşi tli şekillerde katı ve sıvı atıkların topraklara boşal tılması ve karıştırılması bu toprakların fi ziksel,
kimyasal ve biyolojik olarak ki rlenmesine yol açar.
Toprağın kimyasal olarak Kirletilmesi:
Tuzluluk; topraktaki suda çözünen iyon derişimi olarak tanımlanabili r. Elektriksel iletkenlikle beli rlenir.
Toprak Kirleticileri
Toprak su ve havaya oranla dış etkenlere karşı tamponlama gücü daha yüksekti r. Ancak sisteme ileve edilen
ki rleticiler tarafından bozulmalar meydana geldiğinde karşılaşılan sorunlar o ölçüde karmaşık, zor ve düzeltilmesi masraflıdır.
Toprak ki rlenmesine sebep olan başlıca ki rleticiler
ağır metaller,
suni gübreler,
tarımsal mücadele ilaçları,
atık sular,
atmosferik emisyonlar,
95
arıtma çamurları,
katı atıklar, çöpler
radyoakti f atıklardır.
Toprakta bulunan ağır metaller ki rliliği Cd, Cu, Ni , Pb, Zn, Hg, Co, Arsenik dolayısıyla meydana gelir.
Söz konusu metaller doğal çevrede birikme eğilimi gösteren daha çok toksik eğilimli elementlerdir. Bunların
dışındaki eser elementler ise beli rli derişimlerin üzerinde bulundukları takdirde insan,, hayvan ve bi tki sağl ığını olumsuz yönde etkilemektedir.
Suni Gübreler
Bitkilerin büyümesi için gerekli elementler
1. Bi rincil Besleyiciler: N, P, K
2. İkincil Besleyiciler: Ca , Mg, S
3. Üçüncül besleyiciler: B, Cl , Cu, I , Mn, Mo, Zn
Birincil besleyiciler, bol miktarda kullanılır, toprakta ürün verimini artırır. Bitkiler tarafından
topraktan tamamen alınır.
İkincil besleyiciler; gerekli oranlarda kullanıl ır, bi tkilerin büyümesi için beli rli derişimlerde olmalıdır.
Üçüncül besleyiciler; eser miktarda gereklidi r. Topraktan uzaklaşmas ı oldukça yavaştır.
Bir ton patates topraktan 10 kg N alırken, 13 g B alabilir.
Suni Gübrelerin Kimyasal Bileşimi
Azotlu gübreler: NaNO3, (NH4)2SO4, NH2CONH2 (üre)
Fosforlu gübreler: Ca 2H2(PO4)2CaSO4 (süper fos fat), CaH2(PO4)2CaHPO4 (tripl süperfosfat)
Potasyumlu gübreler: KCl , K2SO4
Kirletici Etki
NH4+ i çereren gübreler toprağın asitliğini artırdığından, bakterilerin azalmasına neden olurlar. Suni gübreler
toprağa inorganik katkı sağlarlar, organik besleyici katkıs ı sağlamazlar.
Tarım İlaçları ve Toprak Kirliliği
Bitkilerin gelişimini sınırlandıran, termal üretimi azaltan zararlı böcek, yabani ot, mantar ve kemirici hayvanlarla mücadelede çok değişik tür ve bileşimde kimyasal maddeler kullanılmaktadır. Tarımda mücadele amacıyla kullanılan bütün kimyasallara Pestisitler adı verilir.
Bu kimyasallar kullanıldıkları hedef zararlı çeşidine göre değişik isimler almaktadır. Bunlar;
insektisitler (böcek öldürücüler) ,
fungisitler (mantar öldürücüler),
herbisitler (yabani ot öldürücüler) ,
rodentisitler (kemirici hayvan öldürücüler)
Yabani ot öldürücüler, böcek öldürücüler, mantar öldürücüler sıras ıyla daha çok kullanılır.
Tarım ilaçları kimyasal bileşimine göre; suda çözünen tozlar, sulu çözel tiler, emülsiyon halinde değişik ilaçlar, granüller, aerosollar, yemler şeklinde kullanıl ırlar.
96
Bazı tarım ilaçları ise zararlı organizmanın biyolojik gelişim sürecine göre yumurtaları, larvaları ve erginleri yok etmek üzere kullanılırlar. Bazı tarım ilaçları ise zararlı organizmaların yetişme ortamlarına göre yani kül tür bitkisi zararl ıları, orman zararlıları, depo ürünleri zararl ıları gibi ortamlara göre kullanıl ırlar.
Kimyasal formüllerine göre pestisitler;
Klorlu hidrokarbonlar DDT (Dichloro-Diphenyl-Trichloroethane), lindan, heptaklor, dieldrin, klordan ve toksafen
Klorlanmış fenoksi asitler (Diklorofenoksiasetik asit, Dimetil amonyum 2-4- diklorofenoksi asetat, n-butil 2-4- diklorofenoksi asetat, trikloro fenoksi asetik asit, tetraklorodiben-p-dioksin)
Organo fosfatlar ( Paratiyon, metil paratiyon, malatiyon, Tetraetilpi rofosfat, Dimetil diklorovinil fos fat)
Karbamatlar (Karbamik asi t, İzoprppoksi fenil N- metil karbamat, Karbaril, Temik)
Tarım ilaçları genellikle bi tkilere, toprak yüzeyine ve toprak i çine püskürtülür veya uygulanırlar. Uygulanan pestisitlerin çoğu toprağa geçer. Toprak i çerisine gi ren bu kimyasal maddeler aşağıdaki durumlardan biri veya birkaçı ile karşılaşabili rler.
Topraktan buharlaşarak herhangi bi r kimyasal değişikliğe uğramadan atmosfere karışabili rler.
Toprağın alt katlarına doğru yıkanabilirler ve di füze olabilirler.
Toprak içerisinde veya toprak yüzeyinde kimyasal değişikliklere uğrayabilirler.
Topraktaki mikroorganizmalar tarafından parçalanabilirler.
Bitkilerin yapıs ına gi rerler veya adsorbe olabilirler.
Türkiye'de Toprak Kirliliği
Ülkemizdeki çok çeşi tli jeolojik yapı, iklim, bitkisel örtü ve topografik yapı nedeniyle bütün toprak gruplarına sahip,
ender ülkelerden biridi r. Ülkemiz nüfusunun az olduğu cumhuriyetin ilk yıllarına ai t dönemlerde kurala uygun olarak I -IV’ncü
sınıf araziler işlenmekteydi . Özellikle II . Dünya Savaşından sonra artan mekanizasyona bağl ı olarak mer’a ve ormanlardan
açılan araziler işlenmeye başlanmıştır. 1934 yıl ında 11 677 000 hektar olan tarım arazisi, 1955’te 22.808.000 ha’a çıkmış ve
bu gün 27 699 000 hektara ulaşmıştır (Tablo )
Tablo. Ülkemizde yıllara göre tarım arazilerindeki artış miktarları
Arazi Türü Yılı Miktarı (ha) Yılı Miktarı (ha) Yılı Miktarı
Tarım Arazisi 1934 11.677.000 1955 22.808.000 1995 27.699.000
Çayır-Mera 1954 44.329.000 1980 21.101.000
Bilindiği gibi , araziler, toprak işlemeye karşı gösterdikleri s ınırlayıcı özelliklerine göre, hiç sorun göstermeyen I. s ınıf
araziler ile bitkisel üretime olanak vermeyen VIII . Sınıf araziler arasında sekiz sınıfa ayrıl ırlar. Bu sekiz sınıfın ilk dör t grubu
toprak işlemeye uygun, son dört grubu ise orman ve mera gibi sürekli bi tki örtüsü al tında bulundurulmak zorunda olan
gruplar oluşturmaktadır.
Nüfus artışı ve 1950’li yıllardan sonra artan mekanizasyon nedeniyle, daha önceleri kuralına uygun olarak i şlenen I -IV.
Sınıf araziler yanında mera ve ormanlardan açılan araziler de i şlenmeye başlanmıştır. Böylece, 1934 yılında 11.677.000 ha
olan tarım arazisi, 1955’te %100 artış ile ve sağlıksız bi r şekilde 22.808.000 hektara çıkmıştır. Bu tarihten i tibaren de sürekli
artış göstermiş ve 28.000.00 ha yaklaşmıştır.
97
Bu gelişmelere bağl ı olarak 1954 yıl ında 44.329.000 ha olan çayır mera a razisi, 1980’li yıllarda 21.101.000 ha’a
inmişti r. Bu durum birkaç olumsuzluğu beraberinde geti rmişti r. Örneğin, meraların daralması ve hayvancılıkta geli şme
çabaları sonucu meralarda yayılan hayvan yoğunluğu göreceli olarak üç katına çıkmış, aşırı otlatma meralardaki ot verimi ve
kali tesi düşmüş, 25’in üzerindeki çayır bi tkisi türünün 5-6 türe indiği beli rlenmişti r.
Ülkemizde işlenmekte olan 28.053.500 hektarl ık alanın 4.825.442 hektarı I . sınıf arazi olup, bu arazilerde herhangi bi r
toprak koruma önlemine kalmaksızın tarımsal üretim yapılabilmektedir. Toplam I. s ınıf arazi miktarı olan 5.086.087 ha’dan
işlenen miktar çıkarıldığında geriye kalan 260.645 ha arazinin 54.669 ha’ı çayır, 94.482 ha’ı mera, 7.708 ha’ı orman, 5.404 ha
fundalık, 80.709 ha yerleşim alanı, 17.673 ha sanayi , yol , havaalanı v.b. tarım dışı kullanılan alanlardır. Toplam 162.263 ha
tutarındaki çayır ve mera ve fundalık alanla kaplı I . sınıf arazilerin tarımda kullanılmasının karşılığı 300 bin ton dolayınd a
buğday veya eşdeğeri ürün elde edilmesidir.
Tablo. Ülkemizde I, II . Ve III . Sınıf arazilerin toplam ve işlenen miktarları
Arazi Sınıfı I. Sınıf Araziler II. Sınıf Araziler III. Sınıf Araziler
Toplam Alan 5.086.087 ha 6.772.873 ha 7.282.763 ha
İşlenen Alan 4.825.442 ha 6.040.590 ha 6.036.224 ha
Bu durum bir yandan erozyonu artırırken diğer taraftan mer’aların azalmas ına ve buna bağlı olarak hayvancılığı
olumsuz yönde etkilemişti r. Bu gün yurdumuzun toprakları i şlenebili r ya da tarıma açılabili r toprak kaynağı kalmamış 19
dünya ülkesinden biridi r.
Ülkemiz topraklarını toprak ki rliliği sorunu açısından değerlendirdiğimizde;
Her şeyden önce ülkemiz topraklarının, en büyük ve önemli sorunlarının başında erozyon gelmektedir. Her yıl milyonlarca
ton verimli toprak taşınarak elden çıkmaktadır.
Ekonomik gerekçeler ve insanların yüksek gelir elde etme is teği sonucu tarım arazileri amaçları dışında kullanılarak
(sanayileşme, kentleşme vb) elden çıkmıştır. Öte yandan kurulan bu tesisler yakın çevre arazileri i çin önemli ki rletici nokta ları
oluşturmaktadır. Gerek tarla zi raatı gerekse son yıllarda artan örtü al tı yetişti riciliğinde ürün miktarı ve kalitesini artırmak için
kullanılan gübre, pestisid, hormon vb ki rleticiler önem taşımaktadır. Kirlenmiş suların tarımsal sulamada kullanılması sonucu
ki rleticiler (mikrobiyolojik, ağır metal vb) toprak bünyesine geçmektedir (Gediz ovas ındaki bor ki rliliği örneği). Ülkemizin bazı
bölge (özellikle İç Anadolu yöresinde) topraklarının doğal yapılarında bulunan asbest gibi insan sağlığı açısından önemli
kirleticiler önemli bi r risk faktörünü oluşturmaktadır.
Öte yandan Türkiye topraklarının büyük bir bölümünde toprakların tamponlama güçlerini etkileyen pH, ki reç, ve kil gibi
kimyasal ve fiziksel özellikler açısından birçok ülke topraklarına göre oldukça iyi olduğu söylenebilir. Bununla birlikte
Karadeniz bölgesi, Çukurova ve Gediz havzası toprakları diğer bölge topraklarına göre daha dikkatli davranılmas ı gereken
bölgeler olduğu söylenebilir.
Ancak ülkemiz topraklarına yönelik toprak ki rliliğinin önemi, boyutları, çevre ve insan sağlığı üzerine etkileri
konularında kapsaml ı çalışmalar bulunmamaktadır. Çalışmalar daha çok akademik seviyede yapıl ıp uygulamaya yönelik
değildi r.
Sorunlar
Türkiye'de toprak ki rliği ile ilgili olarak;
- Her şeyden önce çok yaygın ve şiddetli derecedeki erozyonun devam etmesi ,
98
- Tarımsal arazilerin amaç dışı kullanım sonucu bu bölgelerde kurulan sanayi tesisleri ve yerleşim alanlarından çıkan
ki rleticilerin özellikle yakın çevredeki tarım arazileri i çin önemli bi r ki rlilik riski oluştu rması,
- Doğal yapılarında sağlık açıs ından zararl ı maddeleri i çeren toprakların bölgelerin sınırlarının ve envanterlerinin
çıkarılmamış olması,
- Toprak ki rliliğinin önemi, boyutları, çevre ve sağl ık üzerine olan etkileri gibi konularda yapılmış araştırma lar; hava ve
su kirliliği gibi diğer çevre sorunları üzerine yapılmış geniş çapl ı araştırmalara göre yetersiz olup envanterler ve bilgiler
eksikti r,
- Toprak ki rliliğinin önlenmesi , kontrolü, izlenilmesi ve değerlendirilmesine yönelik bi r yönetmeliğin henüz
yayınlanamamış olması,
- Kurumlar aras ı koordinasyon eksikliği, gibi sorunlar öncelikli olarak sayılabilir.
Türkiye'de Toprak Kirliliği-Yasal Düzenlemeler
Anayasanın 44., 45.ve 56. maddeleri,
442 sayılı Köy Kanunu,
5556 sayılı Batakl ıkların Kurutulması ve Bundan Elde Edilecek Topraklar Hakkında Kanun,
2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Kanunu,
3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlenmesin dair Tarım Reformu Kanunu,
3202 sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, (Köy Hizmetleri Genel
Müdürlüğü Kaldırıldı, Kanun Maddesi)
2872 sayılı Çevre Kanunu,
4342 sayılı Mer’a Kanunu,
2814 sayılı Katı Atıkların Kontrolü Yönetmeliği ,
Toprakların Amaçları Dışında Kullanılmasını Önlenmesine dair Yönetmelik,
Çevre Bakanl ığı tarafından hazırlanan ve taslağı kurum görüşlerine sunulmuş olan “Toprak Ki rliliği Kontrolü
Yönetmeliği” .
