giriş - ktu.edu.tr · dünya'nın dış kabuğu ile bu kabuğun üzerindeki atmosfer (hava)...

132
1 Giriş İnsanın dünyadaki varlığının ne zaman başladığı tam olarak bilinmemektedir. Ancak, insanın, faaliyetleri ile yeryüzünün doğal yapısını gün geçtikçe daha fazla bozmakta olduğu çok iyi bilinen bir gerçektir. Artık, insanoğlu, giderek artan bu bozulmanın, doğal hayatın, dolayısıyla kendisinin yeryüzündeki varlığını tehlikeye sokmasından korkmaktadır. Yeni bir bin yılın başında insanlığın karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, yakın bir gelecekteki baskısı, yüz yüze olunan ekonomik iyileştirme, sosyal barış ve psikolojik sorunlara oranla çok daha fazla olacak olan, bozulma ve dengesizliğe karşı işlevlerini yerine getirmede yolundan alı konan biyosferin, yani dünyamızın canlı dokusunun korunması problemidir. Doğa koruma düşüncesi ne bir lüks ne de geçmişe özlem duyma rüyasıdır. Aksine, toplumların gelişmesine dayanak olabilen ve bu yüzden de uzun dönemde insan soyunun varlığını sürdürebilmesi için kaçınılmaz olan bir gerekliliktir. Bu nedenle insanın yaşadığı ve çalıştığı, yani faaliyette bulunduğu her yerde kendi neslini güvence altına alabilmesi, doğayı korumasına bağlıdır. Eski uygarlıkların çöküşüne “çevre kirliliğinin” yol açtığı görülmüştür. Çevredeki bozulmanın temelinde tüketim olgusu önemli bir yer tutmaktadır. Genel anlamı içinde günümüzde yaşanan çevre sorunları, üretimin ve dolayısıyla tüketimin dışa vurmuş bir sonucu olarak görülebilir. Önceleri, kaynakların hızla tükendiğinin farkına varamayan insanlar, günümüzde; kaynakların azalması, ihtiyaçların artması ve çevre sorunlarının giderek daha da yoğunluk kazanarak artması gibi üçlü bir kıskacın içine girmiştir. İnsanları bu ortak noktaya getiren ideoloji, ilerleme ideolojisidir. Buna bağlı olarak, çevre sorunlarının temel nedenleri veya temel etkenlerinin neler olabileceği sorusuna verilebilecek yanıtlar; insanların ekosistem konusundaki bilinçlerinin yetersizliği, kullanılan teknolojilerin, ekosistemlerin kendini yenileyebilme yeteneğine uygun olmayışı ve bireysel ve toplumsal ölçekteki kullanılan sosyo-ekonomik kalkınma süreçlerinin, ekosistemlerin kendini yenileyebilmesine izin vermeyecek biçimde kullanılmasıdır. Çevreyi oluşturan öğeler arasındaki ilişki ve etkileşimleri anlamadan çevreyi ve çevre sorunlarını kavramak, çevreyi korumak ve bu sorunlara çözüm üretmek olası değildir. Bu nedenle, önce çevreyi oluşturan öğeler arasındaki karşılıklı ilişkilerin ve bunların oluşturduğu doğal sistemlerin kavranması gerekir. Bu kapsamda, belirli çevre sorunlarının neden ve sonuçları ile çevre korunma önlemlerinin ele alınması yerine, temel çevre sorunlarının kavranması için belirli olgulara dikkat çekilerek, rasyonel düşüncenin desteklediği bir çevre bilincinin oluşturulması amaçlanmıştır.

Upload: phungtram

Post on 08-Mar-2019

229 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

1

Giriş

İnsanın dünyadaki varlığının ne zaman başladığı tam olarak bilinmemektedir. Ancak, insanın, faaliyetleri

ile yeryüzünün doğal yapısını gün geçtikçe daha fazla bozmakta olduğu çok iyi bilinen bir gerçektir. Artık,

insanoğlu, giderek artan bu bozulmanın, doğal hayatın, dolayısıyla kendisinin yeryüzündeki varlığını tehlikeye

sokmasından korkmaktadır.

Yeni bir bin yılın başında insanlığın karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, yakın bir gelecekteki baskısı,

yüz yüze olunan ekonomik iyileştirme, sosyal barış ve psikolojik sorunlara oranla çok daha fazla olacak olan,

bozulma ve dengesizliğe karşı işlevlerini yerine getirmede yolundan alı konan biyosferin, yani dünyamızın

canlı dokusunun korunması problemidir. Doğa koruma düşüncesi ne bir lüks ne de geçmişe özlem duyma

rüyasıdır. Aksine, toplumların gelişmesine dayanak olabilen ve bu yüzden de uzun dönemde insan soyunun

varlığını sürdürebilmesi için kaçınılmaz olan bir gerekliliktir. Bu nedenle insanın yaşadığı ve çalıştığı, yani

faaliyette bulunduğu her yerde kendi neslini güvence altına alabilmesi, doğayı korumasına bağlıdır.

Eski uygarlıkların çöküşüne “çevre kirliliğinin” yol açtığı görülmüştür. Çevredeki bozulmanın temelinde

tüketim olgusu önemli bir yer tutmaktadır. Genel anlamı içinde günümüzde yaşanan çevre sorunları, üretimin

ve dolayısıyla tüketimin dışa vurmuş bir sonucu olarak görülebilir. Önceleri, kaynakların hızla tükendiğinin

farkına varamayan insanlar, günümüzde; kaynakların azalması, ihtiyaçların artması ve çevre sorunlarının

giderek daha da yoğunluk kazanarak artması gibi üçlü bir kıskacın içine girmiştir. İnsanları bu ortak noktaya

getiren ideoloji, ilerleme ideolojisidir. Buna bağlı olarak, çevre sorunlarının temel nedenleri veya temel

etkenlerinin neler olabileceği sorusuna verilebilecek yanıtlar; insanların ekosistem konusundaki bilinçlerinin

yetersizliği, kullanılan teknolojilerin, ekosistemlerin kendini yenileyebilme yeteneğine uygun olmayışı ve

bireysel ve toplumsal ölçekteki kullanılan sosyo-ekonomik kalkınma süreçlerinin, ekosistemlerin kendini

yenileyebilmesine izin vermeyecek biçimde kullanılmasıdır.

Çevreyi oluşturan öğeler arasındaki ilişki ve etkileşimleri anlamadan çevreyi ve çevre sorunlarını

kavramak, çevreyi korumak ve bu sorunlara çözüm üretmek olası değildir. Bu nedenle, önce çevreyi oluşturan

öğeler arasındaki karşılıklı ilişkilerin ve bunların oluşturduğu doğal sistemlerin kavranması gerekir.

Bu kapsamda, belirli çevre sorunlarının neden ve sonuçları ile çevre korunma önlemlerinin ele alınması

yerine, temel çevre sorunlarının kavranması için belirli olgulara dikkat çekilerek, rasyonel düşüncenin

desteklediği bir çevre bilincinin oluşturulması amaçlanmıştır.

2

ÇEVRE KAVRAMI

Doğal ve Yapay Çevre

Günümüzde hemen tüm toplumlarda, çevre kavramının tanımı en çok tartışılan konulardan biri olmaktadır. Çevre kavramı

bi reysel ya da ülkesel olmaktan daha çok evrensel bi r ni telik taşımaktadır. Tartışmanın odak noktası ise kapsamı üzerinde

yoğunlaşmaktadır. Çevre kavramı genel anlamı i tibariyle; insanın içinde yaşadığı ortamdır. Basit anlamda ise; doğayı ve içinde

barındırdığı ekolojik ortamı ifade etmekte ve bu ortama kısaca, yaşamı destekleyen sistemler denmektedir. Bu sistemler ise

genel olarak: su, hava ve toprağın içinde ve üzerinde canlıların hayatını sürdürmeye yarayan tüm canl ı ve cans ız varlıkları

ifade etmektedir. En geniş anlatımla çevre; insanla bi rlikte tüm canlı varlıklar, cans ız varl ıklar ve canl ı varlıkların eylemlerini

etkileyen ya da etkileyebilecek fi ziksel, kimyasal , biyolojik ve toplumsal nitelikteki tüm etkenl erdir. Bir başka tanıma göre

çevre; bi r organizmanın dışında olan her şeydir. Fiziksel , biyolojik ve sosyal çevre olarak üçe ayrıl ır. Çevreyi ; doğal ve yapay

çevre olarak iki grupta inceleyebili riz.

Doğal çevre: Doğal etki ve güçlerin oluşturduğu, insan müdahalesine maruz kalmamış veya böyle bi r müdahalenin

henüz değişti remediği tüm doğal varl ıkları ifade eder. Doğal çevre, yaygın olarak, yeryüzünde veya onun bazı bölgelerinde

doğal olarak bulunan tüm canlı ve cansız varl ıkları i çine alan yalın ortam olarak gösterili r. Doğal çevre kavramı şu bileşenlerle

kavranabilir; tüm vejetasyon, hayvanlar, mikroorganizmalar, toprak, kayaçlar, atmosfer ve bunların sınırları i çinde meydana

gelen doğal olguları i çeren, kitlesel insan etkisinin olmadığı doğal sistemler olarak işlev gören tüm ekolojik bi rimlerdir.

İnsan etkinliklerinden kaynaklanmayan hava, su ve iklim yanında ışınım, elektriksel yük ve manyetizma gibi bariz s ınırlardan

yoksun evrensel doğal kaynaklar ve fiziksel olgulardır. Doğal çevre, insanlar tarafından ileri derecede etkilenmiş olan alanları

ve bileşenleri kapsayan yapay çevrenin karşıtıdır. Bi r coğrafik alan, üzerindeki insan etkisi beli rli bi r sınır düzeyin altın da

kaldığında ancak doğal çevre olarak kabul edilir.

Yapay çevre, insanl ığın, başlangıcından günümüze uzanan toplumsal ve ekonomik gelişim sürecinde, büyük ölçüde

doğal çevreden yararlanılarak insan eliyle yaratılan tüm değerleri ve varl ıkları kapsamaktadır. İnsan, nüfusu arttıkça ve

gelişmeyi sürdürdükçe, etkinlikleri ile doğal çevreyi çabuk gelişen bir hızda değişti rmekte, yapay çevre olarak adlandırılan

hale dönüştürmektedir. Bi r ekosistem olarak i şlevini sürdürürken, bu antropojenik değişikliklere dayanabilecek doğal çevre

potansiyeli dünyanın ilgi odağındaki en önemli konudur. Anahtar çevresel ilgi alanları, iklim değişikliği , su tedariki , ki rletilmi ş

sular, hava ki rliliği, atık yönetimi ve tehlikeli atıklar ile ormans ızlaşma, çölleşme ve kentsel geli şim gibi arazi kullanımı nı

kapsamaktadır.

3

YERYÜZÜ

Yeryüzü Bilimi

Yeryüzü bilimi, çoğunlukla kayaçlara, suya, havaya ve yaşama karşılık gelen , litosfer (taşküre), hidrosfer (suküre),

atmosfer (havaküre) ve biyosfer (canl ıküre) ile temsil edilir. Bazı bilim adamları, sukürenin ayrı bi r parçası olarak cryosphere

(buza karşıl ık gelen) yanında aktif ve bi rbi rine karışmış olarak pedosferi (toprağa karşılık gelen) de onun kısımları olarak

yerküreye ekler.

Yer bilimi (yer bilimleri olarak da bilinir) gezegenimizle ilgili bilimler için tam olarak kabul görmüş bir terimdir. Yer

bilimlerinde coğrafya, jeoloji , jeofizik ve jeodezi adl ı dört temel disiplin vardır. Bu ana disiplinler yeryüzü sis teminin te mel

alanları veya küreleri i çin nicel ve ni tel bi r anlama sağlamak için fi zik, kimya, biyoloji ve matematik bilimini kullanır.

Yeryüzü Dünya

Yeryüzü, Güneş Sistemi'nin Güneşe uzaklık açısından üçüncü s ıradaki gezegenidir. Üzerinde yaşam barındırdığı bilinen tek

doğal gök cismidir. Katı ya da 'kaya' ağırl ıklı yapıs ı nedeniyle üyesi bulunduğu yer benzeri gezegenler grubuna adını vermişti r.

Bu gezegen grubunun kütle ve hacim açısından en büyük üyesidi r. Büyüklükte, Güneş Sistemi'nin 8 gezegeni arasında gaz

devlerinin büyük farkla arkasından gelerek beşinci sıraya yerleşi r. Tek doğal uydusu Ay'dır.

Yeryüzünün yörünge ve bazı fiziksel özellikleri

Yarı büyük eksen: 149.597.887 km Ekvator çevresi: 40.075 km

Günberi: 147.098.074 km (0,983 A.Ü.)* Eksen eğikliği: 23,44°

Günöte: 152.097.701 km (1,017 A.Ü.) Hacim: 1,08 x 1012 km3

Yörünge dışmerkezliği: 0,017 Kütle: 5,97 x 1024 kg

Yörünge eğikliği: 0 Yoğunluk: 5,51 g/cm3

Dolanma süresi (Yıldız yılı): 365 gün 6 sa. 9 dk 9 s (365,25636

gün) (1,000039 dönencel yıl )

Dönme süresi (Yıldız günü): 23 sa . 56 dk. 4,1 sn.

(0,99727 gün)

Yörünge Hızı

Ortalama: 29,78 km/s

En yüksek: 30,29 km/saniye

En düşük: 29,29 km/s

Yüzey sıcaklığı

Ortalama: 14 °C (287 K)

En yüksek: 57,7 °C (331 K)

En düşük: - 89,2 °C (184 K)

Doğal uydu sayısı: 1 Yerçekimi: 9.78 m/s 2

Ekvator çapı: 12.756,28 km Kurtulma hızı: 11,18 km/s

Kutuplar arası çap: 12.713,56 km Beyazlık (albedo): 0,37

Basıklık: 0,003 Yüzey alanı: 510.067.420 km

Karalar: 148.847.000 km2 (%29,2)

Denizler: 361.220.420 km2 (%70,8)

(Günöte (aphelion): dünya'nın güneş'e en uzak olduğu nokta. Sabit bi r gün değildi r, her yıl günöte tarihi değişi r ve 3-7

temmuz civarlarında bir tarihte gerçekleşi r).

* A.Ü.: Astronomi Birimi (Astronomi Ünitesi)

4

Apollo 8 (24 Aral ık 1968) ve Apollo 17'den Yer'in görüntüsü (Mavi Bilye).

Yerkürenin oluşumu

Yapılan araştırmalar sonucu gezegenimizin yaşı 4,5 milyar yıl olarak hesaplanmıştır. Geçen bu zaman dilimi, karmaşık bileşik

yapılar ve içerdiği elementler göze alındığında, Güneş, Dünya ve diğer gezegenler dahil Güneş Sis temi 'ndeki yapıları

oluşturan moleküler bulutsunun kaynağı, ömrünü önceden tamamlamış bi r genç tip yıldız'ın dağılmış artıklarının ve yıldızlar

arası maddenin bi r merkez etrafında dönerek gi ttikçe yoğunlaşmas ıyla oluşmuştur. Merkezde yoğunlaşan çoğunlukla

Hidrojen ve Helyum molekülleri yeni bi r G2 türü yıldızı, yani Güneş'i oluşturmaya başlamış, çevre disklerdeki yoğunluklu

bölgelerde ise gezegenler oluşmaya başlamıştır. Dünyamız ise Güneş'e 3. s ırada yakınl ıkta bulunan karasal bi r iç gezegendir.

Oluşum diskleri süreci ve sonras ında bu karasal gezegenler ağır göktaşı çarpışmalarına sahne olmuştur. Göktaşları yapısında

bulunan donmuş buzlar, silikat ve metal yapılar, karaların ve okyanuslarının oluşmasını sağlamış, merkezde yoğunlaşan ağır

demir ve nikel elementleri ise gezegenimizin çekirdeğini oluşturmuştur. Ağır göktaşı bombardımanı, asteroid kuşağının

Jüpiter'in güçlü çekim etkisi sonucu daha kararlı hale gelmesiyle gi ttikçe azalmıştır. Uygun koşullar oluştuğunda gelişmeye

başlayan canlı hayat sonras ında özellikle bitkiler ve yaptıkları fotosentez ile atmosfer'imizin yapısal bileşimi önemli oranda

değişmiş ve oksijen oranının yükselmesine neden olmuştur.

Dünya'nın Yaşı

Dünya'nın yaşı doğrudan doğruya kayaçların yaşıyla ölçülemez. Çünkü bilinen en yaşl ı kayaçların bile bugün artık yeryüzünde

var olmayan daha yaşlı kayaçlardan oluştuğunu biliyoruz. Bilinen en yaşl ı kayaçlar Grönland'ın batıs ında bulunmuştur ve bu

kayaçlar 3,8 milyar yaşındadır. Dünya'nın yaşının bundan daha fazla olduğu anlaşılmaktadır.

Bugün Dünya'nın yaşını hesaplamak için elde edilen en iyi yöntem radyoakti f elementlerin yarılanmaları sonucu başka

elementlere dönüşümleridi r. Örneğin radyoaktif uranyum elementinin uranyum-238

ve uranyum-235

gibi iki ayrı tipte atomu

(i zotopu) vardır. Bu atomların ikisi de çok yavaş bi r süreçle kurşun atomlarına dönüşür. Diğer uranyum izotopundan biraz

daha ağır olan uranyum-238'in dönüşümüyle daha hafi f bi r kurşun izotopu olan kurşun -206, uranyum-235'in dönüşümüyle de

biraz daha ağır bi r i zotop olan kurşun -207 atomları oluşur. Uranyum-235'in kurşuna dönüşme hızı uranyum-238'in dönüşme

hızından al tı kat daha fazladır. Bu nedenler, incelenen bir kayaçtaki kurşun-206 ve kurşun-207 atomlarının oranı kayacın yaşına

bağlı olarak değişi r. En yaşlı olduğu düşünülen bir kurşun minerali ile bugün okyanuslarda oluşan kurşunun izotop yapısı

arasındaki fark, ancak bu iki örneğin oluşumları arasında 4,55 milyar yıll ık bi r zaman dilimi olmas ıyla açıklanabilir. Bu süre de

Dünya'nın yaşı olarak kabul edilebilir. En eski kayaçların yaşını hesaplamak için radyoaktif rubidyum elementinin s tronsiyuma

5

dönüşme süreci de temel zaman ölçeği olarak alınabili r. Bunun sonucunda dünyamızın tahminen 5.5 milyar yıll ık olduğu

varsayılmaktadır.

Himalaya Dağları ve Everest (Tibet)

Dünyanın Gizemleri: Auroralar (kuzey/güney kutup ışıkları)

gökyüzündeki, özellikle kutup bölgelerinde gökyüzünde görülen,

dünyanın mânyetik alanı ile güneşten gelen yüklü parçacıkların

etkileşimi sonuncu ortaya çıkan doğal ışımalardır. Ağırlıklı olarak

iyonosferde meydana gelen bu ışımalar genellikle geceleri

gözlemlenir. Bu olgu yaygın olarak, arktik ve antarktik kutup

dairelerinin içinde kalan 60 ve 72 derece kuzey ve güney enlemleri

arasında görünür. Kuzey enlemlerde bu etki aurora borealis

(kuzey ışıkları) olarak adlandırılır.

Bear Gölü üstünde Aurora Borealis parlıyor

Dünya'nın Biçimi

Dünya'nın üzerindeki topografik oluşumlar ve kendi ekseni etrafındaki eksantrik hareketi nedeniyle düzgün bir geometrisi

yoktur. Geoibs bi r biçimdedir, fakat ekvatordaki yarıçapı kutuplardaki yarıçapından fazladır. Bu kutuplarından basık özel

küresel geometrik şekil jeoi t (Latince, Eski Yunanca Geo "dünya") yani "Dünya şekli" diye adlandırıl ır. Referans küremsinin

ortalama çapı 12.742 km'dir. Yer'in ekseni etrafında dönmesi ekvatorun dışarı doğru biraz fırlamasına neden olduğu için

ekvatorun çapı, kutupları bi rleşti ren çaptan 43 km daha uzundur. Ortalamadan en büyük sapmalar, Everest Dağı (denizden

8.848 m yüksekte) ve Mariana Çukuru dur (deniz seviyesinin 10.924 m altı). Dolayısıyla ideal bir elipsoide kıyasla

Yer'in %0,17'lik toleransı vardır. Ekvatorun şişkinliği yüzünden Yer'in merkezinden en yüksek nokta aslında ekvatordadır.

Dünya'nın hareketi

Dünya kendi çevresinde (23 saat, 56 dakika, 4.091 saniye) ve güneş çevresinde (365 gün, 6 saat, 48 dakika) hareket eder.

Günlük ve yıll ık hareketlerine bağl ı olarak gece, gündüz, mevsimler, kayaçların oluşması ve diğer canl ılık ve biyolojik olaylar

gerçekleşi r. Mevsimlerin oluşmasında etken ise 23 derecelik eksen eğikliğidi r.

Sürekli olarak hareket eden dünyanın iki çeşi t hareketi vardır. Bu hareketlerden birisi kendi ekseni etrafında olur ve

batıdan doğuya doğrudur. Bu dönmesini 24 saatte tamamlar. Dünyanın kendi ekseni etrafındaki bu dönmesi ile bi rlikte olan

ikinci hareketi , güneş etrafındadır. Güneş etrafında dünya, elips şeklinde çok geniş bi r yörünge üzerindeki hareketini de 365

6

1/4 günde, yani bi r yılda tamamlar. Dünyanın kendi ekseni etrafındaki ve güneş etrafındaki bu iki hareketi , iki önemli olaya

sebep veri r. Kendi ekseni etrafında dönmesi ile gece ve gündüz, güneşin etrafında dönmesi ile mevsimler meydana gelir.

Dünyanın yüzölçümü 509.200.000 kilometrekaredir. Bunun %70’i denizler, 360.600.000 kilometrekare ve %30’u karalar,

148.600.000 kilometrekaredir. Kuzey Kutup çevresinde karalarla çevrilmiş bi r deniz, Güney Kutup çevresinde denizlerle

kuşatılmış bi r kara parçası vardır.

Dünyanın kendi çevresinde dönüşü

Dünya'nın içsel yapısı

Yer'in içi , diğer gezegenler gibi , kimyasal olarak katmanlardan oluşur. Yer'in silikattan oluşmuş bir kabuğu, yüksek viskoziteli

bi r mantosu, akışkan bir dış çekirdeği ve katı halde bir i ç çekirdeği vardır.

Dünya'nın dış kabuğu ile bu kabuğun üzerindeki atmosfer (hava) ve hidrosfer (okyanuslar ve denizler) katmanları

doğrudan gözlemle incelenebilir. Oysa Dünya'nın iç bölümlerine ulaşarak yapıs ını doğrudan inceleme olanağı yoktur.

Dünya'nın içyapıs ına ilişkin bütün bilgiler depremle rin incelenmesinden ve Dünya'nın içinde var olduğu düşünülen maddeler

üzerindeki deneylerden elde edilmişti r. Yanardağların varl ığına ve yerkabuğunun yüzeyindeki ıs ı akışı ölçümlerine dayanarak

Dünya'nın iç bölümlerinin çok s ıcak olduğunu biliyoruz. Yerkab uğunun derinliklerine doğru indikçe kayaçların sıcaklığı her

kilometrede 30 °C kadar yükselir. Böylece; kabuğun en al t katmanlarının çok daha üstünde yer alan kayaçlar kızıl kor haline

dönüşür. Asl ında Dünya'nın büyüklüğüne oranla yerkabuğu çok incedir. Eğer Dünya'yı bi r futbol topu büyüklüğünde

düşünürsek kabuğu da ancak topun üzerine yapıştırılmış bi r posta pulun kalınl ığındadır. Kabuğun al tında kalan kayaçlar ise

akkor sıcaklığına kadar ulaşır.

Depremlerin nedeni , yerkabuğundaki bi r kırıkla bi rbi rinden a yrılan iki büyük kütlenin (levhanın) bi rdenbire harekete

geçerek üst üste binmesi ya da uzaklaşması sonucunda yerkabuğunun şiddetle ileri geri sarsılmasıdır. Büyük bir depremde

bazı ti treşimler Dünya'nın öbür yüzündeki dairesel bi r alanda "odaklanır". Buna karşıl ık bazı ti treşimler çekirdeği aşıp öbür

yana geçmez. Böylece Dünya'nın öbür yüzünde hiçbir ti treşimin duyulmadığı halka biçiminde bir "gölge" beliri r. Bu gölgenin

boyutları ölçülerek çekirdeğin büyüklüğü hesaplanabilir. Ayrıca deprem ti treşimlerinin yayılma hızı saptanarak içinden

geçtikleri maddelerin yoğunluğu, dolayıs ıyla bileşimi beli rlenebili r. Eri tilmiş kayaçlarla yapılan laboratuar deneyleri bu

çalışmalara büyük ölçüde ışık tutar.

Deprem dalgaları farkl ı dalga boyları göstermektedir. Yoğun tabakalardan geçerken dalga boyları küçülür, ti treşim sayısı

artar. Yoğunluğu az olan katmanlarda ise dalga boyu uzar, ti treşim sayıs ı azalır.

7

Çekirdek Yoğunluk ve ağırl ık bakımından en ağır elementlerin bulunduğu bölümdür. Dünya’nın en iç bölümünü

oluşturan çekirdeğin, 5120-2890 km’ler arasındaki kısmına dış çekirdek, 6371-5150 km’ler arasındaki kısmına iç çekirdek

denir. İç çekirdekte bulunan demir-nikel karışımı, çok yüksek bas ınç ve s ıcakl ık etkisiyle kristal haldedir. Dış çekirdekte ise bu

karışım ergimi ş haldedir.

Manto Li tos fer ile çekirdek aras ındaki katmandır. 100-2890 km’ler arasında bulunan mantonun yoğunluğu 3,3-5,5

g/cm3 sıcakl ığı 1900-3700 °C arasında değişi r. Manto, yer hacminin en büyük bölümünü oluşturur. Yapısında silisyum,

magnezyum, nikel ve demir bulunmaktadır. Mantonun üst kesimi yüksek s ıcakl ık ve bas ınçtan dolayı plas tiki özellik gösteri r.

Alt kesimleri ise akışkan halde bulunur. Bu nedenle mantoda sürekli olarak alçal ıcı-yükselici hareketler görülür.

Mantodaki Alçalıcı-Yükselici Hareketler Mantonun al t ve üst kıs ımlarındaki yoğunluk farkı nedeniyle magma adı verilen

kızgın akıcı madde yerkabuğuna doğru yükseli r. Yoğunluğun arttığı bölümlerde ise magma yerin içine doğru sokulur.

Taşküre (Li tos fer) Mantonun üstünde yer alan ve yeryüzüne kadar uzanan katmandır. Kalınl ığı ortalama 100 km’dir.

Taşküre’nin ortalama 35 km’lik üst bölümüne yerkabuğu denir. Daha çok silisyum ve alüminyum bileşimindeki taşlardan

oluşması nedeniyle sial de denir. Yerkabuğunun altındaki bölüme ise silisyum ve magnezyumdan oluştuğu için sima denir.

Sial , okyanus tabanlarında incelir yer yer kaybolur. Örneğin Büyük Okyanus tabanının bazı bölümlerinde sial görülmez.

Yeryüzünden yerin derinliklerine inildikçe 33 m’de bir s ıcaklık 1 °C artar. Buna jeoterm basamağı denir.

Tablo . Yeryüzü kabuğunun ağırlıkça bileşim yüzdesi

Element Miktar (%) Bileşik Miktar (%)

O 44.8 ▼ ▼

Si 21.5 SiO2 46

Mg 22.8 MgO 37.8

Fe 5.8 FeO 7.5

Al 2.2 Al2O3 4.2

Ca 2.3 CaO 3.2

Na 0.3 Na2O 0.4

K 0.03 K2O 0.04

Toplam 99.7 Toplam 99.1

8

Kıtalar ve Okyanuslar Yeryüzünün üst bölümü kara parçalarından ve su kütlelerinden oluşmuş tur. Denizlerin ortasında

çok büyük birer ada gibi duran kara kütlelerine kıta denir. Kuzey Yarım Küre’de karalar, Güney Yarım Küre’den daha geniş yer

kaplar. Asya, Avrupa, Kuzey Amerika’nın tamamı ve Afrika ’nın büyük bir bölümü Kuzey Yarım Küre’de yer alı r. Güney

Amerika’nın büyük bir bölümü ve Afrika’nın önemli bir bölümü, Avustralya ve çevresindeki adalarla Antarktika kıtası Güney

Yarım Küre’de bulunur. Yeryüzünün yaklaşık ¾’ü sularla kapl ıdır. Kıtaların bi rbi rinden ayıran büyük su kütlelerine okyanus

denir.

Şekil . Yeryüzünde Kuzey ve Güney Yarıkürelerde denizlerin ve karaların dağılımı.

Kara ve denizlerin farklı dağılışının sonuçları karaların Kuzey Yarım Küre’de daha fazla yer kaplaması nedeniyle, Kuzey

Yarım Küre’de; yıll ık s ıcakl ık ortalaması daha yüksekti r. Sıcakl ık farkları daha beli rgindir. Eş sıcaklık eğrileri enlemlerden daha

fazla sapma gösteri r. Kıtalar arası ulaşım daha kolaydır. Nüfus daha kalabalıktır. Kültürlerin gelişmesi ve yayılması daha

kolaydır. Ekonomi daha hızlı ve daha çok gelişmişti r.

Hipsografik Eğri Yeryüzünün yükseklik ve derinlik basamaklarını gösteren eğridi r. Kıta Platformu: Derin deniz

platformundan sonra yüksek dağlar ile kıyı ovaları aras ındaki en geniş bölümdür. Karaların Ortalama Yüksekliği : Karaların

ortalama yüksekliği 1000 m dir. Dünya’nın en yüksek yeri deniz seviyesinden 8840 m yükseklikteki Everest Tepesi’di r. Kıta

Sahanlığı: Deniz seviyesinin altında, kıyı çizgisinden -200 m derine kadar inen bölüme kıta sahanl ığı (şel f) denir. Şelf kıtaların

su altında kalmış bölümleri sayılır. Kıta Yamacı: Şelf ile derin deniz platformunu birbirine bağlayan bölümdür. Denizlerin

Ortalama Derinliği : Denizlerin ortalama derinliği 4000 m’dir. Dünya’nın en derin yeri olan Mariana Çukuru deni z seviyesinden

11.035 m derinliktedir. Derin Deniz Platformu: Kıta yamaçları ile çevrelenmiş, ortalama derinliği 6000 m olan yeryüzünün en

geniş bölümüdür. Derin Deniz Çukurları: Sima üzerinde hareket eden kıtaların, bi rbirine çarptıkları yerlerde bulunur.

Yeryüzünün en dar bölümüdür.

Dünya'nın yüzeyi , kalınl ığı 6 ile 70 km aras ında değişen bir "kabuk" katmanıyla örtülüdür. Yerkabuğu denen bu katman

daha ağır maddelerden oluşan ve 2.865 km derine inen çok kalın "manto" katmanının üzerine oturur. Mantonun bi ttiği yerde

Dünya'nın merkezine kadar 3.473 km boyunca uzanan "çekirdek" başlar. Jeologlara göre, içteki manto katmanı çok büyük

kabarma hareketleri sonucunda yerkabuğunu i terek bi rçok yerde yüzeye çıkmıştır. Ayrıca normal olarak yerkabuğunun

yapıs ında bulunmayan bazı kayaçlar da yanardağ hareketleri nedeniyle Dünya'nın yüzeyine ulaşmıştır. Jeologlar bu verilere

dayanarak mantonun üst kesimlerinin "ultrabazik" korkayaçlardan oluştuğunu ileri sürerler. Bi r yanda "asit" kayaç olarak

nitelenen granitin yer aldığı kayaç s ınıflandırmasının öbür ucunda bulunan bu ultrabazik kayaçlar ağır demir ve magnezyum

silikatlardan oluşur. Mantonun alt bölümlerinin de aynı yapıda, ama daha ağır ve yoğun olduğu sanılmaktadır. Çekird eğin

9

yapıs ındaki maddeler ise hem mantodakilerden daha ağır, hem de hiç değilse çekirdeğin dış bölümünde s ıvı haldedir. Buna

karşılık çekirdeğin içinin manto ve kabuk gibi katı olduğu sanıl ıyor. Yerçekirdeğin olağanüstü bir basınç vardır. Bilinen

elementlerin çoğu böylesine büyük bir bas ınç altında çok yoğunlaşmış olarak bulunabilir; ama jeologların genel kanısı, bazı

demirli göktaşları (meteori tler) gibi çekirdeğin de metal halindeki nikel ve demirden oluştuğudur.

Yerkabuğu mantoya oranla daha hafi f maddelerden oluşmuştur ve bu iki katman aras ındaki geçiş bölgesi nerdeyse

kesin bi r sınır çizer. Bu geçiş bölgesi, böyle bi r sınırın varl ığını ilk kez saptayan Yugoslav bilim adamı Andri je Mohoroviçiç'in

(1857-1936) adıyla "Mohoroviçiç süreksizliği" kısaca "M-süreksizliği" ya da "moho" olarak anılır. Bu s ınırın varlığını gösteren

en önemli kanıt yerkabuğundaki deprem ti treşimlerinin süreksizlik bölgesinden geçip mantoya ulaştığında birdenbire

hızlanmasıdır.

Yer kabuğu okyanusların ve denizlerin al tında uzandığı zaman "okyanus kabuğu" , kıtaları oluşturduğu zaman'da "kıta

kabuğu" olarak adlandırıl ır. Okyanus kabuğunun kal ınl ığı 6-8 km arasındadır. Oysa ortalama kalınl ığı 40 kilometreyi bulan kıta

kabuğu yüksek sıradağların al tında 60-70 kilometreye ulaşır.

Okyanus kabuğu üç katmandan oluşur. En al t katman, yerin derinlerindeki erimiş maddelerin ( magmanın)

katılaşmasıyla oluşan korkayaçlardır. Orta katman yanardağ lavlarından, üst katman ise temel olarak kum ve çamur gibi

tortullardan oluşur. Okyanus kabuğu sürekli hareket halindedir. Bu nedenle kabukta okyanus s ırtları boyunca çatlaklar oluşur

ve bu çatlakların arasından yüzeye çıkan erişmiş maddelerin sertleşmesiyle o kyanus kabuğuna yeni katmanlar eklenir. Bu

yeni kabuk sertleştikten sonra yılda 1 ile 10 cm kadar ilerleyerek yavaş yavaş okyanus sırtından iki yana doğru yayılır. Böyl ece

okyanus sırtları suyun altında yüksek sıradağlar oluşturur.

Yerkabuğu çok sayıda eğri levhanın yan yana dizilmesiyle oluşan bir bütün olarak düşünebili r. Bu levhalar mantonun

oldukça yumuşak üst katmanına oturduğu için sağa sola hareket edebilir. Okyanus s ırtları, okyanus çukurları ve bazı uzun

kırıklar yalnızca levhaların kenarlarında oluşur; bu kırıkların olduğu yerlerde de levhalar kayarak bi rbirinin üstüne binebilir.

Levhalardan çoğunun üzerinde bu levhalarla bi rlikte hareket eden bir ya da birkaç kıta bulunur. Nitekim bi r zamanlar iki

kıtaya ayıran okyanus kabuğunun çökmesiyle kıtalar bazı yerde birbirine iyice yaklaşmış, hatta üst üste binmişti r. Örneğin

aralarındaki okyanus kabuğunun çökmesi sonucunda Hindistan ve ile Asya kıtası çarpışmış ve iki karanın kenarları yükselerek

Himalaya Dağları'nı oluşturmuştur. Büyük ve şiddetli depremlerin hemen hepsi bu levhaların kenarlarında , bi r levhanın

öbürünün altına girmesiyle olur. Aynı biçimde, en etkin yanardağlar da okyanus kabuğunun ya İzlanda'da olduğu gibi

yükselerek sırta dönüştüğü ya da Andlar'da olduğu gibi çökerek kıtaların altına gi rdiği yerlerde bulunur.

10

Okyanus tabanının yanlara doğru yayılarak genişlemesi çok çarpıcı bi r biçimde kanıtlanmıştır. Bu kanıtlamanın en

önemli dayanak noktası da Dünya'nın magnetik alanının yukarıda anlatıldığı gibi zaman zaman yön değişti rmesidir.

Yerkabuğunun derinliklerindeki erimiş magma yüzeye çıkarak kris talleşi rken bazı mineral parçacıkları mıknatıslanır. Böylece

her bi ri Dünya'nın magnetik kutuplarını gösteren küçük birer mıknatısa dönüşür. Jeologlar yaşları bilinen lav katmanlarının,

yapılarındaki mıknatıslanmış parçacıklar bazen kuzey, bazen güney magnetik kutbuna yönelecek biçiminde yan yana

yerleştiğini saptamışlardır. Bunun nedeni , bi r katmandaki mıknatıslanmış parçacıkların kuzey ve güney kutuplarının

Dünya'nın magnetik kutuplarına uygun olarak dizilmesi , sonra magnetik kutuplar yön değişti rdiğinde üstteki yeni katmanda

bulunan parçacıkların bir önceki katmandakilere ters yönde yerleşmesidir. Kısacası okyanus kabuğu magnetik bantlı dev bi r

kayıt aleti, yani bi r teyp gibi Dünya'nın magnetik alanındaki bütün değişikleri bi r bi r kaydetmişti r.

Levha hareketleri

Levha hareket teorisi'ne (tektonik levha teorisi olarak da bilini r) göre Yer'in en dış kısmı iki tabakadan oluşur: kabuğu da

kapsayan li tosfer ve mantonun katılaşmış dış kısmı. Li tosferin altında astenosfer bulunur, bu mantonun yüksek viskoziteli

olan iç kısmıdır.

Li tos fer, astenosferin üzerinde, tektonik levhalara ayrılmış bi r halde yüzmektedir. Bu plakalar belli temas noktalarında üç tür

hareketten birini gösteri rler: yaklaşma, uzaklaşma ve ya yan yana kayma. Bu temas noktalarında depremler, volkanik

faaliyetler, dağ oluşumları ve okyanus dibi hendekler oluşur.

Ana plakalar şunlardır:

Afrika plakası, Afrika'yı kapsar.

Antarktik plakası, Antarktika'yı kapsar

Avustralya plakası, Avustralya'yı kapsar. (Hint plakası ile 50-555 milyon yıl önce birleşmişti r)

Avrasya plakası, Asya ve Avrupa'yı kapsar.

Kuzey Amerika plakası, Kuzey Amerika ve kuzey-doğu Sibi rya 'yı kapsar

Güney Amerika plakası, Güney Amerika'yı kapsar.

Büyük Okyanus plakası, Büyük Okyanus'u kapsar

Önemli küçük plakalar arasında Hint plakası, Arabis tan plakası, Karaip plakası, Nazka plakası, Skotia plakası ve Anadolu plakası sayılabilir.

Bu hari ta Yeryzünün fizyografik özelliklerini , büyük tektonik plakların yaygın hareketlerini ve volkanların, depremlerin ve meteor çarpma kraterlerinin yerlerini göstermektedir.

11

(This map shows the Earth's physiographic features, the current movements of its major tectonic plates, and the locations of its volcanoes, earthquakes, and impact craters. The

use of color and shaded relief helps the reader to identify significant features of the land surface and the ocean floor. Over 1 ,500 volcanoes active during the past 10,000 years are

plotted on the map in four age categories. The locations (epicenters) of over 24,000 earthquakes, largely from 1960 through 1 990, are plotted in three magnitude categories and in two depth ranges. )

Japonya’da 11 Nisan 2011 Cuma günü yaşanan deprem

Dev deprem dünyanın eksenini kaydırdı. 11 Nisan 2011 Cuma günü Japonya’da yaşanan ve yıkıcı bir tsunami dalgası

yaratan 8.9 büyüklüğündeki deprem, Japonya adasını 2.4 metre hareket ettirirken, dünyanın eksenini de kaydırdı.

ABD Coğrafi Araştırmalar Merkezi’ninden jeofizik uzmanı Kenneth Hudnut, “Şu aşamada, Küresel Konumlama

Merkezi’nin (GPS) yaklaşık 2.4 metre kadar kaydığını görüyoruz.

İtalya merkezli Ulusal Jeofizik ve Yanardağ Bilimi Enstitüsü’nden gelen raporlarda, 8.9 büyüklüğündeki depremin

dünyanın eksenini yaklaşık 10 santimetre kadar kaydırdığı belirtildi.

Japonya kıyılarına büyük zarar veren depremde yüzlerce insan hayatını kaybederken, sarsıntılar sonrasında başlayan

tsunami dalgalarının boyu 10 metreye kadar çıktı ve ülkedeki pirinç tarlalarını su altında bırakıp, şehirleri yuttu. Tsunami

dalgalarının yeni üretilen otomobil ve yatları oyuncak gibi sürüklediği görüldü.

Depremde Japonya’da bugüne kadar hissedilen en güçlü sarsıntı yaşandı. Sonrasında başlayan tsunami ise Pasifik

Okyanusu’nu geçti ve yaklaşık 50 ülkede tsunami alarmı verilmesine neden oldu. Kanada, ABD ve Şili gibi ülkelerin

kıyılarında bile kırmızı alarm verildi.

Depremden sonraki 24 saat içinde, 160 tane artçı şok yaşandı. Bunlardan yaklaşık 141 tanesi 5.0 büyüklüğünde hissedildi.

Japonya’da 11 Nisan 2011 Cuma günü yaşanan deprem sonrası oluşan yıkıcı bir tsunami dalgası ve Fukuşima Daiçi nükleer santral kazası

Aşınma

Kıtaları oluşturan güç, levha hareketlerinin motoru olan Yer'in iç enerji kaynağıysa, çok daha büyük bir dış enerji kaynağı,

kıtaları aşındırarak yok etme sürecinde etkili olur: Güneş enerjisi . Atmosfer hareketlerini ve su döngüsünü sürdürmek için

gerekli enerjiyi sağlayan güneş ışınları, su ve rüzgar aşındırmas ı ile kıta yüzeylerinden koparılan minerallerin yine bu iki araç

yardımıyla okyanus tabanlarına taşınarak çökmesine yardımcı olur. Bu mekanizma ile okyanus kabuğu üzeri nde gi ttikçe

kal ınlaşarak bi riken tortul kaya katmanı, dalma-batma mekanizmas ı s ırasında yerküre içlerine taşınarak yeniden eri r.

Aşınma mekanizmas ı, suyun yerçekimi etkisi al tındaki hareketlerini i zler, yüksek dağların aşınarak alçalmasına, okyanus

derinliklerinin dolarak yükselmesine yol açar, sonuçta yer yuvarlağının gi rinti ve çıkıntılarının törpülenerek çekim etkisi ile

beli rlenmiş ideal jeoi t biçimine yaklaşmas ı yönünde çalışır.

12

BĠYOSFERĠN DÜZENĠ

Biyosfer

Yerkürenin, canlı varlıkların bulunduğu kısmına biyosfer denir. Yerkürenin çapıyla karşılaştırıldığında, biyosfer çok ince bir

kuşaktır. Okyanusun tabanından, yaşam izine rastlanan atmosferin en yüksek noktasına erişen, yaklaşık 20 km kalınl ıktadır.

Biyosfer, dünya yüzeyinin katı kısmı olan litosfer, yer yüzeyinin üzerinde ve altındaki suyu ve havanın su buharını i çeren

hidrosfer ve yerkürenin etrafını kuşatan hava kütlesi olan atmosfer bölümlerini i çeri r.

Çevrenin Abiyotik (Cansız) Etkenleri

Tüm canlı organizma çeşi tlerinin özel bi r çevrede yaşamla rına olanak veren adaptasyonları vardır. Organizmalar besin temini

ve üremenin yanında doğal düşmanlarından sakınmak için çeşi tli uyumlar gösteri rler. Canlı organizmalar, su temini , sıcakl ık

değişim ve dağılımları, ışık miktarı ve toprak bileşimi gibi çevrelerindeki fi ziksel etmenlerden etkilenirler. Bu fiziksel çevre de

içinde yaşayan organizmalardan etkilenir. Örneğin, beli rli organizmalar kayaların toprağa parçalanmasına etki eder ve bi tki

gelişimi gölcüklerin dolmasını destekler. Sonuçta, organizmalar a ynı alanda yaşayan diğer organizmalardan etkilenir.

Organizmaların kendi aralarında ve çevreleriyle olan etkileşimleriyle ilgilenen biyoloji dalına ekoloji denir.

Organizmaların kendi aralarında ve çevreleriyle etkileşimlerinin araştırılmasında, her iki , canl ı ve cansız etkenler

değerlendirilmektedir. Biyotik ya da canl ı etkenler, çevredeki tüm canl ı organizmaları ve diğer canl ılar üzerindeki doğrudan

ve dolayl ı etkilerini içeri r. Abiyotik ya da cansız etkenler su, oksi jen, ışık, sıcaklık, toprak ile inorganik ve organik besinleri

i çeri r.

Abiyotik etkenler özel bi r çevrede ne tür organizmaların yaşayabileceğini belirler. Örneğin, çöllerde çok az temin

edilebili r su vardır ve s ıcakl ık günlük olarak çok sıcak ile soğuk arasında değişi r. Bu koşullarda sadece uyum sağlamış, adaçayı

çalıs ı (sagebrush) ve kaktüs gibi bi tkiler yaşayabilir. Tahıl , meşe ağaçları ve orkideler gibi diğer bi tki çeşi tleri çöllerde

yaşayamaz. Bu bitkiler uyum sağladıkları, değişik abiyotik koşullara sahip diğer çevrelerde gelişi rler.

IĢık

Yeryüzündeki hemen tüm canlılar için enerji , doğrudan veya dolaylı olarak güneş ışınlarından sağlanır. Güneş ışınlarının

yoğunluk veya şiddeti ile aydınlatma süresi ya da gün uzunluğu, enleme göre değişi r. Ekvatorun çevresindeki bölgeler en

yüksek yoğunlukta güneş ışığı alırken, kuzey ve güney kutup bölgeleri düşük yoğunlukta ışık al ırlar. Ekvator kuşağı ile kutup

bölgeleri arasında kalan alanlarda görece gündüz ve gece uzunlukları, yazın daha uzun ve kışın daha kısa süreli gün ışığı il e

mevsime göre değişi r.

Güneş ışınlarının yoğunluğu ve aydınlatma süresi bitkilerin gelişimini ve çiçeklenmelerini , meyve tutma ve

gelişti rmelerini (bitki fenolojisi) etkileyen temel etmendir. Bazı bi tkiler yüksek ışık yoğunluğuna ve uzun günlere gereksini m

duyarken diğerleri düşük ışık yoğunluğunda ve kısa günlerde gelişi rler. Pek çok hayvanda göç, kışlama, yazlama ve üreme

davranışları gece ve gündüzün göreceli (relative) uzunluklarından (ışık devirselliği = fotoperiyodisite) etkilenir.

Işık koşulları sucul çevrede de de ğişi r. Işık suya geçtiği kadar absorbe edili r. Böylece mevcut ışık miktarı derinliğin

artması ile azalır. Işığın geçtiği su katmanına fotik (photik) zon denir. Yeryüzünde meydana gelen fotosentezin yaklaşık %80’i

bu fotik zonda meydana gelir. Onun altındaki zon, hiç ışık olmayan aphotik zondur. Bi rkaç kemotropf dışında, aphotik zonda

yaşayan organizmalar enerjilerini photik zondan aşağı doğru sürüklenen veya göçen organizmalardan sağlar.

Işık, üretim ve enerji temini arasında bir bağıntının olması, yeryüzün de ekosistem dinamiklerinin dağılım, kompozisyon ve

yapıs ını etkilemektedir.

13

Sıcaklık

Yeryüzü yüzeyindeki s ıcakl ık örüntüleri yükselti ve enleme göre değişi r. Bi r bölgenin sıcakl ık örüntüsü dağ veya okyanus gib i

yakında büyük bir coğrafi özelliğin olmasından da etkilenebilmektedir. Yeryüzü yüzeyinde en s ıcak ortalama s ıcaklık ekvator

çevresinde meydana geli r. Ekvatordan kuzey ya da güneye doğru gidildikçe, ortalama sıcaklık düşer. Kuzey ve Güney Kutuplar

en soğuk bölgelerdir. Sıcakl ık yüksel tinin artmasıyla da düşer. Bu nedenle, ekvatordaki yüksek dağların bile dorukları karla

kaplı olabilmektedir.

Canl ıların sıcaklık is teği ve soğuğa karşı dayanıklıl ığı farkl ıdır. Bu özellik canl ıların s ıcakl ık kuşaklarına göre dağıl ımına

neden olur. Belli bi r yüksel tiden ve belli enlemlerde sonra canl ı türlerinin hızla azalması s ıcaklığın etkisi altındadır. Doğal bi tki

örtüsünün ekvator ile kutuplar arasında geniş kuşaklar oluşturması enlemin s ıcakl ığa etkisinin ve bir dağ yamacı üzerinde

aynı tür basamakları oluşturması da yükseltinin sıcaklığa etkisinin bi r sonucudur.

Su

Yaşamın temeli olan su, canlıll ığın sürmesi için gerekli en temel maddedir. Hava, su, ışık, sıcaklık ve besin maddeleri tüm

canl ılar için temel gereksinimlerdir. Bunların en başında oksijen ve su yer almaktadır. Canlı organizmayı oluşturan hücrelerin

yaşam etkinliklerini devam etti rebilmeleri i çin suya gereksinimleri vardır. Su yaşam için en zorunlu maddelerden birisidi r.

Doğada bulunan tüm canl ılar su olmadan yaşamlarını sürdüremezler. Günümüz dünyasında, kuraklık ve küresel ki rlenme

başta olmak üzere nüfus yoğunluğu, sanayideki gelişmeler, tarımsal üretimdeki çeşi tlilik ve ya ygınlık nedeniyle su tüketimi

artmakta ve su kıtl ığı yaşanmaktadır.

Toprak ve mineraller

EKOSĠSTEMDE BESLENME VE ENERJĠ ĠLĠġKĠLERĠ

1-3 Ototrofik ve Heterotrofik Beslenme

Bir ekosistem her çeşi tten organizmalar; mikroorganizmalar, bi tkiler ve hayvanlar içeri r. Bu organizmalar pek çok düzeyde

birbirini etkiler, ancak besin ve enerji ilişkileri bunlar aras ında en önemlileridi r.

Kendibeslekler, gereksinimleri olan tüm organik besinleri inorganik bileşiklerden sentezleyebilen organizmalardır.

Kendibesleklerin çoğu fotosentez yapabilirler; bununla bi rlikte, çok azı kemosentez yaparlar. Kendibeslekler, doğrudan veya

dolaylı olarak, kendi besinlerini sentezleyemeyen, hayvanları i çeren organizmalar olan dışbesleklerin tüm besinini sağlarlar.

Dışbeslekler, ne yediklerine ve besinlerini nasıl sağladıklarına bağlı olarak bi rkaç gruba ayrıl ırlar. Dışbeslekler etçilleri ,

otçulları ve çürükçülleri içeri r.

Otçullar, sadece bi tkilerden beslenen hayvanlardır. Tavşanlar, s ığırlar, atlar, koyunlar ve geyikler otçullardır. Etçiller,

diğer hayvanlardan beslenen hayvanlardır. Etçiller aras ında bazıları yırtıcılar ve bazıları leşçillerdir. Aslanlar , şahinler ve

kurtlar gibi yırtıcılar, avlarına saldırır, onları öldürür ve vücutlarından beslenirler. Leşçiller buldukları ölü hayvanlarda n

beslenirler. Akbabalar ve sırtlanlar leşçillerdir. Omnivorlar, bi tkilerden ve hayvanlardan beslenen hayvanlardır. İ nsanlar ve

ayılar omnivordurlar. Çürükçüller, bitki ve hayvan ölülerinin kal ıntılarının ayrıştırılması ile besinlerini sağlayan

organizmalardır. Pek çok bakteri ve mantar çürükçül olarak i şlev görürler.