Toprak Kirliliğinin Önemi
Toprak, ana materyal adını verdiğimiz kayaçların, organik atıkların uzun bir süreç içinde birçok fiziksel , kimyasal ve
biyolojik olay ve etkenlerle parçalanıp ayrışması sonucu ortaya çıkan ve dinamikleri devam eden doğal bi r varlıktır. Topraklar;
insan bi tki ve bi rçok hayvanın üzerinde bulundukları, yaşamlarını devam etti rebilecekleri tek yerdir. Buna karşıl ık yeryüzünün
sadece ¼’ü karalarla kapl ı olup bu alanların dağl ık, çöl , çoraklık vb bi rçok doğal kıs ıtlıl ık nedeniyle çok az bi r miktarı tarıms al
üretime başka bir deyişle insanların kullanımına uygundur. Bu gün toprak alanları, bi r yandan kentleşme ve al tyapı
(endüstriyel yapılar, yollar, havaalanları vb) alanları olarak kullanılarak daralırken diğer yandan ki rlilik gibi çok ciddi bi r çevre
sorunu tehdidi altındadır. Her şeyden önce toprak ki rliliğini incelerken toprakların alan olarak arttırılamadığı ve topraklar ın
ikamesinin mümkün olmayan kaynaklar olduğu hiçbir zaman akıldan uzak tutulmamalıdır. Yine kirlenmiş bi r toprağın pratik
olarak temizlenmesinin mümkün olmadığı bu alanların terk edilmekten öteye bir şey yapılamayacağı unutulmamalıdır.
Çevrenin diğer unsurlarından su ve hava kirliliğinde ise ki rliliğin ortadan kaldırılması çok daha kolay ve mümkündür.
99
Tarımsal üretimin miktar ve kalitesini artırmak amacıyla ticari gübreler, pestisidler, toprak düzenleyiciler ve
hormonların kullanılması, katı ve s ıvı atıkların deşarjı, atık çamur uygulamaları, ki rli suların tarımsal sulamada kullanılması,
atmosferik çökelmeler ve radyoakti f serpintiler gibi gi rişimler sonucu topraklar ki rlenmektedir. Bunun sonucu toprakların
verimli ve sorunsuz kullanılabilme yeteneklerinin limitleri daralmakta her geçen gün sorun artarak devam etmektedir. Diğer
taraftan toprakların doğal yapıları içinde bulunan asbest vb ki rleticiler toprak ki rliğinin başka bir sorunudur.
Toprak kirliliğine sebep olan doğal ve insan etkinliklerine bağl ı olarak topraklara karışan ki rleticileri genel olarak: ağır
metaller, pestisidler, hormonlar, organik bileşikler ve radyoakti f atıklar şeklinde gruplandırabili riz.
Toprak ki rliliğinin çevre sağlığı açısından en önemli etkisi ; topraktaki ki rleticilerin bi tki bünyesine geçerek bu bi tkilerin
ya doğrudan ya da bu bi tkilerle beslenen hayvanların besin olarak tüketilmesi sonucu insan bünyesine geçmesidir. Bundan
başka özellikle çiftçi (üretici) sağlığı açısından ki rlenmiş toprakla derinin (el, ayak) temas etmesi, ki rlenmiş toprak tozlarının
yutulmas ı, topraktan özellikle kuruma esnasında buharlaşan civa vb ki rleticilerin teneffüs edilmesi gibi tam olarak boyutları
ve sonuçları yeterince araştırılmamış bi rçok muhtemel sağlık sorunu vardır.
Toprak ki rliğinin diğer önemli bir yönü ikincil olup özellikle su ki rliliği açıs ından büyük önem taşımaktadır. Topraktaki
kirleticiler sızarak yeral tı sularını, yüzey akışları ve erozyonla da yüzey su kaynaklarına taşınarak önemli ve ciddi sorunlara
neden olmaktadır. Toprak bünyesi; dinamik olup son derece yüksek tamponlama gücüne sahip bi r sistemdir. Yani toprağa
gi ren bir zararl ı ya da ki rletici , kolloidal yüzeyler adını verdiğimiz kuvvetler tarafından çok s ıkı bi r şekilde tutulmaktadı r.
Böylece zararl ının etki ve sistemin tepkisi çok uzun bir süreç içinde ortaya çıkmakta hatta bazen herhangi etki
görülmemektedir. Ancak bu tutma sonsuz olmadığı gibi topraktan toprağa değişmekte olup özellikle kumlu toprakların
kapasitesi yok denecek kadar azdır.
Bu durum; toprak ki rliliği , sağlık ve çevre etkile ri gibi konuların, su ve hava ki rliliği gibi diğer çevre sorunlarına göre
daha az araştırılmış olmasına neden olduğu söylenebilir. Ancak toprakların bu gücünün biz insanlar için büyük bir şans
olduğunu topraklar konusunda son derece hassas ve dikkatli davranmamız gerektiğini unutmamalıyız. Ki rlenmiş bi r toprak
için, pratikte onu terk etmekten başka yapabilecek bir şey olmadığı ve sonun başlangıcı olduğu bilinmelidi r .
Toprak ki rliliğinin tespitinde ve değerlendirilmesinde oldukça çok parametre ve faktörün göz önünde tutulması
gerekmektedir. Çünkü toprakta; fi ziksel, kimyasal, fi zikokimyasal, biyokimyasal ve biyolojik olayların karmaşıklığı içerisind e
doğal bi r denge vardır. Bütün bunlar s ınırlı kaynaklar olması nedeniyle toprakların insanların geleceği açısından büyük önem
taşıdığını, toprak ki rliliğinin özellikle çiftçi (üretici ) sağl ığı olmak üzere insan ve çevre sağl ığı açıs ından son derece ön emli bi r
çevre sorunu olduğunu göstermektedir.
Toprak Analizlerinde İzlenen Parametreler ve Uygulanan Yöntemler
Toprak Örneği Alma Kuralları (Kaynak: TS 9923/Mart 1992)
1- Temsili örnek alınacak sahanın tespiti
Örnek al ınmadan önce, örnek al ınacak sahanın toprak ve arazi karakteris tikleri tespi t edilmelidi r. Çünkü bir yerin
toprağı diğer bi r yerin toprağına benzemediği gibi , aynı yer ve tarlalardaki topraklar bile bi rbi rine benzememekte, değişik
tip ve karakterde olabilmektedir. Bu nedenle, temsili örnek al ınacak arazi parçası veya tarla aşağıda beli rtilen özellikler
bakımından benzer olmalıdır.
Topoğrafya,
100
Verimlilik,
Drenaj,
Arazinin baskıs ı,
Toprak rengi,
Toprak tekstürü,
Kirlilik veya diğer problemlerin belirtileri ,
Toprak üzerindeki bi tki örtüsü,
Arazinin Jeolojik yapısı,
Taşl ılık ve toprak ana materyalinin türü,
Yetişti rilen bi tki örtüsünün gelişme durumu,
Toprak idaresi.
Temsili örnek alınacak tarla veya arazi bu özellikler bakımından benzer ise 20–40 dekar veya 40-60 dekarl ık sahadan
bir adet temsili örnek alınabilir.
Bu özellikler bakımından bariz farkl ılıklar varsa arazi veya tarla parçalara bölünerek daha fazla temsili örnek
alınmalıdır. Zi ra bu özellikler bakımından farklı olan iki yerden al ınacak bir temsili örnek, bu iki parçanın hiçbirini temsi l
etmez. Böyle bi r örneğin analiz sonuçlarına göre tavsiyelerde bulunmak, herhangi bi r işlem yapmak, bulunan problemlere
çözüm önermek doğru değildir.
2- Örnek alma zamanı
Toprak örneksinin alınması iklim şartlarına bağl ıdır. Sıcaklık ve rutubet şartlarının uygun olduğu zamanlarda, yıl
boyunca herhangi bi r zamanda örnek al ınabili r. Örnek alınırken toprak, örneği alanın ayağına bulaşacak kadar ıslak olmadığı
gibi, örnek alma aletlerine zorluk çıkaracak kadar da kuru olmamalıdır. Ancak toprak ki rliliği, diğer problemler vb. çal ışmal ar
i çin en uygun olan her zamanda örnek al ınmal ıdır.
3- Örnek alınmayacak yerlerin tespiti
Toprak örneği almak için uygun olmayan yerlerden örnek alındığı takdirde, bu örneklerden elde edilecek analiz
sonuçları yanl ış i şlemlere sebep olur.
Örnek almaya uygun olmayan yerler:
Daha önce kireç, ticari ve çiftlik gübresi konulmuş yerler,,
Arazi veya tarlanın, çukur veya tümsek kısımları,
Harman yeri ve hayvan yatmış yerler,
Fazla ağaçl ık yerler ve ağaç dipleri ,
Su biriken kıs ımlar, akarsu ve sel basmış yerler,
Yol kenarları,
Sap, kök ve yabani otların yığıldığı veya yakıldığı yerler,
Tarla hudutları ve bunlara yakın yerler,
Çakıll ı ve fazla kumlu yerler,
Karınca ve köstebeklerin toprak yığdığı yerler,
Çit, kanal ve orman kenarları,
101
Sıraya ekim yapılan yerlerde sıra üstleri ,
Tuzluluğun bariz olarak görüldüğü yerler,
Hafriyat veya arazi tesviyesi yapılan yerler.
4- Örnek alma
Tespit edilen sahadan genişlik durumuna göre en az 10 en fazla 20 noktadan örnek alınmal ıdır. Örneğin alınacağı
noktalar Şekil 1'de gösterildiği gibi işaretlenmelidi r.
Şekil :1 Örnek alma noktalarının işaretlenmesi
Örnek al ınacak noktalar beli rlendikten sonra bu noktalardan “V” şeklinde çukurlar açıl ır. Bu çukurların derinliği 0 -20
cm. olmal ıdır. Çukurların düz kenarından paslanmaz çelikten imal edilmiş bahçıvan beli veya kürekle 2 cm. kal ınlığında bir
toprak dilimi alınır. Küreğin üzerindeki toprak diliminin sağ ve sol taraflarından çok dikkatli kesilir. Neticede 2 cm.
kal ınl ığında, 3-4 cm. eninde ve 20 cm. boyunda bir toprak sütunu elde edilir. Bu toprak sütunu temiz bir plastik kova içine
aktarılır.
Kovada birikti rilen 10 veya 20 adet toprak sütunu, temsili örnek elde etmek için el ile iyice karıştırılır. Karışımda
mevcut olan kesekler el ile mümkün olduğu kadar iyice ezili r. El ile karıştırılan ve temsili örneği temsil edecek olan toprak
sütunlarının karıştırma işlemini daha iyi bi r şekilde yapılmas ını temin etmek için kova, iki el ile kendi etrafında döndürüle rek
çalkalanır.
Böylece temsili örneğin yeknesak olmas ı sağlanır. Örnek içerisindeki bi tki artıkları ve taşlar el ile ayıklanıp atıl ır. Geriye kalan
örnek, örnek kabı veya torbasına (tercihen naylon torbaya ) doldurulur ve ağzı bağlanır.
Örnek kabı veya torbasının içine veya dışına yap ıştırılacak veya bağlanacak olan iki etiket kurşun kalem ile doldurulur.
Bu etikette aşağıdaki bilgiler bulunmal ıdır:
Örneği alanın adı
Örneğin alındığı tarih,
Örnek numarası,
Örneğin alındığı tarla veya arazinin sahibi ,
Örneğin alındığı yer,
Bundan sonra örneğin analiz edileceği laboratuara gönderilmek üzere aşağıdaki bilgileri i çeren bir form doldurulur.
Örneğin alındığı yer ( il , il çe, köy)
Örneğin alındığı mevkii ,
Örneğin alındığı derinlik,
Örneğin temsil ettiği tarla veya arazi büyüklüğü (dekar),
Sulu veya kuru zi raat yapıldığı,
102
Bir önceki yılda yetişti rilen bi tki türü,
Bir sonraki yılda yetişti rilecek bi tki türü,
Daha önce verilen gübre miktar ve cinsi
Toprak ki rliliğine sebep olan madde veya maddeler
Toprak ki rliliğinin belirtileri ve bi tkilerde meydana geti rdiği hasarlar
İs tenilen analizler.
Katı Atıklar ve Çöpler
Tüketen ve kullananlar i çin bi r değer taşımayan gereksiz oldukları i çin atılan evsel , ticari ve endüstriyel etkinlikler sonucu
oluşan maddeler katı atık olarak tanımlanmaktadır.
Özellikle büyük yerleşim yerlerinde kentsel çöpler ve endüstriyel atıklar önemli çevre problemlerine yol açar.
Şehirler büyüdükçe, toprak ki rliliği sürekli büyüyen bir problem olmaktadır. Küçük şehirler dahi her gün tonlarca katı çöp ya
da atık üretmektedir. Atıkların giderilmesinde i zlenen uygun iki yol , düzenli depolama ve yakıp kül etmedir.
Düzenli depolama alanı, atıkların çukura döküldüğü büyük bir alandır. Atıklar çukurda s ıkıştırıl ır ve üzerleri toprakla
örtülür. Atıklar, düzenli depolama alanlarında, biyolojik, kimyasal ve fi ziksel olarak ayrışarak tamamen güvenli hale gelinceye
kadar çevreden izole edilir. Ancak, şehirler büyüdükçe, bu amaç için yer bulmak oldukça güçleşmektedir.
Büyük fırınlarda atıkların yakılması veya yakılıp kül edilmesi, diğer bi r atık giderme yöntemidir. Yakma fırınları kirlilik
kontrol aygıtları ile donatılmal ıdır, aksi durumda havaya büyük miktarlarda ki rleticiler veri rler. ABD’de bazı şehirlerde,
atıkların yakılmasından üretilecek su buharını kullanarak elektrik üretmek için denemeler yürütülmektedir.
Düzenli atık depolama. 1. Çukur yöntemi 2. Alan yöntemi
103
Atık yakma fırını şeması Atık yakma fırınının ki rlilik kontrol bi rimi
Geri DönüĢüm
Yeniden değerlendirilme olanağı olan atıkların çeşi tli fi ziksel ve/veya kimyasal işlemlerden geçirilerek ikincil hammaddeye
dönüştürülerek tekrar üretim sürecine dahil edilmesine geri dönüşüm denir.
Doğal kaynakların sınırsız olmadığı, dikkatlice kullanılmadığı takdirde bir gün tükeneceği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu
durumun farkına varan ülke ve üreticiler özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından buyana kaynak is rafını önlemek ve ortaya
çıkabilecek enerji krizleri ile baş edebilmek için atıkların geri kazanılmas ı ve tekrar kullanılması i çin çeşitli yöntemler aramış
ve gelişti rmişlerdir.
Kalkınma çabasında olan ve ekonomik zorluklarla karşı karşıya bulunan gelişmekte olan ülkelerin de tabii
kaynaklarından uzun vadede ve en yüksek düzeyde faydalanabilmeleri için atık is rafına son vermeleri, ekonomik değeri olan
maddeleri geri kazanma ve tekrar kullanma yöntemlerini uygulamaları gerekmektedir.