14

Popülasyonlar ve Topluluklar

Doğada, organizmaların araştırılmas ında, ekologlar, dikkatlerini çoğunlukla belirli bi r ortam çeşidindeki beli rli bi r organizma

grubuna odaklarlar. Doğada, belirli bi r alan içinde beli rli bi r türün tüm bireylerini içeren organizmaların en doğal grubu bi r

popülasyondur. Bir ormandaki Türkiye meşesi , Quercus cerris ağaçları bi r popülasyon oluşturur. Bi r havuzdaki tüm Siğilli iri

kurbağalar bi r popülasyon meydana geti ri r. Popülasyonlar daha büyük grupların parçaları olarak da değerlendirilebili r. Belirl i

bir alandaki farkl ı organizmaların tüm popülasyonları bi r topluluk oluşturur. Örneğin bi r gölcüğün içinde ve civarındaki tüm

kurbağalar, balıklar, algler ve diğer canlı varl ıklar bi r gölcük topluluğunu meydana geti ri r.

Bir ekosis tem bir topluluk ve onun fi ziksel çevresini i çeri r. Bir ekosis teme, canl ı ve cansız etkenler dahildi r. Bi r

ekosistemin canl ı ve cans ız kıs ımları arasında süren bir materyal değişimi vardır. Yeryüzünün tüm ekosistemleri bi rbi rine

bağlıdır. Organizmalar bir ekosis temden diğerine hareket ederler. Su ve diğer inorganik maddeler bi r ekosistemden diğerine

geçerler. Organik bileşikler de taşıdıkları enerjileri ile ekosistemler arasında taşınırlar.

Madde ve Eneji Döngüleri

Dünyanın tek enerji kaynağı kabul edilen güneş, şüphesiz ekosistemlerin de yegane enerji kaynağıdır. Yeryüzüne ulaşan

güneş enerjisinin büyük bir kısmı temel üretici konumunda olan bi tkiler tarafından tutulmakta, fotosentez yoluyla besin

enerjisine çevrilmektedir. Bi rinci basamak tüketicier bi tkilerden beslendikleri zaman, besin maddelerindeki bu kimyasal

enerjiyi bünyelerine alırlar. Besinmaddelerinden sağladıkları bu kimyasal enerjinin bi r kısmını kendi yaşam etkinlikleri i çin

hacarken, bi r kısmını da değişik yollarla diğer canl ılara aktarırl şar. Bu arada, ölen bütün canl ılardaki kimyasal enerji de

ayrıştırıcılar tarafından kullanılır. Enerjinin bu taşınımına “enerji döngüsü” denir. Güneştan başlayan bu enerji taşınımı tek

yönlüdürve canlılar tarafından kullanılmayan kısmı çevreye ıs ı enerjisi olarak verilir. Uzun bir süreçte, dengeli bi r

ekosistemde, tüm enerji girdileri ve çıktıları eşi t olur.

Bir ekosistemin doğal dengesini koruyabilmesi ve varl ığını sürdürebilmesi, madde ve enerji döngüsü ile tüketilen

maddelerin yeniden üretim için ekosisteme geri dönmesine bağlıdır.

İnorganik maddelerin sürekli olarak cansız ortamdan alınıp, canl ı öğeler arasında aktarıldıktan sonra, cansız ortama

tekrar geri verilmesi işlemine “madde döngüsü” denir. Madde dolaşımında görülebilecek herhangi bi r aksama, ekosis temde

aksamalara neden olmaktadır. Her ekosistemin ham madde varlığı sınırl ıdır ve yerine konmadığı takdirde tükenmeye

mahkümdur. Madde döngüsünde tükenmeyen tek unsurun güneş enerjisi olduğu kabul edilmektedir (Erinç, 1984).

Madde döngüsünün enerji döngüsünden farkı, tek yönlü bi r taşınım göstememesi, ekosis tem içinde devir yapmas ıdır.

Bu maddeler bi r canlıdan diğerine geçerken, kimyasal değişime uğramakta ama hep ekosis tem içinde kalmaktadırlar. Bu

kimyasal maddelerin ana kaynağının cansız doğa olduğu kabul edilirse, canlılar bu maddeleri yaşamları i çin kullanmakta,

onlar ölünce de bu maddeler toprağa geri dönmektedir.

1-4 Simbiyotik ĠliĢkiler

Simbiyotik ilişkiler, iki farklı çeşi tteki organizmanın, en az bi rinin yararlandığı, bi rbi riyle yakın işbi rliği i çinde

yaşamalarıdır. Simbiyotik ilişkilerin üç çe şidi vardır: mutualizm, kommensalizm ve paratizimdir.

Mutualizmde, her iki organizma, aralarındaki i şbi rliğinden yarar sağlar. Örneğin termitler sindirim sis temlerinde

yaşayan, selülozu sindiren mikroorganizmalara sahipti r. Termitler, bu mikroorganizmalar olmadan, yedikleri odundan hiçbir

besin sağlayamazlar. Diğer yandan, termitler, bu mikroorganizmalara besin ve yaşama yeri sağlarlar. Sığırların, sindirim

sistemlerinde yaşayan organizmalarla benzer bi r işbi rliği vardır.

15

Likenler, alglere ve mantarlara ait hücrelerden ve bu işbirliğinin her iki çeşidinden ibaretti r. Bu ilişki , yalnız başına

hiçbirinin canl ılığını sürdüremeyeceği ortamlarda yaşamalarına izin veri r. Mantarlar, nem ve yapısal iskelet ile alglerin

geliştiği tutunma yerleri sağlarlar.

Bezelyeler, yonca ve kaba yonca baklagillerdir. Baklagillerin köklerinde beli rli bakterilerin geli ştiği yumrular vardır (Şekil

1-4). Bu bakteriler, toprak havas ındaki azot gazını, bi tkiler için kullanılabilir formlara dönüştürürler. Bu ilişkide, bu bi tki lere,

gereksinimleri olan azotlu bileşikler sağlanırken, bakterilere de gelişip üreyebildikleri bi r ortam sunulur.

Kommensalizmde, bi r organizma bir simbiyotik ilişkiden yararlanırken diğeri bundan etkilenmez. Örneğin, remora bir

emici ile bir köpekbalığına tutunmuş olarak yaşayan küçük bir balıktır. Köpek bal ığının besinlerinden arda kalan yiyecek

artıklarını yemek için kendini köpekbalığından ayırır. Böylece köpekbalığı remoraya besin sağlar. Bilindiği kadarıyla , remora ,

köpekbalığına ne fayda, ne de zarar veri r. Barnacileler kendilerini bi r balinanın çok geniş vücut yüzeyine tutturabilirler.

Balinanın hareketi , onlara sürekli ortam değişti rme ve besin sağlama olanağı sağlar. Balina, barnacilelerin varlığından

etkilenmez.

Asalıkta , bi r organizma simbiyotik ilişkiden yararlanırken, diğeri bundan zarar görür. Yararlanan organizmaya asalak,

zarar görene de konukçu ya konak denir. Bazı parazitler konukçularında hafif bi r zarara neden olurken, diğerleri sonuçta

konaklarını öldürürler. Örneğin şeri tler (tenyalar) çeşi tli hayvanların sindirim sisteminde yaşayan asalaklardır. Burada,

besinlerini bulabildikleri ve gelişip üreyebildikleri uygun bir ortam vardır. Bununla birlikte, konukçu şeri tlerin varlığından

zarar görür. Şeridin neden olduğu besin ve doku kaybı ciddi raha tsızl ıklara neden olabilir. Diğer bitkiler üzerinde gelişen

asalak bi tkiler vardır. Bitki asalaklarının iki örneği ökseotları ve şeytan saçı (küsküt)’dır (Şekil 1 -7).

Özellikle, mutualizm veya kommensalizm gerekti ren simbiyotik ili şkiler, her zaman sürekl i değildi r. Ayrıca , bu tür ili şkiden

beli rli bi r organizmanın kesinlikle faydalandığını veya zarar gördüğünü söylemek de her zaman olanakl ı değildi r. Örneğin, bi r

likenin alg hücreleri , pek çok ortamlarda, mantar hücreleri olmadan da en iyi şekilde yaşayabilirler. Diğer yandan, mantar

hücreleri , bu ortamlarda, yalnız başına yaşamayabili rler.

1-5 Üreticiler, Tüketiciler ve AyrıĢtırıcılar

Birkaç küçük ekosis tem dışında, tüm ekosistemlerde, kendibeslekler bitkiler ve diğer fotosentez yapan organizmalardır.

Bunlar, enerjiyi güneşi ışığından alırlar ve onu şekerler ve nişasta sentezi i çin kullanırlar. Bu maddeler, bitkinin gereksin im

duyduğu organik bileşiklere dönüştürülebili r veya enerji i çin yıkabilirler. Dışbeslekler, canl ıl ık i şlemleri i çin, organik

bileşiklerde depolanan kimyasal enerji dışında, enerjinin herhangi bi r şeklini kullanamazlar. Bu organik besinler, bitkiler ya da

hayvanlar olabilen, diğer organizmaların ürünlerinden sağlanmalıdır. Kendibesekler (fototrof ve kemotroflar), inorganik

bileşiklerden organik bileşikler (besin) üretebilen, bi r ekosistemde, üreticiler denilen yegane organizmalardır. Dışbeslekler,

başka organizmalardan besin sağlamak zorunda olduklarından, tüketiciler olarak adlandırılır.

Çürükçüller ekosistemde önemli rol oynarlar. Çürütücü veya ayrıştırıcı organizmalar olarak işlev yaparlar. Ekosistemin diğer

üyeleri tarafından kullanılabilecek maddeleri serbest bırakarak, ölü bitki ve hayvan kalıntılarını ayrıştırırlar. Bu yolla pe k çok

önemeli madde ekosisteme geri döndürülür.

1-6 Besin Zincirleri ve Besin Ağları

Bir ekosistem içinde, her zaman üreticilerle başlayan, bi r enerji akış yolu vardır. Üreticiler tarafından üretilen, organik

bileşiklerde depolanmış enerji, bi tkiler yenildiğinde tüketicilere aktarıl ır. Bi tkilerden beslenen, otçullar (herbivorlar), ilk veya

birinci sıradaki tüketicilerdir. Bi tki yiyen hayvanlardan beslenen etçiller ikincil veya ikinci sıradaki tüketicilerdir. Örneğin,

fareler bi tkilerden beslenir ve bi rinci düzeydeki tüketicilerdir. Fareleri yiyen yılan ikinci düzeydeki bi r tüketici iken, yılanı

yiyen şahin üçüncü düzeyde bir tüketicidi r. Çoğu tüketicilerin değişken besinleri olduğundan, avlarına bağl ı olarak ikinci,

16

üçüncü veya daha yüksek düzeyde tüketiciler olabilmektedirler. Bu beslenme ilişkilerinin her biri , bi r besin enerjisinin geçtiği

bi r organizmalar dizisi, bi r besin zinci ri oluşturur (Şekil 1-6). Bi r ekosistemde beslenme ilişkileri hiçbir zaman sadece basit bi r

zinci rleme değildi r. Her bir beslenme düzeyinde pek çok organizma çeşidi ve bi r ekosis temde her zaman pek çok besin zinciri

vardır. Bu besin zinci rleri , bi r besin ağı oluşturacak şekilde, çeşi tli noktalarda birbirine bağl ıdır (Şekil 1 -7).

Bir ekosistemin her düzeyinde ayrıştırıcılar vardır. Ayrıştırıcılar, sistemdeki tüm organizmaların atı k ve kal ıntılarını yeniden

kullanıma sokarlar. Bu materyallerdeki enerjiyi , kendi metabolizmaları i çin kullanırlar. Bu sırada, organik bileşikleri inorganik

bileşiklere yıkar ve sistemdeki maddeleri yeniden kullanılabilir yaparlar. Ayrıştırıcılar, her besi n zinci ri ve besin ağının son

tüketicileri olarak düşünülebilirler.

Şekil . Besin zinciri ve besin ağları (food webs)

1-7 Enerji Piramitleri ve Biyokitle

Bir besin ağında kullanılabili r enerji miktarı, her bi r üst beslenme düzeyi ile azalır. Bunun nedeni , besin olarak alınan enerjinin

küçük bir bölümünün yeni doku olarak depolanmasıdır. Al ınan besinin çoğu sindirilmez ve absorbe edilmez. Bundan başka,

besindeki enerjinin büyük bir kısmı solunum ve bakım i çin kullanıl ır. Bu enerji ısı olarak kaybedili r. Sonuç olarak, herhangi bi r

beslenme düzeyinde, al ınan enerjinin, yaklaşık sadece yüzde 10’u yukarıya doğru izleyen (giden, yürüyen, ilerleyen)

beslenme düzeyine geçirili r.

Bir ekosis temde kullanılabilir enerji miktarı, çoğunlukla bi r pi ramit, enerji pi ramidi şeklinde gösterilir (Şekil 1 -8). Enerjinin en

yüksek miktarı, pi ramidin tabanında, üreticilerde bulunur ve en az enerji piramidinin tepesinde, tüketicilerin en üst

düzeyinde bulunur. Kullanılabili r enerjinin miktarı çok aşırı azaldığından dolayı, bi r ekosistemde, çoğunlukla dört veya beşten

daha fazla beslenme düzeyi bulunamaz.

Kullanılabilir toplam enerji miktarı her bi r beslenme düzeyi ile azaldığından, her bi r düzeyde desteklenen canlı

organizmaların toplam kütlesi de azalır. Bu ilişki bi r pi ramitle de gösterilebili r. Biyoki tle pi ramidi olarak bilinen bu iliş ki,

akraba organizmaların kütlesini, her bi r beslenme düzeyindeki biyokitleyi , gösteri r. En yüksek biyokitle miktarı, en alt

düzeyde, üreticilerde bulunur. En düşük biyoki tle tüketicilerin en yüksek düzeyinde bulunur.

17

EKOSĠSTEMLERDE REKA BET

1-8 Habitat ve NiĢ

Bir ekosis temdeki her bi r organizma çeşidi , i çinde yaşadığı özel bi r çevre parçasına sahipti r. Bu onun habitatı (yaşama

yeri )’di r. Örneğin, salyangoz küfleri nemli orman tabanında yaşarlar. Bu onların yaşama yerleridi r. Bi r ekosistem içinde

meydana gelen karmaşık etkileşimlerden dolayı, her bi r tür ayrıca beli rli bi r rol oynar. Bi r ekosis temde bir türün rolü onun

nişidi r. Bi r organizmanın habitatı onun nişinin bi r kısmı, sadece bir parçasıdır. Ayrıca , besinini nasıl , ne zaman ve nerden

sağladığını, üreme davranışlarını ve onun çevre ve ekosistem içindeki diğer türlerle doğrudan ve dolaylı etkileşimlerini içeri r

1-9 Türiçi ve Türlerarsı Rekabet

Dengedeki bi r ekosistemde, her bi r tür kendi nişini i şgal eder. Belirli bi r alanı (habitatını) i şgal eder ve özel bir şekilde

besinlerini sağlar. İki türün nişleri çakıştığında, rekabet doğar. Bu çakışma a rttıkça, iki türün gereksinimlerinin daha fazlası

ortak olur ve rekabet daha güçlü bi r hal alır. İki farklı tür arasındaki rekabet türlerarası rekabet olarak adlandırıl ır. Rekabet

edilen kaynaklar azaldıkça, rekabet daha şiddetli olur. Sonunda, nişin i şgal ini daha başarıl ı türe bırakan türlerden biri

ekosistemden atıl ır. Rekabet aynı türün bireyleri arasında da meydana gelir. Buna türiçi rekabet denir. Aynı türün bireyleri

arasındaki rekabetin şiddeti , populasyon yoğunluğu ve gerekli kaynakların kullanılabi li rliği gibi olaylardan etkilenir. Koşullar

çok sert olduğunda, en yararl ı uyuma sahip bi reyler hayatta kalırken, daha az uyumlu bireyler yaşama şansını kaybeder.

Ekosistemlerde Süreklilik ve DeğiĢim

Bir ekosistemde devamlılık

Bir ekosistemin kararl ı olmas ı ve kendini devam etti rmesi için belirli koşulların olması gerekir. (1) Değişmez bir enerji kaynağı

olmalı. Yeryüzündeki hemen tüm ekosistemler için enerji kaynağı güneş ışığıdır. Sadece birkaç ekosistem kemosenteze

dayanır. Bu ekosistemlerde, üreticiler, organik bileşiklerin sentezi i çin, çeşi tli inorganik bileşikleri i çeren kimyasal

tepkimelerden enerji türeti rler. (2) Ekosistemde, organik bileşiklerin sentezi için besisel enerji (ışık) kullanabilen organi zmalar

olmalıdır. Bu rol , ekosistemin üreticileri olan yeşil bi tkiler ve algler tarafından yerine geti rilir. Ekosistemdeki canlı

organizmalarla ortam arasında bir materyal döngüsü olmalıdır. Üreticiler, ortamın inorganik bileşiklerini , daha sonra besin

zinci rinden veya besin ağından geçecek olan organik bileşiklere katarlar. Sonunda, bi r şekilde, ayrıştırıcılar, inorganik

maddeleri yeniden kullanım için ortama serbest bırakarak, ölü organizmaların kal ıntılarını ayrıştırırlar.

Ekolojik Süksesyon

Ekosistemler kararl ı gözükmekle bi rlikte, zamanla değişim geçiri rler. Bu değişim, ekosistemde bulunan canl ı organizmaların

çevreyi değişti rmelerinden meydana geli r. Bu değişikliklerin bazıs ı, çevreyi yeni tip organizmalar için daha uygun ve mevcut

organizmalar için daha az uygun yapma eğilimindedir. Böylece, bi r ekosis temin ori jinal organizmaları diğer çeşi tlerle

kademeli olarak yer değişti ri rler. Yeni bi r topluluk, ekosistemde ori jinal topluluğun yerini alır. Zaman geçtikçe, bu topluluk da

başka bir toplulukla kademeli olarak yer değişti ri r. Mevcut topluluğun bi r başka toplulukla kademli olarak yer değişti rdiği

sürece, ekolojik süksesyon denir. Genelde, karasal ortamlarda, ekolojik süksesyon herhangi bi r anda mevcut bi tkilerin

çeşidine bağl ı olarak değişi r. Bitkiler, üreticiler olduğundan, geli şmekte olan toplulu ğun çeşidini beli rlerler. Toplulukta,

yaşamayı sürdürebilen hayvanların çeşi tleri doğrudan veya dolaylı olarak bi tkilerin çeşitlerine bağlıdır.

Ekolojik süksesyonun her bi r evresinde, bi rkaç tür, çevre ve topluluğun diğer üyeleri üzerinde en büyük etkiyi kullanırlar. Bu

türelere baskın türler denir. Baskın türler tarafından çevreye yüklenen koşullar her bi r süksesyonal toplulukta yaşamayı

sürdürebilen diğer bitki çeşi tlerini belirler.

18

Bir topluluktan diğerine süksesyon, olgun ve kararl ı topluluk geli şene kadar devam eder. Böyle bi r topluluğa klimaks topluluk

denir. Klimaks topluluğa sahip bi r ekosistemde, koşullar, topluluğun bütün üyeleri i çin uygun oldukça XXXX kadar devem

eder. Bu klimaks topluluk, bi r yangın, sel veya volkanik püskürme gibi felaketsel bir olay tarafından altüst edilinceye kadar

ayakta kal ır. Klimaks bi r topluluğun yıkımından sonra, süksesyon yeniden başlar ve yeni klimaks topluluk geli şinceye kadar

devam eder.

Hiçbir yaşam olmayan, örneğin, çıplak kaya üzerindeki bi r alanda meydana gelen süksesyona birincil süksesyon denir.

Mevcut bi r topluluğun kısmen tahrip olduğu ve dengesinin altüst edildiği bi r alanda meydana gelen süksesyona ikincil

süksesyon denir.

Karada süksesyon. Karada ilk süksesyon, başlangıçta yaşamın hemen hiç olmadığı karasal alanlarda ortaya çıkar (Şekil 1-12).

Bu koşullar kayal ık uçurumlar, kum kumullar, yeni oluşmuş volkanik adalar ve yeni açığa çıkmış kara alanlarında mevcuttur.

İlk süksesyon toprak oluşumuyla başlayabildiğinden çok yavaş bi r süreçti r.

Toprak binlerce yılda çok yavaş oluşur. Hava hallerinin etkisi işlemiyle , büyük kayalar kademeli olarak daha küçük parçalara

ayrıl ır. Sonunda, bazı kayalar daha küçük parçalara ufalanır. Bu alana yerleşen ilk organizmalara öncü organizmalar denir. Bu

tür organizmalar çoğunlukla bakteri , mantar ve likenleri kapsar. Bunlar kayaları daha fazla parçalar ve gelişen toprağa

organik madde katarlar. Likenler açığa çıkmış koşullara uyarlanırlar. Likenler kök benzeri ri zoidlerle kaya yüzündeki

çarpıklıklara tutunurlar. Kayayı çözen asitler salgılarlar. Bazı likenler ölür ve bunların kalıntıları toprağa eklenir. Yosunlar

küçük toprak bi rikinti alanlarında ortaya çıkar. Yosunlar, likenleri gölgeleyebili r ve böylece ölmelerine neden olarak henüz

gelişmemiş olan toprağa daha fazla organik materyal katarlar.

En sonunda, çayırlar ve yıll ık bi tkiler, organik materyallerin bi riktiği bu alanlarda gelişi r. Bu bi tkiler öldükçe toprak zen ginleşi r.

Küçük çalılar geli şmeğe başlar ve bunların kökleri kayaları parçalar. Bu çal ılar çayırları gölgel eyip onları öldürebilir. Ağaç

fideleri kök salabili r. Sonunda bu ağaçlar çal ıları gölgeleyebili r. Çalılar aras ında gelişen fideler muhtemelen yeterli mikta rda

güneş ışığına gereksinim duyarlar. Böylece, olgun ağaçlar olduklarında, orman tabanında aynı çeşi t fidelerin yaşaması için

yeterli güneş ışığı olmayabili r. Bununla bi rlikte, diğer ağaçların fideleri gölgede iyi gelişebili r. Bu yolla, bi r ağaç toplu luğunun

yerini farkl ı çeşitlerde ağaçların başka bir topluluğu alır. Milyonlarca yıl sonra, bi r klimaks topluluk gelişi r. Klimaks topluluklar

çoğunlukla baskın bitki formları koşullarıyla tanımlanırlar.

Bir klimaks topluluğun baskın bitkileri çevrenin fi ziksel etkenleri tarafından belirlenmektedir. Yeterli yağış ve uygun topra ğın

olduğu yerde, klimaks topluluk büyük olasılıkla bi r orman olmaktadır. Bununla bi rlikte, ormanı destekleyecek yeterli su

(yağış) yoksa, klimaks topluluk çayırlardan ve bazı diğer bi tki çeşi tlerinden meydana gelmektedir.

Hayvansal yaşam bitki topluluklarına bağl ı olarak değişi r. Örneğin, bi r süksesyon bir orman topluluğuna doğru geliştikçe,

çayırlar ve çal ılar aras ında yaşayan hayvanlar, eninde sonunda orman tabanında ve ağaçların değişen düzeylerinde yaşayan

hayvanlarla yer değişti rir.

İkincil süksesyon, klimaks topluluğun yok edildiği alanlarda ortaya çıkar. Örneğin, bi r orman, tarım alanı açmak için kesilebilir.

Tarım alanına dönüştürüldükten kısa bi r süre sonra, toprak bakımsız kalırsa , sonunda diğer bi r orman klimaks topluluğu ile

son bulan yeni bi r süksesyon başlar. İkincil süksesyonda, alanda bu kez toprak mevcuttur. Silsile toprak oluşumuyla

başlamadığından, bu işlem ilk süksesyondan daha hızlıdır. Bi r klimaks topluluk, ilk süksesyon için gerekli başlangıçtaki

milyonlarca yıl yerine, bi rkaç yüz yıl sonra yeniden kurulabilir.

Göllerde ve gölcüklerde süksesyon. Göller ve gölcükler de, sonunda bir klimaks topluluğuna gelişen, ekolojik süksesyon

evrelerinden geçebilmektedir (Şekil 1-12). Bu i şlem tortu, dökülen yapraklar ve diğer enkazın kademeli olarak göl tabanına

birikmesi, göl derinliğini azal tmas ı ile başlar. Göl etrafında, bataklık yosunu ve kamışlar, sazlar ve hasırotları gibi pek çok

19

köklü bi tkiler s ığ suda gelişi rler. Bu bitkiler, gölün büyüklüğünü azaltarak, kademeli olarak kıyılardan içeriye doğru uzanırlar.

Göl doldukça, organizmaların büyük bir populasyonu destekleyebilecek besin maddeleşince zenginleşi r. Bi tki hayvanların

çoğalan miktarı çökel tideki , dolgu işlemini hızlandıran organik materyali destekler. Süksesyon sürdükçe, göl bi r bataklık olu r.

Daha sonra da, susuz ka ra oluşturan bataklık dolar. Kara toplulukları sucul formların yerini alır. Bi r süre sonra, dolgu alanı

civar topluluğun bir parçası olur.

EKOSĠSTEMDE MATERYAL DÖNGÜLERĠ

Bütün ekosistemlerde materyallerin döngüsü canlılar ile çevre arasında meydana gelir. Organizmalar belirli maddeleri

çevreden bünyelerine katarlar. Bu organizmalar öldüğünde, vücutları ayrıştırıcılar tarafından yıkıl ır ve bu maddeler çevreye

geri döner. Bu maddeler çevreye geri döndürülmeseydi , bunların mevcudu sonunda tükenmiş olurdu. Canl ılarla çevre

arasındaki materyal döngülerine biyokimyasal döngüler denir. Azot, karbon, oksijen ve su bu döngülere katılan

maddelerdendir.

Azot Döngüsü

Azot canl ılar için önemli bi r elementti r. Proteinleri oluşturan amino asitlerin ve çekirdek asitlerini yapan nükleoditlerin temel

bi r bileşenidir. Azot gazı yeryüzü atmosferinin yüzde 79’unu meydana geti ri r. Ancak, organizmaların çoğunun azot gazını

doğrudan kullanma yetenekleri yoktur. Bunların azot tedariklerinin azot bileşikleri şeklinde olması gerekmek tedir. Bi tkilerin

çoğu azotun sadece iki inorganik formundan, amonyak (NH3) ve ni trat (NO3-)’tan yararlanabilir. Çoğunlukla ni trat, bi tkiler

için başlıca azot kaynağıdır. Bi tkiler nitrat ve amonyaktan, örneğin, proteinler ve çekirdek asi tleri gibi azot içerikli organik

bileşiklerini sentezleyebili rler. Aksine, hayvanlar bu yetenekten yoksundur. Hayvanlar azotu sadece organik bi r formda

kullanabilirler. Sonuçta, hayvanlar azot gereksinimlerini karşılamak için bi tki ya da diğer hayvanları yemek zorundadırlar .

Atık ve organizma kalıntılarındaki azotun, canl ı bi tkilerin yeniden kullanması için yararlan ılabilir olması gerekir. Bu, bi tki

ve hayvan kalıntılarındaki karmaşık organik bileşikleri parçalayan ayrıştırıcıların etkinliği ile başarılmaktadır. Ayrıştırma

sıras ında, organik bileşiklerdeki azotun çoğu amonyak olarak serbest bırakıl ır. Bunun bir kısmı doğrudan bi tkiler tarafından

alınabilmekte, ancak çoğu nitratlaştırma (nitri fying) bakterileri tarafından hızla nitri te (NO2-) ve sonunda ni trata

dönüştürülür. Bundan sonra, ni trat, bi tkilerin yeniden geri alması i çin hazır bulunur.

a NH4 + b CO2 + c O2 Nitrosomonas d NO2 + e Biyokütle

d NO2 + f CO2+ g O2

Nitrobacter g NO3 + j Biyokütle

Toprak ve sudaki ni tratın tamamı bi tkiler tarafından geri alınıncaya kadar ni trat olarak kalmaz. Denitrifikasyon

bakterileri canl ılık işlemleri i çin nitri t ve ni tratı azot gazına, N2, dönüştürerek enerji elde ederler. Atmosfere salıverilen bu

azot formu, bitkiler ve hayvanlar tarafından kullanılamaz. Bununla bi rlikte, azo t gazı bi tkilerin yararlanabileceği bi r yapıya

dönüştürülebilir. Çok az bi r çeşi tteki bakteri ve mavi-yeşil alg, azot gazını, azot bağlama adı verilen bir i şlemle doğrudan

amonyağa dönüştürür.

NO3 + Karbon Kaynağı Denitrifikasyon mikroorganizmaları

NO2 + CO2 + Biyokütle

NO2 + Karbon Kaynağı Denitrifikasyon mikroorganizmaları N2 + CO2 + Biyokütle

Bu azot bağlayıcıların bazısı serbest yaşarlar. Ürettikleri amonyak , azot içerikli bileşiklerinin sentezinde kullanıl ır. Diğer

azot bağlayıcılar simbiyotikti r. Konak bir bi tki ile yakın bi r ilişki i çinde yaşadıklarında ancak azot bağlarlar. Bu simbiyotik

ilişkilerde, azot bağlayıcılar, amonyağı kendileri kullanır ve bi r kısmını da doğrudan konak bi tkiye sunarlar. Bu azot

bağlayıcılar öldüğünde, içerdikleri azot ayrıştırma ile geri dönüştürülür.

20

Şekil 37-9 azot döngüsünün çeşi tli yollarını göstermektedir. Azot döngüsü, topraktaki kullanıl ır azot düzeyini oldukça

sabit tutar. Azot döngüsü ayrıca göllerde, akarsularda ve denizlerde meydana geli r. Geri dönüştürülen azotun çoğu bileşik

formunda kalır. Sadece küçük bir bölümü atmosferde dönüşür.

Azot Döngüsü

Karbon ve Oksijen Döngüleri

Karbon, karbondioksit formunda , atmosferin yaklaşık yüzde 0.03’ünü oluşturur. Karbondioksit çözünmüş olarak da

yeryüzündeki sularda bulunur. Karbondioksit, fotosentez s ırasında, karbon bağlama olarak bilinen bir i şlemle atmosferden

organik bileşiklere geçirilir. Bu bileşiklerin bi r kısmı, hücresel solunum sıras ında karbondioksiti atmosfere geri salarak,

fotosentetik organizmalar tarafından yıkılır. Bi tkiler ve diğer fotosentetik organizmalar hayvanlar tarafından yenirse, karbon

bileşikleri bi r besin ağına gi rer. Her bir düzeyde, bi r miktar bileşik, atmosfere karbondioksit salarak hücresel solunum ile

yıkıl ır. Sonuçta, ölü bitki ve hayvan kalıntıları ve hayvan dışkıları, karbondioksiti serbest bırakarak ayrıştırıcılar tarafında n

yıkıl ır.

Karbon döngüsünde, karbondioksi t, fotosentezle atmosferden uzaklaştırılır ve hücresel solunumla atmosfere geri

döndürülür. Bu iki i şlem, normalde atmosferde nispeten değişmez bir karbondioksit düzeyi ile korunan denge içindedir.

Ancak, fosil yakıtların (petrol , kömür ve doğal gaz) yakılması da karbondioksit salmaktadır. Bu yakıtların kullanılmasının

artmasından dolayı, 1980’lerin ortasından buyana atmosferin karbondioksi t i çeriği kademeli olarak artmaktadır. Bu değişimin

uzun dönemli etkileri bilinmemektedir. Bununla birlikte, bazı bilim adamları, yer yüzeyinde bir s ıcaklık artışına neden

olacağını düşünmektedir. Bu, atmosferik karbondioksi tin yeryüzünden uzaya geri yansıması gerekirken ıs ıyı aborbe

etmesinden dolayı meydana gelecekti r.

Oksi jen yeryüzü atmosferinin yaklaşık yüzde yi rmi bi rini oluşturur. Fotosentez sıras ında, su molekülleri hidrojen ve

oksijene ayrıl ır. Hidrojen karbonhidratların oluşturulmasında kullanıl ır ve oksi jen atmosfere salıverilir. Hayvanlar, bitkiler ve

çoğu protistler hücresel solunumda oksi jen kullanır ve karbondioksit salar. Böylece oksijen döngüsünde, oksi jen fotosentez

işlemi ile atmosfere salınır ve hücresel solunumla atmosferden al ıkonur.

21

Şekil . Karbon ve oksijen döngüsü

FOSFOR DÖNGÜSÜ

Fosfor da canlılar için gerekli temel maddelerdendir. Hücrelerde nükleik asitlerin ve enerji aktarımlarını sağlayan adenozin

tri fosfat (ATP) molekülünde, hücre zarının yapısında, ayrıca kemik ve dişlerin yapısında bulunur. Fosfor diğer elementler gibi

doğada bileşikler halinde bulunur. Fakat bu bileşikler suda kolay çözünmezler. Fosfor bileşikleri özellikle kemik, diş, kabuk

gibi hayvansal atıklarda ve doğal kayaçlarda bulunurlar. Bu bileşikler suda çözünmedikleri i çin diğer bazı bileşiklerle

reaksiyona gi rerler. Bu bileşiklerin başında ni trat ve sül fi rik asit yer alır. Suda kolay kolay çözünmeyen fos fatl ı bu bileşi kler bu

yolla çözülürler ve oluşan bu fosfat tuzları bi tkiler tarafından absorbe edilebilirler. Bitkilerin hayvanlar tarafından besin

olarak tüketilmesiyle fosfor dolayl ı yoldan hayvanlara geçmiş olur. Fosfat, organizma artıkları ile toprağa geçer ya da

çözülmeyen bileşikler şeklinde diş, kemik ve kabukların yapısına katıl ırlar.

Fosfat, kuş ve bal ıkların kemiklerinde de bulunduğu için, bu hayvanların ölmesi halinde fosilleri kayaçlara gömülebili r.

Fosfat bileşiklerini ihtiva eden bu kayaçlar, yeryüzü hareketleriyle parçalanmaya uğrayarak tekrar doğaya karışabilir. Bunun

yanında volkanik faaliyetlerle magma tabakasından yeryüzüne ilave olarak fosfat kazandırılabilir. Yine bazı tür bakteriler

ortamda bulunan fos fatlı bileşikleri kemosentez reaksiyonlarıyla işleyerek çözünebilen fosfat tuzları (CaHPO ve CaSO gibi)

haline geti rebilirler. Fosfor döngüsünün temelini, fos forun karalardan denizlere veya denizlerden karalara taşınması

oluşturur. Fosfatlı kayalardaki fos forun bir kısmı, erozyon yoluyla suda çözünmüş hale gelir. Bu inorganik fos fat, bi tkilerce,

suda çözünmüş ortofosfat biçiminde alınır, organik fos fatlara çevrili r. Beslenme zinci riyle otçul ve etçil hayvanlara aktarıl ır.

Bi tki artıkları, hayvan ölüleri ve salgılarındaki organik fosfatlar, ayrıştırıcı mikroorganizmalar yardımıyla inorgan ik duruma

çevrili r. Böylece yeniden bi tkilerce al ınmaya hazırdır. Jeolojik hareketlerden başka, fosforun denizlerden karalara dönüşü,

bal ıkçılık ve balık yiyen deniz kuşlarının dışkıları yoluyla olur.

22

Kükürt Döngüsü

Kükürt pek çok proteinin, vi taminin ve hormonun bileşenlerinden biridi r. Toprakta ve proteinlerin yapısında bol miktarda

bulunur. Fakat bi tkiler kükürdü sülfatlara çevrildikten sonra kullanabilirler. Kükürt içeren proteinler, önce topraktaki çeşi tli

organizmalar aracılığıyla kendilerini oluşturan aminoasitlere parçalanır, ardından aminoasitlerdeki kükürt başka bir dizi

toprak mikroorganizması yardımıyla hidrojen sülfüre dönüşür. Hidrojen sül für oksijenli ortamda, kükürt bakterileri

23

aracılığıyla önce kükürde sonra sül fata çevrili r; sülfatlar da başka bakteriler tarafından yeniden hidrojen sülfüre dönüşür.

Eğer bi tki veya hayvan ölürse, yapılarındaki proteinin parçalanmasıyla kükürt H 2S şeklinde açığa çıkar. H2S kükürt bakterileri

tarafından önce S ’ye daha sonra da S4O2- iyonuna dönüştürülür. S4O2- iyonları, bazen doğada serbest olarak reaksiyona

gi rerek sül fatl ı bileşikleri de verebili rler. Sül fatlar da başka bakteriler tarafından yeniden hidrojen sülfüre dönüşür.

Organizmalar tarafından alındığı takdirde kükürt içeren iki aminoasit olan Sistein ve Metionin’nin yapıs ına katılırlar.

Kükürt Döngüsü Su Döngüsü

Su Döngüsü

Yeryüzünde suyun döngüsü hemen tamamen fiziksel bi r işlemdir. Su, nerede olursa havayla teması olursa sürekli olarak

buharlaşır, su buharı şeklinde havaya karışır. Bi tkiler de terleme (transpi rasyon) i şlemiyle suyun havaya geçişini desteklerler.

Ancak, havanın tutabileceği su buharı miktarının bi r s ınırı vardır. Çeşi tli fi ziksel işlemlerle, fazlalık su buharı, bulut

oluşturmak için yoğuşur ve yağış olarak yer yüzeyine geri döner.

Yeryüzü yüzeyi ile atmosfer aras ındaki suyun bu döngüsüne su döngüsü denir (Şekil xx). Diğer döngülerin aksine, bu döngüye

katılan herhangi bi r kimyasal değişiklik ve ona dahil olan gerçek biyolojik işlemler görülmemektedir. Fotosentez sıras ında b i r

miktar suyun kimyasal olarak hidrojen ve oksijene yıkıldığı gerçekti r. Bu su hücresel solunumla alıkonmaktadır. Bununla

birlikte, fotosentez-solunum döngüsüne katılan su miktarı, su döngüsünde dolaşan toplam miktarın sadece çok küçük bir

kısmıdır.

Madde Döngülerinin Yararları

Tüm canl ılar dünyanın yüzeyinde ya da yüzeye çok yakın ince bir toprak katmanında yaşarlar ve güneş enerjisinin dışındaki

gereksinimlerini bu katmanın içerdiği kaynaklardan karşılarlar. Eğer yaşamın sürmesi için gerekli olan su, oksijen ve diğer

maddeler sadece bir kez kullanılmış olsaydı hepsi şimdiye kadar tükenmiş olurdu. Doğanın tüm işlevlerinin çevrimler halinde

düzenlenmiş olması bu i şlevlerin sonsuza dek yinelenmesini sağlamaktadır. Hava, su, toprak, bi tkiler ve hayvanlar arasında

sürekli bi r al ışveriş olması yeryüzünün tüm zenginliklerinin tekrar tekrar kullanılabilmesine ve böylelikle yaşamın sürmesine

olanak veri r.

24

YERYÜZÜNÜN BAġLICA BĠTKĠ VE HAYVA N TOPLULUKLA RI

Büyük Coğrafi Bölgeler (Biyomalar)

Ekosistemlerin uzun zaman içinde büyük bi r değişmezlik ya da kararl ı denge kazanmasını sağlayan dinamik süreçlere

süksesyon denir. Bi r gelişim ortamındaki çeşitli bi tki topluluklarının beli rli zaman aral ıklarıyla bi rbi rlerini izleme süreci dir.

Belirli çevre koşullarına en iyi biçimde uyum sağlamış olan ve devaml ılık gösteren bi tki toplulukları klimaks olarak adlandırılır.

Bitkilerin bi r alandaki dağılımına bağl ı olarak hayvanların dağılımını beli rleyen biyokütlelere büyük coğrafik bölgeler

denir. Belirli bi r klimaks topluluk içeren bu coğrafya bölgelerine biyomalar denir. Karasal durumda, büyük coğrafi bölgeler,

klimaks topluluk oranı farklı bitki çeşi tleriyle öne çıkarlar. Örneğin, çayırlar klimaks topluluklar olabilir. Klimaks toplul uk

herdem yeşil koni fer bi tki türlerini i çerebilir.

Yeryüzünde Temel İklim Kuşakları ve Yağış ve Sıcakl ık İlişkileri

25

Yeryüzünde Büyük Coğrafi Bölgeler (Biyomalar)

TUNDRALAR

Tundralar Kuzey Amerika’dan Sibi rya’ya kadar uzanmaktadır. Güney Kutbunda aynı enlem denizlerle kapl ıdır. Düşük bir

ortalama s ıcakl ık ve kısa bi r gelişme (vejetasyon) dönemi (60 gün) söz konusudur. Uzun geceli soğuk günlerde toprak

tamamen donmuş durumdadır. Kısa yaz süresince toprağın sadece üst katmanı çözülür. Bunun al tındaki (12 ay boyunca

donmuş olan) katmana permafrost denir. Yıllık yağış miktarı çok düşüktür (10-12 cm). Bununla bi rlikte çok düşük

buharlaşmadan dolayı bölge nemlidir. Il ık sezon boyunca bataklıklar oluşur. Bu dönemde yüksek çözülme oluştuğundan

alanlar küçük gölcüklerle kaplanır.

Grönland Sınırl ı bi tkilerin yer aldığı vejetasyon likenler, yosunlar, çayırlar, çalılar ve çayır otlarından oluşur. Bu bi tkiler, kısa

gelişim dönemlerinden dolayı toprağın çözünen üst katmanında yetişi r, ancak permafrosttan dolayı hiçbir ağaç gelişemez .

Gelişen bu vejetasyon sınırl ı sayıda hayvan varlığını destekleyebilecek uygunluktadır.

26

Tundralar

Tundraların başl ıca karakteris tik hayvan türleri : Ren geyiği , mask öküzü, Kuzey Amerika’ya özgü ren geyiğine benzer

bi rkaç cins geyik, kurtlar, kutup tavşanları, kutup tilkileri , kar baykuşları, Kuzey Amerika’ya özgü bir çeşi t kır s ıçanı (Lemmus

lemmus), orman tavuğu (Logopus albus)’dur. Ayrıca , 60 günlük ılık dönemde de çok sayıda çeşi tli hayvan ve özellikle çeşitli

sinek türleri görülür. Bundan başka, beyaz karınlı, ye şil bacaklı ördekler (Tringa hypoleuca) ve kazlar gibi göçmen kuşlar da bu

bölgelerde kuluçkaya yatar ve ürerler.

Tundralarda Ren Geyiği (Caribou), Rangifer tarandus Yayılışı

TAYGA, SOĞUK ORMAN KUŞAĞI (BOREAL ZON)

Rusçada, kuzey yarıkürede, özellikle Sibi rya 'da tundranın bi ttiği yerlerde güneye doğru olan soğuk, batakl ık ve ormanl ık

bölgeleri tanımlamak için Al tay dili Şor lehçesinde tayγa kökenli taĭgá terimi kullanılmıştır. Tayga konifer ormanların

karakterize ettiği bi r biomedir. Kanada adalarının çoğu, Alaska, İsveç, Finlandiya, iç Norve ç, Kuzey İskoçya ve Rusya (özellikle

Sibi rya), bunun yanında ABD’nin karasal, kuzey uç kıs ımları, kuzey Kazakistan, kuzey Moğolistan, Japonya’nın kuzeyini

kaplayan tayga, dünyanın en geniş karasal biomesidir. Tayga terimi daha sıkça sadece Arktik ağaç s ını rının kuzeyindeki daha

verimsiz alanları beli rtmek için kullanıl ırken, bu biomenin daha güney kıs ımları i çin çoğunlukla Boreal Orman terimi

kullanılmaktadır. Kuzey Amerika 'daki benzer bölgeler için de Tayga (Taiga) terimi kullanılmaktadır.

Kuzey Amerika ile Asya, Bering kara köprüsü ile bağlantılı olduğundan, bazı hayvan ve bi tkiler (bitkilerden çok

hayvanlar) her iki kıtada yerleşebilmiş ve tayga biomesinde yayılmışlardır. Diğer bazı hayvan ve bitkiler, tipik olarak her b i r

27

cinsin bi rkaç farkl ı türünün bulunduğu tayganın farklı bölgelerine yerleşerek bölgesel olarak ayrılmışlardır. Taygaların,

çoğunlukla çok uç kış soğuklarından korunmuş alanlarda, huş, kızılağaç, söğüt ve ti trek kavak gibi küçük yapraklı ağaçları da

vardır. Ancak, yaprak döken melez (Larix) doğu Sibi rya’da kuzey yarıkürenin dondurucu kışlarına dayanmaktadır. Tayganın

en güney kısımlarında, koniferler içinde dağılmış olarak meşe, akçaağaç, karaağaç ve ıhlamur gibi ağaçlar da

bulunabilmektedir. Bu ıl ık alanlarda, tayga, Kore Çamı, Jezo Ladini , Manchurian Göknarı gibi s ıcağı seven türlerle daha

yüksek tür çeşi tliliğine sahip olmakta ve kademeli olarak karışık ıl ıman orman veya daha yerel olarak ıl ıman yağmur

ormanları koni ferlerine birleşmektedir.

Dünyanın en geniş karasal biomesi olan Ta yga, Köppen’in iklim s ınıflandırma şemasında "Dsc", "Dfc" veya "Dfd" ve

“Dwd” temel iklim, yağış ve s ıcakl ık kuşaklarını içermektedir (Şekil xx). Mevsimler arasında çok büyük sıcaklık dağılımları olan,

çok sert bi r karasal iklime sahipti r. Yıl ın çoğunda güneşin ufuk çizgisini çok fazla aşmadığı yukarı enlemlerdeki Tayga,

tundradan sonra en soğuk ve kalıcı buz katmanı olan karasal biomedir.

Şekil . Tayga bi tki coğrafyası Sarıçam, Pinus sylvestris’in yayıl ışı

Çok soğuk kışları vardır. Sıcaklıklar, tüm yıl boyunca -54°C ile 27°C arasında değişi r ve yıl ın yarısında s ıcaklık

ortalamaları sıfırın altındadır. Yazlar, kısa olsa da, çoğunlukla ıl ık ve nemlidir . Kışın donan toprak, yazın tamamen çözülür,

yani , permafrost olayı yoktur. Tundrada olduğu gibi , burada da pek çok gölcük ve batakl ıklar oluşur.

Genel olarak Tayga, 10°C Temmuz izoterminin güneyine, ancak yer yer 9°C Haziran izotermine kadar kuzeye ulaşır.

Güney s ınırı yağışa bağl ı olarak daha değişebili rdi r. Tayga, yağışların çok düşük olduğu 15°C Temmuz izoterminin güneyindeki

açık s tep ağaçl ıklarıyla yer değişti rebilmekte, ancak daha tipik olarak 18°C Temmuz izoterminin güneyine ve yerel olarak

yağışın daha yüksek olduğu 20°C Temmuz izoterminin de güneyine uzanmaktadır.

Tayga yıl boyunca nispe ten düşük, yıllık 20-75 cm yağış alır. Yağış esas olarak yaz ayları süresince, a ncak sis ve kar

olarak da yağar. Yılın çoğunda buharlaşma düşük olduğundan, yağış buharlaşmadan daha fazladır ve yoğun bir

vejetasyonun gelişimi için yeterlidi r. Tayga ’nın en kuzey uzanımlarında (ecozone), kar, toprak üzerinde dokuz ay kadar

kalabilir. Yaygın olarak Tayga olarak s ınıflandırılan alanların çoğu yakın geçmişte buzullarla örtülü olan alanlardır. Buzulların

çekilmesiyle topografyada oluşan çöküntüler suyla dolarak tayganın her tarafında görülen gölcük ve bataklıkları meydana

geti rmişti r.

28

Toprak: Toprak ince bir katman oluşturur. Tayga toprağı genç eğilimlidir. Derinliği yetersiz ve besince yoksuldur. Ancak,

ılıman yaprakl ı ağaç alanlarında organik maddece zengin çevre mevcuttur. Ölü yaprak ve yosunlar, organik madde

desteklerini s ınırlandıran soğuk, nemli iklimde orman tabanında uzun bir süre kalabilmektedir. İğne yaprak asitleri toprağın

daha da süzülmesine, podzolleşmeye neden olmaktadır. Toprağın asit yapısından dolayı, orman tabanında gelişen sadece

likenler ve bazı yosunlar bulunmaktadır.

İki büyük tayga ormanı çeşidi vardır. Bunlar, zemini yosun kapl ı, az boşluklu pek çok ağaçtan ibaret kapalı ormanlar ve

en kuzeydeki taygada daha yaygın olan, daha fazla boşluklu ve zemini liken kapl ı liken ağaçlıklarıdır. En kuzeydeki taygada

orman örtüsü sadece çok dağınık değil, ayrıca çoğunlukla kavruk bir gelişme yapıs ındadır. Asimetrik Siyah ladinde, rüzgar

yönüne bakan tarafta iğne yaprak azalması ve buz yanığı sıkça görülen bir olgudur.

Flora: Tayga ormanları, melez, ladin, göknar ve çamın baskın olduğu çok büyük oranda konifer ormanlarıdır. Taygada

herdem yeşil olan ladin, göknar ve çam türleri çok sert tayga kışlarında hayatta kalabilmek için belirli biçimde bazı

adaptasyonlara sahipti r. Melez tüm ağaçlar içinde soğuğa en dayanıklı olan ve yaparak döken bir koniferdir. Kuzey

Amerika’da, bi rkaç göknar türü ile bi rkaç ladin türü baskındır. Baştanbaşa İskandinavya ve batı Rusya’da Sarıçam tayganın

yaygın bi r bileşenidi r. Tayga ağaçları, ince toprak avantajı sağlayan daha s ığ köklere sahip olmanın yanında çoğu “katılaşma”

denilen i şlemle, donmaya karşı daha dayanıklı olmak için mevsimsel olarak biyokimyalarını değişti rme eğilimindedir. Kuzey

koni ferlerinin dar konik şe kli ve aşağıya doğru eğilmiş dalları da , karın üzerelerinden dökülmesine yardım eder.

Taygada konifer ormanlar baskın olsa da, bazı yapraklı ağaçlara da, özellikle huş, ti trek kavak, söğüt ve üveze (rowan)

rastlanır. Aynı zamanda çalılar ve diğer otsu bi tkiler de buranın vejetasyonuna katılır. Belirli aralıklarla ormana yer değişti ren

yangınlar (tekrarlanma zamanları 20-200 yıl arasındadır) ağaç örtüsünü ortadan kaldırarak, güneş ışığının orman tabanındaki

yeni bi tkisel gelişimi güçlendirmesine izin veri r. Yangınlar, bazı türler için taygada yaşam döngüsünün gerekli bi r parçasıdır.

Örneğin, Jack Çamının bi r yangından sonra açılan ve tohumlarını yeni açılmış toprağa serpen kozalakları vardır. Çayırlar

güneşin ulaştığı bi r arazi parçası buldukları yerde geli şi r. Yosunlar ve likenler toprak üzerinde ve ağaç gövdelerinin yüzlerinde

artış gösteri rler. Ancak, daha güneydeki diğer biomelerle kıyaslandığında, tayga düşük bir biyolojik çeşi tliliğe sahipti r.

Beyaz ladin, Picea glauca, taygas ı, Denali Highway, Alaska . Wolverine, Amarikan sansarı, Gulo luscus

Kuzey Amerikada geniş Tundradan güneye doğru inildikçe, vejetasyon kademeli olarak değişmektedir. Belli yerlerde,

seyrek halde, bodur kısa boylu ağaçlar beli ri r. Daha da güneye inildiğinde, ağaçlar daha yüksek boylarda ve bi rbirine daha

yakın olarak görülür. Devamında da herdem yeşil ormanlara geçiş başlar. Herdem yeşil orman kuşağı Kuzey Amerika’ya

doğru uzanan Boreal Zonu oluşturur.

29

Fauna: Tayga birkaç büyük otçul memeli ile küçük kemirgene ev sahipliği yapmaktadır. Bu hayvanlar, insanlar için çok

sert olan bir iklimde yaşamlarını sürdürmeye uyum sağlamışlardır. Ayılar gibi büyük memelilerin bazıs ı yaz süresince ağırl ık

kazanmak için beslenir ve kış süresince hibernasyona gi rer. Diğer hayvanların, soğuk tan yalıtan uyarlanmış kürk örtüleri veya

tüyleri vardır.

Hayvanlardan en yaygın olanları, yassıboynuzlu geyik (moose, Alces alces), kurtlar, ayılar, vaşak, geyik, sansarlar, kar

(i zli) tavşanları, pek çok kemirgenler, fareler, oklu ki rpidi r. Yokolma tehdidi ya da tehlikesindeki yabanıl yaşam türlerinin

bazısı Kanada’nın Boreal ormanlarının orman ren geyiği (Rangifer tarandus- woodland caribou), Amerikan siyah ayısı, boz ayı

ve wolverine (Kuzey Amerika’nın bi r sansar türü, Gulo luscus)’di r. Temelde ağaçların kesilmesinden kaynaklanan habitat

kayıpları bu türlerin bi rincil yok olma nedenidir.

Moose, Alces alces (Boğa) Yayılışı

ILIMAN (YAPRAKLI ORMAN) KUŞAĞI

Boreal zondan daha güneye inildiğinde, yağış varyasyonları ortaya çıkar. Bu kuşakta homojen bir yağış durumu yoktur ve

dolayıs ıyla bu enlemler tek bi r vejetasyonla sınırl ı değildi r. Yazlar s ıcak ve nemli geçmektedir. Boreal kuşağın hemen

güneyindeki kısımda, Kuzey Amerika’nın doğusunda yazlar sıcak ve nemli geçer. Kışlar son derece soğuktur. Ortalama yağış

15 ile 175 cm arasında değişi r. Bu kuşaktaki bi tkiler, yerel iklime bağl ı olarak değişmektedir. En yaygın yapraklı ağaç türü

meşedir. Akçaağaç, kayın, kestane, gürgen diğer yaprakl ı ağaç türleridi r. Benzer türden çal ı ve ağaççıklar da bölgenin her

tarafında yaygındır. Eğrel tiler ve yosunlar da dahil olmak üzere, diğer otsu bi tkiler mevcuttur. Hayvanlardan, kurtlar, altın

tilki , çakal, geyik, karaca, koyun ve keçiler, sincap, tavşan ve fareler mevcuttur.

30

Il ıman (Yapraklı) Orman

ÇAYIRLIK ALANLAR (SAVANLAR)

Savan ya da savana tropik yağmur ormanları ile kuru çöller arasındaki geçiş bölgesinde yer alan geniş çayırlara denir . Kurak

mevsimin uzun sürdüğü tropikal bölgelerde, tek tük ağaçların serpilmiş olduğu çok geniş çayırlardan oluşan bir bi tki

topluluğudur. Güney Afrika 'da ve Doğu Afrika'da başlıca bi tki topluluğu olan savan, boyları yer yer iki metreyi bulabilen

köksapl ı bi tkilerden ve buğdaygillerden oluşur. Bu bölge , dünyanın en ilginç yabanıl hayvan türlerinden bazılarının yaşaması

için uygun bir ortam sağlar. Avrupa ve Asya 'nın görece kurak s tepleri ile Kuzey Amerika'nın geniş çayırları da otlak olarak

kullanılan alanlardandır.

Coğrafi bölgelerin kesin sınırları olmadığından bunlar geçiş bölgeleriyle çevrilidi r. Bu durum bitki örtüsü kuşakları i çin

de geçerlidi r. Büyük ormanların yetişmesi için yeterli olmamakla bi rlikte beli rli ölçüde yağış alan bölgelerde geniş çayırl ar

uzanır. Bu çayırlara tropik bölgelerin daha az yağış alan kesimlerinde ve astropik bölgelerde savan (Karayip Yerlileri ’nin

dilindeki bi r sözcükten türetilmişti r), kıtaların iç kesimlerinde ise s tep denir. Tropikal iklim bölgelerinde görülen uzun bo ylu ot

topluluklarıdır. Geniş alan kaplayan savanlar içerisinde kurakçıl tek tek ağaçlara veya ağaç kümelerine de rastlanır. Savanların

görüldüğü yerlerde yazlar yağışlı, kışlar kurak geçmektedir. Ortalama yıllık yağış miktarı 150 cm civarındadır. Yaz yağışlarına

bağlı olarak yeşeren bu otlar; kış mevsiminin kurak geçmesinden dolayı sararır.

31

Savan

Çayırl ık alanlar, Kuzey Amerika, Asya, Afrika , Güney Amerika’da hem ıl ıman, hem de tropikal kuşakta bulunurlar.

Özellikle karasal bölgelerde, iç kıs ımlarda büyük alanlar kaplarlar. Bu alanda belirleyici etken yağıştır (75 cm). 75 -25 cm’lik

yağış yapraklı orman gelişimini destekleyemez. Yaprakl ı ağaçlar gelişemediği i çin çayırl ık alanlar baskın vejetasyon içeri rle r.

Bitki topluluğu bakımından zengindirler. Bu alanlar dünyanın en verimli tarım alanlarını oluştururlar. Pek çok çayır türü çiçekli

bi tkilerin tamamı nehirlere yakın nemli alanlarda daha yoğundur.

Kuzey Amerikanın hayvanlarından Coyoto’lar, Canis lantrans (Amerika’da bulunan bir çeşi t çakal ), porsuklar, çayır

yaban köpekleri (savan köpekleri ), tavşan ve yer sincapları dominant hayvanlardır. Geçmişte kalan büyük bizon (bufalo)

sürüleri ile antiloplar yaygın olanlardır. Kuzey Amerika ’da yerlilerle yapılan savaşlarda bizonlar özellikle öldürülmüştür. Bu

çayırl ıkların pek çoğu, şimdilerde yerini evcil koyun ve sığırlara bırakmıştır. Zebralar, zürafalar, ceylanlar, impalalar ve diğer

büyük boylu otlak hayvanları yaygındır. Yırtıcılar olarak aslanlar, kaplanlar en yaygın hayvanlardır. Yapraklı orman kuşağına

göre bu zonda yaşayan kuş çeşidi daha azdır. Çayırl ıklı savan topluluklarında, halka boyunlu sülün, şahinler, baykuşlar, pek

çok böcek türü, özellikle çekirgeler daha fazladır.

ÇÖLLER

Çöl , yeryüzünde yer alan ana biyota tiplerinden birisidir. Çöller, temel olarak ekvatorun kuzey ve güneyinde 15-40 enlem

dereceleri aras ında bulunan çok kurak alanlardır. Çöller temel bi rer ekosis temlerdir. Çöl atmosferinin çok düşük nem içeriği

gece ve gündüz arasında çok büyük s ıcakl ık farklarının oluşmasına neden olur. Çöller, otların yetişmesini destekleyemeyecek

kadar çok kurak bölgelerde bulunur. Çöllerde yağış büyük değişkenlik gösteri r. Yağışın zamanı da öngörülememektedir. Yıllık

yağış miktarı 25 cm’nin altındadır. Çöllerde sıcaklık günün bölümlerine göre değişi r. Gündüzleri hava çok sıcak olur. Ancak

geceleri sıcaklık, bazen sıfırın altında 30°C’ye kadar, aşırı derecede düşer. Bazı çöller hemen hiçbir şekilde vejetasyon

içermezken, bazı çöller bazı bi tki çeşi tlerine sahipti r.

Çöl toprağında organik madde miktarı az olmasına karşın mineraller bol miktarda bulunur. En iyi koşullarda bile bi tki

örtüsü çok seyrekti r, toprak doğrudan güneş ışınlarına ve rüzgara açıktır. Hem yıllık hem de çok yıll ık bi tkiler mevcuttur,

ancak çok yıllık bi tkiler olarak kaktüsler tipikti r. Bu bi tkiler su kaybını azaltmak için genellikle çok küçük yapraklara sahipti r ya

da hiç yaprakları yoktur. Bazı bi tkiler ise yeral tı organları olarak yaşarlar ve yalnızca yağışların olduğu kısa bi r büyüme

dönemine sahipti rler.

Çöl bitkileri , su tutumluluğunda ve üreme döngülerini tamamlamada bazı özel adaptasyonlara sahipti r. Çoğunun,

bulunduğunda, en yüksek miktarda suyu absorbe etmelerine olanak veren, geniş alana yayılmış sığ kökleri vardır. Kaktüsler

32

gibi pek çok çöl bi tkisi, dokularında su bi rikti ri rler. Bazı çöl bi tkileri çok kısa bi r süre yaşar. Bu bi tkiler, sadece birkaç gün

sürebilen çok kısa süreli yağmur dönmelerinde filizlenir, çiçek açar ve tohum oluştururlar. Yıl i çinde sadece birkaç yağıştan

yararlandıkları da olur.

Büyük Sahra Çölü Taklamakan Çölü

Bi tkiler gibi , çöllerde yaşayan hayvanlar da bu haşin çevrede hayatta kalabilmek için büyük bir çeşitlilikte uyumlar

gelişti rmişlerdir. Çok çetin koşullarla baş etmek zorundadırlar; su ve besin çok nadirdir, s ıcakl ık dramatik bi r şekilde

değişmektedir, kumda yürümek ve yuva kazmak zordur ve kumda dolaşma gömülmeyle sonuçlanabilir. Bu sorunları aşmak

için çok çeşi tli fizyolojik ve davranışsal uyumlar gelişmişti r.

Çoğu geceleyin aktif olan bu hayvanlar, sıcak gündüzleri yerdeki oyuklar içinde veya bulabildikleri bi r gölge de

saklanarak geçiri rler. Çoğu küçük olan bu hayvan geceleyin avlanır ve besin ararlar. Çöl kemirgenlerinin çoğu çok az su içere k

hayatta kalabili rler. Çoğunlukla hücresel metabolizma ile üretilen ve yetikleri bi tkilerde bulunan suyla idare derler. Vücut,

gerekli suyun önemli bi r bölümünü metabolizma ile sağlar ve metabolik sudan yararlanır.

Kanguru faresi gibi hayvanlar, besinlerde bulunan ve metabolizma sonucu ortaya çıkardıkları su ile canlıl ıklarını devam

etti ri rler. Kanguru faresi, Heteromyidae familyasından Microdipodops cinsine ait çöllerde yaşayan iki fare türüne verilen

addır. Bu hayvanlara kanguru faresi ismi üstün sıçrama ve iki ayak üzerinde yürüme yetenekleri yüzünden verilmişti r. Arizona

çöl tilkisi (fennec) gündüzü bir oyuk içinde geçiri r ve kuşlar ve diğer küçük memelileri avlamak için sadece geceleri dışarı

çıkar. Uzun kulakları vücudun fazla s ıcaklığını gidermek için bi r yüzey alanı sağlar. Çöllerde bulunan diğer hayvanlar yılan lar,

kertenkeleler, örümcekler ve böceklerdir. Çöllerde canlı biyokütlesi çok düşüktür ve bu biyota oldukça özelleşmişti r.

Kanguru faresi (Microdipodops sp.) Arizona çöl tilkisi (The Fennec)

Kuzey Amerika, Meksika, Güney Amerika, Afrika , Asya ve Avustralya ’da büyük çöl alanları vardır. Dünyaca ünlü çöller,

Kuzey Afrika'da Büyük Sahra, Güney Afrika'da Kalahari , Asya 'da Gobi ve Güney Amerika 'da Atacama çölleridi r. Büyük Sahra ,

33

bilinen en büyük s ıcak çöldür. Sahradaki Berberi kabileleri , yıllardır Sahra 'da kaybolan insanlara konukse verliklerini

sunmaktadırlar.

TROPĠKAL YAĞMUR ORMANLARI

Tropikal yağmur ormanları ekvatorun etrafında ki alanlarda yer alır. Bu bölgelerde yıl boyunca tekdüze bir i klim görülür. Yıl ık

toplam 200 - 400 cm aras ında olabilen değişmez bir yağış miktarı vardır. Hemen her gün yağmur yağar ve değişmez olarak

yüksek bir nem vardır. Yıl boyunca , 25 °C dolayında değişmez bir s ıcaklık vardır. Tropikal yağmur ormanları çok büyük bir bi tki

ve hayvan çeşitliği i çeri r.

Bi r tropikal yağmur ormanında ağaç örtüsü o kadar yoğundur ki ancak çok az ışık yere ulaşır. Ağaç tepeleri yaklaşık 50

metre yüksekte bir örtü oluştururlar. Bu örtüden aşağıda , gölgede gelişebilen daha kısa ağaçlar vardır. Yağmur ormanın

ağaçları, nemli ince toprak katmanından besin maddelerini absorbe etmelerine olanak veren çok s ığ kök sistemine

sahipti rler. Ağaçların çoğunun, gövden yere doğru uzanan dal ya da yan destekleri (payandaları) vardır. Bunlar, destek kökler

(prop roots , brace roots) gibi ağacın ayakta dik durmas ını sağlarlar.

Organik materyaller bu s ıcak, nemli çevrede hemen çürür. Ayrıştırma ile serbest kalan mineraller mikoriza aracıl ığı ile

bi tkiler tarafından hızla yeniden alınırlar. Bi tkiler tarafından absorbe edilmeyen materyaller aral ıksız yağmurlarla hızla

sürüklenirler. Bu nedenle, bi r tropikal yağmur ormanında toprakta çok az organik madde bi rikintisi vardır. Bu biyomda besin

maddelerinin çoğu canl ı organizmalarda bulunur. Temelde faki r toprak koşullarından dolayı, bi r tropikal yağmur ormanında

açılan tarım alanları bi r veya iki yıldan daha fazla ürün yetişmesine izin vermez.

Yağmur ormanında , çoğu büyük, geniş yaprakl ı yüz veya daha farkl ı ağaç türü bulunur. Bu ağaçlara ek olarak, ağaçların

gövdelerine tutunmuş olarak ağaç tepelerine doğru uzanan lianalar denilen kalın asmalar vardır. Bu sarıl ıcıların kökleri

yerdedir. Diğer bi tkiler üzerinde gelişen, ancak asalak olmayan bi tkiler olan pek çok epifi tler de vardır. Çeşitli orkideler,

kaktüsler (cacti) ve eğrel tiler epi fitlerdir. Bazı epi fitlerin kökleri havadan nem absorbe ederler. Bromeliaceae (Ananasgille r)

türleri gibi diğerleri , kaidelerinde kadeh oluşturan yaprakları vardır. Su absorbe edici yapılar yapraklarda al ıkonan suyu

toplarlar. Tropikal yağmur ormanlarının tabanında yaklaşık tam karanlığa toleransl ı bitkiler bulunur.

34

Tropikal yağmur ormanlarının genel dağıl ımı Tropikal yağmur ormanı

Tropikal yağmur ormanları, pek çoğu, ağaçların beli rli düzeyinde yaşamalarına olanak veren uyumlar gösteren çok

geniş bi r hayvan çeşi tliliğine sahipti r. Maymunlar, yarasalar, sincaplar, papağanla r, tohum ve meyve yiyen kuşlar ağaçların

tepelerinde yaşarlar. Uçan sincaplar bi r ağaçtan diğerine süzülürler. Yılanlar ve kertenkeleler, opossumlar ve ki rpiler gibileri

ağaçların dallarında yaşar. Kemirgenler, tapirler, antiloplar, geyikler ve diğer büyük hayvanlar ormanın tabanında yaşarlar.

Örümcekler ve böcekler her düzeyde mevcuttur. Karıncalar, termitler, arılar, kelebekler ve güveler vardır.

Şekil . Epi fit bi tkiler

Elektrik tellerinde gelişen Bromeliad’lar Ananas , yetiştiği bölgeler

SUCUL EKOSĠSTEMLER

Tüm canl ıların yaşamlarının bağlı olduğu 3 temel madde içinde suyun ayrı bi r önemi vardır. Yeryüzünün yaklaşık 3/4’ü su ile

kaplıdır ve canl ıların vücutlarının büyük bir bölümü de sudan oluşmaktadır. Okyanuslar, akarsu ve göller, buzullar ve yer al tı

su kaynakları, dünyanın su kaynaklarıdır. Dünya su varl ığının %97.5’i tuzlu, %2.5’i de tatlı sudur. Dünyadaki toplam su

kaynakları Tablo 1‘de gösterilmişti r. Dünya su varl ığının ancak %2.5’i tatlı sulardan oluştuğu için yaşamın vazgeçilmez öğesi

olan tatlı suyun kaynakları oldukça sınırl ıdır. Bu nedenle bugün dünyanın bi rçok yerinde tatlı su sıkıntıs ı çekilmektedir.

Yeryüzünün Yüzey alanı: 510.067.420 km2, Karalar: 148.847.000 km2 (%29,2) Denizler: 361.220.420 km2 (%70,8)’di r.

Su, doğada katı (buz, kar, dolu), sıvı (yağmur, sis vb.) ve gaz (su buharı) halinde olmak üzere üç şekilde bulunur.

Atmosferdeki su buharı yoğunlaşarak yağışı oluşturur. Atmosferden yeryüzüne ulaşan s ıvı veya katı haldeki su, bulunduğu

35

ortamdan (toprak, akarsu, göl, deniz, okyanus ve bitki yüzeyleri) buharlaşarak atmosfere geri döner. Bu hareket devamlıdır

ve buna hidrolojik döngü (su döngüsü/su çerimi) denilmektedir. Dünyadaki toplam su miktarının dengede bulunması, ancak

hidrolojik döngünün bugünkü haliyle devam etmesi sonucu mümkündür.

Yeryüzünde Tatlısu Biomeleri

Hidrosferi oluşturan okyanuslar, de nizler, göller, akarsular ve yer al tı sularının doğal yapılarında, değişik miktarlarda ve

türde çözünmüş veya asıl ı durumda yaşam için yararlı ve zararl ı maddeler vardır. Bunun için, sular, i çlerinde bulundurdukları

maddelere göre; tatl ı, tuzlu, acı, zararl ı ve zarars ız değişik özellik gösteri r.

Su ortamlarında bulunan ve buradaki su kütlesi ile karşıl ıkl ı ilişki i çinde olan tüm bitkisel ve hayvansal ekosis temlere

suyla ilgili (aquatic sucul ) ekosistemler denir. Genel olarak sucul ekosistemler deniz, göl , akarsu ve batakl ık ekosistemleri

olarak incelenmektedir. Ancak bazı kaynaklarda göl , akarsu ve bataklık ekosistemleri karasal ekosis temler içinde, bazı

kaynaklarda da tatl ı su ekosistemleri i çinde değerlendirilmektedir.

Değişik su ortamlarının fi ziksel ve kimyasal özellikleri ile sağladıkları yaşam koşulları bakımından aralarında önemli

farklar vardır. Ancak bu farkl ı su ortamlarının suyun genel özelliğinden kaynaklanan bazı ortak yönleri de mevcuttur. Bunlar

şu şekilde açıklanabili r.

· Sucul ekosistemlerdeki sıcaklık değişimi, kara ve hava ortamlarına göre daha yavaştır ve kısa mesafelerde fazla

sıcaklık farkı görülmez. Bu nedenle derin çanakları dolduran sular, kalın kuşaklar halinde ve homojen bir yapıya sahiptir.

· Suyun taşıma gücü havaya göre daha fazladır. Bu nedenle suya bağl ı ekosistemlerde i ri gövdeli hayvanlar da dahil,

bütün hayvanlar rahatça hareket edebilir.

· Su, yaşam için gerekli olan bazı gazları (O2, CO2 vb.) çözerek içine alır ve tekrar atmosfere verir.

· Su ortamlarında bulunan çeşitli maddelerin yatay ve dikey yönde dağılması ya da karışması, hava ortamındakilere

göre daha yavaştır. Bu nedenle yoğunluk ve sıcaklık yönünden farklı su katmanları birbirleriyle kolayca karışamazlar.

Denizlerin ve okyanusların değişik kıs ımları aras ında besin maddeleri ve yaşam için gerekli olan diğer öğeler bakımından

büyük farklıl ıklar görülür ve değişik yaşam kuşakları oluşur. Buna karşıl ık su ki rlenmesine yol açan ki rleticilerin hızlı bi r

biçimde ayrışması ve sınırl ı bi r yerde kalması, suyun bu özelliğinin önemli bi r etkisi olarak değerlendirilebilir.

· Su kütlesi güneş ışınlarını belli bi r derinliğe kadar geçirebili r. Fotosentez için gerekli olan ışık, belli bir derinliğin al tına

inemediğinden, orada besin üretimi , dolays ıyla yaşam yoktur denilebili r.

36

Su, dolaysıyla su sis temleri ile ilgili genel bilgilerden sonra, geniş alanları kaplayan deniz ve göl ekosistemleri hakkında

kısaca bilgi verilecekti r.

3-1 Denizel Ekosistemler

Sucul ekosistemlerin en genişi olan denizel ekosistemler, yeryüzünün %71’inin kaplar. Diğer bi r anlatımla, yeryüzünün

en büyük ekosistemidir. Bugüne kadar sağlanan bulgulara göre denizler bu özelliğini yüz milyonlarca yıldan beri

korumaktadır.

Denizel ekosistemlerin özelliklerini de diğer bütün ekosis temlerde olduğu gibi canl ı (bi tki ve hayvan toplulukları,

mikroorganizmalar) ve cansız (jeomorfolojik özellikler, deniz dibinin özellikleri , deniz suyunun fi ziksel kimyasal özellikleri , su

kütlesinin hareketleri) öğeler belirler.

Denizlerde yatay ve düşey doğrultuda, ekosistemin özelliklerini belirleyen öğeler arasında büyük farklar vardır.

Düşey yöndeki farklılaşma daha önemlidir. Bu nedenle deniz ve okyanuslarda ekolojik bakımdan farkl ı ortam birimleri ve bu

ortamlardaki ekosistemler, genelde derinliğe bağl ı olarak oluşmaktadır (Şekil ).

Şekilde gösterildiği gibi, bu ortam birimlerinden birincisi, yüzey sularına bağl ı “pela jik bölge” diğerleri ise, dibe bağl ı

“bentik bölge”dir. Doğal olarak bu kuşakların kendi içlerinde de derinlik koşullarına, deniz al tının yapısına ve canlı türlerine

bağlı olarak farklı ekolojik bi rimler oluşmaktadır.

Pela jik ve bentik bölgede yaşayan canlılar üzerindeki yaşamsal ve yönlendirici etkenlerin başında ışık, basınç ve s ıcaklık

gelmektedir.

Denizlerin ve okyanusların değişik yerlerinde tür sayıs ı, populasyon ve verimlilik bakımından büyük farklar vardır.

Örneğin tür sayısı Karadeniz’de 520, Adriyatik Denizinde 1800, Akdeniz’de ise 3500 dolayındadır (Erinç 1984).

Populasyon ve verimliliği O2 ile inorganik ve organik besin maddeleri belirler. Bu maddeler genell ikle su

yüzeylerinden biraz daha aşağılarda toplanmıştır. Bu düzey çok değişmekle bi rlikle, okyanuslarda ortalama 500-1000

metreler aras ındadır.

Örneğin Karadeniz ve Marmara Denizinde ise, düşey hareketler az olduğu için, bu derinlik 50-100 metre arasındadır. Bu

düzeylerden sonra populasyon ve verimlilik hızla azalmaktadır.

Denizel Ekosistem Derinliğe bağl ı ekolojik bakımdan farkl ı ortam birimleri

3-2 Tatlısu Ekosistemleri

37

Karaların içinde bulunan sular tatl ı su veya iç su ekosistemi olarak adlandırılan ekosistemleri oluştururlar. Tatlıs ı

ekosdistemleri (1) akarsu (lotik) ekosistemleri (kaynak, dere, çay ve ırmaklar ile (2) durgun su (lentik) ekosis temleri (göl , gölet

ve bara jlar) olarak iki alt bölümde incelenir.

Akarsu Ekosistemleri. Akarsuyun kaynağı ile döküldüğü yere kadar olan bölümleri arasında ekolojik yönden önemli

farkl ılıklar bulunur. Soğuk sulara sahip kaynak sularında bi tkiler nadir olup birkaç alg türü ile temsil edilirler. Hayvanlardan ise

yassı kurtlar ve bazı böcek türlerinin larvaları bulunur.

Akarsuyun yatak şekli genişliği taban yapıs ı ve akış hızı bölgelere göre farklıl ıklar gösteri r. Bu nedenle ekologlar bi r

akarsuyu yatak şekli ve genişliği ile akış hızına dayanarak bazı zonlara ayırırlar. Her zon baskın olan balık türü ile karakterize

edilmişti r. Bunlar; Salmo (alabalık) zonu, Thymallus (gölge balığı) zonu, Barbus (bıyıklı balık) zonu, Abramis (çıplak balığı)

zonu ve acısu (nehir ağzı) zonudur.

Durgun Su Ekosistemleri. Durgun su ekosistemleri arasında ilk akla gelen göl ekosistemleridir. Göller iç ve dış

kuvvetlerin etkisinde oluşan çukur alanların suyla dolması sonucu oluşur. Bunlar çukurluğun kökenine göre tektonik,

volkanik, buzul, karstik, kıyı delta ve heyelan gölleri olarak adlandırılır. Göller; kapladıkları alan, derinlik, denizden yükseklik

ve oluşumlarına göre çok fa rklıdır. Göllerin bi r kısmı çok s ığ (Tuz Gölü 1-2 metre) olduğu gibi bazıları bi r çok denizden daha

derin (Baykal Gölü 1620 m) ‘di r. Bazı göller küçük bir su bi rikintisi görünümünde olduğu halde, bazıları çok geniş (Hazar Göl ü

440.000 km2) bi r alanı kaplamaktadır.

Kapal ı havzalarda yer alan göller iç drenaja bağl ıdır ve dışarıya su göndermezler. Bi r kısmı ise dış drenaja bağlıdır ve

gölden dışarıya su akışı vardır. Bu farkl ılık ekolojik ve çevre ki rlenmesi yönünden önemli bi r etkendir. Eği rdir ve Van Gölü .

Akarasu ve Durgun su ekosistemleri

Göl ekosistemlerinin özelliklerini belirleyen ve sınırlayan en önemli etmenler, gölün fiziksel ve kimyasal özellikleridi r.

Bu etmenler ve etkileri şu şekilde özetlenebili r.

· Fiziksel etmenlerin başında fotosentezi sağlayan ışık gelir. Bu nedenle güneş ışığının etkisi belirli bi r derinliğe kadar

ulaştığından, fotosentezin etkisi derine doğru azalmaktadır. Bunun sonucu göl içinde besin üretiminin tüketiminden fazla

olduğu bir üst bölge ile, tüketimin üretimden fazla olduğu bir alt bölge ortaya çıkar.

· Sıcakl ık, yoğunluğu değişti rerek göl sularının düşey doğrultudaki hareketini sağlar. Ekolojik yönden çok önemli olan bu

hareket, besinlerin ve oksijenin derinlere inmesine olanak veri r.

· Bas ınç, canl ılar üzerinde etkili olan önemli bi r etkendir. Göllerin okyanuslara oranla çok s ığ olmas ı, canlılar üzerindeki

38

bas ınç faktörünün etkisini azaltmaktadır.

· Göl sularının kimyasal özelliklerini , oluştukları bölgenin doğal özellikleri ile sularını dışarıya boşal tıp boşal tmamaları

beli rler. Genellikle göl dışarıdan bir akarsuyla besleni yorsa akarsuların geti rdikleri sedimentlerin içerdiği tuzların bi rikmesi ile

tuzlu, eğer dışarıya su veriyorsa, bu göllerin suları tatlıdır.

· Özellikle kurak ve yarı kurak bölgelerde yer alan bazı göllerdeki tuz miktarları, yaşama olanak vermeyecek kadar

fazladır (Dead Sea, Lüt Gölü-binde 300, Tuz Gölü -yazın binde 320).

· Göl sularındaki çözünmüş tuzları tümü ve suyun asitlik (pH) derecesi , iklim koşulları ve beslenme havzalarındaki

kayaların kimyasal bileşimleri ile ilgilidi r.

Durgun su ekosis temleri

ÇEVRE VE DOĞA KORUMA DA TARĠHSEL GELĠġMELER

Ġnsan ve Çevre

İnsan, dik duruşa, görece gelişmiş bi r beyine, soyut düşünme ve konuşma yeteneğine, alet kullanma ve üretme becerisine

sahip bi r canlı türüdür. Bilimsel adı olan Homo sapiens, Latince "akıllı insan" veya "bilen insan" anlamındadır.

Fosil kayıtlarına göre anatomik olarak çağdaş insan tanımına uyan en eski fosiller 195 bin yıl öncesine aitti r (1) ve

Afrika'da bulunmuşlardır. Çağdaş tipte Homo sapiens altürünün ilk ırkı olan Cro-magnon İnsanı ise zamanımızdan 50 bin yıl

önce ortaya çıkmıştır. İnsanoğlunun ortaya çıkışına dair kabul gören başl ıca iki varsayım vardır. Bunlardan birincisi çağdaş

insanın Afrika'da ortaya çıkıp dünyaya yayıldığını öne süren "tek orijin" varsayımı, diğeri farkl ı bölgelerde evrim geçirerek

çağdaş insana dönüştüğünü öne süren "çoklu bölge" varsayımıdır.

Çağdaş insanın en yakın akrabaları adi şempanze (Pan troglodytes) ve cüce şempanze (bonobo) (Pan paniscus)’di r. Bu

iki şempanze türü ve insanoğlu yaklaşık 6 milyon yıldır farkl ı bi r evrim çizgisi izlemelerine rağmen tamamlanmış gen

hari talarına göre aralarındaki yakınl ık fare ile sıçan arasındaki yakınlıktan on kat daha fazla, akraba olmayan iki insan

arasındaki yakınlıktan sadece on kat daha azdır. Bu iki şempanze türü ile insan DNA'sı %98.4 oranında benzeşmektedir (2, 3,

4 ve 5).

İnsan, alet kullanabilmesini sağlayan, kolların serbest olduğu dik bi r vücuda sahipti r. Beyni soyut düşünme, anlam

verme, konuşma ve kendini gözleyebilme yeteneklerine sahipti r. Alet kullanabilmesi ve zihninin özellikleriyle insan diğer

canl ılardan ayrılır. İnsan zihninin temel özelliği bilinçti r. Bilinç ile bi rlikte, kendini gözleyebilme, zamanı algılayabilme ve özgür

39

i radeye sahip olma insanda bulunan özel ni teliklerdir. Doğayı anlayabilir, denetimi al tına alabilir ve kendi amaçları

doğrultusunda doğanın güçlerini kullanabilir.

Tarihsel süreç içinde çevre ile insan-toplum ve kalkınma-gelişme ilişkileri 12 aşamada sınıflandırılabilir.

Birinci aşama: Boyun eğme: insan çevreyi olduğu gibi kabullenmekte, doğayı mevcut biçimi ile doğal peyzajıyla

kullanmaktadır.

İkinci aşama: Toplayıcıl ık: İnsan yaşamını sürdürebilmek için yiyecek toplayabilmek amacıyla çevresine küçük

müdahalelerde bulunmaktadır.

Üçüncü aşama: Avcıl ık ve balıkçılık: bu dönemde insan, çevresindeki hayvanları az da olsa teknoloji kullanarak

avlamakta ve doğaya olan etkisi giderek arttırmaktadır.

Dördüncü aşama: Göçebe ve pastoral dönem / evcilleşti rme : insan çobanlık ve tarımla doğa Üzerindeki egemenliğini

büyük ölçüde arttırmış ve yerleşik düzene geçmişti r. Göçün denetimi, tanı tma, alıştırma, doğallaştırma ve evcilleşti rme gibi

büyük gelişmeler vardır.

Beşinci aşama: Çobanl ık: Ayni cinsten hayvanların bi r araya toplanmasıyla ; bölgesel denetim, koruma, seçme ve

sömürü gelişmişti r.

Altıncı aşama: Bi tki yetişti rme: Toprak üzerindeki insan denetimi giderek artmakta; tohum kullanarak bitki yetişti rme

yöntemlerinin gelişti rilmesi . Toprağın hazırlanmas ı, hasat ve depolanma ile toprak üzerindeki denetim ivme kazanmıştır.

Yedinci aşama: Tarım: insanın çevre üzerinde doğal etkileri yanında , yapay deneyimlerinin başlangıcıdır. Daha geniş ve

temel bilgi bi rikimi vardır.

Sekizinci aşama: Sanayi : insanın doğadaki kaynakları teknolojinin yardımıyla ihtiyaçlarını karşılamaya çal ıştığı ve doğaya

tamamen egemen olduğu dönemdir.

Dokuzuncu aşama: Kentleşme: sanayileşme ile bi rlikte kentleşme çevredeki ki rlenme ve bozulmaların temelini

oluşturan etkilerin başlangıcıdır.

Onuncu aşama: İklimsel denetim ve kozmik patlama : atmosferin aşılması ve uzayan keşfi ile bi rlikte, insan yeryüzüne

bağlıl ıktan kurtul maya çal ışmaktadır.

On birinci aşama: İklim denetini : yapay olarak iklim üzerinde denetimlerle, doğal döngülere müdahale edilmektedir.

On ikinci aşma: Eksobiyolojik kaçış: Dünyanın dışında başka yaşama ortamları arayarak, yerçekiminden kurtulmaya

çalışmaktadır.

Çevre Bilinci ve Doğa Sevgisi

40

PAPATYALAR Bahar olsun da seyredin Nasıl süsler bayırları, Zümrüt gibi çayırları, Yüze güler o incecik Gelin yüzlü papatyalar, Altın gözlü papatyalar.

Tarlalarda hoşa giden, Sarı, turuncu, pembe, mor, Birçok güzel çiçek olur. Bence güzeldir hepsinden Gelin yüzlü papatyalar, Altın gözlü papatyalar. Yaprakları kıvır kıvır, O da ayrı bir güzellik. Boy pos, boyun ipincecik. Hem güzel, hem de nazlıdır Gelin yüzlü papatyalar, Altın gözlü papatyalar.

Rüzgar eser kâh o yana, Kâh bu yana, hep beraber,

Dalga dalga eğilirler, Neşe verirler insana Gelin yüzlü papatyalar, Altın gözlü papatyalar.

Tevfik FİKRET

BİR YER DÜŞÜNÜYORUM

Bir yer düşünüyorum, yemyeşil, Bilmem, neresinde yurdun? Bir ev, günlük güneşlik, Çiçekler içinde memnun. Bahçe kapısına varmadan daha, Baygın kokusu ıhlamurun, Gölgesinde bir sıra, der gibi; — Oturun! Haydi çocuklar haydi, Salıncakları kurun! Başka dallarsa, eğilmiş; — Yemişlerimizden buyurun! Rüzgar esmez, konuşur; — Uçurtmalar uçun, çamaşırlar kuruyun. Mutlu olun, yaşayın, Ana, baba evlat, torun. Ziya Osman SABA Çiçeklerin Dili Kutlu bir gece düş dünyasında, Otağ kurmuş sevgili mavi bulutların pembe hülyasında, Allı morlu, pembeli sarılı çiçekler diyarında, Yeşiller üstünde ak giyimli kumral sevda.

Tarih öncesi çağlardan başlayarak, geçmişte yaşayan toplumların da çevrenin korunması konusunda çalışmalar

yaptığını gösteren pek çok bilgi ve kanıt mevcuttur. Bunlar arasında Duwarmish Kızılderilileri ’nin Reisi Seattle tarafından

1853-1857 yıllarında A.B.D Cumhurbaşkanı olan Franklin Pierce hitaben yazılan mektup, özü i tibariyle günümüzde bir çevre

anayasası olarak kabul edilmektedir. Reis Seattle çevre ve doğa konusundaki yaklaşımlarıyla , insan-çevre ilişkilerine önemli

bi r bakış açıs ı sağlamaktadır. Her şeyden önce; doğa insana değil, insan doğaya ai tti r ve insan doğa içindeki bi r parçadır.

Doğa ve içindeki her şey insanın görünümünü aksetti ri r. Bi r diğer önemli bakış açısı da toprağın ve çevrenin insanın ailesi gibi

görülmesidir. İnsanın ailesine kötülük yapmaktan kaçınması gibi doğaya da kötülük yapmaktan, onu is tismar etmekten ve hor

kullanmaktan kaçınması gerekir.

Kızılderili Reisi Seattle' ın Mektubu

Bu mektup 'Duwarmish' Kızılderililerin reisi Seattle tarafından

'Washington'daki büyük başkan'a yani 1853-1857 yılları

arasındaki Amerikan Cumhurbaşkanı Franklin Pierce'ye ithafen yazılmış:

41

Çevre Anayasası

'Washington'daki büyük başkan bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildiren bir mektup yollamış. Dostluktan söz etmiş büyük başkan... Ama biz sizin, dostluğumuza ihtiyacınız olmadığını biliriz.

Gökyüzünü nasıl satın alabilirsiniz? Ya da satabilirsiniz? Ya toprakların sıcaklığını? Ağzımdan çıkan sözler yıldızlara benzer, büyük başkan, hiç sönmezler. Bu yüzden söyleyeceklerime güveniniz.

Havanın taze kokusuna, suyun pırıltısına sahip olmayan biri onu nasıl satabilir? Kutsaldır bu topraklar benim için ve ulusum için... Yağmur sonrası ışıltılı her çam yaprağı. Denizi kucaklayan kumsallar. Karanlık ormanların koynundaki sis şakıyan böcekler... Ve bilin ki: Kızılderili adamın anıları ağaçların özsuyunda saklıdır. Toprak bizim anamızdır. Washington’daki büyük başkan bizden topraklarımızı istediği zaman bütün bunları istemektedir. Büyük başkan bizim babamız, biz de onun çocukları olacakmışız. Büyük ruh ulusumuzu sever fakat nedendir bilinmez, Kızılderili çocuklarını terk etti. Şimdi size makineler yolluyor ve çok yakında beklenmedik yağmurlar sonrası yataklarımıza taşan ırmaklar örneği beyaz adam bu toprakların her karışını dolduracak. Bizler yetim kaldık. Çünkü başka ırklardanız, çünkü ihtiyarlarımız farklı öyküler anlatırlar. Bilesiniz ki: Derelerin ve ırmakların içinden geçen sular sadece su değildir. Atalarımızın kanıdır o. Babalarının mezarını geride bırakır beyaz adam. Toprağı çocuklarından çalar. Açlığın dünyayı saracak beyaz adam. Ve ardında koskoca bir çöl bırakacaksın. Sabahın sisi dağların karnından doğan güneşi görür ve kaçar. Demir at (lokomotif) öldürüp çürümeye bıraktığınız, binlerce buffalodan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl? Anlamıyorum. Hayvanlar insanları bıraksa, insanlar ruhlarının yalnızlığından ölmez mi? Hayvanların başına gelen, insanın da başına gelecektir. Toprağın başına gelen, oğullarının da başına gelecek...

Çocuklarınıza bizim öğrettiğimiz şeyleri öğretin. Toprak bizim anamızdır. Ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil, insan toprağa aittir. İnsan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece...

Beyaz adam neyi satın almak istiyor? Gökyüzü ve toprakların sıcaklığını mı? Koşan antilopların çabukluğunu mu? Biz size bunları nasıl satabiliriz? Ve siz nasıl satın alabilirsiniz?

Bir kağıt parçasını imzaladığımız ve beyaz adama verdiğimiz için her şeyi yapabileceğini mi zanneder beyaz adam? Havanın tazeliğine ve suyun pırıltısına sahip değilsek, bunu nasıl satabiliriz size? Son buffalo da öldüğünde onları tekrar nasıl satın alabilirsiniz? Beyaz adam geçici bir iktidardır ve o kendini her şey zannetmektedir. Bir insan annesine sahip olabilir mi?

Günlerimizin kalan kısmını nerede geçireceğimiz önemli değil. Çocuklarımız babalarını gururları kırılmış gördüler. Savaşçılarımız utandırıldılar. Yenilgiler sonrası kendilerini içkiye ve yemeğe verdiler. Bu yolla vücutlarını uyuşturuyorlar. Bir kaç kış ömrümüzün kaldığı bu topraklarda yakında matemimizi tutacak tek bir kişi bile kalmayacak. Ama niye ağlayayım? İnsanlar denizdeki dalgalar gibi gelip geçerler. Biz gidiyoruz, ama beyaz adamın da bir gün keşfedeceği şeyi bugünden biliyoruz. Hepimiz aynı büyük ruhtan geliyoruz. Beyazlar da bir gün bu topraklardan gidecektir. Belki de bütün ırklardan daha çabuk. Yataklarınızı zehirlemeye devam edin. Ve bir gece kendi çöplerinizde boğulacaksınız. Bu kader bizim için şu anda bilinmezdir. Fakat biliyoruz ki batışınızda her tarafa parlak bir ışık yayacaksınız.

Bütün buffalolar öldürüldükten, yaban atları ehilleştirildikten, ormanın en gizli köşelerine kadar dünya insan kokusu ile dolduğunda, sevimli tepelerin görüntüsü konuşan tellerle kirletildikten sonra, bir bakacaksınız ki gökteki kartallar yok olmuş. Hızlı koşan taylara elveda demişsiniz. Bu ne demektir biliyor

42

musunuz? Bu yaşamın sonu ve sadece daha fazla hayatta kalmanın başlangıcıdır...

Biz kardeşlerininkinden ne kadar farklı olursa olsun her insanın istediği gibi yaşamasını savunuruz. Eğer biz teklifinizi kabul edersek, bu sadece yeni toprakları güvence altına almak için olacaktır ve orada son günlerimizi rahat ve huzurlu geçirebiliriz belki...

Size bu topraklarımızı sattığımız zaman, siz onu bizim sevdiğimiz gibi seviniz, onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgileniniz. Ve onu bugün bulduğunuz gibi hatırlayınız. Bu toprakları ve üzerindeki canlıları çocuklarınız için koruyunuz. Çünkü bu dünya kutsaldır. Beyaz adam bile ortak kaderimizden kaçamaz, belki biz hepimiz kardeşiz. Bunu zaman gösterecek.

Çevre ve Doğa Korumada Yakın GeliĢmeler

Rachel Carson Rachel Carson doğayı seven ve günümü zde mevcut çevre bilinci düzeyinin oluşturulmasınmda çok büyük bir etkiye sahip olan duyarlı bir insandı. 1907 yılında,

okyanus tan uzakta, Pennsylvania kırsalında dünyaya geldi, fakat kariyerinin gelişmesinde, deniz biyolojis i tutkusunu takip etti. Massachusetts, Cape Cod,

Wood’s Hole Biyoloji Laboratuaraında günlerin i geçirdi ve eğitimi, Johns Hopkins Üniversitesi, zooloji’de 1932’d e yüksek lisans derecesi i le tama mlandı. 1936’da,

çalışma yı 15 yıl sürdürdüğü Birleşik D evletler Balıkçılık ve Yaban Haya tı Servis inde bir araştırmacı ve ed itör olarak çalışmaya başladı. Hiç evlenmedi,

annesine baktı ve anne ve babası ölen büyük yeğ enini evlad edindi. Bu süre boyunca, halk için deniz doğa tarihi hakkında ya zmaya başladı. Ödül ka zanan,

Etrafımızdaki D eniz adlı kitabı tama mladığı 1952 yılında, yazdıklarına yoğ unlaşablmek için Birleşik D evletler Balıkçılık ve Yaban Haya tı Servisind eki Baş

Editörlük görevinden a yrıldı.

İkinci D ünya savaşından sonra, biraz isteksiz olarak Rachel, ilgisini denizd en karaya çevirdi. Hevesli bir kuşçu old u ve pes tisit uygulamaları ile bağlantılı

kuş ölümlerinin her yönü yle farkına vardı. D aha fazla araştırdıkça, yapay kimyasal pes tis itlerin yanlış kullanımına karşı rahatsızlığı artmış oldu. Bir kitap

yazarak, pestis it kullanımının yan etkiler i hakkında halkı bilgilendirme sor umluluğunu üs tlenmeye karar verdi. Başlangıçta, pes tisitlerin k uşlar üzerindeki etkileri

bölümü için “Sessiz Bahar” başlığını kullanmayı tasarladı fakat daha sonra, 1962’de, bu başlık kitabın tama mı için kullanıldı.

Beklediği gib i, kimya endüstris i ve Birleşik D evletler hükümetinin ba zı üyeleri hışımla onu ya ygaracılıkla suçladılar. Yine de, Carson’un mesajı

ter eddütsüzdü: yapay kimyasal insektisitlerin kontrol edilemeyen kullanımını engellemeye a zmetmişti. İnsanların ve çevrenin korunması için yeni politikaların

oluş tur ulmasını talep ediyord u. Onun mücadelesi, uzun dönemli etkileri bilinmeyen bu teknolojin in yanlış uyula maları ile olmuştur ve insanların rızası olmadan

zehirli kimyasallarla kontaminasyonlardan korunma temel haklarında ısrarcı olmuş tur . Kitabı en çok satanlardan old u ve televizyonda, Birleşik devletler

Kongresind e ve İngiliz Lordlar Kamarasında tar tışmalara katıld ığı dur umları görecek kadar uzun yaşadı. Çevre kor uma harek etlerin i başlatan kıvılcımları

sağlayan bu nazik doğa bilimci ve k usursuz yazara insanların çoğ u güven duymuşlardır. Kuşkusuz, 1970’lerde başlayan biyolojik mücadeleye ilginin artmasını,

çevr e üzerinde en a z etkiye sahip zararlılarla mü cadele seçeneklerin in keşfedilmesi tutk usu des teklenmiştir.

Ġnsan Sağlığı ve Çevresel Kaygılar

Yapay kimyasal pestisitlerin kullanılmasına karşı toplumda ilk umumi çığl ık, 1962 yıl ında yayımlanan Sessiz Bahar adl ı ki tabın

yazarı Rachel Carson tarafından seslendirilmişti r. Yapay kimyasal pestisitlerin gelişti rilmesinden sonra, pestisi t kullanımı

denetim dışına çıkmış ve pestisit kullanımı ile ilgili yasal düznlemeler yetersiz kalmıştır. Bunun bir örneğini, Tennessee Av &

Bal ıkçıl ık Kurulundan bir biyolog, rekreasyonal bi r alanda Japon böceği ( Popilia japonica)’nin mücadelesi i çin 33.75 kg/ha)

43

dieldrin (DDT’den daha zehirli bi r bleşik) granüllerinin uygulamasını bildi rmektedir. Bu g ranüller, piknik masalarını kaplayacak

kadar çok kesif uygulanmış ve ebeveyn ve çocuklara yemekten önce bunları masalarından süpürmeleri söylenmişti r (Graham,

1970). Bu örnekteki gibi ölçüsüz uygulamalar böceklerden çok besin zinci rinde daha yukarıdaki hayvanların, örneğin, kuşların

ve balıkların kapsaml ı ölümüyle sonuçlanmaktadır. Bi r yabanhayatı biyoloğu olarak çalışan Rachel , bu çevresel yan etkilerin

farkına varmıştır. Bu zehirlerin geniş ölçekli , düzensiz uygulamaları hakkında bir ki tap yazmaya ve bu ki tapla yönetimi pestisit

kullanımının etkilerini araştırmaya ve pestisit kullanımını düzen altına almaya yöneltmeye karar vermişti r. Başkan Kennedy

bu ki tabı okudu ve Rachel ’in ileri sürdüğü türden araştırmaların başlatılmasına aracı oldu. Bu ki tap çok ka psamlı bir tartışma

doğurdu ve kimya endüstrisinin sindirme gayretlerine rağmen, Sessiz Bahar en çok satan ki taplardan biri oldu. Ki tap

çoğunlukla çevresel hareketi başlatan tetikleyici olarak değer kazanmıştır. Bu tartışmanın kesin yankıs ı ile Başkan Nixon

1970’de, Birleşik Devletler Çevre Koruma Ajans ını kurmuştur ve günümüzde bu kurum, zararlıların mücadelesinde

insektisitlerin, herbisi tlerin ve fungisitlerin kullanılmas ını düzenlemektedir. Aynı şekilde, pestisitlerin kullanılması pek çok

ülkede o ülkelerin kendi yönetimleri tarafından düzenlenmektedir.

İnsektisi tlerin hayvanlar ve çevre üzerinde çeşi tli yan etkilerinin olduğu konusunda Rachel Carson tamamen haklıydı.

ABD’de, 1991 yıl ında, 160 milyon hektar dolayındaki alanda, hektara yaklaşık 3 kg pestisit uygulanmıştır. Bu uygulama düzeyi

ile, doğal flora ve fauna kesinlikle petisitlere maruz kalmaktadır. Hedeflenmeyen hayvan ve bi tkilere bi r kısmını öldüren

dolaysız etkiler ortaya çıkmaktadır. Bunun yanında, daha az duyarl ı türleri öldürmediği halde s ağlıklarını ve üremelerini

etkileyen öldürücü olmayan bazı etkiler de vardır. Klasik bi r vaka, avcı kuşlarda yumurta kabuğundaki incelmeye atfedilen,

DDT’nın neden olduğu üreme başarıs ızl ığıdır (Pimentel et al., 1992). DDT ABD’de yasaklanmış olsa da, pek çok göçmen kuş

türürnün kışı geçi rdiği bazı Güney Amerika ülkelerinde hala kullanılmaktadır. Diğer bi r çevresel etki toprak fümigasyonunda

yaygın olarak kullanılan, DBCP ile ilişkili kuşlarda sperm üretimindeki azalmadır. Yeni çalışmalar, yaygın olarak kull anılan

herbisitlerin ikiyaşamlı populasyonlarının azalması ile muhtemelen bağlantıl ı olduğunu ortaya koymaktadır. Toprakta kalan

veya suda çözünen pestisit kal ıntılarından kaynaklanan etkiler de mevcuttur. ABD’deki uygulanan pestisi t düzeyleri ile bazı

alanlarda içme suyundaki pestisit kalıntı miktarları kavranabili r.

Pestisitlerin insanlar üzerinde etkilerinin olabildiğini biliyoruz, ancak değişik dozlardaki farkl ı insektisitlerin farklı et kileri

vardır. Deri ve göz incinmeleri gibi küçük beli rtilere neden olan akut etkiler olabilmekte, ancak yüksek düzeylerdeki

tesi rlerde, bazı materyallere maruz kal ınıldığında ölüm olası olmaktadır. Düşük seviyeli insektisitlere maruz kalmanın kronik

etkilerini (akut etkilere neden olandan daha düşük dozlara ve çoğunlukla uzun bir dönem içinde maruz kalma) kesti rmak

daha zor olmaktadır.

Yapay kimyasal pestisitler geli şti rip pazarlayan kimya kuruluşları, i tibarları i çin, günümüzde zararl ılarla mücadelede

yine de etkili olan, insanlar ve çevre için daha güvenli bileşikler üretmektedirler. Gelişmiş ülkelerdeki güvenlik arttırıcı

denetimler, şimdilik yeterince uygulanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde pestisit kullanımı ile ilgili denetimler de daha sıkı

olmaktadır. Örneğin, Danimarka, İsveç ve Hollanda’da ilgili mevzuat 2000 yıl ı i tibariyle etkili olan, tarımsal pestisit

kullanımında %50’lik bi r azal tma öngörmektedir (Matteson, 1995). ABD’de, mevzuat bi r kıs ım kimyasal pestisi tleri

yasaklamakta ve al ternati f zararl ı mücadele s tratejilerini desteklemektedir. Bi rleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)

zararl ılarla tümleşik mücadeleyi teşvik eden, pestisitlerin dağıtımı ve kullanımı hakkında bir düstür uyarlamaktadır.

Diğer yandan, ABD ve Avrupa’da yasaklanan pestisitler, denetime bağlı olmadan uygulandıkları veya az bi r denetimi n

i cra edildiği gelişmekte olan ülkelerde sıkça hala üretilmekte ve/veya satılmaktadır. Endüstrileşmiş ülkelerde yasaklanmış

veya kullanımları sıkı bi r şekilde s ınırlandırılmış pek çok pestisi t, geli şmekte olan olan ülkelerde hala pazarlanmakta ve

44

kullanılmaktadır. Bu kimyasallar milyonlarca çi ftçinin ve çevre sağl ığında çok ciddi riskler ortaya koymaktadır (FAO Director-

General Dr. Jacques Diouf; J. Harris, 2000).

Gelişmiş ülkelerde kimyasal pestisitlerin insan sağl ığı üzerindeki kapsamlı etkilerini kesti rmek çok zor olmakta ve bu

durum halen geli şmekte olan ülkeler için daha da zor olmaktadır. Dünya sağl ık Örgütü 1992 yıl ında, 25 milyon pestisit

zehirlenmesi vakasının olduğunu ve çoğu tarım çalışanlarından ve kırsal topluluklarından, her yıl 20,000 is tenmeyen ölüm

meydana geldiğini hesaplamaktadır (WHO, 1992). Nikaragua’daki bi r inceleme, pestisit zehirlenmesi vakalarından üçte

ikisinin kaydedilmediğini ortaya koymuştur. Bir özette, tüm pestisitlerin %50’sinin çeşi tli rahatsızlıklarla ilişkili olduğu ve

kaydedilen ölümcül pestisit zehirlenmelerinin %72,5’inin geli şmekte olan ülkelerde meydana geldiği, buna karşın bu ülkelerin

dünyada kullanılan pestisitlerin sadece %25’ini üstlendikleri beli rtilmektedir (J. Harris , 2000). Pestisitlerin %80’den fazla sı

gelişmiş ülkelerde kullanıl ırken, zehirlenmelerin %99’u denetim ve eği tim sistemleri iyi bi r şekilde yerleşmemmiş olan

gelişmekte olan ülkelerde meydana gelmektedir.