Geri dönüşümde ama ç, kaynakların gereksiz kullanılmasını önlemek ve atıkların kaynağında ayrıştırılmas ı ile bi rlikte
atık çöp miktarının azal tılması olarak düşünülmelidi r. Demir, çelik, bakır, kurşun, kağıt, plastik, kauçuk , cam, elektronik atıklar
gibi maddelerin geri kazanılmas ı ve tekrar kullanılmas ı, tabii kaynakların tükenmesini önleyecekti r. Bu durum , ülkelerin
ihtiyaçlarını karşılayabilmek için i thal edilen hurda malzemeye ödenen döviz miktarını da azaltacak, kullanıl an enerjiden
büyük ölçüde tasarruf sağlayacaktır. Örneğin kullanılmış kağıdın tekrar kağıt imalatında kullanılması hava ki rliliğini %74 -94,
su ki rliliğini %35, su kullanımını %45 azalttığı ve bi r ton atık kağıdın kağıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesi
önlenebilmektedir.
Diğer yandan, geri dönüşümün amaçlarından biri de bertaraf edilecek katı atık miktarlarının azal tılması nedeni ile çevre
ki rliliğinin önemli ölçüde önlenmesi de sağlanacaktır. Özellikle katı atıkları düzenli bi r şekilde bertaraf edebilmek için yeterli
alan bulunmayan ülkeler için katı atık miktarının ve hacminin azalması büyük bir avanta jdır.
Sağlıklı bi r geri dönüşüm sis teminin ilk basamağı ise bu malzemelerin kaynağında ayırması sureti ile toplanılmas ıdır.
Geri dönüştürülebilir ni telikteki bu atıklar normal çöple karıştığında bu malzemelerden üretilen ikincil malzemeler çok daha
düşük nitelikte olmakta ve temizlik i şlemlerinde sorunlar olabilmektedir. Bu yüzden geri dönüşüm işleminin en önemli
basamağını kaynakta ayırma ve ayrı topla ma oluşturmaktadır.
104
Geri Dönüşümün Önemi
1. Doğal kaynaklarımızın korunmas ını sağlar.
2. Enerji tasarrufu sağlamamıza yardım eder.
3. Atık miktarını azaltarak çöp işlemlerinde kolayl ık sağlar.
4. Geri dönüşüm geleceğe ve ekonomiye yatırım yapmamıza ya rdımcı olur.
Geri Dönüşebilen Maddeler
Demir • Çelik • Bakır • Aliminyum • Kurşun • Piller • Kağıt • Plastik • Kauçuk • Cam • Motor yağları • Atık yağlar
• Akümülatörler • Araç lastikleri • Beton • Röntgen filmleri • Elektronik atıklar • Organik atıklar
Geri Dönüşümde Yasal Mevzuat
Ülkemizde geri dönüşüm; Çevre Kanunu ve bu kanuna istinaden çıkarılan yönetmeliklerle düzenlenmektedir. Bunlar;
Atık Pil ve Akümülatörlerin Kontrolu Yönetmeliği (APAK)
Ambalaj Atıkları Kontrolü Yönetmeliği
Poliklorlu Bi fenil ve Poliklorlu Terfenillerin Kontrolü Hakkında Yönetmelik
Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği
Bitkisel Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği
Ömrünü Tamamlamış Lastiklerin Kontrolü Yönetmeliği
Geri Dönüşüm Sisteminin Basamakları
1. Kaynakta ayrı toplanması: Değerlendirilebili r ni telikli atıkların oluştukları kaynakta çöple karışmadan ve
ki rlenmesine izin verilmeden ayırarak toplanmas ı. Bu şekilde bu tür atıkların diğer çöplerle karışmadan ayrı
toplanması geri dönüşüm basamaklarında zamandan tasarruf sağladığı gibi ki rlenmesinin önlenmesi ile ayrıca
yıkanmasına gerek kalmayacaktır. Buda yeniden yıkanmasına engel olacağından sudan da tasarruf sağlanmış
olacaktır.
2. Sınıflama: Bu işlem kaynağında ayrı toplanan malzemelerin cam, metal plastik ve kağıt bazında sınıflara ayrılmasını
sağlayacaktır. Bu s ınıflama değerlendirilecek çöplerin ayrı ayrı olarak geri dönüşüm tesislerine ulaştırılması
sağlanacaktır. Kaynağında sınıflama yapılmadan toplanan çöpler ana çöp alanlarına taşınarak bu bölgelerde
ayrıştırılarak yeniden değerlendirilme işletmelerine taşınacaktır. Kaynağında sınıflara ayrılması zaman, nakliye ve
işçilikten tasarruf yapılmasını sağlayacaktır.
3. Değerlendirme : Temiz ayrılmış kullanılmış malzemelerin ekonomi ye geri dönüşüm işlemidir. Bu i şlemde malzeme
kimyasal ve fiziksel olarak değişime uğrayarak yeni bi r malzeme olarak ekonomiye geri döner.
4. Yeni ürünü ekonomiye kazandırma : Geri dönüştürülen ürünün yeniden kullanıma sunulmasıdır.
105
Camın geridöşümü İçecek kutularının geridönüşümü
DĠĞER KĠRLENME ÇEġĠTLERĠ
Biyolojik Birikim
İnsanlar tarafından üretilmiş ve doğa için ki rletici olan bazı maddeler besin zinci rini oluşturan organizmalarda
birikebildikleri halde, diğer bazıları birikemezler. Doğaya çeşi tli kaynaklardan gelen yapay maddeler çoğu kez havada ve suda
seyrel tilerek canl ılara zarar veremeyecek düzeylere inerler. Ayrıca zehirleyici özelliğe sahip pek çok ki rletici maddede
ortamdaki mikroorganizmaların etkisiyle veya fiziksel ve kimyasal işlemler sonucu zarars ız veya daha az zararlı sekle
çevrili rler. Örneğin, azotlu gübre fabrikalarından yan ürün olarak çıkan ve zehirli özelliğe sahip amonyak, ni trite, sonra
ni trata dönüşerek zehirsiz sekle ulaşabilir. Amonyağın aksine bazı ki rleticiler ise zarars ız sekle dönüştürülemezler, zararlı
özelliklerini daima korurlar. Bu tip maddeler besin zinci rini oluşturan organizmaların dokularında birikerek zararlı
konsantrasyon düzeyine ulaşabili rler. Bu olaya Biyolojik bi rikim denir.
Doğada biyolojik olarak bi rikebilen maddelerin başında DDT, PCBs gibi sentetik organik kimyasal maddeler, bazı
radyoakti f maddeler ve bazı ağır metaller gösterilebilir.
Pestisitler
Pestisitlerin gelişigüzel kullanılması, pek çok yerde havayı ve suyu ki rletmektedir. Pestisi tler zararl ı olmayan organizmaları
öldürerek, besin zinci rlerinin bozulmas ına da neden olmaktadırlar. Yaygın olarak kullanıl an bazı pestisitlerin, kullanıldıktan
yıllar sonra tehlikeli oldukları ortaya çıkmıştır. Bu durum, pek çok hayvan ve insanlar için yüksek oranda zehirli olduğu
görülen DDT için tamamen geçerlidi r. Bi tkilere serpilen veya püskürtülen DDT yağmur suyu ile yıkanmış ve ırmak ve nehirlere
taşınmıştır. Sonunda planktonlar tarafından al ındığı denizlere karışmıştır. DDT biyolojik yoldan kolay yıkılabilir bi r bileşi k
olmadığından, biyolojik büyütüm ile yukarı düzeydeki tüketicilerin vücutlarında derişimi artmıştır. Yeryüzü ekosistemlerinin
bi rbirine bağl ı doğası, DDT’nin kutup ayılarının vücudunda ve Antarktika buzulunda bulunması gerçeğinde açıkça
görülebilmektedir. DDT’nin insanların yağ dokularında biriktiği de ortaya çıkmıştır.
106
Pestisit ve Herbisitler
Pestisit ve herbisitler evsel ve endüstriyel atıklardan ve tarımsal mücadelelerde alıcı ortama karışan ve güç parçalanan
maddelerdir. Bu nedenle toksik veya kanserojenik etki yaparlar. Bunların tümü karbon, hidrojen, klor içerdiklerinden klorlu
hidrokarbonlar olarak ta tanımlanırlar. Toprakta uzun süre bozulmadan kalabili rler, son derece zehirli maddelerdir.
Pestisitler temelde, -Fungisitler, -Insektisitler, -Herbisitler, olarak üç ana gruba ayrılabili r.
Fungisitler, mantarlarla Insektisi tler, zararli böceklerle Herbisi tler, zararlı otlarla mücadelelerde kullanılır. Algisi tler, alg
öldürücüler.
Ondokuzuncu yüzyılın sonundan i tibaren bağlarda görülen mildiyu hastalığına karsı Bordeaux bulamacından
yararlanılmasına karşın, özellikle ikinci dünya savaşından sonra ayni amaçla çok sayıda sentetik ürün hazırlanarak
kullanılmaya başlanmıştır. Pestisitlerin ileri ülkelerdeki tüketimi etkin madde oranı bakımından ton olarak kısa süre içinde
büyük bir artış gösterdi . Bu yaygın kullanımın doğal çevre ve insan sağlığı bakımından yaratacağı olumsuz sonuçlar, önceden
farkına varılmadığı i çin denetlenmemiş, ancak DDT' in zehirleyici etkilerinin kanıtlandığı 1970’li yıllardan sonra bu tür
maddelerin kullanımı ve satışı kimi kurallara bağlanmıştır. Bu moleküllerin doğada uzun süre kal abilmesi, seçiciliklerinin
olmaması ve besin zinci rleri boyunca birikme yetenekleri Yüzünden kimi bölgelerde yararlı türlerin yok olmasına,
ekosistemlerdeki dengenin bozulmasına ve bu tür ürünlere karşı di renç gösteren yeni ırkların türemesine yol açmıştır .
Öte yandan uzun zamandan beri herbisitlerin kullanıldığı tarımsal alanlarda bu ilaçlara karşı di rençli zararlı otların hızla
çoğaldığı dikkati çekmektedir. Bu maddelerin besinlere ve yer al tı sularına bulaşması, özellikle organoklorlu ürünler gibi ki mi
pestisitlerin teratojen ve kanser yapıcı etkilerinin ortaya konmasından sonra insan sağlığı açısından göz ardı edilemez bir
tehlike oluşturduğu saptanmıştır. Bu tür ciddi sakıncaları ortadan kaldırmak için araştırmacılar daha seçici, özellikle biyol ojik
olarak hızla parçalanabilen yeni pestisi tler üzerinde çalışmaktadır. Biyolojik mücadele tekniklerinin gelişmesi, pestisit
kullanımını geniş ölçüde sınırlayabilecektir.
Havada ve yağmur suyunda küçük derişimlerde kuş ve balıkların yağ dokusunda ise daha büyük derişimlerde tespit
edilen DDT in Antarktika ’daki penguenlerde dahi bulunuşu ilginç bi r örnekti r.
DDT suda güçlükle erimesine kars ın yağda kolayca çözünür. Bu nedenle alglerin yağ dokusu içinde milyonda birkaç
oranda biriki r. Algleri besin olarak kullanan canl ılarda birim oran artar.
Pestistlerin Ġnsan Dokusuna Etkileri
Vücuda gi ren madde miktarı ile farklı dokularda biriken madde miktarı ve vücutta metabolizma faaliyetleri sonucu
uzaklaştırılan miktar dinamik denge halindedir. Bi rikim için en uygun ka ynak yağ dokusunu içeren nötr yağdır ve bu nedenle
farkl ı dokularda görülen miktar daima yağ dokusundakinden azdır.
Pestisitlerin vücuda en iyi gi rme biçimi besinlerle olmaktadır. Besinin büyük kısmını et, bal ık, kümes hayvanları teşkil
etmektedir. Birikim, besin zinci rinde daha yüksekti r.
Evde ayrıca kullanılan deterjanlarda sindirim kanalına gi rmiş indektisitin emilme oranını arttırmaktadır.
Evsel Kirlenme
Çok değişken yapıda olan evsel atıklar denize ya doğrudan doğruya veya dere, çay, nehir vb. gibi yollarla dolayl ı olarak
boşal tılmaktadırlar. Evsel atıklarda sudan başka organik maddeler protein, yağ, karbonhidrat, vb.) çözünmüş veya asili
haldeki inorganik maddeler özellikle besleyici elementler,deterjanlar bulunur.
107
Bu kadar çeşi tli maddeleri i çeren lağım sularında esas rolü insan metabolizması sonucu oluşan dışkı ve idrar oynar;
normal bi r insanin 100-150 li tre suyu ki rletebileceği saptanmıştır.
Deterjanlar yüzey gerilimini azaltan bir etki gösterdiklerinden Yüzey Aktif Maddeler olarak tanımlanır. Anyonik
deterjanlar düz zinci rli veya dallanmış halkalı alkil sülfatlar veya sül fonatlar seklinde üretilir. Bunlardan düz zinci rli ol anlar
biyolojik ayrışmaya müsait oldukları halde halkal ı zinci rli olan alkil sül fat ve sülfonatlar çok zor parçalanabilen ve hatta
parçalanamayan maddelerdir. Anyonik deterjanların düz zinci rlileri Yumuşak Deterjan, dallanmış olanları da Sert Deterjan
olarak tanımlanır. Yumuşak deterjanlar al ıcı ortama daha az zarar veri r.
Yağlar-Petrol ve Türevleri
Yağlar ve petrol ürünleri evsel ve endüstriyel atıklardan, liman trafiği , tanker kazaları, sintine ve balast sularının
boşal tımından özellikle alıcı ortamı oluşturan denizlere karışırlar. Petrol ki rlenmesinin etkileri şunlardır: Kaplama ve havas ız
bırakma, zehirleme, ışığın geçmesini azaltma, çözünmüş oksi jeni azaltma, deniz kuşlarına zarar vermedir.
Bu durum fotosentez olayını ve dolayıs ıyla bi tkilerin büyümesini önler. Böyle bi r ortamda mikroorganizmalar da
çoğalamaz. Suyun yüzeyindeki petrol filmleri havadan oksijen al ınmas ını sınırlar ve dolayısıyla sudaki oksijen konsantrasyonu
düşer. Bu özellikle canılar için önemlidi r çünkü çoğalamazlar.
Deniz sularının petrollerle ki rlenmesinden özellikle deniz kuşları büyük zarar görür. Petrol tabakasının yarattığı
havas ızl ık sonucu bi tkisel hayat özellikle algler ve likenler yok olur. Özellikle sahile yakin petrol ki rlenmeleri deniz canl ılarında
toplu ölümlere neden olur. Deniz dibinde yasayan bal ıklar ve ıs takozlar daha çabuk etkilenir.