Stockholm Konferansı

Çevre korumacılık fikrinin 18. Yüzyıl ın sonlarında “kırsala geri dönüşçağrıları” ile başladığı söylenebili r. Ancak I. Dünya

Savaşından ve özellikle II . Dünya Svaşından sonra, savaşın neden olduğu çevre yıkımlarından dolayı, çevre korumada daha

ciddi adımlar atılmıştır.

Özellikle 1960’larda başlayan yoğun araştırmalar ve değerlendirmeler, çok büyük çevresel sorunlar yaşandığını ortaya

koymuştur. Bunlara bağl ı olarak yapılan tahminler ise, yakın bi r gelecekte çok daha büyük ve küresel boyutta çevre

sorunlarının, hatta felaketlerin yaşanabileceiği biçimindedir. Bu tarihlerden i tibaren “doğayı korumacı” bir ekolojik dünya

görüşü benimsenmişti r. Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

1960’l ı yıllardan itibaren önce gelişmiş ülkelerde başlayan çevre korumacılık fikri , 1972 yıl ında Stockholm Çevre Konferasında

ortaya atılan “Tek Bir Dünya” görüşü ile bütün ülkelerce önemli bi r görüş olarak benimsenmişti r.

Günümüzde , I . ve II. Dünya Savaşlarının ağır ve yıkıcı sonuçlanandan sonra dünyada çevrenin korunması, yönünde

önemli çalışmaların başladığı görülmektedir. BM örgütünün ve Dünya Bankasın ın kurulması, AT ve NATO’nun konu ile ilgili

bi rimleri oluşturması, gönüllü kuruluşların ve hükümetlerin çevre üzerinde yoğunlaşmalarına neden olmuştur. Özellikle son

30 yıllık zaman dilimi içinde düzenlenen uluslararası toplantıların ve oluşturulan küresel politikaların ana eksenini çevre

oluşturmaktadır.

Bugün çoğu ülke anayasalarında çevre ile ilgili bi r hüküm vardır. Çevreyle ilgili bi r hüküm içeren anayasalarda kimi

ülkeler, çevre hakkını açıkça kabul ederken, kimi ülkelerde çevrenin korunmasını temel ilke olarak benimsemiş

görünmektedir. Buna karşılık henüz uluslararası düzeyde çevreye ilişkin bi r hakkın garanti edilmesi söz konusu değildir.

Ekonomik gelişim farklıl ıkları başta olmak üzere, anayasal ve kültürel yapı farklıl ıkları, çevre hakkının ni teliği , unsurları ve

tarafları gibi konulardan kaynaklanan tartışmalar başlıca sıkıntılar olmaktadır.

Çevre hakkı ilk aşamada ekonomik, toplumsal ve kül türel haklar içinde ele alınmış, bu bağlamda sağl ık hakkının bi r

uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. BM çerçevesinde 1966’da imzalanan “Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası

Sözleşmesi” çevre ve endüstri sağlığının tüm açılardan iyileşti rilmesini öngörmüştür.

Günümüzde çevre konusunda ülkeler arasında ayrıntıl ı sözleşmelerin yapıldığı, uluslar arası alanda çevre hakkının dile

geti rildiği ilk toplantı, Stockholm Konferans ı (5-16 Haziran 1972) olmuştur. BM örgütünce gerçekleşti rilen Konferansa

100’den fazla ülke temsilcisi katılmıştır. Stockholm Konferansının önemi, ülkelerin çevreye karşı sorumlulukl arını kabul

45

etmenin yanında, insanın yeryüzündeki varlığını sürdürebilmesi için çevre korumasının kaçınılmaz olduğu görüşünde

birleşilmesidir.

Konferans sonunda 26 maddeden oluşan bi r bildirge yayınlanmıştır ve bi r de eylem planı kabul edilmişti r. Konferansta

her ülkenin kendi kaynaklarını koruması, ki rleten devletten tazminat is teyebilmesi, doğal çevrenin korunması ve yenilenme

olanağı bulunmayan kaynakların kullanımında titi zlikle davranılması; hava, su, deniz ve toprak gibi kaynakların canl ılar için

zara rl ı sayılabilecek etkilerden kurtarılmas ı önerilmişti r.

Stockholm Konferansının çevre yönünden asıl önemi çevre korunmasının kaçınılmazlığının kabul edilmesidir.

Konferans sonunda yayınlanan bildirgenin bi rinci maddesi “insanın rahat yaşamasına izin verecek bir çevre kali tesi i çinde,

özgürlüğe, eşi tliğe ve yeterli yaşam koşullarına hakkı vardır” görüşüne yer verilmişti r. Böylece insan olmak s ıfatıyla sahip

olduğu onura, özgürlüğe, eşi tliğe ve yaşama hakkına s ıkı s ıkıya bağl ı çevrede yaşayabilme hakkı da ul uslar arası bi r belgede

ifade edilmişti r. Stockholm Bildi risi hukuki olmaktan, daha çok, moral bi r güce sahip, kabul eden devletleri bağlayıcı değil,

ideal bi r amaca yönelik temenni düzeyindedir. Bu açıdan bağlayıcı olmamakla bi rlikte, özgürlük, eşi tlik gibi değerlerle çevre

hakkını insan haklarıyla bağdaştırabilmişti r.

Birleşmiş Milletler, Stockholm Konferans ının önerisi üzerine çevre programı için bi r yönetim konseyi kurmuştur.

Bi rleşmiş Milletler Eği tim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), “üçüncü kuşak ins an hakları” kavramı çerçevesinde, çevre

hakkının gelişmesinde büyük katkıda bulunmuştur. UNESCO’nun yaklaşımına göre “insan olmak hakkı” bütün haklardan

önde gelen, onların temelini oluşturan bir haktır.

Brundtland Raporu: “Ortak Geleceğimiz”

Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonunun 1987 yıl ında yayınlanan Ortak Geleceğimiz adlı Brundtland

Raporu bütün ülkelerde büyük yanki uyandırmıştır. Bu raporda çevreye zarar vermeden kalkınmayı sağlayabilmenin ancak,

sürekli ve dengeli bi r kalkınma ile mümkün olabileceği beli rtilmişti r.

Rio Yeryüzü Zirvesi

Stockholm Konferansının 20. yıldönümü nedeniyle Bi rleşmiş Milletler, 1992 yıl ında Brezilya ’da yeni bi r çevre konferans ı

düzenleyerek, yi rmi yıl ın genel bir değerlendirmesi ile geleceğe yönelik poli tikaların beli rlenmesini amaçlamıştır. Rio Dünya

Zi rvesi olarak da geçen konferans ın sonunda, çevre ve geli şme alanında 27 emredici ilke benimsenmişti r. Konferansta

çevrenin, insan haklarının, herkesin ve her zamanın sorunu olduğu, devletlerin i radelerine bırakılamayacağı gerçeği

vurgulanmıştır. Rio Bildi risinin bi rinci maddesine göre “insanlar, sürekli ve dengeli kalkınmanın merkezindedir. Doğa ile uyum

i çerisinde, sağl ıkl ı ve verimli bi r yaşama hakları vardır. Sürekli ve dengeli kalkınmayla , sağl ıkl ı ve veri mli yaşama hakkının

bi rlikte ele al ınmas ı, çevre hakkı açısından biraz beli rsiz kalmıştır. Dengeli de olsa, sürekli kalkınma, çevreyi sürekli tehdit

edecekti r.

Rio Konferansı bu beli rsizliğinden başka yaptırım mekanizmalarından da yoksundur. Bağlayıcı hükümler de

geti rememişti r. Buna ek olarak, gelişmiş ülkeler çevre koruması sorununu ve maliyetini, gelişmekte olan ülkelere yüklemeye

46

çalışmışlardır. Ayrıca bildiride yer alan “Sürdürülebili r Kalkınma” modelinin, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma haklarıyla

bi rlikte kalkınma yollarını beli rleme haklarına ters düştüğü, söz konusu ilkenin ekonomik ve siyasal yönünün dikkat çekici

olduğu vurgulanmaktadır.

Dünyanın ikinci büyük çevre etkinliği olarak kabul edilen Rio Konferans ı kendisinden bekleneni verememişti r. Dünyanın

ekolojik tahribatı ile ekonomik yapılanma arasındaki ilişki bi r kez daha vurgulanmış, gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan

ülkeler aras ındaki çevre teknolojisi transferi , ekonomik destek sorunu, borç, dünya ticaret sistemi konularındaki belirsizli kler

Rio Konferans ı ile de aşılamamıştır.

Çevrenin Öğeleri

Nereden yaklaşıl ırsa yaklaşılsın, çevreyi etkileyen yegane etken insan olmaktadır. Çünkü insanın etkisi kaçınılmazdır ve

insan etkisinin olmadığı doğal ortamlarda “denge” söz konusudur. Bu dengeye, doğa bilimcilerine göre “doğal denge”,

ekologlara göre “ekolojik denge” ya da “ekosis tem” semavi dinlere göre “ilahi denge”, sibernetik bilimcilerine göre “doğal

sibernetik” denmektedir.

Çevrenin öğelerini beli rlerken eksen, yine insan olacaktır. Ancak burada çevrenin öğelerinden söz ederken, iki yönlü bi r

etkileşimden söz edilebilir. Bunlar, çevreyi etkileyenler ve çevreden etkilenenlerdir. Böylece çevreyi etkileşim biçimleri

bakımından genel olarak iki öğeye indirgemek olanağı vardır.

1.İnsan: Çevrenin etkileyici öğesi insandır. İnsan çeşi tli müdahalelerle çevresini değişti rmekte ve çevrenin biçim

değişti rmesinde etkin rol oynamaktadır. Doğal ve yapay çevre içinde yer alan canlı ve cansız tüm varl ıklar insanın etkisine

açıktır.

2. Doğa: Çevrenin etkilenen öğesi, genel anlamda doğadır. Doğanın içinde yer alan canl ı ve cans ız tüm varl ıklar, insanın

kullanımına açık olduğu için etki altında kalmaktadır.

Çevre Hakkı

Doğal dengenin bozulmasından , çevre tahribatından zarar gören sadece insan değildi r. İnsanl ığın, doğal değerlere karşı

sorumluluklarının, moral (ahlaki ) ni telikle s ınırlı olamayacağından, yasal sorumluluğun temellerinin neler olabileceği ortaya

konmalıdır. Gelecek kuşaklar kadar, canl ı ve cansız varlıklar için de geçerli olan problemlerin çözüme ka vuşturulmasında

yasal dayanakların nasıl oluşturulabileceği sorularına cevap aranmal ıdır.

Baştan belirtmek gerekir ki, çevreyi , insanı esas alarak korumak, çevrenin diğer öğeleri açısından tatmin edici değildi r.

İnsan merkezli korumada, her şeyden önce, klasik “hak” anlayışındaki “çıkar koşulu” gelecek kuşaklar için

savunulamayacağından, kapsam dışı kalacaktır. İnsan hakkı olarak çevre hakkından söz etmek; korunmak is tenen değer ve

hakkın konusunu insan olarak kabul etmek, çevre hakkını s ınırlamak olur. Asl ında amaç sadece insanı korumaksa, bu

boyuttaki bi r koruma, mevcut insan haklarıyla sağlanabilir. Bu anlamda “yaşama hakkı” ve “sağl ık hakkı” ilk akla gelenlerdir.

Her şeyden önce, yaşama hakkı bi r kimsenin yaşarken beden bütünlülüğüne dokunulmamas ını açıklar. Sonra insan bedeninin

her türlü dış korkudan uzak bir biçimde yaşayabilmesini i çeri r. İnsan sağlığı, bundan öte toplum sağlığının, yaşam kalitesini n

bir göstergesi olup, kuşkusuz insanın çevresiyle ilişkilidir. Bu iki hak aracıl ığıyla , insan yaşamı, i nsan sağlığı i çin gerekli olacak

kadar çevre korunması sağlanabilecekti r. Çevre hakkı ilk aşamada ekonomik, toplumsal ve kültürel haklar içinde ele alınmış,

bu bağlamda sağlık hakkının bi r uzantıs ı olarak ortaya çıkmıştır.

Oysa çevre hakkı çok daha kapsaml ıdır. Bu hak, günümüz insanlarının olduğu kadar, gelecek kuşak insanlarının da

hakkıdır. Bugünkü ve gelecek kuşaklarla bi rlikte canl ı ve cansız varlıklar da katıl ırsa; çevre hakkı sahipleri zinci rine bi r halka

47

daha eklenmiş olacaktır. İnsan dışındaki canl ı ve cans ız varl ıkların korunmasının ancak insanın korunmasını sağlamak için

olabileceği yaklaşımında ise hedef sadece insanı korumak olduğunda, bırakal ım insan dışındaki diğer canl ıları, gelecek kuşak

insanları bile bu korumadan yoksun kalacaktır. Her şeyden önce klasik hak anlayışı buna izin vermemektedir. Canlı ve cans ız

varl ıkların korunmas ı, insanın korunması içindir dediğimizde, cümlenin karşıt anlamından “insanın korunmasına kısa ya da

uzun dönemde etkisi olmayan canl ı ve cansız varl ıkları korumaya değmez” sonucu çıkar. Çevreyi “insanı esas almak yoluyla”

(egosantrik) koruma insanın çevresini dar yorumlama sakıncas ını taşımaktadır.

Çevre hakkının öznesine canlı ve cansız varlıkları katmak klasik hak anlayışıyla bağdaşmayacaktır. Gerçi çevre hakkı

egosantrik koruma yönüyle de ele alınsa klasik insan haklarıyla yine bağdaşmamaktadır. Yapılması gereken, hukukun temel

kavramlarını, yeni gelişmeleri göz önüne alarak tekrar yorumlamaktır. Artık doğanın, ancak hakların “konusu” olabilir anlayışı

aşılmalıdır. Hukukta hak sahibi varl ıklar, şahıslardır ve her insan bir şahıs tır. Bu gruba “gerçek kişiler” denmektedir. Fakat

şahıslar sadece insanlardan ibaret değillerdir. Bi r gaye etrafında birleşmiş şahısların meydana geti rdiği toplulukların (dernek)

ve bir gayeye tahsis edilmiş malların (vakfın) da şahıs oldukları kabul edilmişti r. Bu gruba da “tüzel kişiler” deniliyor. Gerçek

kişiler bir yana, tüzel kişilik tamamen hukuk düşüncesinin bi r ürünüdür. Hak sahibi olmak açıs ından canl ı ve cansız varlıklar

i çin de aynı düşüncenin geli şti rilip gelişti rilemeyeceği tartışılmaktadır. Bu soruya olumlu yanıt verili rse, bu kez başka bit

problem daha çıkıyor. Aktif olarak haklarını kullanamayacak olan bu varl ıkların haklarının nasıl savunulacağı, bunu kimin

koruyacağı sorunu doğmaktadır.

Yasalarda Çevre Hakkı

1982 Anayasası çevre korumasını açık bi r hüküm altında düzenlememişti r. Anayasanın 56. maddesinin başl ığı “Sağl ık

hizmetleri ve çevrenin korunması” şeklindedir. 1982 Anayasasının 56. maddesinin ne başlığında ne de metninde , ne de

gerekçesinde “çevre hakkı” ifadesine rastlanmaz.

Madde 56: “Herkes , sağlıklı ve dengeli bi r çevrede yaşama hakkına sahipti r. “Çevreyi gelişti rmek, çevre sağlığını

korumak ve çevre ki rlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir.” Maddenin gerekçesinde de “çevre hakkı” ifadesi

yer almamaktadır. Çevre korunmasının bu önemi ve son yıllarda kazandığı boyutlar, bi reye devlete karşı, dengeli ve sağlıklı

çevrede yaşama yolunda bir sosyal hak tanınmasını zorunlu kılmaktadır.

Anayasal düzenlemenin dışında çerçeve ni teliğindeki 2872 sayılı Çevre Kanunu en başta söz edilmesi gereken

düzenlemelerden birisidi r.

Kanunun amacı 1. maddesinde beli rtilmişti r. “Bu kanunun amacı, bütün vatandaşların ortak varl ığı olan çevrenin

korunması, iyileşti rilmesi, kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun bir şekilde kullanılması ve

korunması: su, toprak ve hava ki rliliğinin önlenmesi ; ülkenin bi tki ve hayvan varl ığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerin

korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağl ık, uygarl ık ve yaşam düzeyinin geli ştirilmesi ve güvence al tına alınabilmesi için

yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak beli rli yasal ve teknik

esaslara göre düzenlemektir.”

48

Her insanın sağl ıkl ı ve ekolojik yönden sorunsuz bi r çevrede yaşama hakkı vardır. Artık bugün insanların sağlıklı bi r

çevrede yaşama hakkıyla eş anlamda olan “çevre hakkı”, insanların temel hakları arasında sayılmaktadır.

ÇEVRE SORUNLARI

Çevresel Bozulmanın Nedenleri

Ġnsanın çevreyi kullanması

Geçmişte, insan etkinliklerinin çevre üzerindeki etkileri ile ilgili nispeten daha az bi r kaygı mevcuttu. Ormanların kesilmes i,

akarsuların önüne set çekilmesi ve toprağın erozyona uğramas ındaki kontrolsüz gidişe i zin verilmiş, madencilik ve diğer

endüstri kollarından kaynaklanan atıklar toprağa, suyollarına ve havaya boşal tılmıştır. Bununla bi rlikte, özellikle son 50 yıl

i çinde çevrenin artık daha fazla düşüncesizce kullanılamayacağı gerçeği artan bir şekilde anlaşıl ır olmuştur. İnsan

etkinliklerinin çevreye zarar verdiği ve bu zararın tehlikeli ve kal ıcı olabildiği açığa çıkmıştır. Bu farkındalığın karşıl ığı olarak

pek çok alanda insan etkinlikleri çevrenin onarımına hasredilmişti r. Bal ıkların yaşayamayacağı kadar ki rlenmiş akarsular

temizlenmekte, havanın tehlikeli boyutlarda ki rlendiği bazı şehirlerde bu ki rlilik bi r dereceye kadar önlenebilmektedir.

İnsanlarla çevre arasındaki ilişkiler insan ekolojisinin konusu olmaktadır. İnsan -çevre ilişkisinin en önemli durumları bu

kapsamda değerlendirilecekti r.

Çevre sorunları, insanl ığın yaşadığı ekolojik sorunlardan biridi r ve insanların çeşi tli faaliyetleri sonucu çevrenin

bozulmasıyla ortaya çıkmaktadır. Çevre, canl ı ve cansız öğelerden oluşan bir bütündür. Eğer canl ı ve cans ız öğeler arasındaki

karşılıklı ilişkiler uyumlu bir biçimde devam ediyorsa, yaşamın temel koşulu olan beslenme, üreme ve barınma/korunma

tehdit al tında değilse o çevrede sorun yoktur.

Bugün dünyada çok ağır çevre sorunları yaşanmaktadır. Sanayi devrimiyle başlayan çevredeki bozulmalar ın ve

sorunların öneminin günümüzden 40-50 yıl öncesine kadar anlaşılamaması, bu sorunların ağırlaşmas ına, boyutlarının

49

genişlemesine ve dünyanın ortak bi r sorunu haline gelmesine neden olmuştur.

Değişik kaynaklarda çevre sorunu ve çevre ki rliliği kavramları farkl ı olarak değerlendirilmektedir. Ancak, özellikle son

yıllarda, yaygın olarak, çevre ki rliliği ile çevre sorunları aynı anlamda kullanılmaktadır. Buradaki ki rlilik terimi sadece b i r

ortama karışan bir ki rleticiyle olan ki rlenmeyi değil, herhangi bi r nedenle çevredeki bozulmaları da ifade etmektedir.

Dolayıs ıyla , çevre sorunu veya çevre ki rlenmesi dendiği zaman, insanların çeşi tli faaliyetlerine bağlı olarak oluşan hava, su ve

toprak ki rliliği gibi hem kirleticilerden kaynaklanan sorunlar, hem de gürültü, asi t yağmurları, erozyon ve iklim değişikliği gibi

diğer ekolojik olumsuzluklardan kaynaklanan sorunlar anlaşılmaktadır.

Bu duruma göre çevre sorunları, çevreyi oluşturan canlı ve cans ız öğeler üzerinde, insanın çeşi tli faaliyetlerine bağl ı

olarak ortaya çıkan ve yaşamı olumsuz yönde etkileyen bozulmaların ve sorunların tümüdür diye tanımlanabilir.

Bir canl ı olarak insanlar, başta fizyolojik gereksinimleri olmak üzere tüm ihtiyaçlarını etkileşim içinde oldukları çevreden

karşılarlar. Eline geçirdiği tüm doğal kaynakları dilediği gibi ve sorumsuzca kullanan insanlar, bugün çevredeki aşırı kullanım

nedeni ile önemli çevre sorunlarıyla karşı karşıyadır. Önceleri kaynakların hızla tükendiğinin farkına varamayan insanlar,

günümüzde (1) kaynakların azalması, (2) ihtiyaçların artması ve (3) çevre sorunlarının giderek daha da yoğunluk kazanarak

artması gibi üçlü bi r kıskacın içine girmiştir. Bi r yandan ihtiyaçlar karşılanacak, diğer yandan doğal kaynaklar gün geçtikçe

azalacak ve çevre sorunları artan bir biçimde günlük yaşamı etkilemeye devam edecekti r.

Günümüz insanının çok çeşi tli ihtiyaçları, sürekli olarak artış göstermektedir. Bu ihtiyaçlar ise, yeni teknolojiler

kullanarak her gün, bi r önceki günden daha fazla üretilerek, küreselleşen dünyada daha kısa zamanda pazarlanmakta ve

dünyanın her yanına çok kısa zamanda ulaştırılmaktadır.

Kitle iletişim araçlarındaki olağanüstü erişim, olup bi tenleri anında tüm dünyanın gözleri önüne sermektedir. Yedi

milyara yaklaşan nüfusuyla dünya, hem küresel bi r pazar haline geti rilmiş, hem de küresel bi r dünya kültürü oluşturulmuştur.

Giderek tüm toplumlarda ortak değer yargıları hakim olmaya başlamaktadır.

İnsanları bu ortak noktaya geti ren ideoloji, ilerleme ideolojisidi r. Buna bağlı olarak, çevre sorunlarının temel nedenleri

veya temel etkenlerinin neler olabileceği sorusuna şu yanıtlar verilebilir:

● İnsanların ekosistem konusundaki bilinçlerinin yetersizliği ,

● Kullanılan teknolojilerin, ekosistemlerin kendini yenileyebilme yeteneğine uygun olmayışı,

● Bi reysel ve toplumsal ölçekteki kullanılan sosyo -ekonomik kalkınma süreçlerinin, ekosistemlerin kendini

yenileyebilmesine izin vermeyecek biçimde kullanılmas ıdır.

Eski uygarl ıkların çöküşüne çevre ki rliliğinin yol açtığı görülmüştür. Çevredeki bozulmanın temelinde, tüketim olgusu

önemli bir yer tutmaktadır. Genel anlamı içinde günümüzde yaşanan çevre sorunları, üretimin ve dolayıs ıyla tüketimin dışa

vurmuş bir sonucu olarak görülebilir. Tüketim olgusu çevreyi 3 boyutta etkilemektedir. Bunlar: (1) daha fazla kaynağın

kullanılmas ının gerekmesi, (2) ağır endüstri mallarının üretimi s ırasında birçok ki rli atığın doğaya bırakılması ve (3) tüketim

sonucunda ayrıca çevre sorunlarının ortaya çıkmasıdır. Konut atıkları ve hastane atıkları ile bi rlikte kanalizasyon atıklarından

oluşan organik atıklar, tüketim sonucu ortaya çıkan çevre sorunlarına örnek verilebilir.

Açl ığın dünyayı saracak beyaz adam. Ve ardında koskoca bir çöl bırakacaks ın. Hayvanların başına gelen, insanın da

başına gelecekti r. Ve bir gece kendi çöplerinizde boğulacaksınız. Bu kader bizim için şu anda bilinmezdir. Fakat biliyoruz ki

batışınızda her tarafa parlak bi r ışık yayacaksınız.

Çevre sorunları çoğu zaman ölçülemez öğeler içermesi nedeniyle, önceden kolayl ıkla hesap edilip parasal bi rimlerle

ifade edilemez.

50

Çevre sorunlarının oluşmasına neden olan ki rletici kaynaklar doğal ve yapay kaynaklar olarak 2 grupta toplanabilir.

Bunlardan, doğal kaynaklar; volkanik faaliyetler, orman yangınları, açık arazilerde bitki ve hayvan ölülerinin bozulmasıdır.

Yapay kaynaklar ise; Minerallerin işlenmesi, metalürjik ve kimyasal işlemler, kağıt-karton endüstrisi, yanmadan kaynaklanan

ki rlilik, nükleer i şlemler vb.’di r.

Ekonomileri yatay olarak gelişen, üretim zinci rindeki halka sayıs ının az olduğu az geli şmiş ülkelerde çevre yık ımı;

ekonomileri dikey olarak gelişe, üretim zinci rinde çok çeşi tli halkaların oluştuğu gelişmiş ülkelerde çevre ki rlenmesi daha ç ok

ağırl ık kazanmaktadır. Çevrenin kali tesinde oluşan bu bozulmalar kısaca; ormanların yok edilmesi, erozyon, çölleşme gibi

olaylardan oluşan çevre yıkımı; kentleşme, endüstrileşme, kişi başına tüketim, nüfus artışının neden olduğu çevre ki rlenmesi

olarak ortaya çıkmaktadır.

Buna göre çevre ki rlenmesi; “insanların, başta endüstri olmak üzere türlü faaliyetleri sonucu oluşan toksi k ve ki rletici

sıvı, katı ve gaz atıkların toprağa, suya ve havaya bırakılmaları, havadaki ti treşimin neden olduğu gürültü ile radyoaktif

maddelerin yayılması sonucu doğadaki var olan ekolojik denge ve uyumun bozulması ile insanların, diğer canl ıların ve

cans ızların zarar görmesi ve varl ıklarının sürdürülmesinde meydana gelen zorluklardır.

Yeryüzünde çevresel yıkım ve ki rliliğin boyutlarının anlaşılmasını kolaylaştıracak bazı örnekler aşağıda sıralanmıştır.

· Son 25 yıl i çinde Afrika ’nın tahıl üretimi %28 azalmıştır.

· Sanayi devriminden önce dünya kara alanın yarısı kadar olan dünya orman varlığı, yi rminci yüzyıl ın sonunda %20

oranına inmişti r.

· Yi rminci yüzyıl ın başından bu yana Etiyopya’daki ormanların %90’ı tükenmişti r. Bunun sonucunda her yıl 1 milyar ton

toprak kaybedilmektedir.

· Dünya nüfusunun yaklaşık %16’s ının yaşadığı Hindistan, dünyadaki toplam enerji tüketiminin %3’ünden, CO2

üretiminin de %3’ünden sorumludur.

· Dünya nüfusunun %5’inin yaşadığı ABD, dünyadaki toplam enerji tüketiminin %25’inden ve CO2 üretiminin

%22’sinden sorumludur.

· Polonya, ağaç kesimleri ve ki rlilik yüzünden her yıl 200 bin ha’dan fazla orman kaybediyor.

· Tropik ormanların yok olma hızı, 1970’lertde 1.1 milyon ha iken; 1980’lerde 1.7 milyon ha olmuştur.

Mexico Ci ty’de aşırı hava ki rliliğinden dolay, doğan her çocuğun kanında, fiziksel özürlü olmasına yetecek kadar kurşun

bulunmaktadır.

· Körfez savaşında körfeze dökülen 810 milyon varil petrolün körfezdeki canlılar üzerindeki etkisinin giderilmesi için 180

yıl gerekmektedir.

· Dünyadaki akarsuların %10’u ki rlidir ve okyanuslara her yıl 6.5 milyon ton çöp dökülmektedir.

· Nüfus artışı böyle devam ederse, dünya nüfusu 30 yıl i çinde 1960’dakinin üç katına ulaşacaktır.

· Bugüne kadar üretilen zehirli atıklar, bi rkaç nesil boyunca yeryüzünden kaybolmayacaktır.

· Çıkan gazların toplamı, önümüzdeki yüzyılda yeryüzünde, 2,5 - 5 °C arası sıcakl ık artışlarına neden olacaktır.

· Havadaki ve topraktaki ki rletici maddeler eninde sonunda suya tekrar intikal etmektedir.

· Dünyadaki tüm suların %99’undan fazlası tek bi r sistem içinde birbirine bağl ı olup, genel nitelikte ki rlenme tehdidi

al tındadır.

· Sularda çok büyük bir canlı varl ık hazinesi; dolayısıyla da besin deposu bulunmaktadır. Ekolojik dengenin bozulması

dünyadaki yaşamı ciddi bi r biçimde ve olumsuz olarak etkileyecektir.

51

Ġnsan Nüfusundaki ArtıĢ Günümüzün çok ciddi çevresel problemlerinin çoğu son 50-60 yılda insan nüfusundaki aşırı artışla ilişkilidir. Dünya

nüfusunun 1850’de 1 milyar dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Seksen yıl içinde, yaklaşık 1930’larda, bu nüfus 2

milyara çıkarak, ikiye katlanmıştır. 1970’lerin ortas ında, 4 milyara ulaşarak tekrar ikiye katlanmıştır. Nüfusun ikiye katlan ması

için gerekli sürenin gi ttikçe kısaldığı görülmüştür. Bu yıllarda yapılan tahminlerden biraz farklı olarak dünya nüfusu 2000’l ı

yılların başında değil, 2012’de 7 milyara ulaşmıştır.

İnsan nüfusu kontrolsüz olarak çoğalmaya devam edemez. Diğer doğal popülasyonlardaki gibi , sonunda insan nüfusu da,

çevrenin daha ileri boyutlarda destekleyemeyeceği bi r noktaya ulaşacaktır. Besin, su, mekan veya diğer bazı gereksinimlerin

karşılanamamas ı her popülasyon için s ınırlandırıcı bi r etken olarak rol oynamakta ve daha fazla büyümeyi durdurmaktadır.

Çevrenin destekleyebileceği popülasyon büyüklüğü çevrenin taşıma kapasitesi olarak adlandırılmaktadır. Gelecekte bi r

noktada, insan nüfusundaki büyümenin, yeryüzünün taşıma kapasitesine ulaşacağı ve daha fazla sayıda insanın varl ığını

destekleyemeyeceği için durdurulması gerekecekti r.

Bir popülasyon, doğum oranı ile ölüm oranı eşi t olduğunda ve göçlerden kaynaklanan değişiklikler olmadığında aynı

büyüklükte kalmaktadır. Yaşadığımız yüzyılda, sanayileşmiş ülkelerde ölüm oranı, sağlık hizmetlerinden, gıda üretiminden ve

sağl ık alanındaki gelişmelerden dolayı hızla azalacaktır. Bu ülkelerin çoğunda doğum oranında, dengeli ancak yaşlı bi r

nüfustan dolayı da bi r azalma meydana gelecekti r. Bu ülkelerin bazıs ında, nüfus azalmas ına neden olacak şekilde, doğum

oranı ölüm oranının al tına düşecekti r. Gelişmekte olan ülkelerde, doğum oranı çok yüksek kalacaktır. Bu ülkelerin çoğunda

ölüm oranı, nüfusta hızl ı bi r artışa neden olan yüksek doğum oranının devam etmesi gibi destekleyici koşullardan dolayı

aşağıya düşecekti r. Bununla bi rlikte, gelişmekte olan uluslarda insanların çoğu yaşamını kıtl ık içinde sürdürecekti r. Besin

üretimi nüfus artış hızında olmayacaktır. Bu ülkelerde tarımsal üretimdeki herhangi bi r yetersizlik açl ıktan kaynaklanan geni ş

ölümlere neden olabilecekti r.

Tablo . Geçmişteki Dünya Nüfusu ile ilgili tahminler*

(Milyon olarak dünya nüfusu. En düşük ve en yüksek tahminler aynı olduğunda bunlar en düşük olarak gösterilmiştir.)

Yıl

Özet

Biraben

Durand

Haub McEvedy and Jones

Thomlinson UN, 1973 UN, 1999 USCB* Düşük Yüksek Düşük Yüksek Düşük Yüksek Düşük Yüksek

10000 BC 1 10 4 1 10

5000 BC 5 20 5 5 20

52

Yıl

Özet

Biraben

Durand

Haub McEvedy and Jones

Thomlinson UN, 1973 UN, 1999 USCB* Düşük Yüksek Düşük Yüksek Düşük Yüksek Düşük Yüksek

1000 BC 50 50

500 BC 100 100

1 AD 170 400 255 270 330 300 170 200 200 400 300

1000 AD 254 345 254 275 345 265 310

1500 AD 425 540 460 440 540 425 500

1800

AD 813 1,125 954 900 900 813 1,125 980

1900

AD 1,550 1,762 1,633 1,650 1,710 1,656 1,625 1,600 1,550 1,762 1,650

1950

AD 2,400 2,556 2,527 2,516 2,500 2,400 2,486 2,520 2,556

*US Census Bureau

World population from 1800 to 2100, based on UN

2004 projections (red, orange, green) and US Census Bureau his torical es timates (black).

Dünya nüfusu 1959’da 3 milyardan , 40 yıl i çinde ikiye katlanarak 1999’da 6 milyara yükselmişti r. Census Bureau'nun

son tahminleri , bu nüfus artışının, daha yavaş olsa da , 21. Yüzyılda da devam edeceğini göstermektedir. Dünya nüfusunun

1999’daki 6 milyardan, yüzde 50’lik bi r artışla 46 yılda, 2045’te 9 milyara çıkacağı tahmin edilmektedir.

Dünya nüfusunun büyüme hızı, ölüm oranındaki azalmalardan dolayı, 1950-51’de yılda yaklaşık yüzde 1.5’ten 1960’l ı

yılların başında en yüksek değere, yüzde 2’nin üzerine çıkmıştır. Ondan sonra çoğalma oranları, evlenme yaşının yükselmesi

as well as increasing availability ve etkili doğum kontrol yöntemlerinin uygulanmasıyla azalmaya başlamıştır. Nüfus

artışındaki değişikliklerin her zaman düzenli olmadığı dikkat çekmektedir. Örneğin, 1959-1960’daki en düşük bir büyüme

53

oranı, Çin’in büyük ekonomik ilerleme planından dolayıdır. Bu yıllarda, büyük toplumsal örgütlenme hareketi i çindeki Çin’de

doğal felaketler ve azalan tarımasal üretim, ölüm oranının hızla artmasına ve yeni doğumların nerdeyse yarı yarıya azlmas ına

neden olmuştur.

Büyüme oranlarına ek olarak, nüfus artışına bakmanın diğer bi r şekli , toplam nüfusdaki yıllık değişiklileri

değerlendirmekti r. Dünya nüfusundaki yıllık artış 1980’lerin sonunda yaklaşık 88 milyonla en yüksek değere ulaşmıştır. En yüksek nüfus artış oranı 1960’ların sonunda meydana gelmiş, ancak 1980’lerdeki dünya nüfusu 1960’lardan daha fazla

olduğu için, en yüksek yıllık nüfus artışı 1980’lerin sonunda gerçekleşmişti r.

Hari ta . Ülkelere göre nüfus yoğunluğu (km2’de insan sayıs ı), 2006

Bu dünya hari tasında her bi r ülke veya memleketin nüfus yoğunluğu renklerle vurgulanmıştır. Nüfus yoğunlukları

ülkelerin genel yoğunluklarıdır. Lejanttaki sayılar km2’deki insan sayısıdır ve 20 bin km2’den daha küçük tüm ülkeler nokta ile

gösterilmişti r.

54

NASA tarafından, çok sayıda resim bir araya geti rilerek oluşturulmuş, yeryüzünün birleşik gece görüntüsü. Parlak ışıklı

bölgelerde insan eliyle yapılmış aydınlatmalar görülüyor. Avrupa kıtası, Hindis tan, Japonya , Nil boyu ve Amerika ile Çin'in

doğu kesimlerindeki nüfus yoğunluğu net olarak anlaşılabili rken , Orta Afrika , Orta Asya , Amazonlar ve Avustralya'da seyrek

yerleşimler göze çarpıyor. Hemen tüm bölgeler ve özellikle Alaska’nın görüntüsü bir önceki hari taki gösterim ile

örtüşmektedir.

Şekil . Sanayileşmiş ve geli şmekte olan ülkelerde nüfus artışları (1750-2050)

Doğrudan veya dolayl ı olarak, nüfus artışı problemi herkesi etkilemektedir. İnsan nüfusunun artışında besinin

sınırlandırıcı etken olmasına izin verildiği sürece, dünyanın çoğu yerinde en büyük nüfus kontrol aracı açlıktan kaynaklanan

ölümler olacaktır. Bu durumdan sakınmanın bir yolu, nüfusu mevcut büyüklüğünde tutacak düzeyde doğum oranını

azal tmaktır. Bu, belirli bi r zaman süresince doğum sayısının ölüm sayısına denk olduğu üretken yenilenme (reproductive

replacement) düzeyidir.

Nüfus kontrolü ile bi rlikte, endüstrileşmiş uluslar tarafından savurgan tüketimi azaltıcı adımlar atılmalıdır. Böylece ,

daha fazla kaynak gelişmekte olan ülkelerin kullanımına sunulabilecekti r. Tarımsal üretim, kereste üretimi , madencilik ve su

kullanımındaki koruyucu önlemlerin dikkatle uygulanması, besin üretimini ve diğer ihtiyaç maddelerinin üretimini değişmez

55

bir düzeyde sağlayabilecekti r. Besin maddelerinin üretimi de arttırılabilir. Sulama, gübre ve pestisitlerin kullanılması yanı nda

yüksek verimli ürünlerin gelişti rilmesi ile yiyecek teminini arttırılacaktır. Yeni besin kaynakları, örneğin okyanuslardan ,

türetilebili r. Bununla bi rlikte, ekologların çoğu, ne tür adımlar atıl ırsa atıls ın, mevcut nüfus artış hızı devam ettiği sürece

besin temininin er geç yetersiz olacağı görüşünü paylaşmaktadır.

Tablo . Ülkelerin Nüfus Sıralaması

Sıra Ülke Nüfus Tarih %

Dünya nüfusu

1 China 1,347,350,000 December 31, 2011 19.26% 2 India 1,210,193,422 March 1, 2011 17.3% 3 United States 313,093,000 February 28, 2012 4.47% 4 Indonesia 237,641,326 May 1, 2011 3.4% 5 Brazil 192,376,496 July 1, 2011 2.75% 6 Pakistan 178,818,000 February 28, 2012 2.56% 7 Nigeria 162,471,000 July 1, 2011 2.32% 8 Russia 143,030,106 January 1, 2012 2.04% 9 Bangladesh 142,319,000 March 15, 2011 2.03%

10 Japan 127,770,000 February 1, 2012 1.83% 11 Mexico 112,336,538 June 12, 2010 1.61% 12 Philippines 94,013,200 July 1, 2010 1.34% 13 Vietnam 87,840,000 December 31, 2011 1.26% 14 Ethiopia 84,320,987 July 1, 2012 1.21% 15 Germany 81,796,000 August 31, 2011 1.17% 16 Egypt 81,606,000 February 28, 2012 1.17% 17 Iran 76,134,000 February 28, 2012 1.09% 18 Turkey 74,724,269 December 31, 2011 1.07% 19 D. Rep. of the Congo 67,758,000 July 1, 2011 0.97% 20 Thailand 65,926,261 December 20, 2011 0.94% 21 France 65,350,000 January 1, 2012 0.93% 22 United Kingdom 62,300,000 July 1, 2010 0.89% 23 Italy 60,757,278 August 31, 2011 0.87% 24 South Africa 50,586,757 July 1, 2011 0.72% 25 South Korea 48,580,000 November 1, 2010 0.69% 26 Myanmar 48,337,000 July 1, 2011 0.69% 27 Colombia 46,401,000 February 28, 2012 0.66% 28 Spain 46,196,278 January 1, 2012 0.66% 29 Ukraine 45,644,419 December 1, 2011 0.65% 30 Tanzania 43,188,000 July 1, 2010 0.62% 31 Argentina 40,117,096 October 27, 2010 0.57% 32 Kenya 38,610,097 August 24, 2009 0.55% 33 Poland 38,092,000 July 1, 2010 0.54% 34 Algeria 37,100,000 January 1, 2012 0.53% 35 Canada 33,476,688 May 10, 2011 0.48% 36 Iraq 33,330,000 2011 0.48% 37 Uganda 32,939,800 July 1, 2011 0.47% 38 Morocco 32,477,800 February 28, 2012 0.46% 39 Sudan 30,894,000 April 22, 2008 0.44% 40 Peru 29,797,694 June 30, 2011 0.43% 41 Malaysia 28,334,135 July 6, 2010 0.4% 42 Uzbekistan 28,000,000 January 1, 2010 0.4% 43 Venezuela 27,150,095 November 30, 2011 0.39% 44 Saudi Arabia 27,136,977 April 28, 2010 0.39% 45 Nepal 26,620,809 June 22, 2011 0.38% 46 Yemen 25,130,000 April,2011 0.35% 47 Ghana 24,233,431 September 26, 2010 0.35% 48 North Korea 24,052,231 October 1, 2008 0.34%

56

KentleĢme

Teknolojik gelişmelerle nüfus artışlarının ikiye katlanması, pek çok ekosis temin sorumsuzca yok olmasına neden olmaktadır.

Nüfus arttıkça, arazi kullanma şekilleri değişmektedir. Kırsal (tarımsal) alanlardan şehirlere taşınma olmaktadır. Şehirlere

olan nüfus hareketi veya şehirleşme ile verimli tarım alanlarının yerleşime açılarak ve alışveriş merkezlerine dönüştürülerek

bozulmalarına neden olunmaktadır. Bu çeşit büyüme, önceden dokunulmamış sulak alanlar gibi diğer ekosistemleri de tahrip

veya tehdit etmektedir. Bu değişiklikler pek çok bi tki ve hayvan türünün doğal yaşam alanlarını bozmaktadır.

Manhattan, New York Ci ty, ABD

Hızlı ve çarpık kentleşmeyle çevre sorunları arasındaki yakın ilişki bilinen bir gerçekti r. Günlük hayatta yaşadığımız

sorunların ve çevre sağl ığı problemlerinin nedeni ülkemizdeki nüfus artışının ve kentleşme sürecinin yönetiminden

kaynaklanmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre; 1927’de 13 milyon 648 bin 270 kişi olan nüfusumuzun yüzde

57

76’sı köylerde yaşamakta iken, Ocak 2012 itibariyle bu oran yüzde 76,8’i şehirlerde (il ve ilçe merkezlerinde) ve %23,2’si

belde ve köylerde yaşayan 74 milyon 724 bin 269 kişiyi ile tam tersine dönmüştür . Yaklaşık 85 yılda yaşadığımız bu

inanılmaz değişim sürecini içselleştirdiğimizi ve ideal halde gerçekleştirdiğimizi söylebilirmiyiz?

1970’lerde hızlanan ve 1980’den i tibaren üst noktaya varan kırdan kente göçün nedenleri pek çok kesim tarafından

tartışılmaktadır. İşin çevre boyutu ise sonuçları i tibariyle halen batıl ı ülkeler düzeyinde gündeme maalesef gelememişti r.

1952’de Londra’da yaşanan hava ki rliliği veya 1986’daki Çernobil nükleer kazas ındaki gibi toplu ölüm hadiselerine benzer bi r

olayla karşılaşmadığımız için sorunun gündeme gelmesi oldukça gecikmişti r. Oysa geç kentleşmiş ve geç sanayileşmiş bi r ülke

olarak çevre sorunlarının insan sağlığı üzerine etkileri bizde daha çok akut değil , kronik olarak ortaya çıkmaktadır. Bugün

Avrupa Birliği uyum sürecinde yasalarımızda s ınır değerlerini belirlediğimiz bi rçok ki rleticinin , bırakın insan sağlığı üzerine

etkilerinin araştırılmas ını, su, hava, toprak gibi değişik al ıcı ortamlardaki seviyeleri dahi bilinmemektedir.

Çevre sorunlarının ana kaynakları olarak kabul edeceğimiz çarpık kentleşme ve çarpık sanayileşme konusunda

katlanmamız gereken bedeller oldukça yüksek olmaktadır. Çarpık kentleşme, şehirlerin, plansız ve denetimsiz olarak

ihtiyaçlar dikkate alınmadan, mevcut doğal ve tarihi dokunun korunması düşünülmeden, alt yapısız, her türlü estetik

kaygıdan uzak tamamen gelişigüzel bir şekilde merkezden dışa doğru büyümesidir. Özellikle deprem gerçeğinde

yaşadıklarımız, ülkemizde kentleşme sürecinin iyi yönetilmediğini açıkça orta ya koymaktadır.

Çarpık kentleşme

Bugün kentlerimizdeki ana problemlerden biri yoğunluk problemidir. Yani , birim alanda olması gerekenden daha çok

insanın yaşaması ve birim alanda altyapı hizmetlerinin, yeşil alan, hava, su ve toprağın yetersiz kalmasıdır. Kentlerin

dönüşümü konusunda son yıllarda gündeme gelen yeni yapılaşma çalışmalarının beklenen iyileşti rmeyi verebilmesi için daha

fazla ekonomik güce ve zamana ihtiyaç vardır. Bu dönüşümlerde depremsellik, altyapı, yoğunluk, üretim, güvenlik, eği tim ve

çevre ile ilgili önceliklerin bir bütün olarak ele al ındığı tümleşik bi r yaklaşım izlenmelidi r.

58

Tablo . Dünyanın en kalabalık şehirleri

Sıra Şehir Nüfus Nüfus

yoğunluğu

(/km2)

Ülke

1 Shanghai 17,836,133 6,845 China

2 Karachi 12,991,000 3,683 Pakistan

3 Mumbai 12,478,447 20,694 India 4 Beijing 11,716,000 7,400 China

5 Moscow 11,551,930 10,588 Russia

6 São Paulo 11,316,149 7,383 Brazil 7 Tianjin 11,090,314 1,494 China

8 Guangzhou 11,070,654 2,881 China

9 Delhi 11,007,835 7,877.9 India 10 Seoul 10,575,447 17,473 South Korea

11 Shenzhen 10,357,938 5,201 China

12 Jakarta 9,588,198 14,476 Indonesia 13 Tokyo 8,887,608 14,400 Japan

14 Mexico City 8,873,017 5,973 Mexico

15 Istanbul 8,803,468 7,166 Turkey

16 Kinshasa 8,754,000 4,342 D. Rep. of the Congo 17 Bangalore 8,425,970 11,876 India

18 Dongguan 8,220,237 3,335 China

19 New York City 8,175,133 10,356 United States 20 Lagos 7,937,932 7,938 Nigeria

21 London 7,825,200 4,863 United Kingdom

22 Lima 7,605,742 2,848 Peru 23 Bogotá 7,467,804 4,697 Colombia

24 Tehran 7,241,000 10,359 Iran

25 Ho Chi Minh City 7,162,864 3,419 Vietnam 26 Hong Kong 7,108,100 6,415 Hong Kong

27 Bangkok 7,025,000 4,478 Thailand

28 Dhaka 7,000,940 19,447 Bangladesh 29 Hyderabad 6,809,970 10,958 India

30 Cairo 6,758,581 17,190 Egypt

31 Hanoi 6,451,909 1,943.4 Vietnam

32 Wuhan 6,434,373 7,242 China 33 Rio de Janeiro 6,323,037 5,349 Brazil

34 Lahore 6,318,745 3,566 Pakistan

35 Ahmedabad 5,570,585 27,307 India

59

36 Baghdad 5,402,486 4,064 Iraq

37 Riyadh 5,188,286 6,485 Saudi Arabia 38 Singapore 5,183,700 7,276 Singapore

39 Santiago 5,012,973 2,469 Chile

40 Saint Petersburg 4,868,520 3,480 Russia

41 Chennai 4,681,087 26,903 India 42 Chongqing 4,513,100 3,145 China

43 Kolkata 4,486,679 24,252 India

44 Surat 4,462,002 13,666 India 45 Yangon 4,350,000 6,828 Myanmar

46 Ankara 4,223,398 1,551 Turkey

47 Alexandria 4,110,015 1,611 Egypt 48 Shenyang 4,101,197 1,173 China

49 New Taipei City 3,910,086 1,905 Republic of China

50 Johannesburg 3,888,180 2,364 South Africa 51 Los Angeles 3,792,621 2,940 United States

52 Yokohama 3,680,267 8,414 Japan

53 Abidjan 3,660,682 1,728 Côte d'Ivoire 54 Busan 3,600,381 4,666 South Korea

55 Cape Town 3,497,097 1,424 South Africa

56 Durban 3,468,086 1,513 South Africa

57 Jeddah 3,430,697 2,789 Saudi Arabia 58 Berlin 3,424,764 3,842 Germany

59 Pyongyang 3,255,388 1,019 North Korea

60 Madrid 3,213,271 4,604 Spain 61 Nairobi 3,138,369 4,509 Kenya

62 Pune 3,115,431 6,913 India

63 Jaipur 3,073,350 6,337 India 64 Casablanca 3,027,000 9,342 Morocco

Not: Dünyadaki en yüksek nüfuslu şehirlerin sıralaması, bir şehrin yönetsel sınırları (şehir dışından ayrılmış kentsel mekan) içinde yaşayan nüfus (the population of a city proper) kavramına göre belirlenmiştir.

New York City

Yetersiz Tarımsal Uygulamalar

Doğal bi r ekosistemde, toprak yüzeyi ölü bi tkilerle kaplıdır. Bunlar ayrışır ve toprağa ka tılan zengin humuş oluşur. Tarım

alanlarında, ekinler hasat edili r ve bi tki kısımlarının çoğu tarlalarda uzakaştırıl ır. Böylece, tarım ürünlerine geçen toprak taki

bitki besin maddeleri tarlalardan uzaklaştırılır. Bu bi tki besin elementleri geri geti rilmezs e, toprağın verimsizleşi r ve ürün

verimi azalır. Geçmişte bu meydana geldiğinde, sad ce verimsiz bi r toprak örtüsünün geride kaldığı tarlalar terk edilirdi.

Tarlalar bi tki örtüsünden yoksun kaldığında, kuvvetli yağmur veya rüzgarlar üst toprağı taşyıp uzakl aştırabilmektedir. Pek çok

alanda, s ığır ve koyun sürüleri ile aşırı otlatma otlakları bi tki örtüsünden yoksun bırakmaktadır. Toprağın aşınımını önleyen

en önemli etkenlerden biri de toprağın organik madde içeriğidi r. Toprak tenelerini bi r arada tutan ve t oprağın su tutma

kapasitesini önmeli ölçüde arttıran organik maddeler, toprağa, üzerindeki bi tki örtüsünden eklenmektedir. Bitki örtüsüsnün

tarımsal üretim ve otlatma ile sürekli uzaklaştırılması toprağın organik madde içeriğini azal tmakta ve erozyona duya rl ı hale

geti rmektedir.

60

Kirlenme

Çevreye eklenen herhangi bi r şeyin, onu canl ılar için daha az uygun yapmas ına “kirlenme” denir. Çevrenin ki rlenmesi nüfus

artışı ve endüstriyel geli şme ile artmaktadır. Taşıtlardan, katı yakıtların yanmasından çıkan gazsal atıklar ve endüstriyel gazlar

havayı ki rletmektedir. Akarsu ve nehirlere akıtılan kirli su ve endüstriyel atıklar suyollarını ki rletmektedir. Toprak, genellikle

endüstri ve insan faaliyetlerinden kaynaklanan çok büyük miktarlardaki katı atıklardan ki rlenmektedir. Bazı endüstriyel

atıklar yüksek derecede zehirli olmaktadır.

İnsanla bi rlikte diğer canlıların yaşamaları üç temel maddeye bağlıdır. Bunlar hava, su ve topraktır. Özellikle su ve hava

yaşam için en gerekli maddelerdir. Yaşam için gerekli olan bu maddeler, doğal olarak insanların en çok etkileşim içinde

oldukları maddelerdir. Zaten yaşadığımız tüm çevre sorunları temelde bu üç maddenin kullanılmasından kaynaklanmaktadır.

Diğer ki rlenme çeşi tleri yine bu üç temel maddenin ayrı ayrı veya birlikte k ullanılmasından kaynaklanmaktadır.

Dünyamızın değişik yerlerinde değişik tütden çok büyük çevre sorunları yaşanmaktadır. Burada insanın yaşamı ve

geleceği için çok önemli olan temel sorunlardan ve bunların etkilerinden bahsedilecekti r. Bunlar hava, su ve toprak ki rliliği,

radyoakti f ki rlilik, toprak erozyonu, ozon kaybı, asi t yağmurları ve iklim değişiklikleri gibi insanın geleceğini ilgilendiren çevre

sorunlarıdır.

Sağlıklı bi r su ekosistemi Tehdit altındaki ekosistem Yıkıma uğramış bi r ekosistem

61

SU KĠRLĠLĠĞĠ

Antik Mısır Büyük Mısır Uygarlığının ihtişamlı yaşamının çizgileri “Çalmadım, öldürmedim, suları kirletmedim” (I have not stolen, I have not killed; I have not laid waste the plowed land, nor trampled down the fields. I have never fouled the water, nor have I polluted the land. (Ancient Egyptian Wisdom from The Book of The Dead) )

Doğal Suların Özellikleri

Suyun Fiziksel Özellikleri

Günlük yaşantımızda karşılaştığımız sular değişik cins ve miktarlarda safsızlık içeri r. Suyun kaynağına göre , i çerdiği maddeler

değişi r. Suyun özellikleri ve davranışı saf sudan farklıdır. Doğal sulardan, saf suya en yakın olanlar yağmur ve kar sularıdır.

Ancak hava ki rliliğinin yoğun olduğu bölgelerde bunu söylemek zordur.

Saf su renksiz ve kokusuzdur. Suları renkli gösteren içerdikleri maddelerdir. Geçiş metallerinden özellikle Fe, Mn ve Cr

bileşiklerinin suda bulunması suyun renkli görünmesine neden olur. Suyun kokusu ve tadının kaynağı sularda çözünen

inorganik ve organik maddeler ile çeşi tli mikroorganizmalardır. İçme suyunda koku istenmez, ancak lezzet istenir. Genellikle

amonyak, sülfürler, siyanürler, fenoller, serbest klor, petrol atıkları, bi tkisel ve hayvans al atıklar suya istenmeyen kokular

veri rler.

İçme sularında bulanıklık is tenmez, berrak olmas ı istenir. Çözünen madde miktarı iletkenlikle doğru orantıl ıdır. Maden

suları iletkenlikleri en fazla olan sulardır. Suyun +4°C ‘deki yoğunluğu 1 g/ml’di r. Su donduğunda yoğunluğu azalır ve 0,9 g/ml

olur. Donan kısmı, suyun üzerinde yüzer.

Suyun Kimyasal Özellikleri

Doğal suların pH’s ı i çerdikleri maddelere göre değişi r. Normal suların pH’sı genellikle 6,5 – 7,5 aras ında değişir. Asit

yağmurlarında pH’nın 2,3’e düştüğü görülmüştür. Yer altı sularında pH’yı, daha fazla çözündüğünden CO3-2, HCO3

-2, CO2

beli rler. Ayrıca , çözünmüş Fe +2, Mn+2, Cr+3 iyonları sulara asi tlik sağlar. Sularda Mg+2 ve Ca +2 iyonları sertliğe neden olur.

Suların sertliği FS: 10 mg CaCO3 /L, AS: 10 mg CaO /L olarak bi rimlendirilir.

Sularda ana bileşen olarak Ca +2, Na +; Mg+2; K+, Cl -, SO4-2, HCO3- iyonları bulunur. Ayrıca Fe, Cu+2, Mn, Ni , Zn, Co, Cd, Cr,

Pb, Hg, Be; Al , As , Se, Rb, Li , I , PO4-3, NO3-, B, CN-, H2S ve pestisitler eser miktarda bulunabilir.

62

Gaz Çözünürlüğü

Gazlar temas ettikleri s ıvılarda genelde yapıs ı bozulmadan moleküler halde çözünürler. Çözünme miktarları s ıcaklığa ve

bas ınca bağl ıdır. Gazların s ıvılardaki çözünürlükleri Henry Yasası ile verili r. Gazların s ıvılarda yoğunlaşarak sıvılaşmaları

ıs ıalan bir tepkime gerekti rdiğinden s ıvılaşmazlar. Gazların s ıvılarda çözünmeleri ıs ıveren bir i şlem olduğundan tercih edilen

bir olaydır. Bu nedenle s ıcaklık arttıkça çözülmeleri azal ır. Is ıtılan sudan gaz kabarcıkla rının çıkmas ı s ıcaklık artışıyla

çözünmenin azalmasına örnekti r. Soğuk sularda çözünmüş oksi jen miktarı, ılık sulardakinden daha fazladır. Gazların

sıvılardaki çözünürlüğü ile sıcakl ık ilişkisi Klapeyron denklemi (Log C2/C1= ( H/2,303 R) (1/T1-1/T ) ile verili r.

Bir gazın s ıvı i çindeki çözünürlüğüne basıncın etkisi, sıcakl ığın etkisinden çok daha fazladır. Bi r gazın çözünürlüğü gaz

bas ıncıyla doğru orantıl ı olarak artar. Bu Henry Yasası olarak bilinir ve C=k.Pgaz

ve Pgaz

= Xgaz

. k şeklinde i fade edilir. Henry

yasası yüksek basınçlarda ve gazın sıvıda iyonlaşması ya da tepkimeye gi rmesi durumlarında geçerli değildi r. Bazı gazlar

düşük, bazıs ı ise daha yüksek gaz basıncında çözünürler.

Su Kirliliğinin Kaynakları

Yeryüzündeki sular güneş enerjisi ile yürüyen sürekli bi r döngü içindedir. İnsanlar, tüm gereksinimleri i çin, suyu bu

döngüden al ır ve kullandıktan sonra geri veri rler. Suya, bu döngü s ırasında, doğal yapıs ında bulunan değişik maddelere ek

olarak, özellikle insanların çeşi tli amaçlar için kullandıkları s ırada, değişik maddeler karışmaktadır. Böylece suyun fi ziksel,

kimyasal ve biyolojik özellikleri değişmektedir.

Suyun emme, taşıma ve çözme özellikleri vardır. Atmosferdeki su buharının yoğunlaşması sıras ında bazı gazlar

emilmektedir. Yer yüzeyinde ve yer al tında kaya çların ve toprakların özelliklerine göre suya çeşitli organik ve inorganik

maddeler karışmaktadır. Suya karışan bu maddeler, suyun kokusunu, rengini ve berrakl ığını beli rlemektedir.

Su kaynakları evsel , endüstriyel ve tarımsal faaliye tlerden olumsuz yönde etkilenmektedir. Özellikle sanayi atıklarının

ve evsel atıkların doğrudan veya dolayl ı olarak akarsu, göl ve denizlere boşal tılması, çarpık kentleşme, tarımda mücadele

ilaçları ve aşırı gübre kullanılması, deniz taşımacılığı ve deniz kazaları suların ki rlenmesine neden olan başl ıca faaliyetlerdir.

Bunlara ek olarak asi t yağmurları, foseptik ve çöplüklerdeki sızıntılar gibi etkenler de yer altı ve yer üstü su kaynaklarını

kirleterek su kalitesini bozmakta ve çevreyi olumsuz yönde etkilemektedir.

Dünyanın her tarafında, evlerde ve endüstride her gün çok büyük miktarlarda su kullanılmaktadır. Ancak, sağlanan

suyun çoğu ki rlenmiş olmaktadır. Su ki rliliğinin başl ıca kaynakları ve kirleticilerin bilinen en önemli etkileri aşağıda

değerlendirilmişti r.

Su ki rliliğinin kaynakları aşağıdaki şekilde sıralanabili r.

· Sanayi kuruluşları

· Enerji üretim santralleri

· Tarımsal faaliyetler

· Nüfus artışı ve kentleşme

· Turizm

· Deniz taşımacılığı ve deniz kazaları

· Foseptikler ve çöplükler

· Asit yağmurları

· Hayvansal atık üreten tesisler

63

· Erozyon

Su ki rliliği kaynaklardan su ortamlarına verilen ki rleticiler, aşağıdaki şekilde özetlenebilir (Topbaş ve diğerleri , 1998).

Tuzluluk (kalsiyum, magnezyum, sodyum, sül fat ve klörürler)

Zehirli gazlar (Karbondioksi t, kükürtdioksit, hidrojen sülfür vb.)

Azot ve fosforun yol açtığı ki rlilik

Ağır metaller ve i z elementler (Kurşun, demir, arsenik, çinko, cıva , mangan, nikel , kobalt, vb.)

· Zehirli organik bileşikler

Siyanürler

Petrol türevleri

Tarımsal mücadele ilaçları (Pestisitler)

Gübreler (Doğal ve yapay)

Deterjanlar

· Çözünmüş organik maddeler (Bi tki ve hayvan atıkları)

· Patojenler (Hastal ık yapan bakteri ve vi rüsler)

· Askıda (süspansiyonal) katı maddeler (Mineral ve organik kökenli)

· Radyoakti f ki rle ticiler

Başlıca Su kirleticileri

Doğal Organik Kirleticiler: Pek çok “organik atıklar” bi tki ve hayvan kökenli materyallerdir. Bu materyaller çoğunlukla

biyolojik olarak parçalanabilirler, yani bakteriler ve diğer ayrıştırıcı organizmalar tarafından da ha küçük maddelere

yıkılabili rler. Kanalizasyon ağları ile konserve, şeker, bi ra , et ürünleri ve kağıt fabrikalarının atıkları su yollarındaki organik

materyallerin en büyük kaynaklarıdır. Organik atıklar küçük miktarlarda suya verildiklerinde, bakteri ve diğer ayrıştırıcı

organizmalar onları parçalayarak, suyu temiz tutabilirler. Ancak bu materyallerin yıkımı sudaki oksi jeni tüketi r. Lağım ve di ğer

organik artıklar büyük miktarlarda bulunduklarında, suyun oksijen içeriği önemli derecede azalır. Bu, balıkl arı ve diğer türden

sucul organizmaları öldürür.

Bazı organik artıklar bitki besin maddeleridi rler. Bu maddeler büyük miktarlarda bulunduklarında, alglerin ve sucul

bi tkilerin gelişmesini uyarırlar. Göllerde, bu besin maddelerinin bulunması sükeseyon süre cini hızlandırır. Organizmalar

öldükçe, materyaller göl tabanına eklenir ve derinlik azalır. Kıyıdaki bu gelişme gölün boyutlarını küçültür. Bu aşırı besle nme

ve üretim artışı durumu olan devirsel işleme “ötrofikasyon” (eutrophication) denir.

Kullanılmış suların alıcı ortamlara verilmesi sonucunda ortaya çıkan en önemli sorunlardan biri de bu aşırı beslenmedir.

Bu besin maddeleri bazen alg populasyonlarında aşırı bi r gelişmeye neden olur. Sadece en üstteki alg katmanı yeterli ışık ve

oksijen alır ve daha aşağı katmanlar ölür. Bu materyallerin ayrıştırılmasıyla göl suyunun oksijen içeriği azal ır, bu da diğer canlı

formları öldürür.

Fotosentez yapma yeteneğine sahip mikroskobik veya makroskobik boyutlardaki ototrof (kendibeslek) canlılar, “ alg”

olarak adlandırıl ır. Bunlardan suda serbest olarak hareket edenlere “fitoplankton” denir. Büyük bir bölümünü plankton

ağlarıyla tutulabilen tek hücreli diatoma ve dinoflagellatlar oluşturur. Daha küçük boyutlardaki fi toplanktonik organizmalar

nanoplankton (2-20 m ) ve picoplankton (0.2-2 m) olarak; daha büyük boyuttakiler ( 200 m) ise mesoplankton,

64

macroplankton ve megaplankton olarak adlandırılırlar.

Akarsuların içerdikleri organik öğeler, al ıcı ortamlarda bakteriler aracıl ığı ile ayrıştırıl ır. Bu ayrışma başlangıçta aerobik

(oksi jenli) koşullarda oluşur ve sulardaki çözünmüş oksijen, bakterilerin metabolik faaliyetleri i çin tüketilir. Tüketilen oksijen,

atmosferle su arasındaki ara kesitte gerçekleşen gaz aktarımı ile yeniden kazanıl ır ve “doğal arıtma” olarak adlandırılan bu

döngü kararl ı bi r halde sürer. Aerobik ayrışma kesintisiz olarak devam edebildiği sürece, organik maddeler çevresel açıdan

bir sorun teşkil etmemektedir. Çünkü bu tepkimelerin son ürünleri su ki rliliğine neden olmamaktadır.

Bakterilerin çoğu aerobikti r, hücresel solunumu yürütmek için serbest oksijene gereksinimleri vardır. Seçimli

anaeroblar denilen bazı bakteriler serbest oksijenin varl ığında da yokluğunda da yaşayabilirler. Oksijenin varlığında aerobik

solunumla ya da oksijenin yokluğunda fermantasyonla enerji sağlarlar. Diğer yandan diğer bakteriler oksi jenin varl ığında

yaşayamazlar. Bunlara zorunlu anaeroblar denir. Bu bakteriler sadece fermantasyondan enerji sağlarlar. Bu grubun bir üyesi,

Clostridium botulinum, besin zehirlenmesinin en tehlikeli çeşidi , botulisme neden olur. C. botulinum uygun olarak sterilize

edilmemiş konserve besinlerde gelişi r. Botulisme bu bakteriler tarafından üretilen toksinler neden olur.

Fermantasyon s ırasında, farklı bakteri grupları çok büyük çeşi tte organik bileşikler üreti rler. Etil alkol ve laktik asi tten

başka, bakteriyal fermantasyon asetik asi t, aseton, butil alkol, glikol , bütirik asit, propiyonik asit ve doğal gazın temel b ileşeni

metan üretebili r.

Anaerobik mikroorganizmalar da sularda bulunan organik maddeyi tüketmekle bi rlikte, metabolizmaları, aerobik

metabolizmaya kıyasla çok farkl ı özellikler gösteri r. Anaerobik tepkimler sonucunda, amonyak (NH 3), metan (CH4) ve hidrojen

sülfür (H2S) gibi yarı stabil son ürünler açığa çıkar. Özellikle hidrojen sülfü r (çürük yumurtaya benzer kokusu ile) anaerobik

ayrışmanın en belirgin göstergesidi r. Anaerobik ortamda bal ık ve diğer yüksek organizasyonlu canlıların yaşaması mümkün

olmadığı gibi , oksijensiz sular içme ve kullanma suyu sağlama, rekreasyon gibi kullanım amaçlarına da uygun değildir.

Doğal arıtım Ötrofikasyon

Azot ve Fosfor: Azot bileşikleri, su ki rliliği açısından ötrofikasyon, oksi jen bilançosunun etkilenmesi ve i çme sularındaki

toksikolojik sorunlara neden olur. Belli konsastrasyonların üzerinde amonyum, ni trat, nitri t, protein ve organik azot canl ılara

toksik etki yapabili r. Bu azot bileşiklerinin dinamik bi r şekilde N2 gazına dönüştürülmesi gerekir. Doğadaki azot döngüsü Şekil

2.18’de şematik olarak gösterilmişti r. Sudaki amonyum ve serbest amonyak dağılımı üzerinde pH ve s ıcakl ığın etkisi Şekil

2.19’da gösterilmişti r. Toprak-tahıl sisteminde azot döngüsü ise Şekil 2.20’de göste rilmişti r.

Azot bileşikleri su ortamlarında ötrofikasyona neden olmaktadır. Yüzeysel su ortamlarında birincil üretimi

sınırlayabilecek etkenler azot ve fosfordur. Doğaya verilen azotlu bileşikler giderek artmakta, ni trifikasyon ve denitri fikasyon

65

işlemleri doğal koşullarda bu bileşikleri ayrıştırmada yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle doğada organik ve inorganik (NH 4,

NO3) azot bileşikleri artmaktadır. Su ve topraktaki bu azot bileşiklerini gidermek için arıtma sistemleri kullanılmaktadır.

İçme suyunda azot bileşiklerinin bulunması halinde; amonyum, dağıtım şebekesinde bakteri gelişimine ve aşırı klor

tüketimine, ni trat bebeklerde mavi hastalığa (methemoglibinae), ni tri t ise asitik ortamlarda oluşturduğu ni trosaminler

(özellikle dimetilnitrosamin ve dietilnitrosamin) ve nitrosamidler aracıl ığıyla kanserojen etkilere yol açmaktadır.

Sulara verilen organik azot, amonyak ve ni tri t biyolojik süreçler aracıl ığı ile ni trat şeklinde yüksel tgenebilmektedir. Bu

tepkimelerde tüketilen oksijen önemli miktarlara ulaşabilmek tedir. Arıtma tesislerinde tam nitri fikasyon uygulanmadığı

takdirde, bu sularda mevcut olan amonyak, alıcı ortamlarda önemli oksi jen tüketimine neden olabilmektedir. Günümüzde

gelişmiş ülkelerdeki arıtma tesislerinin hemen tümünde nitfikasyon kademeleri bulunmaktadır.

Fosfor döngüsü, sadece toprak ve suda cereyan eden bir çevrimdir. Atmosferdeki fos for bileşikleri yok denecek kadar

azdır. Su ortamında fosfor döngüsü Şekil 2.22’de gösterilmişti r. Toprak ürün sisteminde fosfor döngüsü Şekil 2.23’de

gösterilmişti r. Fosfor, doğada ya mineral (Ca 3 (PO4)2, K3PO4 vb.) ya da organik bağlı olarak (nükleik asitler, ATP, fos folipidler)

bulunur. Organik fosfor bileşikleri, biyolojik faaliyetler ile parçalanarak ortama fos fat (PO 4) veri rler. Bu fos fat, ya mineralize

ola rak doğaya katıl ır ya da organizmalar tarafından tutulur. Biyolojik olarak fosfat tutulması iki şekilde olur. Ya fos fat

organizmaların yapısına assimile olur (nükleik asi t, fosfolipid, ATP vb.) ya da poli fosfat halinde bazı organizmalar tarafından

(Acinetobacter sp.) hücre içinde PHB olarak bi riktirili r. Polifos fat bi rikti ren bu organizmalar gübre katkı maddesi olarak

kullanılabilir.

Sucul sistemlerde fos for, bu ortamlarda mevcut olan çok yönlü ve karmaşık kimyasal ve biyokimyasal dengelerin

anahtar elemanlarından biridi r. Sularda fosfor çeşi tli fosfat türleri şeklinde bulunur ve doğal ortamlarda gerçekleşen pek çok

biyokimyasal tepkimede yer al ır. Pek çok gölde, fosfor konsantrasyonunun çok az olduğu durumlarda bile, azot genellikle

yeterli düzeyde bulunmakta ve fotosentezle üretim yapan ototrof canl ıların biyokütle sentezini s ınırlayıcı eleman (Justus

Liebig’in minimum yasası’na göre) fosfor olmaktadır. Heterotrof mikroorganizmaların gelişiminde de fosfor önemli bi r role

sahipti r.

Yapay Organik Kirleticiler: Pestisitler, gübreler ve deterjanlar gibi çeşitli yapay organik maddeler sucul hayat için zehirlidi rler.

Gübreler ve deterjanlar aynı zamanda bi tki besinleri i çeri rler. Net etki, bi r ekosistemin doğal dengesini bozacak ve onu tahrip

edecek yöndedir.

Yapay organik maddeler suları büyük ölçüde ki rleti rler. Üretimleri her yıl bi r öncekine göre biraz daha arttığından ve

çevrede kolay parçalanmadıklarından, sadece sularda değil, genel olarak çevrede ciddi bi rer sorun haline gelmişlerdir. Doğal

sularda bulunan yapay organik maddeler su bakterileri tarafından biyolojik olarak parçalanamadıkları gibi , atık

madde işleme süreçlerinde de yıkılmazlar. Bundan dolayı sularda uzun süre kalırlar (plastikler, pestisitler gibi). Bazıları suya

kötü renk, koku ve tat veri rler. Bu durum o suda yetişen balık türlerini olumsuz yönde ve büyük ölçüde etkiler. Bazıları

(petrol atıkları, pestisitler gibi) çok düşük derişimlerde bile sucul yaşam için son derecede zararl ıdırlar.

Yapay organik maddeler denince akla ilk gelenler:

Petrol kökenli yakıtlar

Plastikler

Plastikleşti riciler

Elyaflar

Elastomerler

66

İlaçlar

Deterjanlar (Yüzey aktif maddeler, suyun yüzey gerilimini düşürürler)

Pestisitler (insektisitletr, herbisitler, fungisitler vb. )

Besin katkı maddeleri

Çözücüler

Yağl ı boyalar

Hastalık Oluşturan Organizmalar: Hastalık oluşturan mikroorganizmalar i şlem görmemiş lağım suları ve çiftlik hayvanlarının

atıklarından suya geçebilmektedir. Suya lağım bulaşması, Escherichia coli bakterisinin varl ığının test edilmesiyle

beli rlenebilmektedir. Bu organizmalar, diğer bulaştırıcı bakteriler ve vi rüsler gibi sıcakkanl ı hayvanların bağırsaklarında

yaşamakta ve onların atıklarında bulunmaktadır.

Patojenler, i çme ve kullanma sularına başl ıca kanalizasyon sularının temasıyla karışır. Ayrıca ürünlerin

kanalizasyon sularıyla sulanmasıyla da bulaşır. Su patojenik (hastal ık yapan) mikroorganizmalar

i çin iyi bi r taşıyıcıdır. Ti fo, kolera , dizanteri, çocuk felci (polio), sarılık (hepati t) gibi salgın hastalıkların mikropları

sularla taşınır ve yayıl ır. Bu nedenle kullanılan suların kalitesinin bakteriyolojik yönden s ık sık kontrol edilmesi gerekir.

Herhangi bi r yerden şehir suyuna karışan lağım suları kısa zamanda dağılır ve salgın hastal ıkların meydana gelmesine sebep

olur.

Şehir sularının kontrolü çok zor bi r iş değildi r. Çünkü böyle kontrollerde yukarıda sayılan salgın hastalıklara neden olan

her patojen ayrı ayrı aranmaz. Onların yerine, onların varl ığını gösteren indikatör bi r bakteri olan Escherichia coli bakterisi

(basili) aranır. Koli bakterisinin tespiti oldukça kolay ve kesindir. Öteki bakterilerin aranması asgari 24 saat sürer ve bu süre

içinde de bakteriler büyük ölçüde yayılmış olur.

Koli bakterileri insan sindirim sisteminde yaşar ve çoğalırlar. Bunların hastalık yapma özelikleri yoktur ve daima insan

dışkılarında bulunurlar. Bi r insandan her gün milyarlarca koli basili lağım sularına karışır. Bi r suda koli basilinin bulunması, o

suyun lağım sularıyla kirlendiğini gösteri r. Koli basillerinin doğal sularda yaşama ve çoğalma şansları hiç yoktur. Bunların

sularda tespiti , lağım sularının, şehir sularına ne zaman karıştığı hakkında da kaba bir fiki r veri r.

Lağım sularındaki organik maddeleri parçalayan her bakteri sağlığa zararl ı değildi r. Bunlar insan ve hayva n sindirim

sistemlerinde yaşayamazlar. Bi r ülkede, su şebekelerinin ve kanalizasyon sis temlerinin artmas ı, o ülkede salgın hastal ıkların

ve salgın hastalıklardan ölenlerin sayılarının azalması anlamına geli r.

İnorganik Kirleticiler: İnorganik kimyasal maddeler, madencilik ve diğer endüstriyel işlemlerle suyollarına boşal tılmaktadır.

Bu maddeler insanların kullanacağı suyun arıtma maliyetini yüksel ti rler. Bazı atıklar insanlar ve diğer hayvanlar için zehirli

olan metaller, özellikle cıva ve kurşun içeri rler. Su örneklerinin arıtılma derecesi spektrofotometre ile beli rlenir.

İnorganik madde atıkları da sula rı önemli ölçüde ki rleti r. Bu atıkların başlıcaları:

a) Tuzlar

b) Metaller

c) Mineral asitler ve

d) Minerallerdir.

Bunların sudaki etkileri başlıca üç gruba ayrıl ır:

67

1) Asi tliğin artmas ı

2) Tuzluluğun artması

3) Toksikliğin (zehir etkisinin) artması

Biyolojik Büyütüm: Cıva, kurşun ve bazı pestisitler suyollarına boşal tıldığında, önce küçük sucul bitkiler ve alglerde

toplanırlar. Bunlar bi rinci-düzey tüketiciler tarafından yenir. Bu tüketiciler tarafından yenen bitki ve alg miktarları çok fazla

olduğundan, zehirli maddeler vücutlarında biriki r. Besin ağında, daha büyük ikinci -düzey tüketiciler pek çok birinci -düzey

tüketicileri yerler. Böylece zehirli maddeler ikinci -düzey tüketicilerin vücudunda daha yüksek konsantrasyonlarda biriki r.

Besin ağı ilerledikçe, daha yukarı düzeydeki tüketiciler, daha fazla miktarlarda zehirli madde birikti ri rler. Bu i şleme “ biyolojik

büyütüm” (biological magnification) denir. Derişimin en yüksek olduğu, besin ağının son basamağındaki hayvanlar, pestisit

veya diğer kimyasallardan en çok zarar görürler. Bazı durumda bu son basamak, insanlar olmaktadır. Beslenmelerinde büyük

oranda bal ıketine bağl ı olan Japonya’da yaşayan insanlar, okyanusa boşal tılan cıvadan kaynaklanan cıva zehirlenmelerinden

zarar görmektedirler. Biyolojik büyütüm nedeniyle, avlanan büyük bal ıkların etinde yüksek derişimlerde civa bulunur.

Biyolojik büyütüm işleminde, DDT konsantrasyonları besin ağında

68

daha yukarıdaki organizmalarda giderek artar.

Termal Kirlenme: Akarsu ve nehirlerde su sıcaklığının değişmesi burada yaşayan balık ve diğer organizmaları

öldürebilmektedir. Bu çeşi t ki rlenmeye termal kirlenme denir ve suyun bir akarsudan alınıp çeşitli tipteki endüstriyel

donanımların soğutulmasında kullanılması ile meydana geli r. Soğuk nehir suyu, fabrikanın sıcak su dolu borularına bi tişik

borulardan geçirilir. Isı sıcak sudan soğuk suya aktarılır ve böylece ısınmış nehir suyu suyoluna geri ve rili r. Canlı

organizmalara olan dolaysız etkilerine ek olarak, ıs ınmış nehir suyu, soğuk sudan daha az oksijen taşır. Özellikle nükleer gü ç

santralleri soğutma için büyük miktarlarda su gerekti ri rler.

Su ki rliliğinin diğer çeşi tleri yağ döküntüleri ve radyoakti f atıkların bulunması ile ilgilidi r. Yağlar, çok çeşitli bakterileri

öldürseler de, sucul yaşamın tüm formları i çin zehirlidi rler. Su kuşları yağları kanatlarından temizlemeye çalışırken

yuttuklarında ölürler. Radyoaktif atıklar nükleer reaktörlerde, madencilikte ve radyoakti f materyallerin i şlenmesinde

üretili rler. Oldukça küçük miktarlarda radyoaktivi teye maruz kalmak zararl ı olabilmektedir.

3-5 Akarsu Kirliliği

Bitki ve hayvan yaşamı yönünden ekolojik dengenin korunduğu akarsular, sağlıklı aka rsulardır. Akarsuyun

kirlenmesinde, ona karışan ki rletici maddelerin cinsi ve miktarı ile akarsuyun hidrolojik özellikleri , özellikle akarsuyun debisi

önemlidi r.

Diğer bütün al ıcı ortamlarda olduğu gibi akarsularda da, doğal bir arı tım i şlemi olur ve her akarsu ki rlilikten önceki

durumuna ulaşmaya çal ışır. Bu işleme, öncelikle akarsuyun özellikleri ile bölgenin iklimi, topografik yapıs ı ve suyun sıcakl ığı

etki etmektedir.

Bir akarsuya aynı miktarda verilen ki rletici , suyun fazla olduğu zamanlarda daha az, akışın düşük olduğu dönemlerde ise

daha çok ki rlilik yaratır. Bu nedenle yaz kurakl ığı yaşayan bölge akarsularında ki rlilik derecesi yazın fazladır.

İnsanoğlunun çeşi tli etkinlikleri nedeni ile hem tür sayıs ı, hem de tür çeşi tliliği azalmaktadır. Bazı ara ştırmalar kirlilik

derecesini ölçerken, ki rliliğin tür çeşitliliğine yans ıyan etkilerinin saptanması yöntemini kullanmışlardır. Böyle bi r çalışma

örneği Şekil 3-1de verilmişti r. Temiz bi r nehirde çeşitli tür toplulukları bulunur. Bu türlerin bi rey sayıları birbirleriyle az çok

dengededir. Akarsu kirlendikçe, bazı türler ortadan kalkmakta, kalan tünlerin bi rey sayıları ise artmaktadır.

69

3-6 Yer Altı Suyu Kirliliği

Yeral tı suyu ki rliliğini yüzeysel sular ve toprak ki rlenmesi ile bi rlikte ele almak ve incelemek gerekir. Yağış sonrası

yeryüzündeki ki rlilik hızlı bi r biçimde artmaktadır. Organik ve inorganik maddeler, hayvansal ve bi tkisel artıklar, doğal ve

yapay gübreler, tarımsal mücadele ilaçları ve mikroorganizmalar suyla bi rlikte yer al tına inmektedir.

Yeral tı suları, daha çok evsel ve endüstriyel atıkların arıtılmadan çevreye verilmesiyle ki rlenmektedir. Bu katı, s ıvı ve gaz

atıkların yeral tı sularına taşınmas ı yörenin iklimine, jeolojik yapısına , topografik duruma ve atığın cins ve miktarına bağlıdır.

Yeral tı sularından genellikle içme ve kullanma suyu olarak faydalanılmaktadır. Çünkü bu sular diğer sulara göre hem

bakteriyolojik yönden daha güvenlidi r hem de arıtılması yüzey sularından daha kolaydır. Ancak yeraltı suları yüzeysel sulara

göre ki rlenmeye karşı daha duyarlıdır. Özellikle toksik maddelerle önemli derecede ki rlenen yeraltı suları uzun sure

kullanılamaz duruma gelebili r. Çünkü hareketleri çok sınırl ı olan yeraltı sularının taşıma güçleri, değişim ve seyrel tme

kapasiteleri düşüktür.

Sulak alan Aquiferler ve su kuyuları

Yeral tı su ki rliliğinin bi rçok nedenleri ve kaynakları vardır. Bunların başlıcaları şunlardır. Tarımsal mücadele ilaçlarının

aşırı ve bilinçsiz kullanımı. Evsel atıkların doğrudan toprağa verilmesi. Foseptik çukurlarından ve açık alanlarda depolanan

çöplerden sızan ki rli suların yeral tı suyuna karışması ve kıyılarda deniz suyunun yeral tı suyuna karışmasıdır.

Aquifer, bir su kuyusu kullanarak yeral tı suyunun çekilebileceği , geçi rgen kaya cın veya çakıl , kum veya toz gibi bağl ı

olmayan materyalin taşıdığı ıslak bi r yeral tı su katmanıdır. Aquiferlerde suyun akışı ve aquiferlerin karakterizasyonunu

70

araştıran bilim dal ına hidrojeoloji denir. Aquiferler çeşi tli derinliklerde bulunabili r. Yüzeye yakın olanlar su sağlama ve s ulama

i çin daha az uygun olmanın yanında aynı alana düşen yağmurla doldurulmaya da daha eğilimlidi r.

Pek çok çöl alanlarının içinde veya yakınlarında yer al tı suyu kaynakları olarak yararlanılan ki reçtaşı tepeler veya dağlar

vardır. Kuzey Afrika ’da Atlas Dağların ın bazı bölümlerinde, Lübnan ve Suriye’nin Anti-Lübnan düzlüklerinde, İs rail ve

Lübnan’da, Umman Jabel Akhdar’da, Sierra Nevada’nın bazı bölümlerinde ve ABD’nin Güneybatı düzlükleri civarında suyun

sağlandığı yüzeysel aqui ferler vardır. Aşırı kullanım, sürdürülebili r uygun yararlanın aşılmasına naden olmakta, örneğin ikmal

edilebilecek olandan daha fazla su çekilmektedir. Libya ve İs rail gibi bazı ülkelerin sahillerinde, nüfus artışının taşıma

kapasitesinin üstüne çıkması, su seviyesinin alçalmasına ve sonunda yer altı suyunun denizin tuzlu suyu ile bulaştırılmasına

neden olmaktadır.

Sahillerde deniz suyunun yeraltı suyuna karışması

3-7 Deniz Kirliliği

Dünyada bulunan suyun yaklaşık %97’si denizlerde toplanmıştır. Bu nedenle kirleticiler için en büyük alıcı ortam

denizlerdir. Akarsuların, yer al tı sularının ve bi r kıs ım göllerin suları da sonuçta son alıcı ortam olan denizlere karışmaktadır.

Denizlerin ki rlenmesine neden olan ki rleticiler, deniz kıyılarındaki yerleşim birimlerinden ve endüstri tesislerinden

doğrudan verilebildiği gibi, başka yerlerden akarsularla ve rüzgarlarla da taşınmaktadır. Ayrıca denizler üzeninde yapılan

çeşi tli insan faaliyetleriyle (ulaşım, taşımacıl ık, petrol çıkarma) ve atmosferdeki çeşi tli ki rleticilerin yağışla bi rlikte yeryüzüne

inmesiyle de ki rlenmektedir.

Denizlere karışan ki rletici maddeler dolaylı ve dolays ız olarak, insan dahil bütün canlıların yaşamını büyük ölçüde

71

etkilemektedir. Özellikle denizel ekosistemlerdeki yaşamsal öğelerin, denizdeki doğal ki rlenmeden denizin savunma

mekanizmasının çok güçlü olması nedeniyle fazla etkilenmezler. Ancak insan faaliyetleri sonucu doğal dengenin bozulması

durumunda denizel ekosis temler, kendisini koruyamadığından ve yenileyemediğinden deniz ki riliği ortaya çıkmaktadır.

Denizlerde bir veya birkaç fitoplankton tününün ani artışı sonucu yoğunluklarının artması nedeniyle deniz suyunun

rengi kırmızı veya kahverengi bi r görünüm alır. Bu olaya kızıl akın (red-tide) adı verilir. Kırmızı dinoflagellatların bazıs ı zehirli

maddeler üreti rler. Bazen, bu organizmalar pek çok balığı öldüren “kızıl akın” meydana geti ren, bi r populasyon patlaması

geçi ri rler.

Fototrofik protis tler algleri kapsarlar, genel bi r ifade ile kara bi tkileri dışında bütün oksijen gelişti ren fotosentetik

organizmaları i çeri rler. Bu çeşi t protistle r üç şubede yer alırlar. Bu Şubeler Euglenophyta -Euglenoidler, Chrysophyta-Sarı-Yeşil

ve Kahverengi Algler ile Diatomlar ve Pyrrophyta -Dinoflagellatlar’dır.

Kızıldeniz’de kızıl akın (red tide)

Kızıl akın olayının çoğunlukla yöresel ve mevsimsel olduğu ve genellikle az derin sahil sularında veya nehir ağzına yakın

yerlerde olduğu saptanmıştır. Kızıl akın oluştuğu sırada, ortamda özel ekolojik koşullar geliştiğinden ortam biotası üzerinde

olumsuz etkilere neden olduğu saptanmıştır. Bu nedenle organizmalar genel olarak kırmızı sul u ortamdan kaçarak normal

kuşaklara yönelir. Bazı hallerde bu kaçma hareketi gerçekleşti rilemeyerek kütlesel ölüm olayları meydana geli r . Örneğin,

sahillerde izlenen Balık Kırılması olayı bunun tipik örneğidir.

Kızıl akın olayında, canlıların ölümüne neden olan etkenlerin başında, kızıl akını oluşturan organizmaların bir veya

72

birkaç toksik madde üreterek ortama vermeleri, su viskozi tesinin artması ve bunun sonucu olarak solunum, hareket ve besin

sağlama işlevlerinin zorlaşması, anaerobik yıkım (sonuçta H 2S serbest kalır) olayları görülebilmektedir.

Monaco Akvaryumu’nda 1984 yıl ında yanl ışl ıkla Akdeniz’e dökülen ve “katil yosun” denilen Caulerpa taxifolia adlı alg

türü Güney Avrupa sahillerinde sinsice ilerleyişini sürdürmektedir. Bu algin kontrolsüz yayıl şı bölgedeki ekolojik dengeyi

önemli ölçüde tehdit etmektedir.

3-8 Göl Kirliliği

Kirlenmeye karşı en duyarl ı alıcı su ortamı göllerdir. Çünkü göllerde, akarsulara göre akış sınırlaması vardır. Onun için

ki rlenmenin nedenleri ve boyutları daha farkl ıdır. Göllerin ki rlilik kaynakları göl kıyısındaki yerleşim birimleri ve endüstri

tesislerinin atıkları ile akarsularla taşınan çeşi tli maddeler ve ki rleticilerdir. Ayrıca atmosferdeki ki rleticiler de çeşitl i

nedenlerle göl sularının ki rlenmesine neden olmaktadır.

Aral Gölünün yok oluşu

Özellikle dışa akışı olmayan havzalardaki göllere akarsularla ve yüzey akışla her türlü çözünmüş ve as ılı madde

taşınmakta ve burada birikmektedir. Bu taşınan maddelerden özellikle insan etkinlikleri sonucu oluşan ki rleticiler, göl

ki rliliğine yol açmaktadır. Bunlardan bazıları çözünerek bazıları da dibe çökerek olumsuz koşullar oluştururlar. Dışa akış

olmadığından ki rlilik konsantrasyonu gi ttikçe artar. Diğer yandan göl , taşınan maddelerle dolmaya başlar. Genellikle

dışarıdan gelen organik maddeler, gölün kendi kendisini yenileyebilme özelliğinden dolayı, zarars ız hale geti rilebilir. Ancak

73

inorganik maddele r gölün doğal yollardan kendini yenileme s ınırlarını zorladığı ve aştığı zaman göl ekosistemi yok olmak

durumunda kalır.

Aral Gölü’nün Aral Çölü’ne dönüştürülmesi Aral Gölünün uydu görüntüleri (1977-2006)

Göllere özgü özel bi r ekolojik sorun da evsel ve endüstriyel atıklar ile fosfor ve azotça zengin sulama sularının göllere

karışmas ı sonucu ortaya çıkmaktadır. Besleyici tuzların (azotlu ve fos forlu maddeler) doğal ve yapay nedenlerle sularda

artması sonucu bu ortamlarda canlı organizmaların, dolayıs ıyla organik maddelerin artışına yani ötrofikasyona neden olur.

Ni trat, fosfor, azot ve fosfor içeren tuzlar ötrofikasyon olayının temel maddeleridi r. Ötrofikasyon başlayan göllerde , “alg

patlaması” denen, alglerin aşırı çoğalması ortaya çıkar. Bu durum, tatl ı sularda planktonik organizmaların neden olduğu

biyolojik bi r olaydır. Bi r veya birkaç fi toplankton türü hızla çoğalarak diğer alglerin geli şimlerini engeller.

3-9 Su Kirliliğinin Çevreye Etkileri

Susuz canlıl ık olmaz. Bütün canl ılar besin alamdan haftalarca yaşamlarını sürdürebili r, ancak susuzluğa sadece birkaç

gün dayanabilirler. Bu nedenle içme, kullanma ve sulama suyu sürekli bulunmalı ancak temiz ve güvenili r olmal ıdır. Genel

olarak, su ki rliliğinin çevreye olan olumsuz etkileri , su ortamının özelliğine, ki rleticilerin türüne ve miktarına bağlı olarak

değişi r. Bu olumsuz etkiler şu şekilde özetlenebilir.

• Ekonomik açıdan, deniz, göl ve akarsularda her tünlü üretim düşer.

• İçme ve kullanma suyu bulmakta güçlük çekilir.

• Yeral tı sularının ki rliliği söz konusu olduğu takdirde, kaynak suları ve madensel sular kullanılamaz du ruma geli r.

• Tarımsal sulamada ve endüstriyel kullanımda su s ıkıntıs ı çekilir.

• Suya bağımlı ekosistemlerde doğal denge bozulur.

Ġçme ve Kullanma Suyunun Arıt ılması

Kurtboğazı ve Çamlıdere Bara j göllerinden sağlanan Ankara’nın içme, kullanma ve endüstri suyu, İvedik Su Arıtma

Tesislerinde arıtılmaktadır. Tesiste suyun arıtma aşamaları aşağıda gösterilmişti r.

Kurtboğazı Barajının alt kısmından alınan suyun olası kötü kalite koşullarını hafifletmek ve oksijen oranını arttırmak amacı ile havalandırması.

Çamlıdere Barajından , orta seviyeden alınan suyun Kurtboğazı’ndan gelen havalandırılmış su ile karıştırılması.

74

Su karışımının oksi tlenmeye yardımcı olması ve dezenfeksiyon amacıyla klorlanması.

Sülfürik asit ile pH ayarlanması.

Pıhtılaştırıcı Alüminyum Sülfat (Al2(SO4)3) ve pıhtılaştırıcı yardımcıs ı polielektroli t dozlaması.

Kimyasal işleme tabi tutulmuş olan suyun yatay tabanl ı durultucu tanklarında durulmas ı.

Gerekirse durultma işleminden sonra klorlama, Potasyum Permanganat (KMnO4) ve Akti f Karbon dozlaması yapılması

Hızlı filtrelerde fil treleme yapılmas ı.

Fil trelenmiş suyun dezenfeksiyon için klorlanması ve kontak tankına gi rmeden ki reç ile pH ayarlanması.

Suyun 20 dakikadan az olmayacak bir süre kontak tankında tutulması ve gerektiğinde ilave klor uygulanabilmesi .

Su Kalitesinin Tayini

Suyun kalitesini beli rlemek i çin çok çeşi tli işlemler gerçekleşti rilir. Bu işlemlerden en yaygın olanları aşağıda verilmişti r.

1-Çözünmüş oksijen tayini

2-Biyokimyasal oksijen ihtiyacı (BOİ)

3-Kimyasal oksijen ihtiyacı ( KOİ )

4-Toplam organik madde tayini

5-Katı madde tayini

6- Azot tayini

7- Fosfat tayini

8- Bulanıklık tayini

9- Renk tayini

10- Koku tayini

11- pH tayini

12- Bakteriyolojik tayin

13-İletkenlik tayini

14- Sertlik tayini

15- Ağır metal tayini

16- Toplam alkalinite tayını

Şekil . Yüzeysel kaynaklardan sağlanan suyun arıtılma aşamaları.

Ġçme ve kullanma sularının dezenfeksiyonu

Fiziksel ve kimyasal yöntemlerle hastalık yapıcı bakterilerden arındırma i şlemlerine dezenfeksiyon (disinfection) adı verilir.

Fil trasyon ve diğer fiziksel arıtım işlemleri suyu ancak %95-99.5 oranında temizleyebilmektedir. Bu nedenle sular etkin

bir dezenfektan ile dezenfeksiyona tabi tutulmal ıdır. Bu yöntemle, suda bulunan ve hastal ık yapan tüm organizmalar ve

parazi tler ortadan kaldırılır. Dezenfektanlar suda bulunan patojen mikroorganizmalar üzerinde bakteri öldürücü, bakterilerin

hareketini engelleyici bi r etki gösteri rler. Suyun dezenfeksiyonunda klor, kireç kaymağı, kloraminler, klordioksi t, çamaşır

suyu, iyot, potasyum permanganat, ozon ve ul traviyole ışınlar kullanıl ır.

75

1-Klor: Dezenfektan maddeler arasında, özellikle ucuzluğu ve uygulama kolayl ığı ile sonuçlarının denetlen mesi yönünden en

uygun olan bir dezenfektandır. Klor, gaz halinde doğrudan doğruya ya da klor tableti şeklinde kullanıl ır. Klor gazı bi r litre suda

yaklaşık 1 mg bulunacak şekilde hesaplanır. Eğer su fazla ki rli değilse, suyun li tresinde 0,2 mg serbest klo r kal ır. Bu düzey

dezenfeksiyon için yeterlidi r. Klorun, dezenfektan etki gösterebilmesi için su ile en az 30 dakika temas etmesi gerekir. Klor

gazı (Cl 2) ile dezenfekte edilen suda HOCl ve OCl - de oluşur. Bütün bu türler yükseltgen , Cl - yüksel tgen değildi r. HOCl ’nin

pKa=7,5 olduğundan HOCl pH=7,5 den aşağı pH larda , OCl - ise 7,5 den yukarıdaki pH larda baskındır. HOCl , OCl - den yüz kat

daha kuvvetli dezenfektandır.

2- Kireç kaymağı: Klor gazı kadar etkindir. Ayrıca , toz halinde olduğundan kolayl ıkla depo edilebili r. Kireç kaymağında %25

oranında aktif klor bulunacağı kabul edilerek 40 gram kireç kaymağı (yani 10 gram akti f klor) bi r litre suyla karıştırılır ve artık

maddelerin çökelmesi için 20 dakika bekletili r. Çökel tinin üst kısmındaki sıvı ayrı bi r kaba alınır. Hazırlanan bu sıvıdan (%1 lik

ana solüsyon) bir li tre suya üç damla damlatılır ve 30 dakika bekle tilirse su dezenfekte edilmiş olarak içme ve kullanmaya

hazır hale gelir.

3-Kloraminler: Klora göre daha yavaş etki gösteren ama suda daha uzu n süre kalabilen bu bileşikler, günümüzde özel

örneğin, s ıcak iklim bölgelerinde ya da suyun uzak yerlerden geti rilmesi durumlarında kullanılmaktadır.

4-Klor dioksit (ClO2): Son yıllarda gelişmiş ülkelerde suyun dezenfeksiyonu amacıyla kullanımı giderek artan bu madde, güçlü

bi r oksitleyicidi r ve koku giderici etkisi fazladır. Dezenfeksiyonun yapılacağı yere konulan bir jeneratör aracıl ığıyla , sıvı

sodyum klorür ve hidroklorik asidin bi rleşti rilmesiyle açığa çıkan bu madde sadece s ıvı halde kullanılır. S uyun pH’sı ne kadar

yüksek olursa olsun, sudaki alglerin ve ki rlenmenin giderilmesinde çok etkilidi r. Klordan farkl ı olarak, suda trihalometan

bileşiklerinin oluşmas ına ve amonyak türevleriyle reaksiyona gi rmediğinden kloraminlerin oluşmasına yol açmaz. Üs telik klor

gazıyla bi rlikte kullanılırsa trihalometan bileşikleri daha düşük oranda oluşur. Bakterisi t ve vi rüsit etkisi klor gazından fazladır.

Suyun hoş olmayan rengini ve tadını giderdiği gibi , sudaki toprak, balık veya küf kokusunu da gideri r. Suda çözünmüş halde

bulunabilen mangan ve demirin çökelmesini sağlar.

10 NaClO2 + 5H2SO4 8ClO2 + 5 Na 2SO4 + 2HCl+ 4H2O

12 NaClO2 + Cl 2 2ClO2 + 2NaCl ( pH < 3,5)

5-Hipoklorit: Diğer dezenfektanların bulunmadığı özel durumlarda seyrek olarak kullanıl ır. Dezenfeksiyon amacı ile

kullanıl ırken çok fazla miktarına ihtiyaç duyulacağından depolanması oldukça zordur. Üstelik zamanla aktif klor yoğunluğu

azal ır. Tek üstünlüğü, toksik gazların s ızması sorununun olmayışıdır.

6-İyot: Zorunlu durumlarda kullanılabilecek dezenfektanlardandır. Yüzde 2’lik tentürdiyodun 2 damlası 1 li tre suya

karıştırılırsa 30 dakika içinde yeterli bi r dezenfeksiyon sağlanır. Suda fazla miktarda organik madde varsa , litreye 3 hatta 4

damla katılabilir.

7-Potasyum permanganat: Bu dezenfektan da çamaşır suyu ve iyot gibi ancak zorunlu durumlarda dezenfeksiyon amacıyla

kullanılabilir. Kullanıldığı kapta leke oluşturur ve 500 miligramdan fazla kullanıl ırsa suyun rengini de değişti ri r. Ayrıca , suyun

li tresine 500 miligram potasyum permanganatın, kolera vibriyonu dışındaki patojen mikroorganizmalara etkisi kuşkuludur.

8-Ozon: Ozon klor gazından daha kuvvetli bi r dezenfektandır. Ozon yüksek volta jlı (15000 voltluk) elektriğin kuru havaya

uygulanması ile elde edilir. Buradan elde edilen ozon gazı sudan geçirilerek suda çözünür. KH=1,3.10-2 mol /L.at dır. Optimum

şartlarda bu şekilde havanın oksi jeninin % 6 sı ozona dönüştürülür.

Kuvvetli bi r yükseltgen ve bakteri yok edici etkiye sahip olan bir maddedir. Bu etkisinden yararlanılarak suların

dezenfeksiyonunda güvenili r olarak kullanıl ır. Ancak, maliyeti klor ve klor bileşiklerine göre çok yüksekti r. Bu nedenle çok

gelişmiş ülkelerde ya da özel durumlarda küçük çapta kullanılabilmektedir. Sadece suyu dezenfekte etmekle kalmaz, suyun

76

tadını ve rengini de düzel ti r. Suyun metre küpünde 400 miligram ya da li tre de 0.4 miligram ozonla 4 dakikada etkin bi r

dezenfeksiyon sağlanır. Ozon , kalıntıs ı olmamasına rağmen üretim maliyeti nedeniyle yaygın olarak kullanılmaz.

9-Ultraviyole (morötesi) ışınlar: 200-300 nanometre dalga boyundaki ul traviyole ışınların dezenfeksiyon etkisi yüksekti r.

Dezenfekte edilecek suyun derinliği fazla değilse, berrak, yani bulanık değilse, renk değişikliği yoksa ve i çinde demir

bulunmuyorsa ul traviyole ışınlarla suda bulunan aktif ve spor yapan tüm mikroorganizmalar ya ölür veya bir daha

çoğalamayacak duruma geli r. Maliyetinin pahalı olması nedeni ile küçük çapta dezenfeksiyon işlemlerinde kullanılır. Civa

lambas ı uyarıldığında yayılan UV-C ışığı (254 nm) uygulanarak akan su dezenfekte edilir.

Hava Kirliliği

İnsanlara veya diğer canlı organizmalara zarar veren veya onları rahatsız eden veya doğal ve yapay çevreye zarar veren

kimyasalların, partikül maddelerin veya biyolojik materyallerin atmosfere verilmesine hava kirliliği denir. Havanın fi ziksel,

kimyasal ve biyolojik özelliklerindeki değişmeler, canl ılarla bi rlikte, doğal ve yapay cans ız varlıkları da etkilemektedir. Hava

ki rliliği havanın doğal bileşiminin beli rli ölçüde değişmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bunun için hava kel imesiyle eş anlamlı olarak

kullanılan atmosferin bileşimine göz atmak etmek gerekir. Atmosfer, yeryüzünde yaşamın devamı için gerekli olan karmaşık,

dinamik doğal bi r gaz sistemidir. Yeryüzü atmosferi yerçeki ile yeryüzü gezegeninin etrafında tutulan bir gaz katmanıdır.

Atmosfer, ul traviyole güneş ışınımını absorbe ederek, ısıyı al ıkoyup yeryüzeyini ıs ıtarak (sera etkisi) ve gece ile gündüz

arasındaki uç sıcaklıkları azaltarak yeryüzünde yaşamı ayakta tutar. Yeryüzü atmosferinin kompozisyonu (Aralık 1987) Tablo

xx ve Şekil xx) gösterilmişti r.