Ayrıca karayollarıyla yapılan petrol , kalorifer yakıtı ve akaryakıt taşımaları s ırasında oluşabilecek kazalar sonucunda
çevreye yayılabilir.
Bitkisel ve hayvansal kökenli yağların suda ayrışabili rlikleri mineral kökenli yağlardan daha hızl ıdır. Bu nedenle mineral
kökenli yağların olumsuz etkisi daha uzun sürer.
Ülkemizde petrol ki rliliği İs tanbul , İzmir,Mersin gibi büyük limanlar basta olmak üzere pek çok sahilimizde önemli boyutlara ulaşmıştır.
Ekosistemlerde bozulma
Dengedeki bi r ekosistemde, bi r besin zinci rinde her bi r düzeydeki organizma sayıs ı bir sonraki daha yüksek beslenme
düzeyindeki organizma sayıs ı tarafından kontrol edilir. Böylece, örneğin, böceklerin sayısı onlardan beslenen organizmalar
tarafından kontrol edilir. Bi r organizma kendi doğal ekosistyeminden uzaklaştır ve yeni bi r ekosis teme katılırsa burada onun
sayısonı kontrol edebilecek avcı türler bulunmayabili r. Bu durum, böceklerin ve diğer organizmaların hiçbir doğal
düşmanlarının olmadığı yeni çevrelere kazara veya kasten yerleşebildiği bazı vakalarda olmaktadır. Japon böceği , Fe lemenk
karaağaç hastalığına neden olan mantar ve kır tırtıl ı hepsi Kuzey Amerika’ya sokulmuşlardır. Eski dünyanın çeşi tli yerlerinde n
pek çoğu zararl ı böcek ve hastalık etmeni , benzer iklim özelliklerine sahip Kuzey Amerika’nın çeşi tli bölgelerine taşınmış tır.
Bu durumun tersi de aynen geçerlidi r. Aktarılan zararl ıların doğal düşmanlarının az olması hızla yayılmalarına ve bi tkilere
büyük zarar vermelerine neden olmaktadır. Grip gibi insan hastalıkları da dünyanın bi r tarafından diğer tarafına yolculuk
yapanlar tarafından taşınmaktadır. Doğu ladini ormanlarında Dev ladin kabuk böceği , Dendroctonus micans (Kug.)
108
The World’s Worst Polluted Places The Top Ten
The Blacksmith Institute New York Ci ty
September 2006
This document was prepared by the s taff of Blacksmith Insti tute with input and review from a great number of experts and volunteers , to whom we are most grateful .
Location Type Pollutants Legacy/Active Source
Cleanup Status
Linfen, China Air, Water Various Gases and Particulates
Active Various Industries Unknown
Haina,
Dominican Republic
Soil Lead Legacy Battery Recycling None
Ranipet, India Water, Soil
Chemicals Legacy Tanning Industry Planned, but not begun
Mailuu-Suu, Kyrgyzstan
Soil, Water
Radioactive Waste
Legacy Soviet-era Uranium Plant
Planned, with World Bank support
Dzerzhinsk, Russia
Water and Soil
Chemicals Legacy, some Active
Soviet-era Chemical Weapons
Production and others
Planning only
Norilsk, Russia Air, Soil , Water
Sulfur Dioxide, Strontium-90,
Caesium-137, Others
Active Platinum Production,
Other mills
Unknown
109
Rudnaya Pristan, Russia
Soil Lead Legacy and Active
Lead Mining None
Chernobyl, Ukraine
Soil, Water
Radioactive Materials
Legacy Soviet-era Power Plant Accident
Ongoing
Kabwe, Zambia Soil Lead Legacy Lead Mining Early Days – process begun with
World Bank
support La Oroya, Peru Air, Soil Lead Active and
Legacy Metal Mining and Production
Unknown
RADYOA KTĠF KĠRLENME
Karasal ortamdaki kayalarda ve denizel ortamdaki sedimentlerde radyoaktif maddeler bulunduğu gibi atmosferde de
kozmik ışınların etkisiyle radyoaktivi te oluşur. İnsanların ürettiği yapay radyoakti f maddeler de karada, suda, havada etkisi ni
göstermektedir. Radyoaktivi te bazı maddelerin karas ız olan atom çekirdeklerinin bir sonucudur. Bu özelliğe sahip olan
maddelere Radyoizotop, bunları i çeren maddelere de Radyoakti f madde denir.
Bütün ağır elementlerin i zotopları (atom numarası 83’ten büyük) radyoakti fti rler. Bi r radyoakti f i zotopun parçalanması
için geçen süreye o izotopun yarı ömrü denir. Örneğin, bu süreler, Karbon 5568 yıl , Fosfor 14,5 gün, Potasyum 1,3 milyar yıl ,
Demir 45 gün, Manganez 300 gün, İyot 8 gün Kripton 10 yıldır.
Radyoaktif Kirlenmenin Kaynakları
Yeryuvarlağında radyoakti f ki rliliğe neden olan başl ıca iki kaynak vardır. Bunlar doğal ve yapay olmak üzere ayrılabili r.
Yeryuvarını oluşturan kaynakların ve denizde çökelmiş olan sedimentlerin içinde bulunan radyoaktif maddelerin
kompozisyonundan kaynaklanır. Diğer bi r kaynağı da kozmik ışınların etkisi sonucu oluşan radyoaktivi tedir.
Yapay radyoakti f maddeler özellikle ikinci dünya savaşından sonra giderek artan miktarlarda ortama karışmaktadır.
Örneğin; atom bombası denemeleri , nükleer santrallerden çıkan atıklar bu santrallerdeki kazalar, denizlere bilerek ve
kontrollü şekilde atılan radyoakti f atıklar.
Radyoaktif Kirlenmenin Çevreye Etkileri
Radyoaktivi tenin çevreye etkisi radyasyonun şiddetine, etki süresine ve ışınların türüne göre değişi r. Doğal radyoaktivi te
oldukça bölgesel düzeyde kalabili r. Yapay radyoaktivi te özellikle nükleer denemeler ve kazalar ekosferin tümünü
ki rletebilecek bir etki yaratır. Örneğin, Rusya ' da Kiev yakınında oluşan kazada, hava akımlarıyla taşınana ve yağmur sularıyla
yeryüzüne inen bu radyoakti f maddelerin kuzeyde İskandinav ülkelerine, batıda İngil tere'ye, güneyde Türkiye'den İspanya 'ya
kadar yayıldığı saptanmıştır.
Nükleer felaketlerden sonra oluşacak duman ve toz güneş ışınlarının yeryüzüne gelmesini engelleyecek derecede yoğun
olabili r. Bunun sonucunda ışığın azalmasıyla yeryüzündeki fotosentez ileri kesintiye uğrayabili r, ayrıca gelen ışınlar yeryüzüne
ulaşmadan geri yansıtılacağından yeryüzünde ısı düşecek dolayısıyla iklimlerde değişme olacak tır.
110
Nükleer felaketlerden sonra ekosferin fiziksel koşullarındaki değişmeler canlı toplumlarında önemli değişmeler
olacaktır. Radyasyon değişik türleri değişik şekillerde etkileyebilir. Genelde böceklerin, kuş ve memelilerden daha dayanıklı
oldukları; bi tkilerden otsuların iğne ve geniş yaprakl ılardan daha dayanıkl ı oldukları saplanmıştır.
Bazı i zotoplar canlıda bi rikim yapar, bu birikim besin zinci ri yoluyla canlıdan canlıya geçer.
Cıva, kadmiyum gibi metallerin de canl ılarda biyolojik bi rikim yaptıkla rı gözlenmişti r. Japonya'da görülen Minimata
hastalığı bu birikimin bir sonucudur.
Kirlenmiş bölgelerde yapılan planktonik çalışmalarda bazı türlerin bol olarak bulunmasına karşın bazı türlerin tamamen
ortadan kalktığı saptanmıştır. Bentik formların dağılışı ki rlilik etkisine göre horizontal olarak zonasyonlar gösteri r.
Radyasyonların Özellikleri
Radyasyonları, i çteki ve dıştaki radyasyon olarak ikiye ayırmaktayız.
A-Radyoakti f kaynak vücudun dışında ise bunun radyasyon tesiri :
1. Radyasyon tipi ve enerjisine
2. İhtiva ettiği radyo izotopun tipine
3. Maruz kalanların kaynağı olan mesafesine bağlıdır.
Radyasyon özellikleri şu şekilde özetlenebili r.
1. Alfa ışınları: Derine nüfuz edemez ışınlar rölati f olarak çok ince yüzeylerle engellenebilir.
2. 2. Beta ışınları: Nüfuz etme özelliği daha büyüktür bi rkaç metre hava tabakası veya birkaç milimetrelik alüminyum
plaka ile durdurulabilir.
3. Gama ışınları: Kuvvetli bi r şekilde nüfuz eder. Tesir mesafesi bu ışınların sahip olduğu enerjiye bağlıdır.
4. Kısa yarı ömürlü radyo izotopların bi r gramı saniyede çok fazla parçalanma meydana getiri r. Oysa uzun yarı ömürlü
izotoplar sadece birkaç parçalanma yaparlar.
5. Radyasyonlar uzun mesafelerde bile (özellikle gama ışınları i çin) göz önünde bulundurmalı. Radyasyonların
aktivi tesi mesafenin karesi ile ters orantılı olarak azal ır ve bu, radyasyondan korunma bakımından önemlidi r.
6. İçteki radyasyonun tehlike sıras ı dıştaki radyasyonların tehlikesine nazaran tamamen zıt yöndedir. Bundan dolayı
alfa ve beta ışınları çok tehlikeli olur. Bu tehlike alfa ve beta parçacıklarının tüm enerjisini hemen civarına
vermesinden kaynaklanır ki bu durumda tüm radyoaktivi te vücut içersinde kalır.
Radyoaktif Atıklar ve Çevrede Dağılım
Nükleer santrallerden çıkan atıklar çok fazla radyoaktivi teye sahipti r. Bu atıklar al fa ve beta radyasyonları yayarlar ve i şin bu
kısmıda çevre ki rlenmesi ve özellikler su ki rlenmesi ile ilgili problemler ortaya çıkar.
1Kg U(235) aşağı yukarı 1Kg atık bırakır. Bunların bazıları uzun yarı ömre sahipti r. Örneğin Sr(90) 25 yıllık yarı ömre sahipti r.
Herhangi bi r radyoakti f maddenin al ıcı suda izin verilen konsatrasyon mikro kuri*/l t (* 1curi=Radyumun bir saniyedeki
parçalanma sayısı)’di r. Bunun için bi r su havzasındaki nükleer santraller gibi binlerce kurilik(C:) aktivi teye sahip tesisler
planlarınken dikkatli olunması gerekir. Pratikte böyle tesislerin yapılabileceği gösterilmişti r. Ancak bu, ilgili kuruluşlarca
bütün tedbirler alındıktan sonra yapılmalıdır!
111
Bir nükleer santralden radyasyonun ekosisteme gi rişi değişik şekillerde olabilir. Gaz veya s ıvı şeklinde olan atıklar canlıla ra
yanmak suretiyle veya doğrudan etki eder. Radyasyon besin zinci rine gi rebilir ve değişik faktörlere ba ğlı olarak etkisini
gösteri ri r. Bunlar:
1. Radyoaktif maddenin özelliği
2. Alınan radyoaktif madde miktarı
3. Vücuttaki birikme yeri
4. Biyolojik yarı ömrü
Bütün izotoplar aynı derecede tehlikeli değildi r. Çeverede bulunan radyumun ve Sr90 ın i zin verilebili r değerelerden daha
fazla olmadığı her an gösterilebilir. Ancak ana tehlike uzaktadır. Bi rkaç i zotop bir kere su ortamına gi rince, bi r süre sonra alg,
bal ık ve su kuşları gibi canlıların vücutlarında birikmeye başlar. Aynı zamanda radyoaktif ki rlenme atmosferde tutulursa süt,
Sr90 i çin tehlikeli bi r vektör görevi görür. Ve şu taşıma serisi ortaya çıkar. Havadaki Sr90 ın zerrecikler halinde çayırlar üzerine
çökmesi sonucu:
Hava ---> Çayır ---> İnek ---> Süt ---> Bebek
(Sr90) (Sr90)
Bu aşamda biyolojik yarı ömür çok önemli bi r faktör olarak devreye gi rer.
Radyoaktif maddeler çevreye serbest bırakıldıkları zaman dağılır ve seyreli r. Bununla beraber canl ı organizmalarda konsantre
olarak bi rikebilir ve besin zinci rine geçebili r. Organizma vücudunda bulunan radyoaktif maddenin ortamdaki radyoaktif
maddeye oranına çoğu zaman konsantrasyon faktörü adı verilir.
Nükleer Reaktörler
U235+ 1n ---> fisyon ürünleri + 2~3 nöton + enerji
U238+ 1n ---> Pu239
Pu239+ 1n ---> fisyon ürünleri + 2~3 nöton + enerji
Bir nükleer enerji merkezinde:
1. Nötronların kontrol edilmesi
2. Üretilen ıs ı enerjisinin uzaklaştırılmas ı
3. Radyasyon artıklarının toplanıp uzaklaştırılması gereklidi r.
Nötron sayıs ının kontrolü nötron absorbe edici kobalt veya boron ihtiva eden elemanlarla yapılır. Nötronların enerjisi ise
'moterator' adı verilen yavaşlatıcı elemanlarla yapılmaktadır.
Reaktördeki proseslerde ortaya çıkan enerji , devreden bir sıvı i çersinde nakledili r. Bu ısı daha sonra buhar elde edilmesinde
kullanıl ır. Bu buhar türbinleri çevirerek elektrik üreti r.
Reaktörlerin yakıtı olan uranyum ince ve uzun kartuşlar şeklinde reaktöre yerleşti rilir. Bu yakıt kartuşları paslanmaz çelik
veya benzeri bi r elementle kaplanır. Yeter derecede ki rlilik bi rikimi olunca nötron absorblamas ı yavaşlar ve fisyon üretimi
azal ır. Bu durumda yakıt kartuşu çıkartılmalıdır. Bu şekilde elemanda atıklar, daha konsantre edilmiş, daha radyoaktif ve
dolayıs ıyla daha tehlikelidir.
Radyoaktif Atıkların Uzaklaştırılması
Radyoaktif atıkların uzaklaştırılmasında ulaşılmak istene n amaç, atıkların zarars ız duruma geçinceye kadar bi rikti rilecek
olan hacimlerini küçültmek için, bunları mümkün olduğu kadar konsantre etmekti r. Bununla beraber, atıklar başlangıçta çok
112
sıcak olduğundan ilk yapılacak iş bu artıkların soğutulmasıdır. Beli rli bi r süreden sonra sıcaklık düşer ve artıklar için işlem
yapılabili r. Bundan sonra artıklar konsantre edili r, mümkün ve uygun olan durumlarda katı forma dönüştürülür.