77

Tablo xx. Hacim olarak, kuru atmosferin kompozisyonu

Gaz Hacim (Yüzde) Grafiksel gösterimi

Azot (N2) 780,840 ppmv (%78.084)

Oksi jen (O2) 209,460 ppmv (%20.946)

Argon (Ar) 9,340 ppmv (%0.9340)

Karbondioksit (CO2) 387 ppmv (%0.037680)

Neon (Ne) 18.18 ppmv (%0.001818)

Helyum (He) 5.24 ppmv (%0.000524)

Metan(CH4) 1.79 ppmv (%0.000179)

Kripton (Kr) 1.14 ppmv (%0.000114)

Hidrojen (H2) 0.55 ppmv (%0.000055)

Diazot monoksit (N2O) 0.3 ppmv (%0.00003)

Xenon (Xe) 0.09 ppmv (%9x10−6)

Ozon (O3) 0.0 ile 0.07 ppmv

(%0 ile %7x10−6)

Azot dioksit (NO2) 0.02 ppmv (%2x10−6)

İyot (I) 0.01 ppmv (%1x10−6)

Karbon monoksit (CO) 0.1 ppmv

Amonyak (NH3) İz düzeyde

Kuru atmosferde gösterilmeyen Su buha rı (H2O): Atmosferin yaklaşık %0.40’ı ve yüzeyde tipik olarak %1 - %4’ü.

ppmv: hacim olarak milyonda parça (Not: hacim fraksiyonu sadece ideal gazda mol fraksiyonuna eşi tti r.)

Atmosferde ki rleticilerin etkili olduğu katman, yeryüzünden i tibaren yüksekliği 6,5 ile 16 km arasında değişen

troposfer, hatta troposferin ilk 3-4 km’lik kısmıdır (Şekil xx).

Özllikle büyük kentlerin sorunu olarak ortaya çıkan hava ki rliliği, atmosferin doğal bileşiminin değişmesiyle başlar. Atmosfer,

doğal mekanizmalarla karışan zararlı maddeleri zararsız hale geti rme özelliğine sahip olsa da , bu maddelerin oranı arttığında

bu işlevini yerine geti remez ve hava ki rliliği sorunu ortaya çıkar. Hava ki rliliği büyük kentsel nüfusun ve çok sayıda taşıtın

olduğu sanayileşmiş ülkelerde önemli bi r problemdir. Sadece ABD’de her yıl 200 milyon ton ki rletici atmosfere

salıverilmektedir.

78

HAVA KĠRLĠLĠĞĠNĠN KAYNAKLARI

Kirleticiler genel olarak belirli bi r kaynaktan doğrudan atmosfere karışan “birincil ki rleticiler” ile atmosferde bazı

mekanizmalar sonucu oluşan “ikincil ki rleticiler” olarak, iki büyük grupta incelenebili r.

Birincil ki rleticilerin kaynakları aşağıdaki şekilde sıralanabili r.

Doğal Kaynaklar

Volkanlar

Orman yangınları

Toz fırtınaları

Okyanus dalgaları

Bitki örtüsü

Beşeri Kaynaklar

Kağıt sanayi

Enerji santralleri

Rafineriler

Fabrikalar

Sülfürik asit

Gübre

Demir-çelik

Plastik

Vernik-boya

Bireysel Kaynaklar

Otomobiller (egzoz)

Kalori fer, soba

Açıkta yakılan ateşler

Birincil - Ġkincil Hava Kirlet icileri, Kaynakları ve Olumsuz Etkileri

Bazı ki rleticiler aerosollerdir. Bunlar, havada as ılı kalan çok küçük katı tanecikler ya da sıvı damlacıklardan ibaretti r. Toz ve

79

duman aerosollerdir. Aerosol tanecikler güneş ışınlarını saçarak yeryüzüne ulaşan ışık miktarın ı azal tır ve böylece yüzey

sıcaklığını düşürür.

Teknik olarak, aerosol çok küçük katı taneciklerin veya s ıvı damlacıkların bi r gaz içindeki kolloid süspansiyondur.

Aerosol sözcüğü bir süspansiyon olan havada yüzen madde olgusundan türemektedir. Kolloid süspansiyonları çözel tilerden

ayırt etmede, ori jinal anlamı, bi r sıvı i çinde çok küçük taneciklerin dağılımını i çeren sol terimi işin içine gi rmektedir. Havadaki

kolloid dispersiyonların araştırılması ile aerosol terimi gelişmiş ve günümüzde sıvı damlacıkları, katı tanecikleri ve bunların

kombinasyonlarını kapsamıştır. Yeryüzü atmosferi çeşi tli türden aerosol ve konsantrasyonlara ek olarak toz, duman, deniz

tuzu ve su damlacıkları gibi doğal inorganik materyaller, polenler, sporlar, bakteriler gibi doğal organik materyaller ve

duman, kül tozları gibi antropojenik yanma ürünlerini i çermektedir.

Atmosferde çok büyük farkla en yaygın olan aerosoller, normalde su damlacıklarının veya daha yüksek veya düşük

yoğunluktaki buz taneciklerinin süspansiyonundan oluşan bulutlardır. Aerosolller kentsel ekosistemlerde çeşitli şekillerde

bulunabilirler, örneğin: toz, sigara dumanı, aerosol spreyler, taşıt egzozunun is veya dumanı gibi .

Aynı zamanda partikülat madde (PM), askıdaki pertikülat madde (SPM), çok ince tanecikler ve is olarak da bilinen

partikülatlar bir gaz veya s ıvı içinde askıdaki kadı maddenin en küçük alt bölümleridi r. Karşıt olarak, aerosol, gazla bi rlikte

tanecikleri ve/veya sıvı damlacıkları i fade etmektedir. Partikülat madde (PM) kaynakları beşeri veya doğal olabilmektedir. Su

kali tesinin iyileşti rilmesinde, katı parikülatlar su fil treleri veya çökel tme ile uzaklaştırılabilmekte ve çözünmeyen partikü lat

madde olmaktadır.

Partikülar madde boyutları sağl ık problemlerine neden olma potansiyelleri ile doğrudan bağlantıl ıdır. EPA

(US Environmental Protection Agency) genellikle gırtlaktan ve burundan geçerek akciğerlere giren 10 mikrometre çapında

veya daha küçük taneciklerle ilgilenmektedir. Solunulduktan sonra, bu tanecikler kalp ve akciğerleri etkilemekte ve sağlıkla

ilgili ciddi sonuçlara neden olmaktadır. EPA tanecik ki rliliğini iki kategoride s ınıflandırmaktadır.

Solunabili r kaba tanecikler, yol kenarlarında ve tozlu endüstrilerde bulunabilen, 2,5 mikrometreden büyük ve 10

mikrometreden küçük olanlar.

İnce partiküller, duman ve is te bulunan 2,5 mikrometre ve daha küçük çapta olanlar. Bu tanecikler doğrudan orman

yangınlarından veya güç santrallerinden, endüstrilerden ve arabalardan çıkan gazlardan çevreye yayılabili rler.

Hava ki rleticileri çok çeşitli olmakla beraber, kentsel hava ki rliliği genellikle atmosferde bulunan kükürt dioksit (SO2) ve

partikül madde konsantrasyonlarının ölçülmesiyle saptanmaktadır. Yer seviyesi ozonu, son dönemlerde özellikle gelişmiş

ülkelerde kentsel hava ki rliliği açıs ından taki p edilen önemli parametrelerden biri olmuştur.

Bazı ki rleticiler havaya karışan gazlardır. Kükürt dioksit (SO2), kükürt içeren kömür ve petrolün yanmasından meydana

gelir. Kükürt oksi tler en çok bilinen birincil hava ki rleticilerdendir. Atmosferde kal ıcıl ık süresi 40 günü bulan kükürt dioksit,

kuvvetli bi r solunum sistemi tahrişçisi olan sülfi rik asit oluşturacak şekilde kimyasal tepkimeye girebilir. Kükürt dioksi t

atmosferde su ile tepkimeye gi rerek önce sulfüroz asi t (H 2SO3) daha sonra da sülfi rik asit (H2SO4) oluşturur. Yağmur suyunda

çözünen sülfi rik asit, taş bina ve yapılarda giderek hasar oluşturan “asit yağmurlarına” neden olur. Asit yağmurları göl ve

gölcüklerde suyun pH’sını düşürerek buradaki pek çok organizmayı öldürür veya üreme yeteneklerini etkiler. Dünyada yılda

yaklaşık olarak 80 milyon ton SOx atmosfere verilmektedir. Asit ve sülfatlar yağış yolu ile atmosferden uzaklaştırılmaktadır.

Hidrojen sülfür (H2S), petrolün damıtılması ve kağıt hamuru üretimini kapsayan bazı endüstriyel işlemlerle ü retilen bir

kirleticidi r. Çürük yumurta benzeri bi r kokuya sahip olan bu gaz, aslında düşük derişimlerde rahatsız edici , ancak yüksek

derişimlerde zehirli olabilmektedir.

80

Karbon monoksit (CO) benzin, kömür, petrol ve odunun yanmasıyla meydana gelen renksiz, kokusuz ve tatsız bi r

gazdır. Bi rincil bir hava ki rletici olan karbonmonoksi t, tam olmayan bir yanma sonucunda CO 2 yerine meydana gelmektedir.

Kırmızı kan hücrelerinin hemoglobini ile kolaylıkla birleşi r ve oksi jen taşıma yeteneklerini azal tır. Karbon monoksit düşük

derişimlerde baygınlığa ve yavaş tepki süresine neden olabili r. Yüksek derişimlerde ölüme neden olur. Karbonmonoksit

zehirlenmeleri daha çok kış aylarında ve rüzgarl ı havalarda ev kazası olarak ortaya çıkmaktadır. CO yangınlar sıras ında da

ortaya çıkar. Önemli bi r CO kaynağı taşıtların egzoz gazıdır. Şehir havasındaki CO miktarı insan sağl ığını etkilemektedir.

Dünyadaki CO üretiminin yaklaşık %70’inden fazlasının ulaştırma sektöründen geldiği bilinmektedir. Bu sonuç, bu sektördeki

kontrol teknolojilerinin önemi açıklamaktadır.

Azot oksit (NO) ve azot dioksit (NO2) benzin, mazot ve doğal gazların yüksek sıcakl ıkl ı yanmasından meydana geli r.

Atmosfere salınan miktarın yaklaşık yarıs ı doğal, diğer yarıs ı da beşeri kaynaklardan gelmektedir. Doğal kaynaklarından biri

biyolojik ayrışmadır. Azot dioksit güneş ışığına maruz kaldığında, ki rli kahverengimsi bi r renk alır. Atmosferde azot oksi t (NO),

oksijen ve ul taviyole ışık aras ındaki tepkimeler, yine bir ki rletici olan ozon (O 3)’u üreti r. Troposferdeki ozon küresel iklim

değişikliğinde rol oynayan sera gazları arasında dördüncü sırada yer alır. Daha uzun dalga boyundaki ışınımların atmosfer

tarafından alıkonmasına ve atmosferin sera etkisinin artmasına neden olur. Küresel iklim değişikliğindeki sera etkisi %7

kadardır. Ozon, troposferde ki rletici, ancak stratosferde koruyucu bir gazdır. Atmosferdeki ozonun yaklaşık %10’u

atmosferin al t katlarında, troposferde bulunur. Buna karşılık yaklaşık %90’nın bulunduğu s tratosferdeki ozon canlı yaşamında

önemli rol oynar. Stratosferdeki ozon, güneştan gelen morötesi ışınların enerjisini alıkoyan bir döngü içinde sürekli

parçalanıp yeniden oluşur. Bu olgu, atmosferin bu katmanında 77 °C ye varan bir scakl ık artışı sağlar.

Hidrojen ve karbon bileşikleri olan hidrokarbonlar, benzin, kömür, petrol , doğal gaz ve odunun yanmasından meydana

gelir. Formaldehid ve asetaldehid gibi bazı hidrokarbonlar gözleri, burnu ve gırtlağı tahriş ederler, ancak pek çok hidrokarbon

mevcut düzeylerde tehlikeli değildir. Bununla bi rlikte, hidrokarbonlar, güneş ışığının varl ığında azot oksitlerle tepkimeye

girerek, fotokimyasal duman olarak bilinen dumanı meydana geti ri r. Kuru, s ıcak iklimlerde meydana gelen bu çeşi t duman

akciğer ve gözler için yüksek derecede tahriş edicidi r. Bi tkilere de zarar veri r. Fotokimyasal dumanın en büyük bileşeni PAN

(PeroksiAsetilNi trat) olarak bilinen bileşikti r. İlk olarak Los Angeles ’ta tanımlanmış, daha sonra da Tokyo, Meksiko Ci ty,

Londra gibi büyük kentlerde görülmüştür. En fazla yaz aylarında düşük nemli ortamda, 22–35 °C s ıcakl ıklarda oluşmaktadır.

Karbondioksit (CO2), havada çok az oranda, %0 – 0.037 arasında, bulunmas ına karşın miktarı ve değişkenliği nedeniyle

yaşamsal önemi olan bir gazdır. Atmosfere karışan karbondioksidin yaklaşık 4/5’i fosil yakıtların (petrol ve türevleri ,

kömürlerin ve doğal gazın) yanmasından, 1/5’i de canl ıların solunumundan ve mikroskobik canlıların organik maddeleri

ayrıştırmas ından kaynaklanmaktadır. Fosil yakıt kullanımının hızla artmas ına karşın fotosentez için tonlarca ka rbondioksit

harcayan ormanların ve fotosentetik planktonların yok edilmesi , atmosferdeki karbondioksit miktarını son 160 bin yıl ın en

yüksek düzeyine çıkarmıştır. Geçen yüzyıl ın başlarında 290 ppm olan CO2 derişimi , 2006 yılında 381 ppm düzeyine

yükselmişti r. Bu oranın, endüstri devrimi öncesinde 100 ppm olduğu, bu yüzyıl ın sonunda 500 ppm’e çıkacağı tahmin

edilmektedir.

Son yi rmi yılda, a tmosfere salınan insan kaynaklı CO2’in yaklaşık dörtte üçü fosil yakıtların yanmasından, geri kalanı da

özellikle ormanların yangınlarla yok edilmesinden kaynaklanmıştır. Atmosferde bulunan karbon dioksi t derişimi fosil kaynaklı

yakıtların yanması sonucu her yıl 2,3 ppm kadar artmaktadır. Bunun üçte bi ri okyanus veya derin su kaynaklarınca ve bi tkiler

tarafından al ınarak a tmosferden uzaklaştırılmaktadır. Geri kalan 1,5 ppm ise atmosferdeki karbon dioksi t derişimine

eklenmektedir. Bu durum da atmosferin sera etkisini her geçen gün biraz daha arttırmaktadır. Yapılan ölçümler, bu artışın

devam ettiğini göstermektedir. Karbondioksit oranının iki katına çıkmas ı halinde küresel s ıcakl ığın ortalama 3°С artabileceği

81

hesaplanmıştır. Bu nedenle, küresel ısınmaya karşı alınacak önlemlerin başında karbondioksi t salınımının azaltılması

gelmektedir.

Metan (CH4) genellikle insan etkinliklerinden kaynaklanan önemli bir gazıdır. Organik artıkların anaerobik ayrışması

sonucunda meydana gelmektedir. Başlıca kaynakları, bitkisel artıklar, deniz ve karayosunları, hayvan gübreleri , çöp yığınları,

batakl ıklar ve bazı canlılardır. CO2 gazına oranla molekül başına 32 kat daha fazla sera etkisi göstermektedir. Küresel iklim

değişikliğindeki etki payı %13 kadardır. Metanın, derişimini azaltıcı başlıca etken, CO2 ve H2O’ya dönüşümünü sağlayan

troposferdeki radikalleri ile olan tepkimeleridi r. Diğer bir azal tıcı etken oksi tlenmesini izleyen s tratosfere taşınımıdır.

Atmosferdeki miktarı yer ve zamana göre en fazla değişen gaz subuharıdır. Havadaki subuharı, nemli tropikal

iklimlerde %2–3 iken, orta enlemlerde %1’e ve kutuplarda %0.25’e kadar düşer. Atmosferde yükseldikçe subuharı miktarı

hızla azalır. Subuharının çoğu atmosferin ilk 3–4 kilometrelik bölümünde toplanmıştır. Havadaki subuharının yaşam ve iklim

üzerinde çok önemli etkileri vardır. Doğal sera etkisi üzerinde en yüksek paya sahipti r.

Başlıca kloroflorokarbonlar CFC-11 ve CFC-12 ‘di r. Bunlar için doğal kaynak yoktur, doğada kendiliğinden oluşmazlar.

Troposferde CFC’lerin derişimini azaltıcı herhangi bi r etken yoktur. Atmosferik ömürleri CFC-11 için 65 yıl , CFC-12 için 130 yıl

olduğu tahmin edilmektedir. Spreylerdeki püskürtücü gazlar, soğutucu aletlerde kullanılan gazlar, bilgisayar temizleyiciler, bu

gazların başlıca yapay kaynaklarıdır. Küresel iklim değişimindeki payları %22 oranındadır. CFC emisyonlarının cilt

kanserlerinde dramatik artışlara, iklimde ise afet boyutunda değişikliklere yol açacağını tahmin edilmektedir. CFC’ye

al ternatif malzeme olarak flor ve klor yanı s ıra hidrojen içeren hidrokarbon gazları, propan, bütan gibi gazlar

kullanılmaktadır. Montreal Protokolü’ne göre CFC ve HCFC’lerin miktarı ve ozonu kaybı etkilerinin 2050 yıl ına kadar azalacağı

beklenmektedir. Yapılan teknoloji değişimleri ile sadece CFC’lerin miktarındaki artış yavaşlamış olmakla bi rlikte, al ternatif

olarak kullanılan HCFC’ler artmaya devam etmektedir.

Önemli bi rincil ve ikincil hava ki rleticileri , kaynakları ve olumsuz etkileri Tablo 11 ve Tablo 12’de özetlenmişti r.

Tablo 11. Birinci Hava Kirleticileri , Kaynakları ve Olumsuz Etkileri .

Kirletici Kaynak Olumsuz Etkileri

Kükürtdioksi t (SO2)

-Kömür ve petrolün yanması

-Asit yağmurları -Solunum tahriş edicisi

Hidrojen sülfür

(H2S)

-Petrolün damıtılması

-Kağıt hamuru üretimi -Sül fi rikasit tesisleri

-Düşük derişimlerde rahatsız edici

-Yüksek derişimlerde zehirli

Azotoksitler (NO, NO2)

-Benzin, mazot ve doğal gazların yanmas ı -Gübre fabrikaları

-Ni trik asi t, patlayıcılar

-Ozon ürtimi -Asit yağmurları

-Fotokimyasal duman

Hidrokarbonlar -Benzin, kömür, petrol , doğal gazların yanması -odunun yanmas ı -Endüstriyel işlemler

-Tarımsal faaliyetler

-Fotokimyasal duman

Karbonmonoksi t

(CO)

-Benzin, kömür, petrol ve odunun yanması

-Endüstriyel işlemler -Tarımsal faaliyetler -Motorlu taşıtlar

-Düşük derişimlerde baygınlık

-Yüksek derişimlerde ölüm

Metaller Endüstriyel i şlemler Kurşunlu petrol

-Sağlık

Karbondioksit -Hayvan ve insan solunumu -Sağlık

82

(CO2) -Oksijensiz ayrışma -Fosil yakıt kullanımı

-İklim değişikliği

Partiküler Madde -Endüdtriyel işlemler -Motorlu taşıtlar

-Sağlık -İklim değişiklikleri

Endüstriyel hava ki rliliği

İkincil ki rleticiler, atmosferde sonradan oluşan ki rleticilerdir. Bunlardan önemli ikincil ki rleticiler, kaynakları ve olumsu z

etkileri Tablo 12’de verilmişti r.

Tablo 12: İkincil Hava Kirleticileri , Kaynakları ve Olumsuz Etkileri .

Kirletici Kaynak Olumsuz Etkileri Sülfirik asit -Kükürt içeren kömür ve petrolün

yanması (SO2)

-Asit yağmurları

Nitrik asit

Amonyum nitrat Amonyum sülfat PAN (Peroxy acetyl nitrate) -Hidrokarbonların güneş ışığı altında

azot oksi tlerle tepkimesi

Ozon (O3) -Azot oksi t (NO), oksijen ve ul taviyole ışık aras ındaki tepkimeler

-Sağlık -Bi tki zehirlenmeleri

Formaldehit Kloroflorokarbonlar (CFC) -Aerosoller

-Soğutucular -Plastik imalat sanayi

-Sağlık -Ozon kaybı

İkincil ki rleticilerin kontrolü, bi rincil ki rleticilerin kontrol üne göre genellikle daha zordur. Çünkü bu ki rleticilerin

atmosferdeki varl ıklarının denetimi ve azal tılması, bu tür maddelerin oluşumuna yol a çan öncül kimyasalların tanımlanması

ve kaynaklarının belirlenmesi ile havadaki ikincil ki rleticilerin olu şumuna yol a çan özgün tepkimelerin aydınlatılmasını

gerekti ri r. İkincil ki rletici oluşumuna yol açan kimyasal tepkimeler, öncüller arasında karmaşık etkileşmlerin bulunduğu

durumlarda daha da karma şık bi r hal alır. Öyle ki , bazı koşullarda, öncül kirleticilerin salınımlarının azal tılması ile ikincil

83

kirleticinin havadaki derişimlerinin düşürülmesi aras ında doğrudan bir ilişki bulunmayabili r. Örneğin, yer seviyesindeki ozon

(O3), bu türden bir ikincil ki rletici olarak, azot oksitler (NOx) ile uçucu organiklerin (VOC) güneş ıs ığı al tındaki tepkimeleri

sonucu oluşur. Bazı durumlarda O3 derişimlerinin azaltılmas ı, hem NOx hem de VOC salınımlarının kontrolu ile mümkün

olurken, bazı durumlarda ise NOx ya da VOC’ların herhangi bi rinin kontrol ü daha iyi sonuc verebilmektedir.[1]

Yeryüzüne en yakın hava katmanı çoğunlukla en s ıcak katmandır ve yükselti arttıkça havanın s ıcaklığı azalmaktadır. Bu

koşullar altında, düşük yoğunluktaki s ıcak hava yükselirken ki rleticileri yer yüzeyinden uzaklaştırır. Sıcaklık terselmesinde

(temperature inversion) daha soğuk ve daha yoğun bir hava katmanı, daha sıcak bi r hava katmanının al tında alıkonur. Bu

sıcak hava katmanı, yer yüzeyinden havanın yukarıya doğru hareketini engelleyen bir kapak ödevi görür. Bazen çok yüksek

derişimlere erişen ki rleticiler bu soğuk katmanda biriki r. Bu koşullar hava kütleleri uzaklaşana kadar sürer. Oluşan

enverziyonun şiddeti , süresi , kalınlığı ve yerden yüksekliği yaşanan hava ki rliliğinin yoğunluğunu doğrudan etkilemektedir.

Sıcaklık terselmesinin gösterimi Santiago Şehrinde sıcaklık terselmesi (enverziyon)

Tahmin edilen Enverziyon Şiddeti (R) aşağıdaki formül ile hesaplanmaktadır.

R = r1 + r2 +r3 + r4 + r5

Bu formülde;

R = Enverziyon şiddeti

r1 = Enverziyon katmanının varlığı (en fazla 20 puan)

r2 = Sıcakl ık farkı, dt (en fazla 35 puan)

r3 = Minimum rüzgar hızı, Vmin (en fazla 15 puan)

r4 = Enverziyonun yerden yüksekliği , h (en fazla 10 puan)

r5= Enverziyonun kalınlığı, d (en fazla 20 puan) olarak tanımlanmıştır.

84

İl merkezleri mizde aynı günün iki farkl ı saatindeki enverziyon değerleri .

Pek çok kentimizde özellikle kış aylarında yoğun olarak karşılaştığımız hava ki rliliği insan sağlığı açıs ından önemli

problemler yaratmakta ve hatta bazı durumlarda ölümlere bile neden olabilmektedir. Geçmiş yıllarda dünya üzerinde

ölümlere neden olmuş bazı hava ki rliliği olayları örnek olarak aşağıda verilmişti r.

Geçmişte yaşanan bazı hava kirliliği olayları ve sonuçları

Solunum Sisteminin Kirleticilere Etkin Yapısı İnsan solunum sistemi akciğerlerden ve ona ulaşan hava geçi tlerinden yapılmıştır. Hava geçi tleri, havayı çevreden

akciğerlerdeki solunum yüzeyine taşırlar. Bu geçi tler burun, yutak, soluk borusu, bronşlar, bronş boruları, bronşçuklar ve alveolü kapsar.

Burun delikliklerinin açıklıklarındaki uzun kıllar büyük yabancı parçacıkların içeriye girmesini engeller. Genizsel geçitlerin çeperleri , solunum sistemindeki diğer geçi tler gibi , temelde ki rpikli epi tel hücrelerinden yapılmış olan bir mukoza zarla astarlanmıştır. Diğer hücreler, bakteri , toz ve havadaki diğer tanecikleri yaka layan yapışkan bir sıvı olan, sümük salgılar.

Sümük ayrıca havayı nemlendiri r. Mukoza zarın hemen altı zengin kılcallar sağlar. Hava burundan geçtikçe, bu kılcallardaki kan tarafından ıs ıtıl ır. Böylece, genizsel geçi tler, solunan havayı, akciğerlerin hassa s astarına ulaşmadan önce süzme, nemlendirme ve ıs ıtma ödevi görürler. Ağızdan da soluk alınabili r, düzenli olarak burundan solunulmadığında bu yararlar kaybedili r.

Hava, genizsel geçi tlerden, ağız boşluğunun gerisinde yer alan, yutak ya da gırtlağa geçer. Adenoidler ve tonsiller gırtlakta bulunan lenfoid dokulardır. Enfeksiyonlara karşı vücut savunma sisteminin parçalarıdırlar.

Genizsel geçi tler gibi , soluk borusu da ki rpikli sümüklü bi r mukoza zarla astarlanmıştır. Normalde, ki rpik mukoza ilerler ve

hava yollarından dışarı atılan ve çoğunlukla yutulan, yutaktaki yabancı maddeleri yakalar. Çok kimsenin farkında olduğu gibi, solunum sistemi sigara dumanına göre tasarlanmamıştır. Sadece bir sigara

yaklaşık 20 dakikalığına ki rpik hareketini durdurur. Ayrıca , s igara dumanı hava geçitlerinde mukoza üretimini artırır. Sigara içenin öksürmesi, vücudunun fazla mukozadan kurtulma gi rişimidir.

Sağlıkla ilgili Hava Kalitesi İndeks* Düzeyleri (Air Quality Index (AQI) Levels of Health Concern)

85

*Analizlerde karşılaştırma (standart) maddesi ile elde edilen sayısal oran

Air Quality Index Levels of

Health Conce rn

Sağlıkla ilgili Hava Kalitesi İndeks* Düzeyleri

Nume rical

Value

Sayısal

Değer

Meaning

Yorumu

Good

İyi 0 to 50

Air quality is conside red satisfacto ry, and air po llution poses little o r no risk

Hava kalite si yeterli bulunmakta ve hava kirle ticile ri çok az veya risksiz görünmektedir.

Moderate

Makul 51 to 100

Air quality is acceptable; however, fo r some po llutants there may be a mode rate health concern

for a very sma ll numbe r of peop le who are unusually sensitive to a ir po llution.

Hava kalite si yeterlid ir; bununla b irlikte, bazı kirle ticie rden do layı, hava kirliliğine çoğunlukla

duyarlı çok az sayıdak i insan için sın ırlı bir sağ lık e ndişesi olab ilir.

Unhealthy for Sensitive G roups

(USG)

Duyarlı G rup lar için Sağlıklı

Değil

101 to 150

Members of sensitive groups may experience health effe cts. T he gene ral pub lic is not likely to be

affected.

Duayarlı g rup ların mensup ları sa ğlık so runla rı yaşayabilir. Halk ın e tkile nme si olası değil.

Unhealthy

Sağlık sız 151 to 200

Everyone may begin to experience health effe cts; me mbe rs of sensitive groups may expe rie nce

more se rious health effects.

Herkeste sağlık sorunla rı başlayabilir; duyarlı g rup la rın mensup ları daha cidd i sağlık so runla rı

yaşayabilir.

Very U nhealthy

Çok Sağ lıksız 201 to 300

Health warnings of eme rgency conditions. The entire popula tion is more likely to be affected.

Acil durum koşulları sağlık uya rıları. Nüfusun ta ma mı büyük o lasılıkla e tkilenecektir.

Hazardous

Tehlikeli 301 to 500

Health alert: everyone may experience more serious health effe cts

Sağlık ala rmı: herkes çok ciddi sağ lık so runla rı yaşayabilir.

URL: http://www.epa.gov/airnow/today/forecast_aqi_20120308_usa.jpg

Hava Kirliliğinin Nedenleri

Hava ki rliliğine doğal olaylar ve beşeri faaliyetler neden olmaktadır. Ayrıca hemen hepsinin kaynağı yanma olayına

dayanmaktadır. Çünkü Dünyadaki enerjinin %30 kadarı hidrolik , geri kalan %70’lik bölümü ise kömür, petrol , doğal gaz veya

bunların sentetik türevlerinin yakılması ile elde edi lmektedir.

86

Türkiye’de bilinen hava ki rliliği genel olarak evsel ıs ınma ve taşıtlardan kaynaklanmakta, endüstriyel merkezlerde bu

kaynakların üzerine endüstri emisyonlarından meydana gelen ki rlilik eklenmektedir. Son yıllardaki hızl ı ve plansız şehirleşme ,

endüstrilerin yer seçiminde yapılan hatalar ve endüstri emisyonlarına etkili bi r arıtım uygulanamamas ı, sanayileşmiş

ülkelerde 1960’l ı yıllarda çözülmler üretilmeye başlanan lokal ki rlilik sorunlarının Türkiye’de hızla artmasına sebep olmuştur.

Değişik faktörlerin rol oynamasına rağmen, hava ki rliliğinin sebepleri genel olarak şehirleşme ve endüstri şeklinde ikiye

ayrılabilir. Buna göre hava ki rliliğinin beşeri kaynakl ı nedenlerini iki ana başlık al tında toplamak mümkündür.

Kentleşme

Endüstrileşme

Kentleşme

Özellikle 1950’li yıllardan sonra görülen hızl ı şehirleşme, Türkiye’deki hava ki rliliğinin en önemli sebeplerindendir.

Kentleşmenin geti rdiği hava ki rliliğinin en büyük bir bölümü, ıs ıtmada kullanılan kömü r ve fueloil emisyonlarından

kaynaklanmaktadır. Evsel ıs ınma amacıyla yakılan kömür ve fuel -oil emisyonlarının alçak bacalardan atmosfere atılması,

kullanılan yakıtın yüksek oranda kükürt ve kül içermesi, ıs ınma sistemlerinde yanmanın genellikle tam olmaması gibi

faktörler enverziyon gibi meteorolojik e tmenlerle bi r araya geldiğinde, özellikle kış aylarında şehirlerin önemli bi r bölümünde

görülen yüksek ki rletici konsantrasyonları ortaya çıkmaktadır.

Sayıları hızla artan motorlu taşıtların, gözlenen hava ki rliliğine katkısı önemli boyutlara ulaşmıştır. Motorlu taşıt

sayısının fazla olması ve her yerde toplu taşıma sistemine geçilememesi, havaya verilen egzoz gazı emisyonlarını artırmakta

ve havanın ki rlenmesine neden olmaktadır. Hava ki rliliğinin bazı illerde diğerlerine nazaran çok daha fazla olmas ının sebebi,

meteorolojik koşullar ve şehirleşme sonucunda yüzey rüzgarlarının önünün kesilmesi gibi faktörler olmaktadır. Kentlerin

altyapı sorunu ile düzensiz yerle şim ve doğal hava koridorlarını kapayan yapılaşma da, hava ki rliliği sorunu için olumsuz

koşullar yaratmaktadır.

Kentleşmeye bağl ı olarak kent içinde veya hemen yakınında kurulan endüstri tesisleri de hava ki rliliği sorununu daha

da ağırlaştırmaktadır. Endüstriden kaynaklanan hava ki rliliği daha çok, yanlış yer ve teknoloji seçimi sonucu görülmekte dir.

Özellikle büyük kentlere yakın olarak kurulacak bir tesisin topografik yapıya ve hava hareketlerinin yönüne göre olan

konumu, büyük önem taşımaktadır.

Evsel ısınmanın yol açtığı en çarpıcı ha va ki rliliği örneği Ankara’da yaşanmıştır. Sadece batı yönü rüzgara açık olan,

apartman ve gecekondu tipi s ık inşa edilmiş binalarla dolan Ankara, değişik kömür ve fuel -oil çeşitlerinin yakılmas ı ile kış

mevsimlerinde büyük bir ki rliliğin etkisinde kalmıştır. Bununla beraber, doğal gaz kullanılması sonucunda Ankara’da hava

ki rliliğinin büyük ölçüde azaldığı da bi r gerçekti r. Ayrıca , İs tanbul , İzmir, Eskişehir, Bursa, Kayseri , Adana, Gaziantep, Ko caeli,

Samsun, Zonguldak, Trabzon, Erzurum ve Diyarbakır’da da hava ki rliliğinde artışlar görülmektedir.

Motorlu taşıtların hava ki rliliğine katkıları son yıllarda önemli boyutlarda artmıştır. Özellikle yaz aylarında taşıtlar,

görülen ki rletici konsantrasyonlarının en önemli kaynağı olmaktadır. Taşıtlardan atılan hidrokarbonlar (HC), azot oksitler

(NOx) ve karbonmonoksi tler (CO), bu ki rleticilerin atmosferdeki konsantrasyonlarının artmasına sebep olmakta, ayrıca

hidrokarbonlar ve azot oksi tlerinin atmosferde güneş ışınlarının katali tik etkisiyle gi rdikleri reaksiyonlar sonucu “fotokimyasal

duman” denen ve ozon, aldehitler gibi güçlü oksi tleyici maddeleri i çeren bir tür ki rlilik meydana gelmektedir. Son yıllarda,

benzin fiyatlarındaki hızl ı artış, dizel motoruyla çalışan araçların toplam araç sayısı i çindeki oranını hızla arttırmıştır.

Dizellerden bırakılan karbon parçacıkları hem görüntü bozukluklarına, hem de güneş ışığını absorbe etme özellikleriyle mikro

meteorolojik değişikliklere sebep olabilmektedir.

87

Endüstri

Endüstriden kaynaklanan hava ki rliliği esas olarak yanl ış yer seçimi ve atık gazların yeterli teknik tedbirler a l ınmadan havaya

bırakılması sonucu meydana gelmektedir. Halen, İstanbul-İzmit aras ı, Bursa, Adapazarı, Samsun, İzmir, Adana-Tarsus bölgesi,

Karadeniz Ereğlisi, Karabük, Bartın, Hereke ve Kırıkkale, endüstriden kaynaklanan hava ki rliliğine büyük ölçüde sahne

olmaktadır. Bazı bölgeler burada bulunan tek bi r endüstrinin meydana geti rdiği yoğun ki rliliğe maruz kalmakta, bazı endüstri

bölgelerinde ise bi rçok endüstrinin emisyonları bileşik bi r ki rlilik yaratmaktadır.

Endüstriyel ki rlilik kaynaklarının en önemli kısmını, tesislerde kullanılan yakıt oluşturmaktadır. Bunun için atmosfere

verilen kirleticilerin en büyük bölümü, enerji üreten santrallerden ve özellikle termik santrallerden verilen kirleticilerdir.

Endüstriden kaynaklanan hava ki rliliği i çin çözüm, tesis yerlerinin iyi seçilmesi , üretim için ütün teknoloji kullanılması ve

bacalara atıkları zararsız hale geti rebilecek sistemlerin takılmasıdır (Resim 13).

Endüstriyel hava ki rliliği

Hava Kirliliğini Etkileyen Çevresel Etkenler

Kentleşme ve endüstrileşme kaçınılmaz iki gerçekti r. Dünya nüfusunun hızla artmaya devam etmesi ve daha iyi beslenebilme

ve yaşayabilme arzusu iki olayın da devam edeceğini göstermektedir. Ancak kentleşme ve endüstrileşme hareketinde,

çevreye duyarlı ve uyumlu hareket etmek insanın elindedir.

Bunun için hava ki rliliğini etkileyen olumlu ve olumsuz fiziksel çevre koşullarının önceden bilinmesi, ona göre planlama

yapılması ve önlemlerin al ınmas ı gerekir.

Genel olarak hava ki rleticilerinin atmosferdeki dağılımını ve ki rlilik derecesini üç ana neden beli rler.

Beşeri faaliyetler

Meteorolojik ve klimatolojik özellikler

Jeomorfolojik özellikler

İnsanların daha iyi yaşayabilmek arzusuyla ortaya koyduğu sanayileşme faaliyetleri , büyük kentlere akım, artan kara ve deniz

trafiği , hızla artan nüfusa bağlı olarak bilinçsizce yer altı ve yer üstü kaynaklarının tüketilmesi ki rliliği arttıran başl ıca beşeri

faaliyetlerdir.

Meteorolojik ve klimatolojik etkenlerle, jeomorfolojik etkenler hava ki rliliği konusunda birbirleriyle iç içedir. Hava

88

kirlenmesinde meteorolojik değişkenler (sıcaklık, rüzgar, yağış v.b) topografik yapıyla şekillenmekte, etkileri artmakta veya

azalmaktadır. Bi r yerde yaşanan ve felaket halini alan hava ki rliliği sorunu, ancak uygun olmayan topografik ve meteorolojik

koşulların etkisiyle görülebili r.

Meteorolojik-klimatolojik ve jeomorfolojik bakımdan hava ki rliliğini olumsuz yönde etkileyen yerlerde yaşanan hava

ki rliliğinin nedenleri aşağıdaki şekilde özetlenebilir.

Hava akımlarının (rüzgarın) oluşumunu sağlayacak doğal kanalın bulunmadığı çukur alanlar (depresyonlar) ve geceleyin

soğuyarak ağırlaşan havanın aktığı vadi tabanları, hava ki rleticilerinin hapsolduğu ve ki rliliğin arttığı yerlerdir.

Etrafı dağlarla çevrili düzlükler özellikle kışın hava ki rliliğinin arttığı yerlerdir. Çünkü hem etrafındaki dağlarda soğuyan

hava buralara doğru akmakta hem de bu gibi yerlerde yeryüzü geceleyin radyasyonla çok fazla soğumaktadır. Böylece

atmosferin yere yakın kısımları daha soğuk, daha ağır olmakta ve ki rleticiler yükselemediğinden oradaki kirlilik

konsantrasyonu artmaktadır.

Atmosfer ki rleticilerinin kaynaklarından çevreye yayılmasını, yatay ve dikey yöndeki hava hareketleri (yüksekte, alçal tıcı)

sağlamaktadır. Yatay ve dikey yöndeki hava akımlarının hızı arttıkça, ki rlilik konsantrasyonunda azalma olmaktadır.

Atmosferdeki hava hareketleri , sıcakl ığın atmosferdeki dikey dağılımıyla ilgilidir. Yeryüzüne yakın seviyedekiler daha

sıcaksa yukarıya doğru hareket vardır. Başka bir ifadeyle atmosferin aşağı seviyelerindeki ki rleticiler yukarıya taşınırlar ve

buradan da rüzgarlarla uzaklaştırıl ırlar. Böylece o yerdeki kirlilik azalmaktadır.

Ancak bazı durumlarda ve özellikle kış aylarında geceleri atmosferin yere yakın al t kesimleri, üst kesimlerine göre daha

soğuktur (Radyasyonla soğuma). Bu durumda dikey s ıcakl ıkta bi r terselme (inversiyon) oluşmuştur (Şekil 32). Yere yakın

kıs ımlar daha soğuk, üst kıs ımlar ise daha sıcaktır. Ki rletici kaynaklarından verilen kirleticiler alt kıs ımda bulunan soğuk,

yoğun ve ağır havanın etkisiyle yükselemediğinden ve o seviyede hapsolduğundan, ki rlilik konsantrasyonunda büyük artış

olmaktadır. Bu terselmenin yerden yüksekliği ki rlilik derecesi üzerinde doğrudan etkilidi r (Şekil 33).

Bunlardan başka atmosferin kararlıl ığı, karars ızl ığı, sıcaklık, rüzgar, nem, bas ınç gibi diğer meteorolojik değişkenler de ha va

kirliliği üzerinde doğrudan veya dolaylı etkili olan etmenlerdir.

Hava Kalitesi Sınır Değerleri

İnsan sağlığının korunmas ı, çevrede kısa ve uzun vadeli olumsuz etkilerin ortaya çıkmaması için, atmosferdeki hava

ki rleticilerinin bi r arada bulunduklarında, değişen zararlı etkileri de göz önüne al ınarak tespit edilmiş konsantrasyon birimleri

ile i fade edilen seviyelerdir.

Bunlar;

Uzun Vadeli (1 yıllık) Sınır Değer (UVS)

Bi r yıl içinde aşılmamas ı gereken, tüm ölçüm sonuçlarının ari tmetik ortalamas ıdır.

Kısa Vadeli (24 saatlik) Sınır Değer (KVS)

24 saatlik ortalamalar veya bir yıl i çinde bütün ölçüm sonuçlarının sayısal değerlerinin büyüklüklerine göre sıralandığında ölçüm sonuçlarının %95’ini aşmaması gereken değerdir. UVS ve KVS için verilen süreler genellikle 1 yıll ık dönemleri kapsamaktadır.

Kış Sezonu Ortalaması Sınır Değerleri

Ekim-Mart kış döneminde ısınmadan kaynaklanan hava ki rleticilerinin yerleşim bölgelerinde yapılan

ölçümlerinin ortalama değerleridi r.

89

Tablo-1 Bazı Hava Kirleticilerinin Uzun ve Kısa Vadeli Sınır Değerleri

Hava Kirleticiler Birim UVS* KVS*

1 Kükürt Dioksit (SO2) (SO3)dahil

a. Genel (µg.m-3) 150 400 (900)

b. Endüstri Bölgeleri (µg.m-3) 250 400 (900)

2 Karbon Monoksit (CO) (µg.m-3) 10 000 30 000

3 Azot Dioksit (NO2) (µg.m-3) 100 300

4 Azot Monoksit (NO) (µg.m-3) 200 600

5 Klor (Cl2) (µg.m-3) 100 300

6 Klorlu Hidrojen (HCl) ve gaz halinde klorürler (Cl -) (µg.m-3) 300

7 Florlu hidrojen (HF) ve gaz halinde anorganik florürler (F-) (µg.m-3) 10 (30)

8 Ozon (O3) ve fotokimyasal oksitleyiciler (µg.m-3) (240)

9 Hidrokarbonlar (HC) (µg.m-3) 140 (280)

10 Hidrojen sülfür (H2S) (µg.m-3) 40 (100)

11

Havada asılı partiküler maddeler (PM) (10µg ve daha küçük partiküller) a. Genel

b. Endüstri bölgeleri

(µg.m-3) 150 300

(µg.m-3) 200 400

12 PM içinde kurşun (PB) ve bileşikleri (µg.m-3) 2

13 PM içinde kadmiyum (Cd) ve bileşikleri (µg.m-3) 0.04

14

Çökelen tozlar a. Genel

b. Endüstri bölgeleri

(µg.m-3) 350 650

(µg.m-3) 450 800

15 Çökelen tozlarda Pb ve bileşikleri (µg.m-2.gün-1) 500

16 Çökelen tozlarda Cd ve bileşikleri (µg.m-2.gün-1) 7.5

17 Çökelen tozlarda TI ve bileşikleri (µg.m-2.gün-1) 10

Kaynak: Çevre müsteşarlığı, 1986

* Uzun vadeli sınır değer

**Kısa vadeli sınır değer

Hava Kirliliğinin Çevreye Etkileri

Atmosferin fi ziksel , kimyasal ve biyolojik özelliklerinin bozulmasıyla ortaya çıkan hava ki rliliğinin doğal ve beşeri çevre

üzerinde çok olumsuz etkileri vardır. Bu olumsuz etkileri aşağıdaki şekilde açıklamak mümkündür.

İnsan yaşamı üzerindeki olumsuz etkileri

Atmosfere verilen karbon parçacıkları, karbonmonoksi t, azotoksi tler, hidrokarbonlar, diğer bazı zararlı ve kansorejen

maddeler insan sağl ığı üzerinde önemli olumsuz etkiler yapar.

Bitki ve hayvanlar üzerindeki olumsuz etkileri

Hem atmosferdeki çeşi tli ki rleticiler hem de bunların herhangi bi r nedenle yeryüzüne inmesi bi tki ve hayvanların yaşamı

üzerinde doğrudan etkilidir.

90

İklim üzerindeki olumsuz etkileri

Kirleticiler, Güneş ışınları üzerinde etkili olarak lokal ölçekte sıcakl ık değişimlerine neden olabilmektedir. Ayrıca neden

olabileceği sera etkisi ve ozon tabakasındaki incelemeye bağlı olarak da iklim üzerinde küresel boyutta görülebilecek

değişikliklere katkıda bulunmaktadır.

Asit yağmurları yoluyla yaptığı etkiler

Özellikle fosil yakıtlarda, karbon yanında bulunan kükürt ve azotlu bileşikler, yanma sonucu gaz halinde havaya

verilmektedir. Kükürt dioksi t gazı (SO2)’nın atmosferde su (H2O) ile gi rdiği reaksiyon sonucunda önce sul füroz asit (H 2SO3),

daha sonra da sül fürik asit (H2SO4) oluşmaktadır. Havadaki bu asi t, sülfürik asi t yağmuru olarak yeryüzüne inmektedir. Tabii

bu yağmurla bi rlikte yeryüzüne inen asit, canlı ve cans ız çevre için son derece zararl ı olmaktadır (Şekil 34).

Asit yağmurları bütün ta rihi , sanatsal ve kültürel yapıların taş ve metal kısımları ile boyalarına olumsuz yönde etki ederek

bunların tahrip olmasına neden olmaktadır.

Hayvan ve Bitkilere Etkileri

İnsanlarda görülen hava ki rliliği etkilerine, bi r ölçüde hayvanlarda da rastlanmak tadır. İnsanlar ve hayvanlar dışında bi tkiler

de hava ki rliliğinin etkileri ile karşı karşıyadır. Hava ki rliliğini meydana getiren bazı gazlar, bitkilerin solunumu s ırasın da

gözeneklerden içeriye gi rerek fotosentezi yavaşlatır. Özellikle tarımsal bi tkilerdeki bu olumsuz etki , bi r ölçüde ürün

azalmasına sebep olur. Kükürt dioksitin en çok etkilediği bi tki türleri , bazı önemli tahıl ürünleridi r. Ağaçların yaprakların da

görülen renk bozulmaları da hava ki rliliğinin bi tki hayatında sebep olduğu ayrı bi r bozulmadır.

Hava ki rliliğinin bi tkilere olan etkisinin en iyi örneği , kömürlü santrallerden atılan SO 2 gazının atmosferde gi rdiği reaksiyonlar

sonucu meydana gelen H2SO4’in yağmur suyu ile yıkanması sonucu meydana gelen asit yağmurlarının geniş orman alanlarına

verdiği zarardır. pH değeri bazen 4.0’ün al tında olan bu tür yağmurların İskandinav ülkeleri , Kanada ve Almanya’daki

ormanlarda meydana geti rdiği zarar, li teratürde etraflıca i şlenmişti r. Türkiye’de benzer zararların varl ığı konusunda yapılmış

kapsamlı bir çal ışma bulunmamasına rağmen, Batı Karadeniz sahillerinde yer alan ormanlarda asit yağmurlarından

kaynaklanan bozulmaların olduğu öne sürülmektedir. Kaz Dağ’ında yapılan bir çalışmada Karaçam ve Kaz Dağı Göknarı’nda

görülen orman ölümlerinin batıdan taşınan ki rletici gazların etkisiyle olduğu öne sürülmüştür. Karadeniz’de yapılan bir

çalışmada ise Avrupa’dan taşınan sülfat ve ni trat iyonlarının bu zararı verecek düzeyde olduğu görülmüştür.

3. Eşyaya Etkileri

Hava ki rliliği , yapıların taş ve metal kıs ımla rında zararlara sebep olmaktadır. bu zararın en belirgin özelliği, i ş sebebiyle olan

ki rlenmedir. Ayrıca , kükürt dioksitli hava, ki reç taşının tahribine yol açmaktadır. Yine kükürt dioksit, özellikle demir ve çelik

gibi metal kıs ımlar üzerinde zararlı etki yapmaktadır.

Ġklime Etkileri

Sera Etkisi: Yaklaşık 80 km kal ınlıktaki atmosfer, orantısal olarak ince bir örtüdür. Troposfer adı verilen atmosferin

al ttaki katmanı, hava sıkışıklığından dolayı, atmosferdeki havanın %75’ini ve nemin de hemen tamamını içeri r. Bildiğimiz

hava etkinliklerinin de çoğu, troposferin içinde olduğu, yaklaşık 18 km derinlikteki (kutuplarda daha ince, ekvatorda daha

kal ın) katman içinde meydana geli r. Bu etkenliği ortaya koymak için çok büyük miktarda enerji gerekmekte ve bu enerji ya

doğrudan ya da dolaylı olarak güneşten gelmektedir. Atmosfer tarafından doğrudan soğurulan ve absorbe eden gazların

sıcaklığını arttırmada kullanılan enerji kazanım oranının yaklaşık %20’si temelde yalnız başına havadaki su buharı tarafından

alınmaktadır. Kazanım dışındaki solar enerjinin yaklaşık %45’i uzaya geri yansıtılmakta ve %55’i yer yüzeyi tarafından

91

soğurulmaktadır. Bunlar ortalama rakamlardır. Gerçek değerler atmosferdeki bulut miktarı ile değişmektedir. Diğer yandan,

kapsamlı enerji değişim verileri bu yalın rakamlarla ifade edilenden çok daha karmaşıktır. Karmaşık kısım, troposferde solar

enerji dağılımında kuvvetli bi r etkiye sahip, çok iyi bilinene bir olgu olan “sera etkisi” olarak gösterilmektedir. Sera etkisi,

basi t olarak, değişik dalga boylarındaki enerjinin aktarımında, hava değişkenliğinin bi r sonucu olarak troposfer içindeki solar

enerjiyi tutar. Güneş, çok yüksek s ıcakl ıkta (6000 C) ışınım enerjisi yaymaktadır. Bu sıcakl ıklardaki ışınım temelde kısa dalga

boyu (0.15 ile 4 mikron) spektrum parças ı olarak uzaydan yeryüzüne aktarılmaktadır. Dünya atmosferi bu dalga boylarındaki

enerjiye yüksek derecede geçirgendir ve bu enerji kolayl ıkla (kuşkusuz bulutların yokluğunda) yer yüzeyine kadar

geçebilmektedir. Yer yüzeyi ve üzerindeki cisimler, bu enerjiyi atmosferden uzaya geri yans ıtırlar. Ancak bu geri yansıma,

kuşkusuz yeryüzündeki cisimlerin kendi s ıcakl ıklarında, dolayıs ıyla çok daha uzun dalga boylarında (4 ile 120 mikron)

olmaktadır. Atmosfer bu daha uzun dalga boylarındaki enerjiye çok fazla geçirgen değildi r ve böylece geri yans ıyan enerjinin

çoğu atmosferde, temelde hava ve su buharının çoğunun bulunduğu troposferde absorbe edilir ve tutulur. Böylece, bi r

seradakine benzer şekilde, troposfer ıs ınır. Sera etkisi çerçevesine gi ren diğer bi r karmaşıklık, bu enerji ve su buharı

arasındaki ilişki ile aktarılmaktadır. Radyant enerjinin çoğunu absorbe eden hava bileşeni su buharıdır. Bunun sonucu olarak,

sera etkisi, kuru havadan çok, nemli havada beli rginleşmektedir. Sıcak gün-soğuk gece durumundaki bu sonuçlar çöllerde

yaygındır ve tropikler gibi yüksek rutubetli bölgelerde günlük değişimlerden daha az söz edilmektedir.

Hava ki rliliğinin iklime etkisi, bi risi lokal diğeri global düzeyde olmak üzere iki ölçekte olmaktadır. Lokal düzeyde,

şehir merkezinde ve büyük yerleşim alanlarında bulunan ki rleticiler yüzeye ulaşan güneş ışınlarını yansıtmakta, dağıtmakta

ve az da olsa absorbe etmektedir. Bu olayların, şehir merkezinde bazı meteorolojik farkl ılaşmalara sebep olmaları beklenir.

Ancak, şehir merkezleri yerkürenin çok küçük bir kısmını meydana geti rdiklerinden global ölçekte bu tür meteorolojik

değişiklikler çok önemli olmamaktadır.

Küresel düzeyde ki rlilik ise bütün dünyayı etkilediğinden çok daha önemlidir. Bu tür küresel ölçekte hava ki rliliğinin

iki örneği “sera etkisi” ve “ozon tükenimi”dır. Sera etkisinin nedeni , dünyadan uzaya geri yans ıyan kızılötesi radyasyonunu

tutan insan etkinliklerinden kaynaklanan bazı gazların derişimlerinin artmasıdır. Örneğin bu tür gazların başında gelen CO2’in

atmosferdeki konsantrasyonu son 40 yıl i çinde 320 ppm’e çıkmıştır. Her ne kadar, sera gazları denen bu gazların

atmosferdeki derişimlerinin artmasının yıll ık ortalama sıcaklıkları arttıracağı ve bunun sonucu olarak dünyamızın ikliminin

önemli ölçüde değişeceği kabul ediliyorsa da, atmosferin çok karmaşık bi r sistem olması ve bugün kullanılmakta olan

modellerin yetersizliği nedeniyle, sonuçların ne olacağını kesin olarak hesaplama olanağı yoktur.

Ozon Kaybı

Ozon, atmosferde çok az miktarda bulunan, üç oksi jen atomundan oluşan (O3), solunuma zararl ı mavimsi bi r gazdır.

Dünyadaki ozonun %90’ı ozon katmanı olarak anılan, stratosferin 19 ile 45 kilometreleri ve en yüksek 20-30 km’leri arasında,

toplanmıştır.

92

Değişti rili r=yenilenir

GÜNEŞ

1. Oksijen molekülleri 2 oksijen atomu vererek fotolize olurlar (YAVAŞ)

2. Solar UV ozonu parçaladıkça ozon ile oksijen atomları sürekli birbirine dönüştürülür ve oksijen atomu başka bir oksijen molekülü ile tepkimeye girer (HIZLI)

O2 + O O3 O + O2

3. Ozon, oksijen arom veya ozon molekülünün biriyle veya klor gibi diğer bazı eser gazla tepkimesi ile kaybedilir.

Bu birbirine dönüştürülme işlemi UV ışınımını stratosferi ısıtan termal enerjiye dönüştürür.

Ayl ık ortalama toplam küresel ozon miktarı.

(Global monthly a ve rage total o zone amount. )

Ozon yarığında her yıl TOMS (Total Ozone Mapping Spectrometer) ile ölçülmüş en düşük ozon değerle ri (Dobson

Units).

Ozon özellikle canl ı organizmalarda zararlı olan UVB (Morötesi Bant) denilen bir morötesi radyasyon bandını absorbe eder.

93

Morötesi ışınım (radyasyon) elektromanyetik spektrumda (tayfta) görünen ışıktan daha kısa dalga boyundaki bi r kıs ımıdır.

Güneş, çoğunlukla üç banda ayrılan morötesi ışınım, (UV) UVA, UVB ve UVC üreti r.

UVB, güneşten gelen 280-320 nanometre dalga boylarındaki bi r morötesi ışınım bandıdır. UVB bazı zararl ı etkilere sahip

güneşin morötesi ışınlarının bir çeşididi r. Özellikle DNA’nın zarar görmesinde etkilidir. Melanoma ve diğer cil t kanseri

türlerinin bi r nedenidir. Bazı materyallerin, tarım ürünlerinin ve deniz organizmalarının zarar görmesi ile ilişkili olmaktad ır.

Ozon katmanı yeryüzüne güneşten gelen UVB’nin çoğuna karşı yeryüzünü korur.

UVC, 280 nanometreden daha kısa dalga boylarındaki morötesi ışınımın bir bandıdır. UVC çok ileri derecede tehlikelidir,

ancak ozon ve normal oksijen (O2) tarafından tamamen absorbe edilmektedir.

Ozon Kaybı (Tükenimi) İşlemi

Şimdiye kadar kaydedilen en büyük Antarktik ozon yarığının görüntüsü (Eylül 2006) ve tasvi ri .

Ozon tükenimi Kloro Floro Karbonların (KFK) ve diğer ozon tüketici maddelerin (OTM) atmosfere verilmesiyle başlar.

Rüzgarlar troposferi etkin olarak karıştırır ve gazları yayar. KFK ileri derecede kararl ıdır ve yağmurda çözünmezler. Bi rkaç

yıllık bi r dönemden sonra, OTM molekülleri yer yüzeyinden yaklaşık 10 km yukarıdaki stratosfere ulaşırlar.

Kuvvetli morötesi ışınlar OTM moleküllerini parçalar. KFK, Halon FKK, karbon tetraklori t, metil kloroform ve diğer gazlar

yapılarındaki klor atomlarını serbest bırakırlar. Halonlar ve metil bromid brom atomunu serbest bırakırlar.

Halonlar yangın söndürme amillerinde kullanılırlar. Brom içerdiklerinden ozon tüketimine neden olurlar. Gerçekte ozonu

yok eden bozulmamış OTM molekülleri değil, bu atomlar (Cl , Br)’dır. Bi r klor atomunun, s tratosferden uzaklaştırılana kadar

yaklaşık 100,000 ozon molekülünü yok edebildiği tahmin edilmektedir.

Ozon, yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi doğal bi r döngüde sürekli üretilir ve yıkılır. Ancak, mevcut ozon miktarı

değişmeden aynı kalır. Bu denge beli rli bi r yerde bir akarsuyun akıntı derinliği olarak düşünülebili r. Buradan bağımsız su

molekülleri belirli bi r kalınlıkla geçer, ancak toplam derinlik değişmez. Benzer şekilde, yıkılan ozon molekülleri ile onların

yerine üretilen yenileri dengede kaldığı sürece, ozon katmanının kararlığı değişmeden kalır. Bu durum son 20 -30 yıl öncesine

kadar süregelmişti r. Eğer ayrılan ozon doğal ozonun oluşturduğu tepkimeden daha hızl ı kaybolup giderse, ozon düzeyi düşer.

Stratosferdeki klor ve brom miktarındaki büyük artış bu dengeyi bozmuştur. Bu anlamda, yukarıdaki benzetmedeki

akarsuyun normal akışı yanında, akarsu tabanında meydana gelen kaçaklarla da suyun uzaklaştırıldığı düşünülürse artık

suyun derinliğinin değişmeden kalması beklenemez.

94

Ozon zararlı UVB ışınımını süzdüğünden, daha az ozon, yer yüzeyinde daha yüksek UVB düzeyi demekti r. Ozon tükenimi

arttıkça UVB geldisi artacaktır. Bu süreç özet olara k: (1) KFK salıverilir, (2) KFK ozon katmanına yükselir, (3) UV KFK’dan kloru

serbest bırakır, (4) klor ozonu yıkar ve (6) daha çok UV yeryüzüne ulaşır. Bu da daha çok deri kanseri ile

sonuçlanabilmektedir.

TOPRAK KĠRLĠLĠĞĠ

Toprak yer kabuğunun en üst kısmında yer alır. Aşağıya doğru kayalarla, yukarıya doğru ise bi tki örtüsü ve atmosferle temastadır. Toprak hacmini genel olarak %45 inorganik madde, %5 organik madde, %25 toprak suyu ve %25 toprak havası oluşturur.

Topraklar canl ılara yaşama ortamı olarak hizmet etmekte, bi tkilere köklerin tutunacağı bi r ortam sağlamakta ayrıca su, oksijen ve besin maddeleri sunmaktadır. Toprağın bu özellikleri su ve rüzgar erozyonuyla ve fiziksel , kimyasal , biyolojik etkenlerle azalabilmektedir.

Toprağın oluşumu

Toprak başl ıca iki süreç sonunda meydana geli r.

Kayaçların ıs ınma ve soğumayla genleşerek parçalanmasıyla mekanik olarak oluşur.

Yüzeye yakın kayaçlardaki suyun meydana geti rdiği genelde asidik tuzların etkisiyle kimyasal olarak parçalanmas ıyla oluşur.

Toprağın cinsi öncelikle iklim, organik etkinlik, bulunduğu yer ve zamana bağlıdır. İklim ıs ınma-soğuma ve yağışla toprak oluşumunu hızlandırır. Organik etkinlik köklerin ve toprak altındaki hayvan çukurlarının etkisiyle önemli rol oynar. Toprak tepele rden yağışla daha aşağı bölgelere doğru taşınır. Bu i şlemlerin uzun süreli olmas ı da toprak oluşumunu artırır.

Bitki artıkları topraktaki organik madde miktarını artırır. Ancak tarımsal faaliyetler toprağın organik madde miktarını azaltır (50 yıl tarım ya pılan toprakta organik maddeler yaklaşık %20-40 azalır)

Toprak Kirliliği

Toprakların fi ziksel, kimyasal ve biyolojik dengesinin çeşi tli kirletici unsurlarla bozulması olayına toprak ki rliliği adı verili r. Örneğin çeşi tli şekillerde katı ve sıvı atıkların topraklara boşal tılması ve karıştırılması bu toprakların fi ziksel,

kimyasal ve biyolojik olarak ki rlenmesine yol açar.

Toprağın kimyasal olarak Kirletilmesi:

Tuzluluk; topraktaki suda çözünen iyon derişimi olarak tanımlanabili r. Elektriksel iletkenlikle beli rlenir.

Toprak Kirleticileri

Toprak su ve havaya oranla dış etkenlere karşı tamponlama gücü daha yüksekti r. Ancak sisteme ileve edilen

ki rleticiler tarafından bozulmalar meydana geldiğinde karşılaşılan sorunlar o ölçüde karmaşık, zor ve düzeltilmesi masraflıdır.

Toprak ki rlenmesine sebep olan başlıca ki rleticiler

ağır metaller,

suni gübreler,

tarımsal mücadele ilaçları,

atık sular,

atmosferik emisyonlar,

95

arıtma çamurları,

katı atıklar, çöpler

radyoakti f atıklardır.

Toprakta bulunan ağır metaller ki rliliği Cd, Cu, Ni , Pb, Zn, Hg, Co, Arsenik dolayısıyla meydana gelir.

Söz konusu metaller doğal çevrede birikme eğilimi gösteren daha çok toksik eğilimli elementlerdir. Bunların

dışındaki eser elementler ise beli rli derişimlerin üzerinde bulundukları takdirde insan,, hayvan ve bi tki sağl ığını olumsuz yönde etkilemektedir.

Suni Gübreler

Bitkilerin büyümesi için gerekli elementler

1. Bi rincil Besleyiciler: N, P, K

2. İkincil Besleyiciler: Ca , Mg, S

3. Üçüncül besleyiciler: B, Cl , Cu, I , Mn, Mo, Zn

Birincil besleyiciler, bol miktarda kullanılır, toprakta ürün verimini artırır. Bitkiler tarafından

topraktan tamamen alınır.

İkincil besleyiciler; gerekli oranlarda kullanıl ır, bi tkilerin büyümesi için beli rli derişimlerde olmalıdır.

Üçüncül besleyiciler; eser miktarda gereklidi r. Topraktan uzaklaşmas ı oldukça yavaştır.

Bir ton patates topraktan 10 kg N alırken, 13 g B alabilir.

Suni Gübrelerin Kimyasal Bileşimi

Azotlu gübreler: NaNO3, (NH4)2SO4, NH2CONH2 (üre)

Fosforlu gübreler: Ca 2H2(PO4)2CaSO4 (süper fos fat), CaH2(PO4)2CaHPO4 (tripl süperfosfat)

Potasyumlu gübreler: KCl , K2SO4

Kirletici Etki

NH4+ i çereren gübreler toprağın asitliğini artırdığından, bakterilerin azalmasına neden olurlar. Suni gübreler

toprağa inorganik katkı sağlarlar, organik besleyici katkıs ı sağlamazlar.

Tarım İlaçları ve Toprak Kirliliği

Bitkilerin gelişimini sınırlandıran, termal üretimi azaltan zararlı böcek, yabani ot, mantar ve kemirici hayvanlarla mücadelede çok değişik tür ve bileşimde kimyasal maddeler kullanılmaktadır. Tarımda mücadele amacıyla kullanılan bütün kimyasallara Pestisitler adı verilir.

Bu kimyasallar kullanıldıkları hedef zararlı çeşidine göre değişik isimler almaktadır. Bunlar;

insektisitler (böcek öldürücüler) ,

fungisitler (mantar öldürücüler),

herbisitler (yabani ot öldürücüler) ,

rodentisitler (kemirici hayvan öldürücüler)

Yabani ot öldürücüler, böcek öldürücüler, mantar öldürücüler sıras ıyla daha çok kullanılır.

Tarım ilaçları kimyasal bileşimine göre; suda çözünen tozlar, sulu çözel tiler, emülsiyon halinde değişik ilaçlar, granüller, aerosollar, yemler şeklinde kullanıl ırlar.

96

Bazı tarım ilaçları ise zararlı organizmanın biyolojik gelişim sürecine göre yumurtaları, larvaları ve erginleri yok etmek üzere kullanılırlar. Bazı tarım ilaçları ise zararlı organizmaların yetişme ortamlarına göre yani kül tür bitkisi zararl ıları, orman zararlıları, depo ürünleri zararl ıları gibi ortamlara göre kullanıl ırlar.

Kimyasal formüllerine göre pestisitler;

Klorlu hidrokarbonlar DDT (Dichloro-Diphenyl-Trichloroethane), lindan, heptaklor, dieldrin, klordan ve toksafen

Klorlanmış fenoksi asitler (Diklorofenoksiasetik asit, Dimetil amonyum 2-4- diklorofenoksi asetat, n-butil 2-4- diklorofenoksi asetat, trikloro fenoksi asetik asit, tetraklorodiben-p-dioksin)

Organo fosfatlar ( Paratiyon, metil paratiyon, malatiyon, Tetraetilpi rofosfat, Dimetil diklorovinil fos fat)

Karbamatlar (Karbamik asi t, İzoprppoksi fenil N- metil karbamat, Karbaril, Temik)

Tarım ilaçları genellikle bi tkilere, toprak yüzeyine ve toprak i çine püskürtülür veya uygulanırlar. Uygulanan pestisitlerin çoğu toprağa geçer. Toprak i çerisine gi ren bu kimyasal maddeler aşağıdaki durumlardan biri veya birkaçı ile karşılaşabili rler.

Topraktan buharlaşarak herhangi bi r kimyasal değişikliğe uğramadan atmosfere karışabili rler.

Toprağın alt katlarına doğru yıkanabilirler ve di füze olabilirler.

Toprak içerisinde veya toprak yüzeyinde kimyasal değişikliklere uğrayabilirler.

Topraktaki mikroorganizmalar tarafından parçalanabilirler.

Bitkilerin yapıs ına gi rerler veya adsorbe olabilirler.

Türkiye'de Toprak Kirliliği

Ülkemizdeki çok çeşi tli jeolojik yapı, iklim, bitkisel örtü ve topografik yapı nedeniyle bütün toprak gruplarına sahip,

ender ülkelerden biridi r. Ülkemiz nüfusunun az olduğu cumhuriyetin ilk yıllarına ai t dönemlerde kurala uygun olarak I -IV’ncü

sınıf araziler işlenmekteydi . Özellikle II . Dünya Savaşından sonra artan mekanizasyona bağl ı olarak mer’a ve ormanlardan

açılan araziler işlenmeye başlanmıştır. 1934 yıl ında 11 677 000 hektar olan tarım arazisi, 1955’te 22.808.000 ha’a çıkmış ve

bu gün 27 699 000 hektara ulaşmıştır (Tablo )

Tablo. Ülkemizde yıllara göre tarım arazilerindeki artış miktarları

Arazi Türü Yılı Miktarı (ha) Yılı Miktarı (ha) Yılı Miktarı

Tarım Arazisi 1934 11.677.000 1955 22.808.000 1995 27.699.000

Çayır-Mera 1954 44.329.000 1980 21.101.000

Bilindiği gibi , araziler, toprak işlemeye karşı gösterdikleri s ınırlayıcı özelliklerine göre, hiç sorun göstermeyen I. s ınıf

araziler ile bitkisel üretime olanak vermeyen VIII . Sınıf araziler arasında sekiz sınıfa ayrıl ırlar. Bu sekiz sınıfın ilk dör t grubu

toprak işlemeye uygun, son dört grubu ise orman ve mera gibi sürekli bi tki örtüsü al tında bulundurulmak zorunda olan

gruplar oluşturmaktadır.

Nüfus artışı ve 1950’li yıllardan sonra artan mekanizasyon nedeniyle, daha önceleri kuralına uygun olarak i şlenen I -IV.

Sınıf araziler yanında mera ve ormanlardan açılan araziler de i şlenmeye başlanmıştır. Böylece, 1934 yılında 11.677.000 ha

olan tarım arazisi, 1955’te %100 artış ile ve sağlıksız bi r şekilde 22.808.000 hektara çıkmıştır. Bu tarihten i tibaren de sürekli

artış göstermiş ve 28.000.00 ha yaklaşmıştır.

97

Bu gelişmelere bağl ı olarak 1954 yıl ında 44.329.000 ha olan çayır mera a razisi, 1980’li yıllarda 21.101.000 ha’a

inmişti r. Bu durum birkaç olumsuzluğu beraberinde geti rmişti r. Örneğin, meraların daralması ve hayvancılıkta geli şme

çabaları sonucu meralarda yayılan hayvan yoğunluğu göreceli olarak üç katına çıkmış, aşırı otlatma meralardaki ot verimi ve

kali tesi düşmüş, 25’in üzerindeki çayır bi tkisi türünün 5-6 türe indiği beli rlenmişti r.

Ülkemizde işlenmekte olan 28.053.500 hektarl ık alanın 4.825.442 hektarı I . sınıf arazi olup, bu arazilerde herhangi bi r

toprak koruma önlemine kalmaksızın tarımsal üretim yapılabilmektedir. Toplam I. s ınıf arazi miktarı olan 5.086.087 ha’dan

işlenen miktar çıkarıldığında geriye kalan 260.645 ha arazinin 54.669 ha’ı çayır, 94.482 ha’ı mera, 7.708 ha’ı orman, 5.404 ha

fundalık, 80.709 ha yerleşim alanı, 17.673 ha sanayi , yol , havaalanı v.b. tarım dışı kullanılan alanlardır. Toplam 162.263 ha

tutarındaki çayır ve mera ve fundalık alanla kaplı I . sınıf arazilerin tarımda kullanılmasının karşılığı 300 bin ton dolayınd a

buğday veya eşdeğeri ürün elde edilmesidir.

Tablo. Ülkemizde I, II . Ve III . Sınıf arazilerin toplam ve işlenen miktarları

Arazi Sınıfı I. Sınıf Araziler II. Sınıf Araziler III. Sınıf Araziler

Toplam Alan 5.086.087 ha 6.772.873 ha 7.282.763 ha

İşlenen Alan 4.825.442 ha 6.040.590 ha 6.036.224 ha

Bu durum bir yandan erozyonu artırırken diğer taraftan mer’aların azalmas ına ve buna bağlı olarak hayvancılığı

olumsuz yönde etkilemişti r. Bu gün yurdumuzun toprakları i şlenebili r ya da tarıma açılabili r toprak kaynağı kalmamış 19

dünya ülkesinden biridi r.

Ülkemiz topraklarını toprak ki rliliği sorunu açısından değerlendirdiğimizde;

Her şeyden önce ülkemiz topraklarının, en büyük ve önemli sorunlarının başında erozyon gelmektedir. Her yıl milyonlarca

ton verimli toprak taşınarak elden çıkmaktadır.

Ekonomik gerekçeler ve insanların yüksek gelir elde etme is teği sonucu tarım arazileri amaçları dışında kullanılarak

(sanayileşme, kentleşme vb) elden çıkmıştır. Öte yandan kurulan bu tesisler yakın çevre arazileri i çin önemli ki rletici nokta ları

oluşturmaktadır. Gerek tarla zi raatı gerekse son yıllarda artan örtü al tı yetişti riciliğinde ürün miktarı ve kalitesini artırmak için

kullanılan gübre, pestisid, hormon vb ki rleticiler önem taşımaktadır. Kirlenmiş suların tarımsal sulamada kullanılması sonucu

ki rleticiler (mikrobiyolojik, ağır metal vb) toprak bünyesine geçmektedir (Gediz ovas ındaki bor ki rliliği örneği). Ülkemizin bazı

bölge (özellikle İç Anadolu yöresinde) topraklarının doğal yapılarında bulunan asbest gibi insan sağlığı açısından önemli

kirleticiler önemli bi r risk faktörünü oluşturmaktadır.

Öte yandan Türkiye topraklarının büyük bir bölümünde toprakların tamponlama güçlerini etkileyen pH, ki reç, ve kil gibi

kimyasal ve fiziksel özellikler açısından birçok ülke topraklarına göre oldukça iyi olduğu söylenebilir. Bununla birlikte

Karadeniz bölgesi, Çukurova ve Gediz havzası toprakları diğer bölge topraklarına göre daha dikkatli davranılmas ı gereken

bölgeler olduğu söylenebilir.

Ancak ülkemiz topraklarına yönelik toprak ki rliliğinin önemi, boyutları, çevre ve insan sağlığı üzerine etkileri

konularında kapsaml ı çalışmalar bulunmamaktadır. Çalışmalar daha çok akademik seviyede yapıl ıp uygulamaya yönelik

değildi r.

Sorunlar

Türkiye'de toprak ki rliği ile ilgili olarak;

- Her şeyden önce çok yaygın ve şiddetli derecedeki erozyonun devam etmesi ,

98

- Tarımsal arazilerin amaç dışı kullanım sonucu bu bölgelerde kurulan sanayi tesisleri ve yerleşim alanlarından çıkan

ki rleticilerin özellikle yakın çevredeki tarım arazileri i çin önemli bi r ki rlilik riski oluştu rması,

- Doğal yapılarında sağlık açıs ından zararl ı maddeleri i çeren toprakların bölgelerin sınırlarının ve envanterlerinin

çıkarılmamış olması,

- Toprak ki rliliğinin önemi, boyutları, çevre ve sağl ık üzerine olan etkileri gibi konularda yapılmış araştırma lar; hava ve

su kirliliği gibi diğer çevre sorunları üzerine yapılmış geniş çapl ı araştırmalara göre yetersiz olup envanterler ve bilgiler

eksikti r,

- Toprak ki rliliğinin önlenmesi , kontrolü, izlenilmesi ve değerlendirilmesine yönelik bi r yönetmeliğin henüz

yayınlanamamış olması,

- Kurumlar aras ı koordinasyon eksikliği, gibi sorunlar öncelikli olarak sayılabilir.

Türkiye'de Toprak Kirliliği-Yasal Düzenlemeler

Anayasanın 44., 45.ve 56. maddeleri,

442 sayılı Köy Kanunu,

5556 sayılı Batakl ıkların Kurutulması ve Bundan Elde Edilecek Topraklar Hakkında Kanun,

2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Kanunu,

3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlenmesin dair Tarım Reformu Kanunu,

3202 sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, (Köy Hizmetleri Genel

Müdürlüğü Kaldırıldı, Kanun Maddesi)

2872 sayılı Çevre Kanunu,

4342 sayılı Mer’a Kanunu,

2814 sayılı Katı Atıkların Kontrolü Yönetmeliği ,

Toprakların Amaçları Dışında Kullanılmasını Önlenmesine dair Yönetmelik,

Çevre Bakanl ığı tarafından hazırlanan ve taslağı kurum görüşlerine sunulmuş olan “Toprak Ki rliliği Kontrolü

Yönetmeliği” .

Toprak Kirliliğinin Önemi

Toprak, ana materyal adını verdiğimiz kayaçların, organik atıkların uzun bir süreç içinde birçok fiziksel , kimyasal ve

biyolojik olay ve etkenlerle parçalanıp ayrışması sonucu ortaya çıkan ve dinamikleri devam eden doğal bi r varlıktır. Topraklar;

insan bi tki ve bi rçok hayvanın üzerinde bulundukları, yaşamlarını devam etti rebilecekleri tek yerdir. Buna karşıl ık yeryüzünün

sadece ¼’ü karalarla kapl ı olup bu alanların dağl ık, çöl , çoraklık vb bi rçok doğal kıs ıtlıl ık nedeniyle çok az bi r miktarı tarıms al

üretime başka bir deyişle insanların kullanımına uygundur. Bu gün toprak alanları, bi r yandan kentleşme ve al tyapı

(endüstriyel yapılar, yollar, havaalanları vb) alanları olarak kullanılarak daralırken diğer yandan ki rlilik gibi çok ciddi bi r çevre

sorunu tehdidi altındadır. Her şeyden önce toprak ki rliliğini incelerken toprakların alan olarak arttırılamadığı ve topraklar ın

ikamesinin mümkün olmayan kaynaklar olduğu hiçbir zaman akıldan uzak tutulmamalıdır. Yine kirlenmiş bi r toprağın pratik

olarak temizlenmesinin mümkün olmadığı bu alanların terk edilmekten öteye bir şey yapılamayacağı unutulmamalıdır.

Çevrenin diğer unsurlarından su ve hava kirliliğinde ise ki rliliğin ortadan kaldırılması çok daha kolay ve mümkündür.

99

Tarımsal üretimin miktar ve kalitesini artırmak amacıyla ticari gübreler, pestisidler, toprak düzenleyiciler ve

hormonların kullanılması, katı ve s ıvı atıkların deşarjı, atık çamur uygulamaları, ki rli suların tarımsal sulamada kullanılması,

atmosferik çökelmeler ve radyoakti f serpintiler gibi gi rişimler sonucu topraklar ki rlenmektedir. Bunun sonucu toprakların

verimli ve sorunsuz kullanılabilme yeteneklerinin limitleri daralmakta her geçen gün sorun artarak devam etmektedir. Diğer

taraftan toprakların doğal yapıları içinde bulunan asbest vb ki rleticiler toprak ki rliğinin başka bir sorunudur.

Toprak kirliliğine sebep olan doğal ve insan etkinliklerine bağl ı olarak topraklara karışan ki rleticileri genel olarak: ağır

metaller, pestisidler, hormonlar, organik bileşikler ve radyoakti f atıklar şeklinde gruplandırabili riz.

Toprak ki rliliğinin çevre sağlığı açısından en önemli etkisi ; topraktaki ki rleticilerin bi tki bünyesine geçerek bu bi tkilerin

ya doğrudan ya da bu bi tkilerle beslenen hayvanların besin olarak tüketilmesi sonucu insan bünyesine geçmesidir. Bundan

başka özellikle çiftçi (üretici) sağlığı açısından ki rlenmiş toprakla derinin (el, ayak) temas etmesi, ki rlenmiş toprak tozlarının

yutulmas ı, topraktan özellikle kuruma esnasında buharlaşan civa vb ki rleticilerin teneffüs edilmesi gibi tam olarak boyutları

ve sonuçları yeterince araştırılmamış bi rçok muhtemel sağlık sorunu vardır.

Toprak ki rliğinin diğer önemli bir yönü ikincil olup özellikle su ki rliliği açıs ından büyük önem taşımaktadır. Topraktaki

kirleticiler sızarak yeral tı sularını, yüzey akışları ve erozyonla da yüzey su kaynaklarına taşınarak önemli ve ciddi sorunlara

neden olmaktadır. Toprak bünyesi; dinamik olup son derece yüksek tamponlama gücüne sahip bi r sistemdir. Yani toprağa

gi ren bir zararl ı ya da ki rletici , kolloidal yüzeyler adını verdiğimiz kuvvetler tarafından çok s ıkı bi r şekilde tutulmaktadı r.

Böylece zararl ının etki ve sistemin tepkisi çok uzun bir süreç içinde ortaya çıkmakta hatta bazen herhangi etki

görülmemektedir. Ancak bu tutma sonsuz olmadığı gibi topraktan toprağa değişmekte olup özellikle kumlu toprakların

kapasitesi yok denecek kadar azdır.

Bu durum; toprak ki rliliği , sağlık ve çevre etkile ri gibi konuların, su ve hava ki rliliği gibi diğer çevre sorunlarına göre

daha az araştırılmış olmasına neden olduğu söylenebilir. Ancak toprakların bu gücünün biz insanlar için büyük bir şans

olduğunu topraklar konusunda son derece hassas ve dikkatli davranmamız gerektiğini unutmamalıyız. Ki rlenmiş bi r toprak

için, pratikte onu terk etmekten başka yapabilecek bir şey olmadığı ve sonun başlangıcı olduğu bilinmelidi r .

Toprak ki rliliğinin tespitinde ve değerlendirilmesinde oldukça çok parametre ve faktörün göz önünde tutulması

gerekmektedir. Çünkü toprakta; fi ziksel, kimyasal, fi zikokimyasal, biyokimyasal ve biyolojik olayların karmaşıklığı içerisind e

doğal bi r denge vardır. Bütün bunlar s ınırlı kaynaklar olması nedeniyle toprakların insanların geleceği açısından büyük önem

taşıdığını, toprak ki rliliğinin özellikle çiftçi (üretici ) sağl ığı olmak üzere insan ve çevre sağl ığı açıs ından son derece ön emli bi r

çevre sorunu olduğunu göstermektedir.

Toprak Analizlerinde İzlenen Parametreler ve Uygulanan Yöntemler

Toprak Örneği Alma Kuralları (Kaynak: TS 9923/Mart 1992)

1- Temsili örnek alınacak sahanın tespiti

Örnek al ınmadan önce, örnek al ınacak sahanın toprak ve arazi karakteris tikleri tespi t edilmelidi r. Çünkü bir yerin

toprağı diğer bi r yerin toprağına benzemediği gibi , aynı yer ve tarlalardaki topraklar bile bi rbi rine benzememekte, değişik

tip ve karakterde olabilmektedir. Bu nedenle, temsili örnek al ınacak arazi parçası veya tarla aşağıda beli rtilen özellikler

bakımından benzer olmalıdır.

Topoğrafya,

100

Verimlilik,

Drenaj,

Arazinin baskıs ı,

Toprak rengi,

Toprak tekstürü,

Kirlilik veya diğer problemlerin belirtileri ,

Toprak üzerindeki bi tki örtüsü,

Arazinin Jeolojik yapısı,

Taşl ılık ve toprak ana materyalinin türü,

Yetişti rilen bi tki örtüsünün gelişme durumu,

Toprak idaresi.

Temsili örnek alınacak tarla veya arazi bu özellikler bakımından benzer ise 20–40 dekar veya 40-60 dekarl ık sahadan

bir adet temsili örnek alınabilir.

Bu özellikler bakımından bariz farkl ılıklar varsa arazi veya tarla parçalara bölünerek daha fazla temsili örnek

alınmalıdır. Zi ra bu özellikler bakımından farklı olan iki yerden al ınacak bir temsili örnek, bu iki parçanın hiçbirini temsi l

etmez. Böyle bi r örneğin analiz sonuçlarına göre tavsiyelerde bulunmak, herhangi bi r işlem yapmak, bulunan problemlere

çözüm önermek doğru değildir.

2- Örnek alma zamanı

Toprak örneksinin alınması iklim şartlarına bağl ıdır. Sıcaklık ve rutubet şartlarının uygun olduğu zamanlarda, yıl

boyunca herhangi bi r zamanda örnek al ınabili r. Örnek alınırken toprak, örneği alanın ayağına bulaşacak kadar ıslak olmadığı

gibi, örnek alma aletlerine zorluk çıkaracak kadar da kuru olmamalıdır. Ancak toprak ki rliliği, diğer problemler vb. çal ışmal ar

i çin en uygun olan her zamanda örnek al ınmal ıdır.

3- Örnek alınmayacak yerlerin tespiti

Toprak örneği almak için uygun olmayan yerlerden örnek alındığı takdirde, bu örneklerden elde edilecek analiz

sonuçları yanl ış i şlemlere sebep olur.

Örnek almaya uygun olmayan yerler:

Daha önce kireç, ticari ve çiftlik gübresi konulmuş yerler,,

Arazi veya tarlanın, çukur veya tümsek kısımları,

Harman yeri ve hayvan yatmış yerler,

Fazla ağaçl ık yerler ve ağaç dipleri ,

Su biriken kıs ımlar, akarsu ve sel basmış yerler,

Yol kenarları,

Sap, kök ve yabani otların yığıldığı veya yakıldığı yerler,

Tarla hudutları ve bunlara yakın yerler,

Çakıll ı ve fazla kumlu yerler,

Karınca ve köstebeklerin toprak yığdığı yerler,

Çit, kanal ve orman kenarları,

101

Sıraya ekim yapılan yerlerde sıra üstleri ,

Tuzluluğun bariz olarak görüldüğü yerler,

Hafriyat veya arazi tesviyesi yapılan yerler.

4- Örnek alma

Tespit edilen sahadan genişlik durumuna göre en az 10 en fazla 20 noktadan örnek alınmal ıdır. Örneğin alınacağı

noktalar Şekil 1'de gösterildiği gibi işaretlenmelidi r.

Şekil :1 Örnek alma noktalarının işaretlenmesi

Örnek al ınacak noktalar beli rlendikten sonra bu noktalardan “V” şeklinde çukurlar açıl ır. Bu çukurların derinliği 0 -20

cm. olmal ıdır. Çukurların düz kenarından paslanmaz çelikten imal edilmiş bahçıvan beli veya kürekle 2 cm. kal ınlığında bir

toprak dilimi alınır. Küreğin üzerindeki toprak diliminin sağ ve sol taraflarından çok dikkatli kesilir. Neticede 2 cm.

kal ınl ığında, 3-4 cm. eninde ve 20 cm. boyunda bir toprak sütunu elde edilir. Bu toprak sütunu temiz bir plastik kova içine

aktarılır.

Kovada birikti rilen 10 veya 20 adet toprak sütunu, temsili örnek elde etmek için el ile iyice karıştırılır. Karışımda

mevcut olan kesekler el ile mümkün olduğu kadar iyice ezili r. El ile karıştırılan ve temsili örneği temsil edecek olan toprak

sütunlarının karıştırma işlemini daha iyi bi r şekilde yapılmas ını temin etmek için kova, iki el ile kendi etrafında döndürüle rek

çalkalanır.

Böylece temsili örneğin yeknesak olmas ı sağlanır. Örnek içerisindeki bi tki artıkları ve taşlar el ile ayıklanıp atıl ır. Geriye kalan

örnek, örnek kabı veya torbasına (tercihen naylon torbaya ) doldurulur ve ağzı bağlanır.

Örnek kabı veya torbasının içine veya dışına yap ıştırılacak veya bağlanacak olan iki etiket kurşun kalem ile doldurulur.

Bu etikette aşağıdaki bilgiler bulunmal ıdır:

Örneği alanın adı

Örneğin alındığı tarih,

Örnek numarası,

Örneğin alındığı tarla veya arazinin sahibi ,

Örneğin alındığı yer,

Bundan sonra örneğin analiz edileceği laboratuara gönderilmek üzere aşağıdaki bilgileri i çeren bir form doldurulur.

Örneğin alındığı yer ( il , il çe, köy)

Örneğin alındığı mevkii ,

Örneğin alındığı derinlik,

Örneğin temsil ettiği tarla veya arazi büyüklüğü (dekar),

Sulu veya kuru zi raat yapıldığı,

102

Bir önceki yılda yetişti rilen bi tki türü,

Bir sonraki yılda yetişti rilecek bi tki türü,

Daha önce verilen gübre miktar ve cinsi

Toprak ki rliliğine sebep olan madde veya maddeler

Toprak ki rliliğinin belirtileri ve bi tkilerde meydana geti rdiği hasarlar

İs tenilen analizler.

Katı Atıklar ve Çöpler

Tüketen ve kullananlar i çin bi r değer taşımayan gereksiz oldukları i çin atılan evsel , ticari ve endüstriyel etkinlikler sonucu

oluşan maddeler katı atık olarak tanımlanmaktadır.

Özellikle büyük yerleşim yerlerinde kentsel çöpler ve endüstriyel atıklar önemli çevre problemlerine yol açar.

Şehirler büyüdükçe, toprak ki rliliği sürekli büyüyen bir problem olmaktadır. Küçük şehirler dahi her gün tonlarca katı çöp ya

da atık üretmektedir. Atıkların giderilmesinde i zlenen uygun iki yol , düzenli depolama ve yakıp kül etmedir.

Düzenli depolama alanı, atıkların çukura döküldüğü büyük bir alandır. Atıklar çukurda s ıkıştırıl ır ve üzerleri toprakla

örtülür. Atıklar, düzenli depolama alanlarında, biyolojik, kimyasal ve fi ziksel olarak ayrışarak tamamen güvenli hale gelinceye

kadar çevreden izole edilir. Ancak, şehirler büyüdükçe, bu amaç için yer bulmak oldukça güçleşmektedir.

Büyük fırınlarda atıkların yakılması veya yakılıp kül edilmesi, diğer bi r atık giderme yöntemidir. Yakma fırınları kirlilik

kontrol aygıtları ile donatılmal ıdır, aksi durumda havaya büyük miktarlarda ki rleticiler veri rler. ABD’de bazı şehirlerde,

atıkların yakılmasından üretilecek su buharını kullanarak elektrik üretmek için denemeler yürütülmektedir.

Düzenli atık depolama. 1. Çukur yöntemi 2. Alan yöntemi

103

Atık yakma fırını şeması Atık yakma fırınının ki rlilik kontrol bi rimi

Geri DönüĢüm

Yeniden değerlendirilme olanağı olan atıkların çeşi tli fi ziksel ve/veya kimyasal işlemlerden geçirilerek ikincil hammaddeye

dönüştürülerek tekrar üretim sürecine dahil edilmesine geri dönüşüm denir.

Doğal kaynakların sınırsız olmadığı, dikkatlice kullanılmadığı takdirde bir gün tükeneceği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu

durumun farkına varan ülke ve üreticiler özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından buyana kaynak is rafını önlemek ve ortaya

çıkabilecek enerji krizleri ile baş edebilmek için atıkların geri kazanılmas ı ve tekrar kullanılması i çin çeşitli yöntemler aramış

ve gelişti rmişlerdir.

Kalkınma çabasında olan ve ekonomik zorluklarla karşı karşıya bulunan gelişmekte olan ülkelerin de tabii

kaynaklarından uzun vadede ve en yüksek düzeyde faydalanabilmeleri için atık is rafına son vermeleri, ekonomik değeri olan

maddeleri geri kazanma ve tekrar kullanma yöntemlerini uygulamaları gerekmektedir.

Geri dönüşümde ama ç, kaynakların gereksiz kullanılmasını önlemek ve atıkların kaynağında ayrıştırılmas ı ile bi rlikte

atık çöp miktarının azal tılması olarak düşünülmelidi r. Demir, çelik, bakır, kurşun, kağıt, plastik, kauçuk , cam, elektronik atıklar

gibi maddelerin geri kazanılmas ı ve tekrar kullanılmas ı, tabii kaynakların tükenmesini önleyecekti r. Bu durum , ülkelerin

ihtiyaçlarını karşılayabilmek için i thal edilen hurda malzemeye ödenen döviz miktarını da azaltacak, kullanıl an enerjiden

büyük ölçüde tasarruf sağlayacaktır. Örneğin kullanılmış kağıdın tekrar kağıt imalatında kullanılması hava ki rliliğini %74 -94,

su ki rliliğini %35, su kullanımını %45 azalttığı ve bi r ton atık kağıdın kağıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesi

önlenebilmektedir.

Diğer yandan, geri dönüşümün amaçlarından biri de bertaraf edilecek katı atık miktarlarının azal tılması nedeni ile çevre

ki rliliğinin önemli ölçüde önlenmesi de sağlanacaktır. Özellikle katı atıkları düzenli bi r şekilde bertaraf edebilmek için yeterli

alan bulunmayan ülkeler için katı atık miktarının ve hacminin azalması büyük bir avanta jdır.

Sağlıklı bi r geri dönüşüm sis teminin ilk basamağı ise bu malzemelerin kaynağında ayırması sureti ile toplanılmas ıdır.

Geri dönüştürülebilir ni telikteki bu atıklar normal çöple karıştığında bu malzemelerden üretilen ikincil malzemeler çok daha

düşük nitelikte olmakta ve temizlik i şlemlerinde sorunlar olabilmektedir. Bu yüzden geri dönüşüm işleminin en önemli

basamağını kaynakta ayırma ve ayrı topla ma oluşturmaktadır.

104

Geri Dönüşümün Önemi

1. Doğal kaynaklarımızın korunmas ını sağlar.

2. Enerji tasarrufu sağlamamıza yardım eder.

3. Atık miktarını azaltarak çöp işlemlerinde kolayl ık sağlar.

4. Geri dönüşüm geleceğe ve ekonomiye yatırım yapmamıza ya rdımcı olur.

Geri Dönüşebilen Maddeler

Demir • Çelik • Bakır • Aliminyum • Kurşun • Piller • Kağıt • Plastik • Kauçuk • Cam • Motor yağları • Atık yağlar

• Akümülatörler • Araç lastikleri • Beton • Röntgen filmleri • Elektronik atıklar • Organik atıklar

Geri Dönüşümde Yasal Mevzuat

Ülkemizde geri dönüşüm; Çevre Kanunu ve bu kanuna istinaden çıkarılan yönetmeliklerle düzenlenmektedir. Bunlar;

Atık Pil ve Akümülatörlerin Kontrolu Yönetmeliği (APAK)

Ambalaj Atıkları Kontrolü Yönetmeliği

Poliklorlu Bi fenil ve Poliklorlu Terfenillerin Kontrolü Hakkında Yönetmelik

Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği

Bitkisel Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği

Ömrünü Tamamlamış Lastiklerin Kontrolü Yönetmeliği

Geri Dönüşüm Sisteminin Basamakları

1. Kaynakta ayrı toplanması: Değerlendirilebili r ni telikli atıkların oluştukları kaynakta çöple karışmadan ve

ki rlenmesine izin verilmeden ayırarak toplanmas ı. Bu şekilde bu tür atıkların diğer çöplerle karışmadan ayrı

toplanması geri dönüşüm basamaklarında zamandan tasarruf sağladığı gibi ki rlenmesinin önlenmesi ile ayrıca

yıkanmasına gerek kalmayacaktır. Buda yeniden yıkanmasına engel olacağından sudan da tasarruf sağlanmış

olacaktır.

2. Sınıflama: Bu işlem kaynağında ayrı toplanan malzemelerin cam, metal plastik ve kağıt bazında sınıflara ayrılmasını

sağlayacaktır. Bu s ınıflama değerlendirilecek çöplerin ayrı ayrı olarak geri dönüşüm tesislerine ulaştırılması

sağlanacaktır. Kaynağında sınıflama yapılmadan toplanan çöpler ana çöp alanlarına taşınarak bu bölgelerde

ayrıştırılarak yeniden değerlendirilme işletmelerine taşınacaktır. Kaynağında sınıflara ayrılması zaman, nakliye ve

işçilikten tasarruf yapılmasını sağlayacaktır.

3. Değerlendirme : Temiz ayrılmış kullanılmış malzemelerin ekonomi ye geri dönüşüm işlemidir. Bu i şlemde malzeme

kimyasal ve fiziksel olarak değişime uğrayarak yeni bi r malzeme olarak ekonomiye geri döner.

4. Yeni ürünü ekonomiye kazandırma : Geri dönüştürülen ürünün yeniden kullanıma sunulmasıdır.

105

Camın geridöşümü İçecek kutularının geridönüşümü

DĠĞER KĠRLENME ÇEġĠTLERĠ

Biyolojik Birikim

İnsanlar tarafından üretilmiş ve doğa için ki rletici olan bazı maddeler besin zinci rini oluşturan organizmalarda

birikebildikleri halde, diğer bazıları birikemezler. Doğaya çeşi tli kaynaklardan gelen yapay maddeler çoğu kez havada ve suda

seyrel tilerek canl ılara zarar veremeyecek düzeylere inerler. Ayrıca zehirleyici özelliğe sahip pek çok ki rletici maddede

ortamdaki mikroorganizmaların etkisiyle veya fiziksel ve kimyasal işlemler sonucu zarars ız veya daha az zararlı sekle

çevrili rler. Örneğin, azotlu gübre fabrikalarından yan ürün olarak çıkan ve zehirli özelliğe sahip amonyak, ni trite, sonra

ni trata dönüşerek zehirsiz sekle ulaşabilir. Amonyağın aksine bazı ki rleticiler ise zarars ız sekle dönüştürülemezler, zararlı

özelliklerini daima korurlar. Bu tip maddeler besin zinci rini oluşturan organizmaların dokularında birikerek zararlı

konsantrasyon düzeyine ulaşabili rler. Bu olaya Biyolojik bi rikim denir.

Doğada biyolojik olarak bi rikebilen maddelerin başında DDT, PCBs gibi sentetik organik kimyasal maddeler, bazı

radyoakti f maddeler ve bazı ağır metaller gösterilebilir.

Pestisitler

Pestisitlerin gelişigüzel kullanılması, pek çok yerde havayı ve suyu ki rletmektedir. Pestisi tler zararl ı olmayan organizmaları

öldürerek, besin zinci rlerinin bozulmas ına da neden olmaktadırlar. Yaygın olarak kullanıl an bazı pestisitlerin, kullanıldıktan

yıllar sonra tehlikeli oldukları ortaya çıkmıştır. Bu durum, pek çok hayvan ve insanlar için yüksek oranda zehirli olduğu

görülen DDT için tamamen geçerlidi r. Bi tkilere serpilen veya püskürtülen DDT yağmur suyu ile yıkanmış ve ırmak ve nehirlere

taşınmıştır. Sonunda planktonlar tarafından al ındığı denizlere karışmıştır. DDT biyolojik yoldan kolay yıkılabilir bi r bileşi k

olmadığından, biyolojik büyütüm ile yukarı düzeydeki tüketicilerin vücutlarında derişimi artmıştır. Yeryüzü ekosistemlerinin

bi rbirine bağl ı doğası, DDT’nin kutup ayılarının vücudunda ve Antarktika buzulunda bulunması gerçeğinde açıkça

görülebilmektedir. DDT’nin insanların yağ dokularında biriktiği de ortaya çıkmıştır.

106

Pestisit ve Herbisitler

Pestisit ve herbisitler evsel ve endüstriyel atıklardan ve tarımsal mücadelelerde alıcı ortama karışan ve güç parçalanan

maddelerdir. Bu nedenle toksik veya kanserojenik etki yaparlar. Bunların tümü karbon, hidrojen, klor içerdiklerinden klorlu

hidrokarbonlar olarak ta tanımlanırlar. Toprakta uzun süre bozulmadan kalabili rler, son derece zehirli maddelerdir.

Pestisitler temelde, -Fungisitler, -Insektisitler, -Herbisitler, olarak üç ana gruba ayrılabili r.

Fungisitler, mantarlarla Insektisi tler, zararli böceklerle Herbisi tler, zararlı otlarla mücadelelerde kullanılır. Algisi tler, alg

öldürücüler.

Ondokuzuncu yüzyılın sonundan i tibaren bağlarda görülen mildiyu hastalığına karsı Bordeaux bulamacından

yararlanılmasına karşın, özellikle ikinci dünya savaşından sonra ayni amaçla çok sayıda sentetik ürün hazırlanarak

kullanılmaya başlanmıştır. Pestisitlerin ileri ülkelerdeki tüketimi etkin madde oranı bakımından ton olarak kısa süre içinde

büyük bir artış gösterdi . Bu yaygın kullanımın doğal çevre ve insan sağlığı bakımından yaratacağı olumsuz sonuçlar, önceden

farkına varılmadığı i çin denetlenmemiş, ancak DDT' in zehirleyici etkilerinin kanıtlandığı 1970’li yıllardan sonra bu tür

maddelerin kullanımı ve satışı kimi kurallara bağlanmıştır. Bu moleküllerin doğada uzun süre kal abilmesi, seçiciliklerinin

olmaması ve besin zinci rleri boyunca birikme yetenekleri Yüzünden kimi bölgelerde yararlı türlerin yok olmasına,

ekosistemlerdeki dengenin bozulmasına ve bu tür ürünlere karşı di renç gösteren yeni ırkların türemesine yol açmıştır .

Öte yandan uzun zamandan beri herbisitlerin kullanıldığı tarımsal alanlarda bu ilaçlara karşı di rençli zararlı otların hızla

çoğaldığı dikkati çekmektedir. Bu maddelerin besinlere ve yer al tı sularına bulaşması, özellikle organoklorlu ürünler gibi ki mi

pestisitlerin teratojen ve kanser yapıcı etkilerinin ortaya konmasından sonra insan sağlığı açısından göz ardı edilemez bir

tehlike oluşturduğu saptanmıştır. Bu tür ciddi sakıncaları ortadan kaldırmak için araştırmacılar daha seçici, özellikle biyol ojik

olarak hızla parçalanabilen yeni pestisi tler üzerinde çalışmaktadır. Biyolojik mücadele tekniklerinin gelişmesi, pestisit

kullanımını geniş ölçüde sınırlayabilecektir.

Havada ve yağmur suyunda küçük derişimlerde kuş ve balıkların yağ dokusunda ise daha büyük derişimlerde tespit

edilen DDT in Antarktika ’daki penguenlerde dahi bulunuşu ilginç bi r örnekti r.

DDT suda güçlükle erimesine kars ın yağda kolayca çözünür. Bu nedenle alglerin yağ dokusu içinde milyonda birkaç

oranda biriki r. Algleri besin olarak kullanan canl ılarda birim oran artar.

Pestistlerin Ġnsan Dokusuna Etkileri

Vücuda gi ren madde miktarı ile farklı dokularda biriken madde miktarı ve vücutta metabolizma faaliyetleri sonucu

uzaklaştırılan miktar dinamik denge halindedir. Bi rikim için en uygun ka ynak yağ dokusunu içeren nötr yağdır ve bu nedenle

farkl ı dokularda görülen miktar daima yağ dokusundakinden azdır.

Pestisitlerin vücuda en iyi gi rme biçimi besinlerle olmaktadır. Besinin büyük kısmını et, bal ık, kümes hayvanları teşkil

etmektedir. Birikim, besin zinci rinde daha yüksekti r.

Evde ayrıca kullanılan deterjanlarda sindirim kanalına gi rmiş indektisitin emilme oranını arttırmaktadır.

Evsel Kirlenme

Çok değişken yapıda olan evsel atıklar denize ya doğrudan doğruya veya dere, çay, nehir vb. gibi yollarla dolayl ı olarak

boşal tılmaktadırlar. Evsel atıklarda sudan başka organik maddeler protein, yağ, karbonhidrat, vb.) çözünmüş veya asili

haldeki inorganik maddeler özellikle besleyici elementler,deterjanlar bulunur.

107

Bu kadar çeşi tli maddeleri i çeren lağım sularında esas rolü insan metabolizması sonucu oluşan dışkı ve idrar oynar;

normal bi r insanin 100-150 li tre suyu ki rletebileceği saptanmıştır.

Deterjanlar yüzey gerilimini azaltan bir etki gösterdiklerinden Yüzey Aktif Maddeler olarak tanımlanır. Anyonik

deterjanlar düz zinci rli veya dallanmış halkalı alkil sülfatlar veya sül fonatlar seklinde üretilir. Bunlardan düz zinci rli ol anlar

biyolojik ayrışmaya müsait oldukları halde halkal ı zinci rli olan alkil sül fat ve sülfonatlar çok zor parçalanabilen ve hatta

parçalanamayan maddelerdir. Anyonik deterjanların düz zinci rlileri Yumuşak Deterjan, dallanmış olanları da Sert Deterjan

olarak tanımlanır. Yumuşak deterjanlar al ıcı ortama daha az zarar veri r.

Yağlar-Petrol ve Türevleri

Yağlar ve petrol ürünleri evsel ve endüstriyel atıklardan, liman trafiği , tanker kazaları, sintine ve balast sularının

boşal tımından özellikle alıcı ortamı oluşturan denizlere karışırlar. Petrol ki rlenmesinin etkileri şunlardır: Kaplama ve havas ız

bırakma, zehirleme, ışığın geçmesini azaltma, çözünmüş oksi jeni azaltma, deniz kuşlarına zarar vermedir.

Bu durum fotosentez olayını ve dolayıs ıyla bi tkilerin büyümesini önler. Böyle bi r ortamda mikroorganizmalar da

çoğalamaz. Suyun yüzeyindeki petrol filmleri havadan oksijen al ınmas ını sınırlar ve dolayısıyla sudaki oksijen konsantrasyonu

düşer. Bu özellikle canılar için önemlidi r çünkü çoğalamazlar.

Deniz sularının petrollerle ki rlenmesinden özellikle deniz kuşları büyük zarar görür. Petrol tabakasının yarattığı

havas ızl ık sonucu bi tkisel hayat özellikle algler ve likenler yok olur. Özellikle sahile yakin petrol ki rlenmeleri deniz canl ılarında

toplu ölümlere neden olur. Deniz dibinde yasayan bal ıklar ve ıs takozlar daha çabuk etkilenir.