Bundan sonra, soğutulmuş, konsantre edilmiş ve katılaştırılmış olan radyoakti f atıklar terk edilmiş tuz yataklarına (yer
al tı mağarası) uygun bir şekilde boşal tıl ır. Bu maddelerin bu yerlerde binlerce sene dokunulmadan kalacağı ümit edili r.
Radyoaktivitenin Canlılara Etkisi
A.Radyasyonun Biyolojik Etkisi
Bir canl ı tarafından absorbe edilen radyasyon enerjisinin bünyeye olan etkisi ikiye ayrıl ır.
1. Kronik
2. Akut
Kronik etkiler izafi olarak küçük radyasyonlara uzun süre maruz kalınması neticesinde meydana geli r. Akut etki ise tek ve
büyük bir radyasyon dozuna kısa sürede (24 saat) maruz kal ındığında ortaya çıkar.
Radyasyonun canl ılar üzerindeki etkisi "rem" birimi ile i fade edilir. Bu, X ve gama ışınlarının geçtikleri atmosferde meydana
geti rdikleri iyonlaşmanın bir ölçüsüdür. 5 ve daha küçük değerler izafi olarak küçük radyasyonlardır. Gözle nebili r bi r etkisi
olmamakla beraber 25 rem büyük radyasyon sayıl ır. 50 rem'lik dozajlarda kaz özelliklerinin değiştiği , 300 -500 rem'lik
dozlarda doktor müdahalesi olmaksızın yaşama şans ı olmakla beraber, 650 rem'lik dozların öldürücü olduğu gözlenmişti r.
Genel olarak radyasyona maruz kalınması halinde ömürde bir kısalma beklenir. Maruz kal ınan süre veya dozajın artması
ömürde beklenen kısalmanın miktarını artırır.
Tablo-1 Radyasyonun Beklenen Akut Etkileri
Doz (rem) Etkileri
0-50 Kandaki ufak değişmeler dışında bariz etkisi yok
80-120</ Kusma, bulantı (kişilerin %5-10’unda), yorgunluk
130-170 Kusma ve bulantı (kişilerin %25’inde), radyasyon hastal ığının diğer beli rtileri
180-220 Kusma ve bulantı (kişilerin %50’sinde), Ölüm yok
270-330 1. gün tüm kişilerde kusma sonra radyasyon hastalığının diğer beli rtileri , radyasyondan 2-4 hafta sonra %20
ölüm, nekahat devresi yaklaşık 6 ay sürer
400-500 1. gün tüm kişilerde kusma, radyasyon hastalığı beli rtileri , 1 ay içerisinde %50 ölüm, nekahat süresi 6 ay
550-750 4 saat sonra tüm kişilerde kusma, %100'e yakın ölüm, pek az yaşabilenlerde nekahat süresi 6 ay
1000 1-2 saat içinde tüm kişilerde ölüm, büyük bi r ihtimalle kurtulan olmaz
5000 Bir hafta içerisinde tüm maruz kalanlar ölür
113
Radyasyonun Hücreye Etkisi
Radyasyonlar canlı vücudunu hava akımlarıyla , beslenmeyle veya absorbisyonla etkileyebili r. Bünyede, radyasyonlar normal
hücre faaliyetlerine son derece ciddi zararlar veri r. Radyasyonların hücrelere verdiği zararlar.
1. Fiziksel
2. Kimyasal
3. Metabolik
Fiziksel kademe, enerji absorbisyon süreci olarak düşünülür ve çok hızl ı gerçekleşi r( sn).
Kimyasal kademe, aktivi te olmuş moleküllerin diğerleri ile ve normal hücrelerle reaksiyon periyodlarını içine alır. Sa niyenin
milyonda biri kadar kısa sürede cereyan eder ve kimyasal denge kuruluncaya kadar devam eder.
Metabolik kademede, hücrelerde biyokimyasal değişme söz konusudur. Bu kademedeki önemli hasara dönüştürülmesidir.
Radyasyon, atomların yapıs ını veya elekti rk yükünü değişti rdiğinden, moleküllerin bağ mekanizmaları bozulur. Bu
parçalardan yeni ve farklı moleküller meydana gelebili r. Büyüme ve bölünme gibi hücre faaliyetleri enzimler tarafından
kontrol edildiğinden, hücre hayatı radyasyondan tamamen etkileni r. Radyasyon hücrelerin erken yada geç bölünmesine
veyatuda hiç bölünmemesine sebep olur. Aynı zamanda yeni hücreler normal olmayan büyüme hızına sahip olabilir ve
bölünme özelliğini kaybeder.
Değişik hücrelerin radyasyonda etkilenmesi farklı şekillerde olmaktadır. Hücre bölünmesi zamanı, beslenme ve metabolik hız
büyük ölüçüde radyasyondan etkilenir.
114
İnsan vücundundaki hücrelerden radyasyona karşı hassas oların listesi, hassasiyet derecesine göre sıralanışı:
1. Lenf bezleri ve dalaktaki akvuyarlar(levkositler)
2. Kemik iliklerindeki akyuvarlar
3. Deri ve kemik iliklerindeki esas hücreler
4. Akciğerlerdeki oksijen absorbisyon hücreleri(alveoller)
5. Safra kanalı hücreleri
6. Böbrek tüpleri hücreleri
7. İskelet hücreleri
8. Kas hücreleri
9. Kemik hücreleri
10. Sinir hücreleri
Bunun sonucunda insan vücudunda etkilenen yerler s ırasıyla şöyledir:
1. Kan ve kemik ilikleri
2. Lenf sistemleri
3. Deri ve saç bezleri
4. Mide ile ilgili kısımlar
5. Böbrek üstü bezleri
6. Tiroi t bezleri
7. Akciğerler
8. İdrar yolları
9. Karaciğer ve safra kesesi
10. Kemikler
11. Gözler
12. Üreme organları
Farklı radyoiztopların bi riktiği organlarda değişik olmaktadır.
Tablo . Bazı Radyoiztoplar ve bi riktikleri organlar.
115
Akciğer Böbrekler Karaciğer Kemik
Nikel 163 Krom51 Manganez(56> Berilyum7
Radon222 Manganez51 nikel(51) Karbon14
Polonium210
Germanium71
Kobalt(60
) Fluoline18
Uranyum238 Arsenik76 Bakır(64) Kalsiyum45
Petronium239 Rhodium105 Gümüş(105) Vanadium48
Rhodium106
Kadmiyum(109
) Çinko65
Techretium127 Gümüş(109) Gallium72
Tellurium129 Gümüş(111) Strantium89
İridium190 Strantium90
Altın198 Yttrium91
Uranyum230 Mobilden99
Tın113
Beriyum140
Tungsten185
Kurşun203
Radyum226
Uranyum233
Radyasyona maruz kalındığında ençok ve çabuk değişikliğe uğrayan birim DNA(deoxyribonucleik acid)dir. DNA'da kimyasal
değişime çok çabuk olmaktadır. Düşük dozlarda DNA'nın fiziksel yapısındaki değişme çok çabuk olmaktadır. Düşük dozlarda
DNA'nın fi ziksel yapısındaki değişmelerin farkına varılabilir. Bu fi ziksel değişmeler moleküller aras ında enine bağların
oluşması veya fosfad-şeker zinci rlerinde(bağında) kırılmalar şeklinde kendini gösteri r. DNA moleküllerinin çift bağı
bulunduğundan bu bağlardan birinin hasar göremesi molekülün bütününü etkilemeyebili r ve şayet kırılmalar geli şi güzel
olursa pekçok molekül iki veya daha fazla parçaya ayrılmaks ızın ortaya çıkabili r. DNA doğrudan radyasyona maruz kaldığında
serbest kökler rastgele atak yaparak belirli bi r zamanda sadece bir bağ koparır.
Benzer şekilde, düşük dozdaki iyonize olmuş radyasyonların verildiği durumda sadece bağ koparır. Bununla beraber yoğun
radyasyonlar aynı noktada iki bağı bi rden koparabilir. DNA moleküllerinin iki veya daha fazla parçaya a yrılması iki bazın
bi rden yaklaşık aynı noktada kopma neticesinde olabili r.
Nükleer Reaktörlerin Çevreye Etkileri
Nükleer reaktörlerin çok olduğu ülkelerde, özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde çok miktarda
radyoakti f atık su altında geçici olarak depolanmakta ve sonsuza kadar saklanacağı yere götürülmeyi beklemektedir. Uygun depolama yerleri jeolojik bakımdan binlerce, onbinlerce
yıl kararl ı olmalıdır. Bu tür yerlerin seçimi i çin günümüzde büyük tartışmalar olmaktadır.
116
Nükleer enerjiyi yoğun olarak kullanan Fransa değişik bi r yol seçerek, nükleer atıkların yeniden işlenmesine yönelmişti r. Bunun için, yakıt çubuklarındaki uranyum ve plütonyum ayrılmakta ve yeniden yakıt çubukları haline geti rilmektedir. Geriye kalan düşük etkinlikteki diğer atıklar yukarıda belirtildiği gibi saklanmaktadır. Bunların yarı ömürleri 100 yıl kadardır. Bunlar borsilikat camlarından yapılmış kaplar içinde saklanmaktadır. Bor elementi nötronları tutar. Bu radyoakti f camlar kapalı kaplara yerleşti rilir ve özel depolara konur. Bu depolar en az 1000 yıl
saklanabilecekleri mağaralara, özellikle son buz çağından beri jeolojik bakımdan korunmuş mağaralara yerleşti rili r.
Uranyum ve plütonyumun yeniden işlenmesi çok tehlikelidir ve çok dikkatli yapılmal ıdır. Bu i şlem genellikle
uzaktan yönetilen cihazlarla yapıl ır. Yeniden işleme sürecinin önemli bi r sorunu, geri kazanılan plütonyumun atom bombası yapılabilecek kalitede olmasıdır. Silah yapımının önlenebilmesi için çok sıkı önlemler alınmalıdır.
Görüldüğü gibi, "temi z" nükleer enerji , asit yağmuru ve küresel ısınma gibi çevresel sorunlar taşımamasına karşın, kendine özgü sorunları da beraberinde geti rmektedir. Yeni enerji kaynaklarının saptanması s ırasında bilim kadar sosyal ve poli tik etkenler de önemlidi r. Yeni bi r enerji politikas ı oluştururken hangi riskleri ne kadar göğüsleyebileceğimiz göz önüne almal ıyız. Yani , alacağımız risk geti receği yarara değer mi? Acaba nükleer enerji
kullanarak gi rdiğimiz risk, fosil yakıt1arımn çevre ki rlenmesi ve küresel ısınma risklerinden daha kabul edilebilir durumda mıdır? Yoksa, nükleer enerji kullanımını yaygınlaştırmak yerine, enerjinin daha verimli kullanılmasını mı sağlamalıyız? Bütün bu sorunlar önümüzdeki yıllarda daha ayrıntılı olarak tartışılacaktır .
Nükleer Santral Kazaları
Nükleer güç istasyonlarında çok kötü iki kaza olmuştur. Bunlardan ilki 1979 da Pensilvanya yakınlarındaki Middleton "Three Mile Island" (TMl) nükleer güç istasyonunda meydana gelmişti r. TMI reaktörü suyun yavaşlatıcı ve soğutucu olarak kullanıldığı hafi f su türü reaktördür. Bu kazada bazı soğutucular (aynı zamanda yavaşlatıcı) kaybolmuştur. Çok az yavaş nötron kaldığı i çin reaktördeki zinci r tepkimeleri durmuştur. Bununla bi rlikte fisyon parçacıkları yakıt çubuklarının aşırı ıs ınmasına neden olarak bozunmaya devam etti . Kısmen erime oluştu ve bunun sonucu reaktörlerden bi risi çatladı. Çatlama az miktarda radyoaktif buharın atmosfere yayılmasına sebep oldu. Reaktör kapatıldı, ancak robotlar yakıt çubuklarında önemli ölçüde hasar olduğunu tespit ettiler.
İkinci kaza 1986 yılında Ukrayna'da Çernobil'de oldu. Bu reaktörde yavaşlatıcı olarak grafi t kullanılmaktaydı. Soğutucu
yanl ışlıkla kapatılınca zinci r tepkimeleri kontrolden çıktı. Sıcakl ık muazzam şekilde arttı ve erimeye neden oldu. Erime boyunca çubuklan çevreleyen grafi t yavaşlatıcılar yandı ve radyoaktif dumanlar reaktör dışına taştı. Radyoakti f maddeler Avrupa, Kanada ve Amerikanın bi rçok yerine dağıldı. Çernobil kazasında sadece birkaç düzine insan ölmesine rağmen ileriki
yıllarda radyasyonun neden olacağı kanser nedeniyle daha fazla kişi ölecekti r. Çernobil'de meydana gelen kaza, soğutucunun yavaşlatıcı olduğu hafif-su reaktörlerinde meydana gelmez.( Yan tarafta Çernobil nükleer santral kazas ına ai t görüntüler vardır)
Diğer milletler kaza olmadan nükleer gücü halen kullanmaktadırlar. Fransa ve Japonya' da elektrik enerjisinin üçte ikisi nükleer güç is tasyonlarından elde edilmektedir. Nükleer reaktörlerin güvenliğinin kayıtlardan oldukça yüksek olduğu görülür ancak nükleer atıklar oldukça önemli bi r sorun oluşturur.
Japonya’da 11 Nisan 2011 Cuma günü yaşanan deprem sonrası oluşan yıkıcı bir tsunami dalgası ve Fukuşima Daiçi nükleer
santral kazası
Japonya'da 9 büyüklüğündeki depremin üzerinden bir haftadan fazla bi r süre geçti . Japonya bir tarafyan deprem ve tsunaminin yaralarını sarmaya çalışırken, bi r tarftan da Fukuşima Nükleer Santralinde meydana gelen patlama ve yangınlar
sonras ında olası bi r nükleer felaketin engellemeye çalışıyor.
Santralin reaktörlelerinde oluşan basıncın azaltılmas ı ve soğutma çal ışmaları devam ediyor. Ancak tüm çabalara rağmen bugün 3 numaralı reaktöründeki basıncın yeniden yükseldi.
117
Japon hükümeti ülkede yaşanan deprem sonrasında büyük hasar gören ve devam eden soğutma işlemlerine rağmen
radyoaktif sızıntı riski devam eden Fukuşima nükleer santralinin kapatılacağını açıkladı.
DURUM KONTROL ALTINDA Japonya Nükleer Güvenlik Ajansından Hidehiko Nişiyama, Fukuşima nükleer santralinin 3 numaralı reaktöre su verilmesine ilişkin çabaların ''işe yaramıyor olabileceğini'' belirterek, reaktörden çevreye bir miktar radyoakti f gaz salınacağını söyledi . Nişiyama, gaz salınımının, nükleer santralin çevresindeki radyasyon oranını yeniden yükselteceğini ifade etti . Daha sonra açıklama yapan Tokyo Elektrik Enerji Şi rketi ’nden (TEPCO) bi r yetkili, Fukuşima Daiichi nükleer santralinin, basınç yükselmesi
yaşanan 3. reaktöründe durumun kontrol al tına al ındığını söyledi. Reaktörde basıncın halen yüksek seviyede olmasına karşın durumun is tikrarlı olduğunu beli rten yetkili, bu nedenle reaktördeki basıncı azaltmak amacıyla çevre için risk yaratacak olan radyoakti f gaz salımı i şlemine acil ihtiyaç duyulmadığını kaydetti .
VE SON KARAR: KAPATILACAK
Deprem sonras ında soğutma sisteminde hasar meydana gelen ve radyasyon s ızıntıs ı yaşanan Fukuşima nükleer santrali,
gerekli önlemler alındıktan sonra kapatılacak. Konuyla ilgili açıklama Japonya hükümet sözcüsü Yukio Edano’dan geldi . Fukuşima Daiichi nükleer enerji santralinin yeniden çalıştırılabilecek durumda olmadığını kaydeden Edano, santralin aşırı ıs ınan reaktörlerinde kontrol sağlandıktan sonra kapatılacağını bildi rdi .
Nükleer çağın sonu mu? Dünya basını Japonya’daki deprem sonrasında nükleer santrallerde yaşanan patlamalar nedeniyle, nükleer enerjiyi
sorguluyor.
118
Japonya’da meydana gelen deprem ve oluşan tsunami sonras ında ülkedeki nükleer santrallede yaşanan patlama ve nükleer
sızıntı olasıl ığı, nükleer çağın sonunun geldiği yorumlarına neden oluyor.
İngiliz gazetelerinde, Japonya'da büyük yıkıma yol açan deprem ve tsunamiyle ilgili haberler manşetlerde yer aldı.
İngiliz Guardian gazetesi, Japonya'daki felaketin ardından Amerika Birleşik Devletleri , Hindistan, Çin, Endonezya ve
Türkiye'deki çevreci grupların yeni santrallerden vazgeçilmesi ya da güvenlik standartlarının büyük oranda yüksel tilmesi
çağrıs ında bulunduklarını belirtti .
Haberde özetle şöyle denildi;
"Merkezi Viyana'da bulunan Atom Enerjisi Kurumu'na göre, dünya genelinde, faal durumdaki 442 ticari nükleer santralin
yüzde 20'si önemli derecede sismik faaliyetin olduğu bölgelerde inşa edilmiş durumda. Bu yetkililere göre artan ener ji
ihtiyacını karşılamak için 20 yıl içinde 350 yeni santral inşa edilmesi planlanıyor ve bu durum, bi r doğal felaket sonucu
nükleer facia yaşanması riskinin artmas ı anlamına geliyor."
"Greenpeace Yeşil Barış Hindistan'dan Karuna Raina, 'Japonya'dakilerin depreme dayanıklı ve felaketlere en hazırl ıkl ı
santrallar olduğu söyleniyordu. Ama bakın ne oldu. Sismik bölgeler riski artırıyor' dedi . Türkiye de Akkuyu'da üç nükleer
santral inşa etmeyi planl ıyor. Santralin yapılacağı bölge Ecemiş Fay Hattı'nın bi rkaç kilometre yakınında ve geçmişte büyük
depremlerin olduğu bölgede."
NÜKLEER ENERJİNİ KADERİ JAPONYA'DA BELİRLENECEK
Guardian yazarı Julian Glover de, nükleer enerjinin kaderinin Japonya'da beli rleneceğini beli rterek, santralde durumun
kontrol al tına alınamamas ı halinde nükleer enerjiye güveninin tamamen kaybedileceğini vurguladı:
"Japonya'daki nükleer facianın dünyayı atom enerjisinden uzaklaştırmaması ya da uzaklaştırmas ı gerektiğine dair bi rçok
neden var. Meseleye olumsuz açıdan bakınca rasyonellikten uzaklaşılabili r. Faciaya yol açan nedenlerin tekrarlanmas ı
olasıl ığı ne kadar az ya da sonuçları ne kadar kontrol edilebili r olursa olsun, sektörün güvenlik konusunda verdiği güvencele r,
119
ekonomik mantık ve iklim değişikliğinin etkilerini azal tmak için yeni santraller inşa etmek gerektiği argümanları korkutucu bir
sezyum bulutunda yok olup gidebilir.
Çernobil'in manevi sonuçlarıyla başetmek yıllar aldı. Fukuşima felaketini unutmak da bir o kadar alabili r. Büyük bir yıkıma yol
açma potansiyeli nedeniyle, nükleer enerjinin halkın güvenine ihtiyacı var."
'NÜKLEER ENERJİYE DESTEK AZALDI'
Financial Times da başyazıs ında 1979'da Pensilvanya, yedi yıl sonra da Çernobil'de meydana gelen kazanın nükleer enerjiye
desteği önemli oranda azal ttığını hatırlatarak şöyle dedi :
"Nükleer endüstrinin, Çernobil'den sonra iyi bi r güvenlik sicili oluştu. Bu büyük ölçüde daha iyi tasarım ve daha sıkı izleme
sayesinde mümkün oldu. Küresel ısınma nedeniyle de Batıl ı hükümetler tekrar nükleer seçeneğe bakmaya başladılar. Enerji
güvenliğiyle ilgili beli rsizlik nedeniyle gelişmekte olan ülkeler de hızla nükleer santraller inşa ediyor. Nükleer santraller,
karbon salımlarının azaltılmasında belli bi r rol oynamalı."
"Ancak güvenlik kaygıları, nükleer enerjinin en azından Batı'da canlanışın ı durdurabili r. ABD ve Avrupa'da yeni santral
inşasına destek artmas ına rağmen hala kırılgan bir durum söz konusu. Bi r ciddi olay bile, bu desteği yok edebilir. Çernobil 'den
sonra Uluslararası Atom Enerjisi sıkı güvenlik kuralları geti rdi . Ancak aradan 20 yıl geçmesine rağmen, bu kurallar hala
istenirse uygulanıyor."
"Ama kamuoyunun yeni santraller inşa edilmesini sınırlayamayacağı gelişmekte olan ülkelerde nükleer enerji sektörünün
hızla geliştiği günümüzde bunun yeri olamaz. Yeni nükleer santrallerin yüksek güvenlik standartlarıyla inşa edilmesi
sağlanmalı."
Times 'ın başyazısında da nükleer saldırıya uğrayan tek ülke olan Japonya'daki kazanın ardından nükleer santralların
güvenliğinin mercek altına alınması gerektiğini beli rterek, "Nükleer enerjiyle ilgi li anlaşılabili r hassasiyetlerine ve teknolojide
dünya lideri olmalarına rağmen Japonlar bile felaketten etkilenmeyecek reaktörler yapamıyorsa kim yapabilir ki?" diye
soruldu.
GÜRÜLTÜ VE GÜRÜLTÜ KĠRLĠLĠĞĠ
Gürültü: Ses dalgalar halinde yayılan bir enerji şeklidi r. Ses , “kulak veya bir al ıcı tarafından algılanabilen hava, su ya da
benzeri bi r ortamdaki basınç değişimi”dir. Ses ortamdaki parçacıkların ti treşmesiyle ve bu ti treşimlerin komşu parçacıklara
iletilmesiyle olmaktadır. Ti treşim sonucu oluşan dalgala r havada, su veya benzeri ortamda basınç değişiklikleri oluşturur. Bu
bas ınç değişiklikleri kulak tarafından sinir yolunda aktarılan impulslara çevrili r ve beyin tarafından “ses” olarak algılanır . Ses
nesnel , yani ölçülebili r ve varlığı kişiye göre değişme yen bir kavramdır. Gürültü ise öznel bi r kavramdır.
120
Gürültü “hoşa gitmeyen, istenmeyen rahatsız edici ses” olarak tanımlanabilir ve gelişigüzel bi r yapısı olan ses
spektrumudur. Bi r sesin gürültü olarak ni telenip ni telenmemesi kişilere bağl ı olarak değişebili r. Çok yüksek sesin, hoşa gits e
bile, i şitme kaybıyla bi rlikte bi rçok psikolojik rahatsızl ıklara neden olan zararl ı etkisi nedeniyle kontrolü gerekmektedir.
Gürültüyü, çağımızın önemli endüstriyel ve çevre sorunlarından biri yapan kaynakların başında endüstriyel makinalar ve
ulaşımda kullanılan araçlar gelmektedir. Sanayi toplumlarında, toplumu çevre gürültüsünden korumak için yasalar
çıkarılmakta, çevre gürültüsü için sınırlamalar konulmaktadır. ABD’de 1972 yılında yürürlüğe gi ren kanunla EPA (U.S.
Environmental Protection Agency) gürültü çal ışmalarını üstlenmişti r.
Ülkemizde de 11.12.1986 tarihli ve 19308 sayıl ı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe gi ren Gürültü Kontrol
Yönetmeliği kişilerin huzur ve sükununu, beden ve ruh sağlığını gürültü ile bozmayacak bir çevrenin gelişti rilmesi ama cıyla
gürültü kontrolünün uygulanacağı sınırlarının beli rlenmesi esaslarını kapsar.
Ses ölçü bi rimi dB (Desibel) dir. Gürültü kontrolünde bu birim kullanılmaktadır. dB bir orantıl ı veya göreli bi r değeri
gösteri r. Alexander Graham Bell’in anıs ına Bel adı verilen birim iki büyüklüğün oranının logaritması olarak tanımlanmaktadır.
Söz konusu bir büyüklüğün referans büyüklüğüne oranının logari tmasının 10 katıdır. dB ile ölçtüğümüz büyüklüklere düzey
adı verili r. Bi r ses kaynağının yaydığı ses enerjisinin gücüne ses gücü (veya akustik güç), bu gücün düzeyine (Lw) adı verili r.
Referans gücü olarak uluslararas ı referans Wo=10 kullanıl ır.
Ses gücü W (Watt) olan bir kaynağın ses düzeyi Lw;
Lw=10 log W/Wo = 10 log W/10 eşi tliğinden hesaplanır.
Örneğin 1 W ses gücü olan bir uçak motorunun ses gücü düzeyi ;
Lw=10 log W/ Wo = 10 log 1/10 = 120 dB’dir.
Frekans ses dalgalarının bi rim zamandaki ti treşim sayıs ıdır ve bi rimi de Hertz (Hz) di r. Genç bir insan 10-16.000 Hz
arasındaki sesleri duyabili r. İnsan kulağının hassas olduğu orta frekanstaki sesler 1000-4000 Hz arasındadır.
Gürültü Nasıl Ölçülür?
Ses desibel (dBA) ile ölçülür ve çevresel gürültü ile ilgili uygulamada ses çoğunlukla ‘A’ yüklü desibel ile ölçülür. Frekans
spektrumu karşıs ında insan kulağının duyarl ılığını kabaca yansıttığından, ‘A’ yüklü desibel kullanılır. Bununla bi rlikte, ses
gücü, sese tepkimizi etkileyebilecek tek şey değildi r. Beklenmedik sesler, tekrarl ı bas vuruşlar, ti z gıcırtılar veya vınlamalar
sesleri daha sinir bozucu yapabili r.
121
Gürültü Kirliliği
İnsanlar üzerinde olumsuz etki yapan ve hoşa gi tmeyen seslere gürültü denir. Özellikle büyük kentlerimizde gürültü
yoğunlukları oldukça yüksek seviyede olup, Dünya Sağlık Örgütü'nce beli rlenen ölçülerin üzerindedir.
Kent gürültüsünü artıran sebeplerin başında trafiğin yoğun olmas ı, sürücülerin yersiz ve zamansız klakson çalmaları ve
belediye hudutları i çerisinde bulunan endüstri bölgelerinden çıkan gürültüler gelmektedir . Meskenlerde ise televizyon ve
müzik aletlerinden çıkan yüksek sesler, zamansız yapılan bakım ve onarımlar ile bazı işyerlerinden kaynaklanan gürültüler
insanların işi tme sağl ığını ve algılamasını olumsuz yönde etkilemekte, fi zyolojik ve psikolojik dengesini bozmakta, iş verimi ni
azal tmaktadır.
GÜRÜLTÜ KAYNAKLARI
Trafik Gürültüsü
Ülkemizde her türlü taşıtın i zin verilebili r üst gürültü s ınırları Gürültü Kontrol Yönetmeliğinde belirlenmiştir.
Endüstri Gürültüsü
Endüstriyel gürültü bi rincil olarak o endüstri kolunda çalışanları ilgilendiren önemli bi r problem olmakl a beraber
çevrede yaşayanlar içinde önemli sorunlar yaratmaktadır.
İnşaat Gürültüsü
Diğer gürültü kaynaklarına göre inşaat gürültüsü süreklilik göstermemektedir. Bina ve yol inşaatları sıras ında kullanılan
makine ve cihazlar ile yapılan işlemlerin meydana geti rdiği gürültü yakın çevrelerde ve özellikle yaz aylarında rahats ızl ık
vermektedir. İnşaat yapılan mahallerde ve şantiyelerde izin verilebili r gürültü düzeyleri Yönetmelikte beli rtilmişti r.
GÜRÜLTÜNÜN İNSAN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİNİ
1. Fiziksel Etkiler
Gürültünün fiziksel etkisi, geçici veya i şi tme hasarları şeklinde görülür. Ani ve yüksek sesin kulak zarını parçalaması
hassas korti tabakas ını düzelmeyecek şekilde hasara uğratması başlıca etkilerdir. Ani zarar oluşturmayacak düzeydeki
gürültüde uzun süre kalan kişilerde sürekli işi tme kayıpları görülebilir. Yüksek ses , tüy hücrelerini zedeleyerek, korti
organında çökme oluşturarak ya da i şi tme hücrelerini zedeleyerek işi tme duyusuna zarar veri r. Bu durum işi tme kaybı ve
işi tme eşiğinin kaybına sebep olur.
2. Fizyolojik Etkiler
Gürültünün fi zyolojik etkileri kas gerilmeleri , s tres , kan basıncındaki artış, kalp atışlarının ve kan dolaşımının değişmesi,
gözbebeğinin büyümesi ve uykusuzluktur. Bunların çoğu kısa süreli etkilerdir. Stres ve uykusuzluk gürültünün kısa süreli
etkilerindendir. Ayrıca migren, ülser, gastri t vb. hastal ıkların ortaya çıkmasında gürültünün önemli etkisi olabileceği öne
sürülmektedir.
3. Psikolojik Etkiler
122
Gürültü; insanlarda sini r bozukluğu, korku, rahats ızl ık, tedirginlik, yorgunluk, zihinsel etkilerde yavaşlama ve iş veriminin
azalmasına yol açmaktadır. Bu sonuçların çoğu gürültü ortamında çalışan kişiler üzerinde yapılan gözlemlere dayanmaktadır.
4. Performans Etkileri:
Gürültünün iş verimini azal tması ve işi tilen seslerin anlaşılamaması gibi etkileri görülmektedir. Konuşmanın
algılanabilmesi ve anlaşılabilmesi türünden fonksiyonların engellenmesi, ortamda etkisinde kal ınan arka plan gürültüsü
düzeyi ile ilgilidir.
Gürültüye maruz kalma süresi ve gürültünün şiddeti, insana verece ği zararı etkiler. Endüstri alanında yapılan
araştırmalar göstermişti r ki ; işyeri gürültüsü azal tıldığında işin zorluğu da azalmakta, verim yükselmekte ve iş kazaları
azalmaktadır.
Çal ışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre; meslek hastal ıkların ın %10'u, gürültü sonucu meydana gelen işi tme
kaybı olarak tespit edilmişti r. Meslek hastalıklarının pek çoğu tedavi edilebildiği halde, işitme kaybının tedavisi
yapılamamaktadır.
Titreşim Titreşim bir sis temin denge konumu etrafında yaptığı salınımlardır. Gürültü kontrolü açıs ından ti treşim kontrolü,
ti treşerek ses yayan yüzeylerin ti treşim genliklerinin azal tılmasıyla sağlanır. Bunun içinde ti treşimin sönümlenmesi , ti treşi m
yaratan kaynağın ses yayan yüzeylerden yalıtılmas ı gibi yöntemler uygulanabilir.
Gürültünün Çevreye Olan Etkileri
Gürültünün Fiziksel Çevreye Etkileri
Gürültü kaynaklarının imar planlarındaki gürültüye duyarl ı alanlarla ilişkili olması ve bu soruna karşı tedbir olarak, imar
planlarında gürültüye karşı özellikle araçların transi t geçtiği yollar ile imar sahas ı arasında tampon bölge bırakılmalıdır. Şehir
içi küçük sanayi i şletmelerinin sanayi bölgesine taşınmaları desteklenmelidi r. Buraların yeşillendirilmesi sağlanmalıdır.
Organize Sanayi Bölgesindeki fabrikaların etrafı ve boş arazile rin ağaçlandırılmas ı çalışmaları yapılmalıdır. Yerleşim alanları
i çerisinde kalan kamuya açık eğlence yerlerinde Yönetmelikte belirtilen sınır değerleri aşanlara gürültü
İzleme/Ölçme/Kontrol monitörleri takılmalıdır.
Gürültünün Sosyal Çevreye Etkisi
Gürültünün insan sağl ığı üzerindeki zararlı etkileri nedeniyle kontrol altına al ınması gereği ortaya çıkmaktadır. İlk önce
çevreye gürültüsünü yayan ana kaynaklar ortaya konulmalıdır. Daha sonra çeşi tli sanayi ürünleri i çin izin verilen en yüksek
gürültü düzeyleri belirlenmelidi r.
Bazı Gürültü Türlerinin Desibel Dereceleri ve Psikolojik Etkileri
Gürültü Türü Db Derecesi Psikolojik Etkisi
Uzay Roketleri 170 Kulak ağrısı, sini r hücrelerinin bozulması
Canavar Düdükleri 150 Kulak ağrısı, sini r hücrelerinin bozulması
Kulak dayanma sınırı 140 Kulak ağrısı, sini r hücrelerinin bozulması
123
Makineli delici 120 Sini rsel ve psikolojik bozukluklar (III .Basamak)
Motosiklet 110 Sini rsel ve psikolojik bozukluklar (III .Basamak)
Kabare Müziği 100 Sini rsel ve psikolojik bozukluklar (III .Basamak)
Metro gürültüsü 90 Psikolojik belirtiler (II .Basamak)
Tehlikeli bölge 85 Psikolojik belirtiler (II .Basamak)
Çalar Saat 80 Psikolojik belirtiler (II .Basamak)
Telefon zili 70 Psikolojik belirtiler (II .Basamak)
İnsan sesi 60 Psikolojik belirtiler (I .Basamak)
Uyku gürültüsü 30 Psikolojik belirtiler (I .Basamak)
Çeşitli Kullanım Alanlarının Kabul Edilebilir Üst Gürültü Düzeyleri
Kullanım Alanı Ses basıncı düzeyi (gündüz) dBA
Dinlenme Alanları
Tiyatro Salonları 25
Konferans Salonları 30
Otel Yatak Odaları 30
Otel Restoranları 35
Sağlık Yapıları
Hastaneler 35
Konutlar
Yatak Odaları 35
Oturma Odaları 60
Servis Bölümleri (mutfak, banyo) 70
Eğitim Yapıları
Derslikler, Laboratuvarlar 45
Spor Salonu, Yemekhaneler 60
Endüstri Yapıları
Fabrikalar (küçük) 70
Fabrikalar (büyük) 80
Gürültünün İnsanlar Üzerindeki Etkileri (Schemel, 1986)
İnsanlar Üzerindeki
124
Gürültünün Değeri
Gürültü Kaynağı
Fiziksel Ve Ruhsal Etkileri
20-30 dB Yaprak kımıldaması,
fıs ıldayarak konuşma, çalışan saat
psikolojik olarak
45-50 dB Penceresi kapal ı odaya dışarıdan gelen gürültü,
evdeki müzik
% 50 sinde uykusuzluk
65-70 dB Yoğun trafik olan yol , elektrikli daktilo kan basıncı, yüksek kalp atmas ı, nefes almada değişiklik
90-120 dB moped, testere, disko, havaalanı gürültüsü kısa süreli duymama zorunluluğu
120 dB jet uçağı, si ren düdüğü, havalı tokmak, hava kompresörü
i şi tme zorlukları, ağrı başlangıcı
Gürültüyü Azaltmak İçin Alınabilecek Önlemler
Hava alanlarının, endüstri ve sanayi bölgelerinin yerleşim bölgelerinden uzak yerlerde kurulması,
Motorlu taşıtların gereksiz korna çalmalarının önlenmesi ,
Kamuoyuna açık olan yerler ile yerleşim alanlarında elektronik olarak sesi yükseltilen müzik aletlerinin çevreyi
rahatsız edecek seviyede olmas ının önlenmesi,
İşyerlerinde çal ışanların maruz kalacağı gürültü seviyesinin en aza (Gürültü Kontrol Yönetmeliğinde beli rtilen
sınırlara) indirilmesi,
Yerleşim yerlerinde ve binaların içinde gürültü rahatsızl ığını önlemek için yeni inşa edilen yapılarda ses yalıtımı
sağlanması,
Radyo, televizyon ve müzik aletlerinin evlerde rahatsızlık verecek seviyede seslerinin yükseltilmemesi gerekmektedir.
ÇEVRENİN RESTORASYONU
Kirliliğin Önlenmesi
125
Doğal Kaynakların Korunması
Toprağın Korunması
Yeryüzü Sularında Tarım
Ormanların Korunması
Yaban hayatının Korunması
Zararlıların Biyolojik Kontrolü
Key to the Future
ULUSLARARASI DOĞA KORUMA VE ÇEVRE SÖZLEġMELERĠ
Akdeniz’de Özel Koruma Alanları ve Biyolojik Çeşi tlil iğe İlişkin Protokol
Akdeniz’in Deniz Ortamı ve Kıyı Bölgesinin Korunması Sözleşmesi
Akdeniz’in Gemilerden ve Uçaklardan Boşaltma veya Denizde Yakmadan Kaynaklanan Kirliliğin Önlenmesi ve
Ortadan Kaldırılması Protokolü
Akdeniz’in Kara Kökenli Kaynakla rdan ve Faaliyetlerden Dolayı Ki rlenmeye Karşı Korunması Protokolu
Akdeniz'in Ki rlenmeye Karşı Korunmasına Ait Sözleşme
Avrupa Kültür Anlaşması
Avrupa Peyzaj Sözleşmesi
Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi = Bern Sözleşmesi (19 Eylül 1979)
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Protokol = Kyoto Protokolü
Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (5 Haziran 1992) Rio Yeryüzü Zirvesi'nin en somut sonuçlarından biri , 5-16 Haziran
Biyolojik Çeşi tlilik Sözleşmesi'nin Biyogüvenlik Kartagena Protokolü
Boğazlar Rejimi Hakkında Montreux’de 20 Temmuz 1936 Tarihinde İmza Edilen Mukavelename
Denizlerin Gemiler Tarafından Kirletilmesinin Önlenmesine Ait Ulus lararası Sözleşme (Marpol - 1973)
Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmas ına Dair Sözleşme
Ev Hayvanlarının Korunması Sözleşmesi
Fevkalâde Hallerde Akdeniz’in Petrol ve Diğer Zararl ı Maddelerle Ki rlenmesinde Yapılacak Mücadele ve İşbirliğine Ai t Prot okol
Karadeniz’in Ki rliliğe Kars ı Korunması Sözleşmesi
Karadeniz'in Ki rliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi'nin Karadeniz'de Biyolojik Çeşitliliğin ve Peyzajın Korunması Protokolü
126
Kuşların Himayesine Dair Milletleraras ı Sözleşme
Nesli Tehlikede Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme CİTES
Nükleer Enerji Sahas ında Hukukî Mesuliyete Dair Sözleşme
Nükleer Enerji Sahas ında Hukukî Mesuliyete Dair Sözleşmeye Ek Protokol
Nükleer Kaza Halinde Erken Bildi rim Sözleşmesi
Nükleer Kaza veya Radyolojik Âcil Hallerde Yardımlaşma Sözleşmesi
Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunması Hakkında Sözleşme
Ozon Tabakasını İncelten Maddelere Dair Protokol = Montreal Protokolü
Ozon Tabakasının Korunmasına Dair Sözleşme = Viyana Sözleşmesi
Özellikle Afrika ’da, Ciddi Kuraklık ve/veya Çölleşmeye Maruz Ülkelerde Çölleşmeyle Mücadele İçin Bi rleşmiş Milletler Sözleşme si
Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme
RAMSAR SÖZLEŞMESİ (1971 yıl ında İran’ın Ramsar kentinde imzaya açılmıştır).
Petrol Ki rliliği Zararının Tazmini
Tehlikeli Atıkların Sınırlarötesi Taşınımının ve Bertarafının Kontrolüne İlişkin Basel Sözleşmesi
Uzun Menzilli Sınırlarötesi Hava Kirlenmesi Sözleşmesi
127
Kyoto Protokolü nedir?
Kyoto Protokolü, küresel iklim değişikliğiyle mücadele etmek için, Birleşmiş Milletlerin 1997'de Japonya'nın Kyoto şehrinde
düzenlediği çevre toplantıs ında katılımcı hükümetler tarafından kabul edilen bir anlaşmadır. Protokole göre gelişmiş ülkeleri n
sera etkisi yaratan gazların salınımını 2008-2012 yılları aras ında yüzde 5.2 düşürmelerini öngörüyor. Bi rleşmiş Milletler
verilerine göre, 2001'den i tibaren 84 ülke anlaşmayı imzaladı, 34 ülke onayladı. En son Rusya'nın 18 Kas ım 2004'te
katılmas ıyla 90 gün sonra 16 Şubat 2005 tarihinde protokol yürürlüğe gi rdi . Ancak bağlayıcılığı olmadığı i çin bu anlaşma
sonras ında gaz salınımlarında küresel bi r düşüş gözlenmedi . Dünya'da tek başına sera gazı salınımının yüzde 25'inden
sorumlu olan ABD ve yüzde 1,5'undan sorumlu olan Avustralya Kyoto Protokolü'nü imzalamayacağını duyurdu. Böylece
protokol i şlemeye başlamadan büyük yara aldı. Çevreci Örgütler, başta Amerika olmak üzere gelişmiş ülkelerin Kyoto
Anlaşması'na imza atmasını ve kurallarına uyması gerektiğini savunuyor.
Kyoto ilk değil
Hükümetler, 1992 yıl ında Rio’daki “Dünya Zi rvesi”nde iklim değişikliği ile mücadele etme kararı almışla rdı. Bu zi rvede,
Bi rleşmiş Milletler İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması hazırlanmıştı. Çerçeve Anlaşması, gaz salınımlarını sabit hale geti rmeyi
öngörüyordu fakat bağlayıcıl ığı yoktu. Bu anlaşma sonrasında gaz salınımlarında küresel bi r düşüş gözlenmedi . Kyo to
Anlaşması, BM İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması’nın devamı ni teliğinde. Anlaşmanın şimdilik bi r bağlayıcıl ığı yok. Fakat Kyoto
Protokolü'nü imzalayan ülkelerin yüzde 55’inin parlamentoları, anlaşmayı onaylarsa protokolün bağlayıcılığı olacak.
Bağlayıcıl ığın boyotları ise henüz netlik kazanmadı. Anlaşmanın bazı esnek mekanizmaları da bulunuyor. Örneğin belirli
oranda salınım ticareti yapılabilecek. Yani , bi r ülke para karşılığında, az gaz salınımı olan bir ülkeden gaz salınımı yapma hakkı
satın alabilecek. Bir diğer yöntem de, ülkeler, başka ülkelerin karbondioksi t gazını yutan bir takıl projelere imza atmasıyla da
salınım ticaretinden faydalanabilecek. (Ağaçlandırma, yenilenebilir enerji santralleri gibi )
Kyoto ile neler değişecek?
Kyoto Sözleşmesi ile devreye gi recek önlemler son derece pahalı yatırımlar gerekti riyor;
* Endüstriden, motorlu taşıtlardan, ısıtmadan kaynaklanan sera gazı miktarını azal tmaya yönelik mevzuat yeniden
düzenlenecek.
* Daha az enerji ile ıs ınma, daha az enerji tüketen araçlarla uzun yol alma, daha az enerji tüketen teknoloji sistemlerini
endüstriye yerleşti rme, ulaşımda, çöp depolamada çevrecilik, temel ilke olacak.
* Atmosfere bırakılan metan ve karbondioksi t oranının düşürülmesi için al ternatif enerji kaynaklarına yönelinecek .
* Atmosfere salınan sera gazı miktarı yüzde 5'e çekilecek.
* Fosil yakıtlar yerine örneğin, bio dizel yakıt kullanılacak.
* Çimento, demir çelik ve ki reç fabrikaları gibi yüksek enerji tüketen işletmelerde atık işlemleri yeniden düzenlenecek.
* Termik santrallerde daha az karbon çıkartan sistemler, teknolojiler devreye sokacak.
* Güneş enerjisinin önü açılacak. Nükleer enerjide karbon oranı sıfır olduğu için dünyada bu enerji ön plana çıkarılacak.
* Fazla yakıt tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınacak.
128
Yine de dünya hükümetlerinin acil önlemler almakta bu kadar geciktikleri bi r ortamda tek uluslararası müzakere zemini
Kyoto Protokolü’dür. Protokolü ABD ve Avustralya ’nın yaptığı gibi reddetmek, ağır bi r inkar poli tikasının gösterge sidir.
Kyoto’yu imzalayan bir ülke olmak, en azından küresel ıs ınmadaki payını kabul etmenin ve önlem almaya başlamanın ilk
adımı olabilir.
Türkiye'nin durumu
Türkiye çerçeve sözleşmenin imzaya açıldığı Rio zi rvesinde Başbakan Süleyman Demirel tarafından üst düzeyde temsil
edildiği halde sözleşmeye imza atmadı. Bi r OECD ülkesi olduğu için çerçeve sözleşmenin Ek-1 listesinde yer alan Türkiye,
sözleşmeyi imzalamak yerine listeden çıkmak için lobi yapmayı tercih etti , ne var ki Ek-1 listesinden çıkarılmadı, ancak 2001
yıl ında Ek-2 lis tesinden çıkarıldı (Halbuki yükümlülük al tına gi rmek için ek -1’de olmak yeterlidi r). Sözleşmeye imza atmadığı
i çin Kyoto görüşmelerinde akti f olarak müzakerelere katılmayan, bu yüzden de otomatik olarak Ek -B’ye gi rmediği i çin
Protokol dışı kalan Türkiye, bu şekilde Kyoto Protokolü’ne taraf olmadı ve herhangi bi r yükümlülük altına gi rmedi .
Türkiye küresel ıs ınma konusunda her zaman çok yavaş davranan, uluslararası mekanizmaların çevresinden dolaşmaya ve
zaman kazanmaya çalışan bir ülke oldu. İmzaya açık olduğu süre içinde çerçeve sözleşmeyi imzalamamış, ancak 2004’de
doğrudan doğruya Meclis’ten geçirerek onaylamıştır. Sözleşmenin geti rdiği en önemli yükümlülük olan sera gazı envanterini
ancak 2006 yıl ında, yani sözleşmenin imzalanmasından 14 yıl sonra Birleşmiş Milletlere sunabilen Türkiye’nin, bu envanterle
1990-2004 yılları arasında sera gazlarını 170 milyon tondan 357 milyon tona çıkardığı, yani yüzde 110 artışla rekor kırdığı
ortaya çıktı. Bu rakamlarla yüzde 1,3’lük paya sahip olduğu ve dünyanın en fazla sera gazı üreten 13. ülkesi olduğu ortaya
çıkan Türkiye sonunda Kyoto Protokolüne katılmış oldu (AA).
ULUSLAR ARASI DOĞA KORUMA VE ÇEVRE KURULUġLARI
IUCN: Uluslararas ı Doğal Hayatı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği
IUCN Kırmızı Listesi: IUCN Nesli Tükenme Tehlikesi Altında Olan Türlerin Kırmızı Listesi
IUCN Kırmızı Lis tesi, bi tki ve hayvan türlerinin dünyadaki en kapsamlı Küresel Koruma durumu envanteridi r. IUCN Kırmızı
Lis tesi, Uluslararas ı Doğal Hayatı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (International Union for Conservation of Nature and
Natural Resources ) tarafından sürdürülmektedir.
IUCN Kırmızı Listesi , kesin ölçüt kullanılarak, binlerce tür ve al ttürlerin nesillerinin tükenme riskini değerlendirerek
oluşturulmaktadır. Bu ölçüt tüm türlerle ve dünyanın her bölgesi ile ilgilidir. Kırmızı Lis te ile amaçlanan; koruma meselelerine
kamunun ve poli tikacıların dikkatini çekmek ve bununla birlikte türlerin yok oluşunu azaltmak için uluslararası camiaya
yardım etmekti r. Güçlü bi r bilimsel al tyapı ile oluşturulan IUCN Kırmızı Lis tesi , biyolojik çeşi tliliğin durumu ile ilgili en geçerli
rehber olarak kabul edilmektedir.
En son güncelleme 2006 Kırmızı Listesi , 4 Mayıs 2006 tarihlidi r. 40.168 türü ve buna ek olarak 2.160 alttürü, sua ltı nesillerini ,
al t nüfusu bir bütün olarak değerlendiri r.
129
Bir bütün olarak incelenen türlerden, 16.118 tanesi tehlike al tında olarak beli rlenmişti r. Bunlardan, 7.725 tanesi hayvanlar,
8.390 tanesi bitkiler, ve üç tanesi küf ve mantarlardır.
Bu yayımda, 2004 yıl ındaki yayım üzerinde bir değişiklik yapılmadan, 784 türün İsa’dan Sonra 1500 yıl ından i tibaren neslinin
tükenmesini listelemektedir. Bu 2000 yıl ındaki lis tenin (766) 18 fazlasıdır. Her yıl az sayıda nesli tükenmiş türler ya yeni
bulunmakta, ya fosil türüne dönüşmekte ya da üzerinde yeterli bilgi bulunmayan kategorisine al ınmaktadırlar. 2002 yıl ında
nesli tükenmiş olanlar listesi 759 türe kadar düşmüş ancak o zamandan bugüne artış sergilemektedir.
Türler, tükenme hızı, popülasyon büyüklüğü, coğrafi dağılım alanları ile popülasyon ve dağılımın parçalanma derecesi gibi
kri terler dikkate alınarak 9 grupta sınıflanmıştır.
Korunma durumu kategorileri
Tür
(değerlendirildi)
(yeterli veri )
Tükenmiş
Doğada tükenmiş
(tehdit altında)
Çok tehlikede
Tehlikede
Zarar görebilir
Yakın tehdit
Asgari kaygı
Yetersiz veri
Değerlendirilmedi
EX: (Tükenmiş): Kuşkuya yer bırakmayacak delillerle soyu tükenmiş olduğu kanıtlanan türler.
EW: (Doğada Tükenmiş): Yabanıl yaşamda soyu tükenmiş, sadece el altında (yetişti rme veya sergileme amaçlı
olarak) veya tarihi yayılış alanı dışında yerleşti rilmiş bi r popülasyon olarak varl ığını sürdürdüğü bilinen türler.
CR: (Çok Tehlikede): Yabanıl yaşamda soyu tükenme tehlikesi son derece yüksek olan türler.
EN: (Tehlikede): Yabanıl yaşamda soyu tükenme tehlikesi yüksek olan türler.
VU: (Zarar Görebilir): Yabanıl yaşamda tehlikeye düşmesi yüksek olan türler.
NT: (Yakın Tehdit): Yakın gelecekte tehlikeye düşme olasılığı olan türler.
LC: (En Düşük Kaygı): En düşük tehlike. Daima bir tehlike kategorisi olarak ni telendirilmez. Yaygın ve bol bulunan türler bu kategoriye konulmuştur.
DD: (Yetersiz Veri): Tükenme tehlikesinin değerlendirilmesi i çin yeterli veri olmayan türler.
NE: (Değerlendirilmedi): Şimdiye kadar bu kri terlere göre değerlendirilmemiş türler.
IUCN Kırmızı Lis te tartışılırken, "threatened" (tehlike altında olan) resmi terimi üç kategoriyi içine alır:
Yaşamsal Tehlikede: Yabanıl yaşamda soyu tükenme tehlikesi son derece yüksek olan türler,
130
Tehlikede: Yabanıl yaşamda soyu tükenme tehlikesi yüksek olan türler,
Hassas: Yabanıl yaşamda tehlikeye düşmesi yüksek olan türler.
Kategoriler
2006 IUCN Kırmızı Lis te kategorilerinin özeti.
Species are classified in nine groups , set through cri teria such as rate of decline, population size, area of geographic dis tribution, and degree of population and dis tribution fragmentation.
Extinct (EX) - No individuals remaining.
Extinct in the Wild (EW) - Known only to survive in captivi ty, or as a naturalized population outside i ts his toric range.
Cri tically Endangered (CR) - Extremely high risk of extinction in the wild.
Endangered (EN) - High risk of extinction in the wild.
Vulnerable (VU) - High risk of endangerment in the wild.
Near Threatened (NT) - Likely to become endangered in the near future.
Least Concern (LC) - Lowest risk. Does not qualify for a more at risk category. Widespread and abundant taxa are included in this category.
Data Deficient (DD) - Not enough data to make an assessment of its risk of extinction.
Not Evaluated (NE) - Has not yet been evaluated against the cri teria.[8]
When discussing the IUCN Red Lis t, the official term "threatened" is a grouping of three categories : Cri tically Endangered, Endangered, and Vulnerable.
Categories
Summary of 2006 IUCN Red List categories .
1994 categories and criteria
1994 IUCN Red Lis t categories (version 2.3), used for species which have not been reassessed since 2001.
131
The older 1994 has only a single "Lower Risk" category which contained three subcategories :
Conservation Dependent (LR/cd)
Near Threatened (LR/nt)
Least Concern (LR/lc)
In the 2001 system, Near Threatened and Least Concern have now become their own categories , while Conservation
Dependent is no longer used and has been merged into Near Threatened.
Possibly Extinct :The additional category of Possibly Extinct (PE) is used by Birdlife International , the Red Lis t Authori ty for bi rds for the IUCN Red List. Bi rdlife International has recommended PE become an official category. Bi rdLife International
has not s tated whether a "Possibly Extinct in the Wild" category should also be added, althou gh i t is mentioned that Spix's Macaw has this status. "Possibly Extinct" can be considered a subcategory of "Cri tically Endangered", like the Chinese River Dolphin, which is considered extinct.
DÜNYA DOĞAYI KORUMA VAKFI
Dünya Doğayı Koruma Vakfı (World Wide Fund for Nature ya da kısaca WWF), doğanın zarar görmesini durdurmayı ve verilen zararları onarmayı amaçlayan uluslararası bi r sivil toplum kuruluşudur. 1961'de World Wildlife Fund (Dünya Doğal Yaşamı Koruma Vakfı) olarak kurulan kuruluş, genişleyen çal ışma alanıyla adını şimdiki haline değişti rmişti r. Ancak Kuzey Amerika ülkeleri hala eski halini kullanmaktadır.
WWF, dünya çapında desteklediği 2000 koruma projesi ve 4000'e yakın çalışanıyla dünyanın en büyük çevre kuruluşu konumundadır. Projelerini 100'ü aşkın ülkede, iklim değişikliği, ormanlar, tatl ısular, denizler, türler ve sürdürülebilirlik ana
başlıkları altında gerçekleşti rmektedir.
WWF'nin temel amacı, dünyanın doğal ortamının bozulmasını durdurmak ve insanın doğayla uyumlu bir şekilde yaşadığı bi r gelecek oluşturmaktır.
1996'da kurulan Doğal Hayatı Koruma Vakfı, 2001 yıl ında WWF'nin Türkiye ulusal kuruluşu haline gelerek WWF-Türkiye adını benimsemişti r. WWF-Türkiye, WWF'nin amaçlarına oldukça paralel hareket etse de bu amaçları ulusal bi r seviyede gerçekleşti ri r.
WWF-Türkiye, projelerini , su kaynakları, orman ve deniz ve kıyı kategorileri altında gerçekleşti rilmektedir. Bu projeleri bugüne kadar Kafkasya Ekolojik Bölgesi, Doğu Karadeniz Havzası, Konya Kapalı Havzası, Küre Dağları, Akyatan, Çıralı, Kaş,
İğneada ve Susurluk Havzası'nda gerçekleşti rmişti r.
WWF-Türkiye çal ışmalarını bağışlar ve sponsorluklarla sürdürmekte olup, kâr amacı gütmeyen kurum ve kuruluşlar
kapsamına gi rer. Vakıf, kurumsal ilkelerini aşağıdaki başl ıklar şeklinde açıklamaktadır:
Bağıms ız ve siyaset dışında olmak;
132
Konuları i rdelerken en yeni bilimsel verileri kullanmak ve tüm çalışmaları eleşti rel bi r yaklaşımla değerlendirmek;
Alan projeleri , poli tik inisiyati fler, kapasite gelişti rme ve eği tim çal ışmaları yoluyla somut koruma çözümleri
oluşturmak;
Diğer sivil toplum kuruluşları, hükümetler, iş dünyası ve yerel topluluklarla i şbi rlikleri oluşturmaya çal ışmak;
Çal ışmalarını profesyonel bi r yaklaşımla ve düşük maliyetle yürütürken, mali kaynaklarını dikkatli ve sorumlu
kullanmak.
Dünya Doğayı Koruma Vakfı WWF-Türkiye, yapılan çeşi tli bilimsel çal ışmaların sonuçlarına dayanarak seçtiği 'öncelikli koruma alanları'nı Ramsar sözleşmesi’nde belirlenen ölçütlere göre değerlendirerek, temelde su kaynaklarının doğru kullanılmas ına yönelik çalışmalar, orman alanlarının bozulmasını ve yok olmasını önlemek, orman kaynakları nın sürdürülebili r kullanımını sağlamak ve; kıyıların ve doğal kaynaklarımızın korunmas ına yönelik deniz koruma alanlarının oluşturulması ve canl ı türlerinin yaşamlarını sürdürmeleri i çin çalışmaktadır.
Vakıf, Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD) başta olmak üzere; Lafarge, Microsoft, Canon, Unilever, HSBC, ABB gibi çokuluslu şi rketlerle de i şbi rliği yapmaktadır.
Bugüne kadar Doğu Karadeniz Havzas ı, Konya Kapal ı Havzası, Küre Dağları, Akyatan, Çıralı, Kaş, İğneada , Susurluk Havzas ı'nda çal ışmalar yapmıştır. Doğal Hayatı Koruma Vakfı, WWF Türkiye'nin Genel Müdürü Filiz Demirayak 'tır.
WWF’nin yayınladığı '2006 Yaşayan Gezegen Raporu'na göre, gezegenimizdeki doğal kaynakları tarih boyunca görülmemiş bi r hızla tüketilmektedir. Yine vakfın verilerine göre; günümüzde 1430 m³ olan kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı, 20 30 yıl ında; Türkiye'nin nüfusunun yaklaşık 80 milyona çıkmasıyla 1100 m3'e düşecek ve Türkiye çok ciddi anlamda su s ıkıntıs ı çeken bir ülke durumuna gelecekti r.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
1-Genel Kimya I ve II , Petrucci , Harwood, Herring (8. Baskıdan Çeviri) Palme Yayıncıl ık, Ankara, 2002.
2- Environmental Chemistry (Fifth Edition),Stanley E. Manahan , Lewis Publishers, (1991 ).
3- Çevre Sorunları, Turgut Gündüz, Bilge Yayıncılık , Ankara, 1994.
4- Environmental Chemistry, John Wright, Routledge Taylor and Francis Group, New York 2003.
5- Environmental Chemistry: Asian Lessons , Vladimir N. Bashkin, Kluwer Academic Pblishers , Dordrecht, 2003.
6- Environmental Chemistry (second edition) Peter O’Neill , Chapman & Hall , London, 1993.
7- Çevre Ki rliliği
8- www.rshm.gov.tr
9- www.cevreorman.gov.tr
10- (Molina et al., Science, 1987)
11- www.aski .gov.tr