Ayrıca karayollarıyla yapılan petrol , kalorifer yakıtı ve akaryakıt taşımaları s ırasında oluşabilecek kazalar sonucunda

çevreye yayılabilir.

Bitkisel ve hayvansal kökenli yağların suda ayrışabili rlikleri mineral kökenli yağlardan daha hızl ıdır. Bu nedenle mineral

kökenli yağların olumsuz etkisi daha uzun sürer.

Ülkemizde petrol ki rliliği İs tanbul , İzmir,Mersin gibi büyük limanlar basta olmak üzere pek çok sahilimizde önemli boyutlara ulaşmıştır.

Ekosistemlerde bozulma

Dengedeki bi r ekosistemde, bi r besin zinci rinde her bi r düzeydeki organizma sayıs ı bir sonraki daha yüksek beslenme

düzeyindeki organizma sayıs ı tarafından kontrol edilir. Böylece, örneğin, böceklerin sayısı onlardan beslenen organizmalar

tarafından kontrol edilir. Bi r organizma kendi doğal ekosistyeminden uzaklaştır ve yeni bi r ekosis teme katılırsa burada onun

sayısonı kontrol edebilecek avcı türler bulunmayabili r. Bu durum, böceklerin ve diğer organizmaların hiçbir doğal

düşmanlarının olmadığı yeni çevrelere kazara veya kasten yerleşebildiği bazı vakalarda olmaktadır. Japon böceği , Fe lemenk

karaağaç hastalığına neden olan mantar ve kır tırtıl ı hepsi Kuzey Amerika’ya sokulmuşlardır. Eski dünyanın çeşi tli yerlerinde n

pek çoğu zararl ı böcek ve hastalık etmeni , benzer iklim özelliklerine sahip Kuzey Amerika’nın çeşi tli bölgelerine taşınmış tır.

Bu durumun tersi de aynen geçerlidi r. Aktarılan zararl ıların doğal düşmanlarının az olması hızla yayılmalarına ve bi tkilere

büyük zarar vermelerine neden olmaktadır. Grip gibi insan hastalıkları da dünyanın bi r tarafından diğer tarafına yolculuk

yapanlar tarafından taşınmaktadır. Doğu ladini ormanlarında Dev ladin kabuk böceği , Dendroctonus micans (Kug.)

108

The World’s Worst Polluted Places The Top Ten

The Blacksmith Institute New York Ci ty

September 2006

This document was prepared by the s taff of Blacksmith Insti tute with input and review from a great number of experts and volunteers , to whom we are most grateful .

Location Type Pollutants Legacy/Active Source

Cleanup Status

Linfen, China Air, Water Various Gases and Particulates

Active Various Industries Unknown

Haina,

Dominican Republic

Soil Lead Legacy Battery Recycling None

Ranipet, India Water, Soil

Chemicals Legacy Tanning Industry Planned, but not begun

Mailuu-Suu, Kyrgyzstan

Soil, Water

Radioactive Waste

Legacy Soviet-era Uranium Plant

Planned, with World Bank support

Dzerzhinsk, Russia

Water and Soil

Chemicals Legacy, some Active

Soviet-era Chemical Weapons

Production and others

Planning only

Norilsk, Russia Air, Soil , Water

Sulfur Dioxide, Strontium-90,

Caesium-137, Others

Active Platinum Production,

Other mills

Unknown

109

Rudnaya Pristan, Russia

Soil Lead Legacy and Active

Lead Mining None

Chernobyl, Ukraine

Soil, Water

Radioactive Materials

Legacy Soviet-era Power Plant Accident

Ongoing

Kabwe, Zambia Soil Lead Legacy Lead Mining Early Days – process begun with

World Bank

support La Oroya, Peru Air, Soil Lead Active and

Legacy Metal Mining and Production

Unknown

RADYOA KTĠF KĠRLENME

Karasal ortamdaki kayalarda ve denizel ortamdaki sedimentlerde radyoaktif maddeler bulunduğu gibi atmosferde de

kozmik ışınların etkisiyle radyoaktivi te oluşur. İnsanların ürettiği yapay radyoakti f maddeler de karada, suda, havada etkisi ni

göstermektedir. Radyoaktivi te bazı maddelerin karas ız olan atom çekirdeklerinin bir sonucudur. Bu özelliğe sahip olan

maddelere Radyoizotop, bunları i çeren maddelere de Radyoakti f madde denir.

Bütün ağır elementlerin i zotopları (atom numarası 83’ten büyük) radyoakti fti rler. Bi r radyoakti f i zotopun parçalanması

için geçen süreye o izotopun yarı ömrü denir. Örneğin, bu süreler, Karbon 5568 yıl , Fosfor 14,5 gün, Potasyum 1,3 milyar yıl ,

Demir 45 gün, Manganez 300 gün, İyot 8 gün Kripton 10 yıldır.

Radyoaktif Kirlenmenin Kaynakları

Yeryuvarlağında radyoakti f ki rliliğe neden olan başl ıca iki kaynak vardır. Bunlar doğal ve yapay olmak üzere ayrılabili r.

Yeryuvarını oluşturan kaynakların ve denizde çökelmiş olan sedimentlerin içinde bulunan radyoaktif maddelerin

kompozisyonundan kaynaklanır. Diğer bi r kaynağı da kozmik ışınların etkisi sonucu oluşan radyoaktivi tedir.

Yapay radyoakti f maddeler özellikle ikinci dünya savaşından sonra giderek artan miktarlarda ortama karışmaktadır.

Örneğin; atom bombası denemeleri , nükleer santrallerden çıkan atıklar bu santrallerdeki kazalar, denizlere bilerek ve

kontrollü şekilde atılan radyoakti f atıklar.

Radyoaktif Kirlenmenin Çevreye Etkileri

Radyoaktivi tenin çevreye etkisi radyasyonun şiddetine, etki süresine ve ışınların türüne göre değişi r. Doğal radyoaktivi te

oldukça bölgesel düzeyde kalabili r. Yapay radyoaktivi te özellikle nükleer denemeler ve kazalar ekosferin tümünü

ki rletebilecek bir etki yaratır. Örneğin, Rusya ' da Kiev yakınında oluşan kazada, hava akımlarıyla taşınana ve yağmur sularıyla

yeryüzüne inen bu radyoakti f maddelerin kuzeyde İskandinav ülkelerine, batıda İngil tere'ye, güneyde Türkiye'den İspanya 'ya

kadar yayıldığı saptanmıştır.

Nükleer felaketlerden sonra oluşacak duman ve toz güneş ışınlarının yeryüzüne gelmesini engelleyecek derecede yoğun

olabili r. Bunun sonucunda ışığın azalmasıyla yeryüzündeki fotosentez ileri kesintiye uğrayabili r, ayrıca gelen ışınlar yeryüzüne

ulaşmadan geri yansıtılacağından yeryüzünde ısı düşecek dolayısıyla iklimlerde değişme olacak tır.

110

Nükleer felaketlerden sonra ekosferin fiziksel koşullarındaki değişmeler canlı toplumlarında önemli değişmeler

olacaktır. Radyasyon değişik türleri değişik şekillerde etkileyebilir. Genelde böceklerin, kuş ve memelilerden daha dayanıklı

oldukları; bi tkilerden otsuların iğne ve geniş yaprakl ılardan daha dayanıkl ı oldukları saplanmıştır.

Bazı i zotoplar canlıda bi rikim yapar, bu birikim besin zinci ri yoluyla canlıdan canlıya geçer.

Cıva, kadmiyum gibi metallerin de canl ılarda biyolojik bi rikim yaptıkla rı gözlenmişti r. Japonya'da görülen Minimata

hastalığı bu birikimin bir sonucudur.

Kirlenmiş bölgelerde yapılan planktonik çalışmalarda bazı türlerin bol olarak bulunmasına karşın bazı türlerin tamamen

ortadan kalktığı saptanmıştır. Bentik formların dağılışı ki rlilik etkisine göre horizontal olarak zonasyonlar gösteri r.

Radyasyonların Özellikleri

Radyasyonları, i çteki ve dıştaki radyasyon olarak ikiye ayırmaktayız.

A-Radyoakti f kaynak vücudun dışında ise bunun radyasyon tesiri :

1. Radyasyon tipi ve enerjisine

2. İhtiva ettiği radyo izotopun tipine

3. Maruz kalanların kaynağı olan mesafesine bağlıdır.

Radyasyon özellikleri şu şekilde özetlenebili r.

1. Alfa ışınları: Derine nüfuz edemez ışınlar rölati f olarak çok ince yüzeylerle engellenebilir.

2. 2. Beta ışınları: Nüfuz etme özelliği daha büyüktür bi rkaç metre hava tabakası veya birkaç milimetrelik alüminyum

plaka ile durdurulabilir.

3. Gama ışınları: Kuvvetli bi r şekilde nüfuz eder. Tesir mesafesi bu ışınların sahip olduğu enerjiye bağlıdır.

4. Kısa yarı ömürlü radyo izotopların bi r gramı saniyede çok fazla parçalanma meydana getiri r. Oysa uzun yarı ömürlü

izotoplar sadece birkaç parçalanma yaparlar.

5. Radyasyonlar uzun mesafelerde bile (özellikle gama ışınları i çin) göz önünde bulundurmalı. Radyasyonların

aktivi tesi mesafenin karesi ile ters orantılı olarak azal ır ve bu, radyasyondan korunma bakımından önemlidi r.

6. İçteki radyasyonun tehlike sıras ı dıştaki radyasyonların tehlikesine nazaran tamamen zıt yöndedir. Bundan dolayı

alfa ve beta ışınları çok tehlikeli olur. Bu tehlike alfa ve beta parçacıklarının tüm enerjisini hemen civarına

vermesinden kaynaklanır ki bu durumda tüm radyoaktivi te vücut içersinde kalır.

Radyoaktif Atıklar ve Çevrede Dağılım

Nükleer santrallerden çıkan atıklar çok fazla radyoaktivi teye sahipti r. Bu atıklar al fa ve beta radyasyonları yayarlar ve i şin bu

kısmıda çevre ki rlenmesi ve özellikler su ki rlenmesi ile ilgili problemler ortaya çıkar.

1Kg U(235) aşağı yukarı 1Kg atık bırakır. Bunların bazıları uzun yarı ömre sahipti r. Örneğin Sr(90) 25 yıllık yarı ömre sahipti r.

Herhangi bi r radyoakti f maddenin al ıcı suda izin verilen konsatrasyon mikro kuri*/l t (* 1curi=Radyumun bir saniyedeki

parçalanma sayısı)’di r. Bunun için bi r su havzasındaki nükleer santraller gibi binlerce kurilik(C:) aktivi teye sahip tesisler

planlarınken dikkatli olunması gerekir. Pratikte böyle tesislerin yapılabileceği gösterilmişti r. Ancak bu, ilgili kuruluşlarca

bütün tedbirler alındıktan sonra yapılmalıdır!

111

Bir nükleer santralden radyasyonun ekosisteme gi rişi değişik şekillerde olabilir. Gaz veya s ıvı şeklinde olan atıklar canlıla ra

yanmak suretiyle veya doğrudan etki eder. Radyasyon besin zinci rine gi rebilir ve değişik faktörlere ba ğlı olarak etkisini

gösteri ri r. Bunlar:

1. Radyoaktif maddenin özelliği

2. Alınan radyoaktif madde miktarı

3. Vücuttaki birikme yeri

4. Biyolojik yarı ömrü

Bütün izotoplar aynı derecede tehlikeli değildi r. Çeverede bulunan radyumun ve Sr90 ın i zin verilebili r değerelerden daha

fazla olmadığı her an gösterilebilir. Ancak ana tehlike uzaktadır. Bi rkaç i zotop bir kere su ortamına gi rince, bi r süre sonra alg,

bal ık ve su kuşları gibi canlıların vücutlarında birikmeye başlar. Aynı zamanda radyoaktif ki rlenme atmosferde tutulursa süt,

Sr90 i çin tehlikeli bi r vektör görevi görür. Ve şu taşıma serisi ortaya çıkar. Havadaki Sr90 ın zerrecikler halinde çayırlar üzerine

çökmesi sonucu:

Hava ---> Çayır ---> İnek ---> Süt ---> Bebek

(Sr90) (Sr90)

Bu aşamda biyolojik yarı ömür çok önemli bi r faktör olarak devreye gi rer.

Radyoaktif maddeler çevreye serbest bırakıldıkları zaman dağılır ve seyreli r. Bununla beraber canl ı organizmalarda konsantre

olarak bi rikebilir ve besin zinci rine geçebili r. Organizma vücudunda bulunan radyoaktif maddenin ortamdaki radyoaktif

maddeye oranına çoğu zaman konsantrasyon faktörü adı verilir.

Nükleer Reaktörler

U235+ 1n ---> fisyon ürünleri + 2~3 nöton + enerji

U238+ 1n ---> Pu239

Pu239+ 1n ---> fisyon ürünleri + 2~3 nöton + enerji

Bir nükleer enerji merkezinde:

1. Nötronların kontrol edilmesi

2. Üretilen ıs ı enerjisinin uzaklaştırılmas ı

3. Radyasyon artıklarının toplanıp uzaklaştırılması gereklidi r.

Nötron sayıs ının kontrolü nötron absorbe edici kobalt veya boron ihtiva eden elemanlarla yapılır. Nötronların enerjisi ise

'moterator' adı verilen yavaşlatıcı elemanlarla yapılmaktadır.

Reaktördeki proseslerde ortaya çıkan enerji , devreden bir sıvı i çersinde nakledili r. Bu ısı daha sonra buhar elde edilmesinde

kullanıl ır. Bu buhar türbinleri çevirerek elektrik üreti r.

Reaktörlerin yakıtı olan uranyum ince ve uzun kartuşlar şeklinde reaktöre yerleşti rilir. Bu yakıt kartuşları paslanmaz çelik

veya benzeri bi r elementle kaplanır. Yeter derecede ki rlilik bi rikimi olunca nötron absorblamas ı yavaşlar ve fisyon üretimi

azal ır. Bu durumda yakıt kartuşu çıkartılmalıdır. Bu şekilde elemanda atıklar, daha konsantre edilmiş, daha radyoaktif ve

dolayıs ıyla daha tehlikelidir.

Radyoaktif Atıkların Uzaklaştırılması

Radyoaktif atıkların uzaklaştırılmasında ulaşılmak istene n amaç, atıkların zarars ız duruma geçinceye kadar bi rikti rilecek

olan hacimlerini küçültmek için, bunları mümkün olduğu kadar konsantre etmekti r. Bununla beraber, atıklar başlangıçta çok

112

sıcak olduğundan ilk yapılacak iş bu artıkların soğutulmasıdır. Beli rli bi r süreden sonra sıcaklık düşer ve artıklar için işlem

yapılabili r. Bundan sonra artıklar konsantre edili r, mümkün ve uygun olan durumlarda katı forma dönüştürülür.

Bundan sonra, soğutulmuş, konsantre edilmiş ve katılaştırılmış olan radyoakti f atıklar terk edilmiş tuz yataklarına (yer

al tı mağarası) uygun bir şekilde boşal tıl ır. Bu maddelerin bu yerlerde binlerce sene dokunulmadan kalacağı ümit edili r.

Radyoaktivitenin Canlılara Etkisi

A.Radyasyonun Biyolojik Etkisi

Bir canl ı tarafından absorbe edilen radyasyon enerjisinin bünyeye olan etkisi ikiye ayrıl ır.

1. Kronik

2. Akut

Kronik etkiler izafi olarak küçük radyasyonlara uzun süre maruz kalınması neticesinde meydana geli r. Akut etki ise tek ve

büyük bir radyasyon dozuna kısa sürede (24 saat) maruz kal ındığında ortaya çıkar.

Radyasyonun canl ılar üzerindeki etkisi "rem" birimi ile i fade edilir. Bu, X ve gama ışınlarının geçtikleri atmosferde meydana

geti rdikleri iyonlaşmanın bir ölçüsüdür. 5 ve daha küçük değerler izafi olarak küçük radyasyonlardır. Gözle nebili r bi r etkisi

olmamakla beraber 25 rem büyük radyasyon sayıl ır. 50 rem'lik dozajlarda kaz özelliklerinin değiştiği , 300 -500 rem'lik

dozlarda doktor müdahalesi olmaksızın yaşama şans ı olmakla beraber, 650 rem'lik dozların öldürücü olduğu gözlenmişti r.

Genel olarak radyasyona maruz kalınması halinde ömürde bir kısalma beklenir. Maruz kal ınan süre veya dozajın artması

ömürde beklenen kısalmanın miktarını artırır.

Tablo-1 Radyasyonun Beklenen Akut Etkileri

Doz (rem) Etkileri

0-50 Kandaki ufak değişmeler dışında bariz etkisi yok

80-120</ Kusma, bulantı (kişilerin %5-10’unda), yorgunluk

130-170 Kusma ve bulantı (kişilerin %25’inde), radyasyon hastal ığının diğer beli rtileri

180-220 Kusma ve bulantı (kişilerin %50’sinde), Ölüm yok

270-330 1. gün tüm kişilerde kusma sonra radyasyon hastalığının diğer beli rtileri , radyasyondan 2-4 hafta sonra %20

ölüm, nekahat devresi yaklaşık 6 ay sürer

400-500 1. gün tüm kişilerde kusma, radyasyon hastalığı beli rtileri , 1 ay içerisinde %50 ölüm, nekahat süresi 6 ay

550-750 4 saat sonra tüm kişilerde kusma, %100'e yakın ölüm, pek az yaşabilenlerde nekahat süresi 6 ay

1000 1-2 saat içinde tüm kişilerde ölüm, büyük bi r ihtimalle kurtulan olmaz

5000 Bir hafta içerisinde tüm maruz kalanlar ölür

113

Radyasyonun Hücreye Etkisi

Radyasyonlar canlı vücudunu hava akımlarıyla , beslenmeyle veya absorbisyonla etkileyebili r. Bünyede, radyasyonlar normal

hücre faaliyetlerine son derece ciddi zararlar veri r. Radyasyonların hücrelere verdiği zararlar.

1. Fiziksel

2. Kimyasal

3. Metabolik

Fiziksel kademe, enerji absorbisyon süreci olarak düşünülür ve çok hızl ı gerçekleşi r( sn).

Kimyasal kademe, aktivi te olmuş moleküllerin diğerleri ile ve normal hücrelerle reaksiyon periyodlarını içine alır. Sa niyenin

milyonda biri kadar kısa sürede cereyan eder ve kimyasal denge kuruluncaya kadar devam eder.

Metabolik kademede, hücrelerde biyokimyasal değişme söz konusudur. Bu kademedeki önemli hasara dönüştürülmesidir.

Radyasyon, atomların yapıs ını veya elekti rk yükünü değişti rdiğinden, moleküllerin bağ mekanizmaları bozulur. Bu

parçalardan yeni ve farklı moleküller meydana gelebili r. Büyüme ve bölünme gibi hücre faaliyetleri enzimler tarafından

kontrol edildiğinden, hücre hayatı radyasyondan tamamen etkileni r. Radyasyon hücrelerin erken yada geç bölünmesine

veyatuda hiç bölünmemesine sebep olur. Aynı zamanda yeni hücreler normal olmayan büyüme hızına sahip olabilir ve

bölünme özelliğini kaybeder.

Değişik hücrelerin radyasyonda etkilenmesi farklı şekillerde olmaktadır. Hücre bölünmesi zamanı, beslenme ve metabolik hız

büyük ölüçüde radyasyondan etkilenir.

114

İnsan vücundundaki hücrelerden radyasyona karşı hassas oların listesi, hassasiyet derecesine göre sıralanışı:

1. Lenf bezleri ve dalaktaki akvuyarlar(levkositler)

2. Kemik iliklerindeki akyuvarlar

3. Deri ve kemik iliklerindeki esas hücreler

4. Akciğerlerdeki oksijen absorbisyon hücreleri(alveoller)

5. Safra kanalı hücreleri

6. Böbrek tüpleri hücreleri

7. İskelet hücreleri

8. Kas hücreleri

9. Kemik hücreleri

10. Sinir hücreleri

Bunun sonucunda insan vücudunda etkilenen yerler s ırasıyla şöyledir:

1. Kan ve kemik ilikleri

2. Lenf sistemleri

3. Deri ve saç bezleri

4. Mide ile ilgili kısımlar

5. Böbrek üstü bezleri

6. Tiroi t bezleri

7. Akciğerler

8. İdrar yolları

9. Karaciğer ve safra kesesi

10. Kemikler

11. Gözler

12. Üreme organları

Farklı radyoiztopların bi riktiği organlarda değişik olmaktadır.

Tablo . Bazı Radyoiztoplar ve bi riktikleri organlar.

115

Akciğer Böbrekler Karaciğer Kemik

Nikel 163 Krom51 Manganez(56> Berilyum7

Radon222 Manganez51 nikel(51) Karbon14

Polonium210

Germanium71

Kobalt(60

) Fluoline18

Uranyum238 Arsenik76 Bakır(64) Kalsiyum45

Petronium239 Rhodium105 Gümüş(105) Vanadium48

Rhodium106

Kadmiyum(109

) Çinko65

Techretium127 Gümüş(109) Gallium72

Tellurium129 Gümüş(111) Strantium89

İridium190 Strantium90

Altın198 Yttrium91

Uranyum230 Mobilden99

Tın113

Beriyum140

Tungsten185

Kurşun203

Radyum226

Uranyum233

Radyasyona maruz kalındığında ençok ve çabuk değişikliğe uğrayan birim DNA(deoxyribonucleik acid)dir. DNA'da kimyasal

değişime çok çabuk olmaktadır. Düşük dozlarda DNA'nın fiziksel yapısındaki değişme çok çabuk olmaktadır. Düşük dozlarda

DNA'nın fi ziksel yapısındaki değişmelerin farkına varılabilir. Bu fi ziksel değişmeler moleküller aras ında enine bağların

oluşması veya fosfad-şeker zinci rlerinde(bağında) kırılmalar şeklinde kendini gösteri r. DNA moleküllerinin çift bağı

bulunduğundan bu bağlardan birinin hasar göremesi molekülün bütününü etkilemeyebili r ve şayet kırılmalar geli şi güzel

olursa pekçok molekül iki veya daha fazla parçaya ayrılmaks ızın ortaya çıkabili r. DNA doğrudan radyasyona maruz kaldığında

serbest kökler rastgele atak yaparak belirli bi r zamanda sadece bir bağ koparır.

Benzer şekilde, düşük dozdaki iyonize olmuş radyasyonların verildiği durumda sadece bağ koparır. Bununla beraber yoğun

radyasyonlar aynı noktada iki bağı bi rden koparabilir. DNA moleküllerinin iki veya daha fazla parçaya a yrılması iki bazın

bi rden yaklaşık aynı noktada kopma neticesinde olabili r.

Nükleer Reaktörlerin Çevreye Etkileri

Nükleer reaktörlerin çok olduğu ülkelerde, özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde çok miktarda

radyoakti f atık su altında geçici olarak depolanmakta ve sonsuza kadar saklanacağı yere götürülmeyi beklemektedir. Uygun depolama yerleri jeolojik bakımdan binlerce, onbinlerce

yıl kararl ı olmalıdır. Bu tür yerlerin seçimi i çin günümüzde büyük tartışmalar olmaktadır.

116

Nükleer enerjiyi yoğun olarak kullanan Fransa değişik bi r yol seçerek, nükleer atıkların yeniden işlenmesine yönelmişti r. Bunun için, yakıt çubuklarındaki uranyum ve plütonyum ayrılmakta ve yeniden yakıt çubukları haline geti rilmektedir. Geriye kalan düşük etkinlikteki diğer atıklar yukarıda belirtildiği gibi saklanmaktadır. Bunların yarı ömürleri 100 yıl kadardır. Bunlar borsilikat camlarından yapılmış kaplar içinde saklanmaktadır. Bor elementi nötronları tutar. Bu radyoakti f camlar kapalı kaplara yerleşti rilir ve özel depolara konur. Bu depolar en az 1000 yıl

saklanabilecekleri mağaralara, özellikle son buz çağından beri jeolojik bakımdan korunmuş mağaralara yerleşti rili r.

Uranyum ve plütonyumun yeniden işlenmesi çok tehlikelidir ve çok dikkatli yapılmal ıdır. Bu i şlem genellikle

uzaktan yönetilen cihazlarla yapıl ır. Yeniden işleme sürecinin önemli bi r sorunu, geri kazanılan plütonyumun atom bombası yapılabilecek kalitede olmasıdır. Silah yapımının önlenebilmesi için çok sıkı önlemler alınmalıdır.

Görüldüğü gibi, "temi z" nükleer enerji , asit yağmuru ve küresel ısınma gibi çevresel sorunlar taşımamasına karşın, kendine özgü sorunları da beraberinde geti rmektedir. Yeni enerji kaynaklarının saptanması s ırasında bilim kadar sosyal ve poli tik etkenler de önemlidi r. Yeni bi r enerji politikas ı oluştururken hangi riskleri ne kadar göğüsleyebileceğimiz göz önüne almal ıyız. Yani , alacağımız risk geti receği yarara değer mi? Acaba nükleer enerji

kullanarak gi rdiğimiz risk, fosil yakıt1arımn çevre ki rlenmesi ve küresel ısınma risklerinden daha kabul edilebilir durumda mıdır? Yoksa, nükleer enerji kullanımını yaygınlaştırmak yerine, enerjinin daha verimli kullanılmasını mı sağlamalıyız? Bütün bu sorunlar önümüzdeki yıllarda daha ayrıntılı olarak tartışılacaktır .

Nükleer Santral Kazaları

Nükleer güç istasyonlarında çok kötü iki kaza olmuştur. Bunlardan ilki 1979 da Pensilvanya yakınlarındaki Middleton "Three Mile Island" (TMl) nükleer güç istasyonunda meydana gelmişti r. TMI reaktörü suyun yavaşlatıcı ve soğutucu olarak kullanıldığı hafi f su türü reaktördür. Bu kazada bazı soğutucular (aynı zamanda yavaşlatıcı) kaybolmuştur. Çok az yavaş nötron kaldığı i çin reaktördeki zinci r tepkimeleri durmuştur. Bununla bi rlikte fisyon parçacıkları yakıt çubuklarının aşırı ıs ınmasına neden olarak bozunmaya devam etti . Kısmen erime oluştu ve bunun sonucu reaktörlerden bi risi çatladı. Çatlama az miktarda radyoaktif buharın atmosfere yayılmasına sebep oldu. Reaktör kapatıldı, ancak robotlar yakıt çubuklarında önemli ölçüde hasar olduğunu tespit ettiler.

İkinci kaza 1986 yılında Ukrayna'da Çernobil'de oldu. Bu reaktörde yavaşlatıcı olarak grafi t kullanılmaktaydı. Soğutucu

yanl ışlıkla kapatılınca zinci r tepkimeleri kontrolden çıktı. Sıcakl ık muazzam şekilde arttı ve erimeye neden oldu. Erime boyunca çubuklan çevreleyen grafi t yavaşlatıcılar yandı ve radyoaktif dumanlar reaktör dışına taştı. Radyoakti f maddeler Avrupa, Kanada ve Amerikanın bi rçok yerine dağıldı. Çernobil kazasında sadece birkaç düzine insan ölmesine rağmen ileriki

yıllarda radyasyonun neden olacağı kanser nedeniyle daha fazla kişi ölecekti r. Çernobil'de meydana gelen kaza, soğutucunun yavaşlatıcı olduğu hafif-su reaktörlerinde meydana gelmez.( Yan tarafta Çernobil nükleer santral kazas ına ai t görüntüler vardır)

Diğer milletler kaza olmadan nükleer gücü halen kullanmaktadırlar. Fransa ve Japonya' da elektrik enerjisinin üçte ikisi nükleer güç is tasyonlarından elde edilmektedir. Nükleer reaktörlerin güvenliğinin kayıtlardan oldukça yüksek olduğu görülür ancak nükleer atıklar oldukça önemli bi r sorun oluşturur.

Japonya’da 11 Nisan 2011 Cuma günü yaşanan deprem sonrası oluşan yıkıcı bir tsunami dalgası ve Fukuşima Daiçi nükleer

santral kazası

Japonya'da 9 büyüklüğündeki depremin üzerinden bir haftadan fazla bi r süre geçti . Japonya bir tarafyan deprem ve tsunaminin yaralarını sarmaya çalışırken, bi r tarftan da Fukuşima Nükleer Santralinde meydana gelen patlama ve yangınlar

sonras ında olası bi r nükleer felaketin engellemeye çalışıyor.

Santralin reaktörlelerinde oluşan basıncın azaltılmas ı ve soğutma çal ışmaları devam ediyor. Ancak tüm çabalara rağmen bugün 3 numaralı reaktöründeki basıncın yeniden yükseldi.

117

Japon hükümeti ülkede yaşanan deprem sonrasında büyük hasar gören ve devam eden soğutma işlemlerine rağmen

radyoaktif sızıntı riski devam eden Fukuşima nükleer santralinin kapatılacağını açıkladı.

DURUM KONTROL ALTINDA Japonya Nükleer Güvenlik Ajansından Hidehiko Nişiyama, Fukuşima nükleer santralinin 3 numaralı reaktöre su verilmesine ilişkin çabaların ''işe yaramıyor olabileceğini'' belirterek, reaktörden çevreye bir miktar radyoakti f gaz salınacağını söyledi . Nişiyama, gaz salınımının, nükleer santralin çevresindeki radyasyon oranını yeniden yükselteceğini ifade etti . Daha sonra açıklama yapan Tokyo Elektrik Enerji Şi rketi ’nden (TEPCO) bi r yetkili, Fukuşima Daiichi nükleer santralinin, basınç yükselmesi

yaşanan 3. reaktöründe durumun kontrol al tına al ındığını söyledi. Reaktörde basıncın halen yüksek seviyede olmasına karşın durumun is tikrarlı olduğunu beli rten yetkili, bu nedenle reaktördeki basıncı azaltmak amacıyla çevre için risk yaratacak olan radyoakti f gaz salımı i şlemine acil ihtiyaç duyulmadığını kaydetti .

VE SON KARAR: KAPATILACAK

Deprem sonras ında soğutma sisteminde hasar meydana gelen ve radyasyon s ızıntıs ı yaşanan Fukuşima nükleer santrali,

gerekli önlemler alındıktan sonra kapatılacak. Konuyla ilgili açıklama Japonya hükümet sözcüsü Yukio Edano’dan geldi . Fukuşima Daiichi nükleer enerji santralinin yeniden çalıştırılabilecek durumda olmadığını kaydeden Edano, santralin aşırı ıs ınan reaktörlerinde kontrol sağlandıktan sonra kapatılacağını bildi rdi .

Nükleer çağın sonu mu? Dünya basını Japonya’daki deprem sonrasında nükleer santrallerde yaşanan patlamalar nedeniyle, nükleer enerjiyi

sorguluyor.

118

Japonya’da meydana gelen deprem ve oluşan tsunami sonras ında ülkedeki nükleer santrallede yaşanan patlama ve nükleer

sızıntı olasıl ığı, nükleer çağın sonunun geldiği yorumlarına neden oluyor.

İngiliz gazetelerinde, Japonya'da büyük yıkıma yol açan deprem ve tsunamiyle ilgili haberler manşetlerde yer aldı.

İngiliz Guardian gazetesi, Japonya'daki felaketin ardından Amerika Birleşik Devletleri , Hindistan, Çin, Endonezya ve

Türkiye'deki çevreci grupların yeni santrallerden vazgeçilmesi ya da güvenlik standartlarının büyük oranda yüksel tilmesi

çağrıs ında bulunduklarını belirtti .

Haberde özetle şöyle denildi;

"Merkezi Viyana'da bulunan Atom Enerjisi Kurumu'na göre, dünya genelinde, faal durumdaki 442 ticari nükleer santralin

yüzde 20'si önemli derecede sismik faaliyetin olduğu bölgelerde inşa edilmiş durumda. Bu yetkililere göre artan ener ji

ihtiyacını karşılamak için 20 yıl içinde 350 yeni santral inşa edilmesi planlanıyor ve bu durum, bi r doğal felaket sonucu

nükleer facia yaşanması riskinin artmas ı anlamına geliyor."

"Greenpeace Yeşil Barış Hindistan'dan Karuna Raina, 'Japonya'dakilerin depreme dayanıklı ve felaketlere en hazırl ıkl ı

santrallar olduğu söyleniyordu. Ama bakın ne oldu. Sismik bölgeler riski artırıyor' dedi . Türkiye de Akkuyu'da üç nükleer

santral inşa etmeyi planl ıyor. Santralin yapılacağı bölge Ecemiş Fay Hattı'nın bi rkaç kilometre yakınında ve geçmişte büyük

depremlerin olduğu bölgede."

NÜKLEER ENERJİNİ KADERİ JAPONYA'DA BELİRLENECEK

Guardian yazarı Julian Glover de, nükleer enerjinin kaderinin Japonya'da beli rleneceğini beli rterek, santralde durumun

kontrol al tına alınamamas ı halinde nükleer enerjiye güveninin tamamen kaybedileceğini vurguladı:

"Japonya'daki nükleer facianın dünyayı atom enerjisinden uzaklaştırmaması ya da uzaklaştırmas ı gerektiğine dair bi rçok

neden var. Meseleye olumsuz açıdan bakınca rasyonellikten uzaklaşılabili r. Faciaya yol açan nedenlerin tekrarlanmas ı

olasıl ığı ne kadar az ya da sonuçları ne kadar kontrol edilebili r olursa olsun, sektörün güvenlik konusunda verdiği güvencele r,

119

ekonomik mantık ve iklim değişikliğinin etkilerini azal tmak için yeni santraller inşa etmek gerektiği argümanları korkutucu bir

sezyum bulutunda yok olup gidebilir.

Çernobil'in manevi sonuçlarıyla başetmek yıllar aldı. Fukuşima felaketini unutmak da bir o kadar alabili r. Büyük bir yıkıma yol

açma potansiyeli nedeniyle, nükleer enerjinin halkın güvenine ihtiyacı var."

'NÜKLEER ENERJİYE DESTEK AZALDI'

Financial Times da başyazıs ında 1979'da Pensilvanya, yedi yıl sonra da Çernobil'de meydana gelen kazanın nükleer enerjiye

desteği önemli oranda azal ttığını hatırlatarak şöyle dedi :

"Nükleer endüstrinin, Çernobil'den sonra iyi bi r güvenlik sicili oluştu. Bu büyük ölçüde daha iyi tasarım ve daha sıkı izleme

sayesinde mümkün oldu. Küresel ısınma nedeniyle de Batıl ı hükümetler tekrar nükleer seçeneğe bakmaya başladılar. Enerji

güvenliğiyle ilgili beli rsizlik nedeniyle gelişmekte olan ülkeler de hızla nükleer santraller inşa ediyor. Nükleer santraller,

karbon salımlarının azaltılmasında belli bi r rol oynamalı."

"Ancak güvenlik kaygıları, nükleer enerjinin en azından Batı'da canlanışın ı durdurabili r. ABD ve Avrupa'da yeni santral

inşasına destek artmas ına rağmen hala kırılgan bir durum söz konusu. Bi r ciddi olay bile, bu desteği yok edebilir. Çernobil 'den

sonra Uluslararası Atom Enerjisi sıkı güvenlik kuralları geti rdi . Ancak aradan 20 yıl geçmesine rağmen, bu kurallar hala

istenirse uygulanıyor."

"Ama kamuoyunun yeni santraller inşa edilmesini sınırlayamayacağı gelişmekte olan ülkelerde nükleer enerji sektörünün

hızla geliştiği günümüzde bunun yeri olamaz. Yeni nükleer santrallerin yüksek güvenlik standartlarıyla inşa edilmesi

sağlanmalı."

Times 'ın başyazısında da nükleer saldırıya uğrayan tek ülke olan Japonya'daki kazanın ardından nükleer santralların

güvenliğinin mercek altına alınması gerektiğini beli rterek, "Nükleer enerjiyle ilgi li anlaşılabili r hassasiyetlerine ve teknolojide

dünya lideri olmalarına rağmen Japonlar bile felaketten etkilenmeyecek reaktörler yapamıyorsa kim yapabilir ki?" diye

soruldu.

GÜRÜLTÜ VE GÜRÜLTÜ KĠRLĠLĠĞĠ

Gürültü: Ses dalgalar halinde yayılan bir enerji şeklidi r. Ses , “kulak veya bir al ıcı tarafından algılanabilen hava, su ya da

benzeri bi r ortamdaki basınç değişimi”dir. Ses ortamdaki parçacıkların ti treşmesiyle ve bu ti treşimlerin komşu parçacıklara

iletilmesiyle olmaktadır. Ti treşim sonucu oluşan dalgala r havada, su veya benzeri ortamda basınç değişiklikleri oluşturur. Bu

bas ınç değişiklikleri kulak tarafından sinir yolunda aktarılan impulslara çevrili r ve beyin tarafından “ses” olarak algılanır . Ses

nesnel , yani ölçülebili r ve varlığı kişiye göre değişme yen bir kavramdır. Gürültü ise öznel bi r kavramdır.

120

Gürültü “hoşa gitmeyen, istenmeyen rahatsız edici ses” olarak tanımlanabilir ve gelişigüzel bi r yapısı olan ses

spektrumudur. Bi r sesin gürültü olarak ni telenip ni telenmemesi kişilere bağl ı olarak değişebili r. Çok yüksek sesin, hoşa gits e

bile, i şitme kaybıyla bi rlikte bi rçok psikolojik rahatsızl ıklara neden olan zararl ı etkisi nedeniyle kontrolü gerekmektedir.

Gürültüyü, çağımızın önemli endüstriyel ve çevre sorunlarından biri yapan kaynakların başında endüstriyel makinalar ve

ulaşımda kullanılan araçlar gelmektedir. Sanayi toplumlarında, toplumu çevre gürültüsünden korumak için yasalar

çıkarılmakta, çevre gürültüsü için sınırlamalar konulmaktadır. ABD’de 1972 yılında yürürlüğe gi ren kanunla EPA (U.S.

Environmental Protection Agency) gürültü çal ışmalarını üstlenmişti r.

Ülkemizde de 11.12.1986 tarihli ve 19308 sayıl ı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe gi ren Gürültü Kontrol

Yönetmeliği kişilerin huzur ve sükununu, beden ve ruh sağlığını gürültü ile bozmayacak bir çevrenin gelişti rilmesi ama cıyla

gürültü kontrolünün uygulanacağı sınırlarının beli rlenmesi esaslarını kapsar.

Ses ölçü bi rimi dB (Desibel) dir. Gürültü kontrolünde bu birim kullanılmaktadır. dB bir orantıl ı veya göreli bi r değeri

gösteri r. Alexander Graham Bell’in anıs ına Bel adı verilen birim iki büyüklüğün oranının logaritması olarak tanımlanmaktadır.

Söz konusu bir büyüklüğün referans büyüklüğüne oranının logari tmasının 10 katıdır. dB ile ölçtüğümüz büyüklüklere düzey

adı verili r. Bi r ses kaynağının yaydığı ses enerjisinin gücüne ses gücü (veya akustik güç), bu gücün düzeyine (Lw) adı verili r.

Referans gücü olarak uluslararas ı referans Wo=10 kullanıl ır.

Ses gücü W (Watt) olan bir kaynağın ses düzeyi Lw;

Lw=10 log W/Wo = 10 log W/10 eşi tliğinden hesaplanır.

Örneğin 1 W ses gücü olan bir uçak motorunun ses gücü düzeyi ;

Lw=10 log W/ Wo = 10 log 1/10 = 120 dB’dir.

Frekans ses dalgalarının bi rim zamandaki ti treşim sayıs ıdır ve bi rimi de Hertz (Hz) di r. Genç bir insan 10-16.000 Hz

arasındaki sesleri duyabili r. İnsan kulağının hassas olduğu orta frekanstaki sesler 1000-4000 Hz arasındadır.

Gürültü Nasıl Ölçülür?

Ses desibel (dBA) ile ölçülür ve çevresel gürültü ile ilgili uygulamada ses çoğunlukla ‘A’ yüklü desibel ile ölçülür. Frekans

spektrumu karşıs ında insan kulağının duyarl ılığını kabaca yansıttığından, ‘A’ yüklü desibel kullanılır. Bununla bi rlikte, ses

gücü, sese tepkimizi etkileyebilecek tek şey değildi r. Beklenmedik sesler, tekrarl ı bas vuruşlar, ti z gıcırtılar veya vınlamalar

sesleri daha sinir bozucu yapabili r.

121

Gürültü Kirliliği

İnsanlar üzerinde olumsuz etki yapan ve hoşa gi tmeyen seslere gürültü denir. Özellikle büyük kentlerimizde gürültü

yoğunlukları oldukça yüksek seviyede olup, Dünya Sağlık Örgütü'nce beli rlenen ölçülerin üzerindedir.

Kent gürültüsünü artıran sebeplerin başında trafiğin yoğun olmas ı, sürücülerin yersiz ve zamansız klakson çalmaları ve

belediye hudutları i çerisinde bulunan endüstri bölgelerinden çıkan gürültüler gelmektedir . Meskenlerde ise televizyon ve

müzik aletlerinden çıkan yüksek sesler, zamansız yapılan bakım ve onarımlar ile bazı işyerlerinden kaynaklanan gürültüler

insanların işi tme sağl ığını ve algılamasını olumsuz yönde etkilemekte, fi zyolojik ve psikolojik dengesini bozmakta, iş verimi ni

azal tmaktadır.

GÜRÜLTÜ KAYNAKLARI

Trafik Gürültüsü

Ülkemizde her türlü taşıtın i zin verilebili r üst gürültü s ınırları Gürültü Kontrol Yönetmeliğinde belirlenmiştir.

Endüstri Gürültüsü

Endüstriyel gürültü bi rincil olarak o endüstri kolunda çalışanları ilgilendiren önemli bi r problem olmakl a beraber

çevrede yaşayanlar içinde önemli sorunlar yaratmaktadır.

İnşaat Gürültüsü

Diğer gürültü kaynaklarına göre inşaat gürültüsü süreklilik göstermemektedir. Bina ve yol inşaatları sıras ında kullanılan

makine ve cihazlar ile yapılan işlemlerin meydana geti rdiği gürültü yakın çevrelerde ve özellikle yaz aylarında rahats ızl ık

vermektedir. İnşaat yapılan mahallerde ve şantiyelerde izin verilebili r gürültü düzeyleri Yönetmelikte beli rtilmişti r.

GÜRÜLTÜNÜN İNSAN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİNİ

1. Fiziksel Etkiler

Gürültünün fiziksel etkisi, geçici veya i şi tme hasarları şeklinde görülür. Ani ve yüksek sesin kulak zarını parçalaması

hassas korti tabakas ını düzelmeyecek şekilde hasara uğratması başlıca etkilerdir. Ani zarar oluşturmayacak düzeydeki

gürültüde uzun süre kalan kişilerde sürekli işi tme kayıpları görülebilir. Yüksek ses , tüy hücrelerini zedeleyerek, korti

organında çökme oluşturarak ya da i şi tme hücrelerini zedeleyerek işi tme duyusuna zarar veri r. Bu durum işi tme kaybı ve

işi tme eşiğinin kaybına sebep olur.

2. Fizyolojik Etkiler

Gürültünün fi zyolojik etkileri kas gerilmeleri , s tres , kan basıncındaki artış, kalp atışlarının ve kan dolaşımının değişmesi,

gözbebeğinin büyümesi ve uykusuzluktur. Bunların çoğu kısa süreli etkilerdir. Stres ve uykusuzluk gürültünün kısa süreli

etkilerindendir. Ayrıca migren, ülser, gastri t vb. hastal ıkların ortaya çıkmasında gürültünün önemli etkisi olabileceği öne

sürülmektedir.

3. Psikolojik Etkiler

122

Gürültü; insanlarda sini r bozukluğu, korku, rahats ızl ık, tedirginlik, yorgunluk, zihinsel etkilerde yavaşlama ve iş veriminin

azalmasına yol açmaktadır. Bu sonuçların çoğu gürültü ortamında çalışan kişiler üzerinde yapılan gözlemlere dayanmaktadır.

4. Performans Etkileri:

Gürültünün iş verimini azal tması ve işi tilen seslerin anlaşılamaması gibi etkileri görülmektedir. Konuşmanın

algılanabilmesi ve anlaşılabilmesi türünden fonksiyonların engellenmesi, ortamda etkisinde kal ınan arka plan gürültüsü

düzeyi ile ilgilidir.

Gürültüye maruz kalma süresi ve gürültünün şiddeti, insana verece ği zararı etkiler. Endüstri alanında yapılan

araştırmalar göstermişti r ki ; işyeri gürültüsü azal tıldığında işin zorluğu da azalmakta, verim yükselmekte ve iş kazaları

azalmaktadır.

Çal ışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre; meslek hastal ıkların ın %10'u, gürültü sonucu meydana gelen işi tme

kaybı olarak tespit edilmişti r. Meslek hastalıklarının pek çoğu tedavi edilebildiği halde, işitme kaybının tedavisi

yapılamamaktadır.

Titreşim Titreşim bir sis temin denge konumu etrafında yaptığı salınımlardır. Gürültü kontrolü açıs ından ti treşim kontrolü,

ti treşerek ses yayan yüzeylerin ti treşim genliklerinin azal tılmasıyla sağlanır. Bunun içinde ti treşimin sönümlenmesi , ti treşi m

yaratan kaynağın ses yayan yüzeylerden yalıtılmas ı gibi yöntemler uygulanabilir.

Gürültünün Çevreye Olan Etkileri

Gürültünün Fiziksel Çevreye Etkileri

Gürültü kaynaklarının imar planlarındaki gürültüye duyarl ı alanlarla ilişkili olması ve bu soruna karşı tedbir olarak, imar

planlarında gürültüye karşı özellikle araçların transi t geçtiği yollar ile imar sahas ı arasında tampon bölge bırakılmalıdır. Şehir

içi küçük sanayi i şletmelerinin sanayi bölgesine taşınmaları desteklenmelidi r. Buraların yeşillendirilmesi sağlanmalıdır.

Organize Sanayi Bölgesindeki fabrikaların etrafı ve boş arazile rin ağaçlandırılmas ı çalışmaları yapılmalıdır. Yerleşim alanları

i çerisinde kalan kamuya açık eğlence yerlerinde Yönetmelikte belirtilen sınır değerleri aşanlara gürültü

İzleme/Ölçme/Kontrol monitörleri takılmalıdır.

Gürültünün Sosyal Çevreye Etkisi

Gürültünün insan sağl ığı üzerindeki zararlı etkileri nedeniyle kontrol altına al ınması gereği ortaya çıkmaktadır. İlk önce

çevreye gürültüsünü yayan ana kaynaklar ortaya konulmalıdır. Daha sonra çeşi tli sanayi ürünleri i çin izin verilen en yüksek

gürültü düzeyleri belirlenmelidi r.

Bazı Gürültü Türlerinin Desibel Dereceleri ve Psikolojik Etkileri

Gürültü Türü Db Derecesi Psikolojik Etkisi

Uzay Roketleri 170 Kulak ağrısı, sini r hücrelerinin bozulması

Canavar Düdükleri 150 Kulak ağrısı, sini r hücrelerinin bozulması

Kulak dayanma sınırı 140 Kulak ağrısı, sini r hücrelerinin bozulması

123

Makineli delici 120 Sini rsel ve psikolojik bozukluklar (III .Basamak)

Motosiklet 110 Sini rsel ve psikolojik bozukluklar (III .Basamak)

Kabare Müziği 100 Sini rsel ve psikolojik bozukluklar (III .Basamak)

Metro gürültüsü 90 Psikolojik belirtiler (II .Basamak)

Tehlikeli bölge 85 Psikolojik belirtiler (II .Basamak)

Çalar Saat 80 Psikolojik belirtiler (II .Basamak)

Telefon zili 70 Psikolojik belirtiler (II .Basamak)

İnsan sesi 60 Psikolojik belirtiler (I .Basamak)

Uyku gürültüsü 30 Psikolojik belirtiler (I .Basamak)

Çeşitli Kullanım Alanlarının Kabul Edilebilir Üst Gürültü Düzeyleri

Kullanım Alanı Ses basıncı düzeyi (gündüz) dBA

Dinlenme Alanları

Tiyatro Salonları 25

Konferans Salonları 30

Otel Yatak Odaları 30

Otel Restoranları 35

Sağlık Yapıları

Hastaneler 35

Konutlar

Yatak Odaları 35

Oturma Odaları 60

Servis Bölümleri (mutfak, banyo) 70

Eğitim Yapıları

Derslikler, Laboratuvarlar 45

Spor Salonu, Yemekhaneler 60

Endüstri Yapıları

Fabrikalar (küçük) 70

Fabrikalar (büyük) 80

Gürültünün İnsanlar Üzerindeki Etkileri (Schemel, 1986)

İnsanlar Üzerindeki

124

Gürültünün Değeri

Gürültü Kaynağı

Fiziksel Ve Ruhsal Etkileri

20-30 dB Yaprak kımıldaması,

fıs ıldayarak konuşma, çalışan saat

psikolojik olarak

45-50 dB Penceresi kapal ı odaya dışarıdan gelen gürültü,

evdeki müzik

% 50 sinde uykusuzluk

65-70 dB Yoğun trafik olan yol , elektrikli daktilo kan basıncı, yüksek kalp atmas ı, nefes almada değişiklik

90-120 dB moped, testere, disko, havaalanı gürültüsü kısa süreli duymama zorunluluğu

120 dB jet uçağı, si ren düdüğü, havalı tokmak, hava kompresörü

i şi tme zorlukları, ağrı başlangıcı

Gürültüyü Azaltmak İçin Alınabilecek Önlemler

Hava alanlarının, endüstri ve sanayi bölgelerinin yerleşim bölgelerinden uzak yerlerde kurulması,

Motorlu taşıtların gereksiz korna çalmalarının önlenmesi ,

Kamuoyuna açık olan yerler ile yerleşim alanlarında elektronik olarak sesi yükseltilen müzik aletlerinin çevreyi

rahatsız edecek seviyede olmas ının önlenmesi,

İşyerlerinde çal ışanların maruz kalacağı gürültü seviyesinin en aza (Gürültü Kontrol Yönetmeliğinde beli rtilen

sınırlara) indirilmesi,

Yerleşim yerlerinde ve binaların içinde gürültü rahatsızl ığını önlemek için yeni inşa edilen yapılarda ses yalıtımı

sağlanması,

Radyo, televizyon ve müzik aletlerinin evlerde rahatsızlık verecek seviyede seslerinin yükseltilmemesi gerekmektedir.

ÇEVRENİN RESTORASYONU

Kirliliğin Önlenmesi

125

Doğal Kaynakların Korunması

Toprağın Korunması

Yeryüzü Sularında Tarım

Ormanların Korunması

Yaban hayatının Korunması

Zararlıların Biyolojik Kontrolü

Key to the Future

ULUSLARARASI DOĞA KORUMA VE ÇEVRE SÖZLEġMELERĠ

Akdeniz’de Özel Koruma Alanları ve Biyolojik Çeşi tlil iğe İlişkin Protokol

Akdeniz’in Deniz Ortamı ve Kıyı Bölgesinin Korunması Sözleşmesi

Akdeniz’in Gemilerden ve Uçaklardan Boşaltma veya Denizde Yakmadan Kaynaklanan Kirliliğin Önlenmesi ve

Ortadan Kaldırılması Protokolü

Akdeniz’in Kara Kökenli Kaynakla rdan ve Faaliyetlerden Dolayı Ki rlenmeye Karşı Korunması Protokolu

Akdeniz'in Ki rlenmeye Karşı Korunmasına Ait Sözleşme

Avrupa Kültür Anlaşması

Avrupa Peyzaj Sözleşmesi

Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi = Bern Sözleşmesi (19 Eylül 1979)

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Protokol = Kyoto Protokolü

Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (5 Haziran 1992) Rio Yeryüzü Zirvesi'nin en somut sonuçlarından biri , 5-16 Haziran

Biyolojik Çeşi tlilik Sözleşmesi'nin Biyogüvenlik Kartagena Protokolü

Boğazlar Rejimi Hakkında Montreux’de 20 Temmuz 1936 Tarihinde İmza Edilen Mukavelename

Denizlerin Gemiler Tarafından Kirletilmesinin Önlenmesine Ait Ulus lararası Sözleşme (Marpol - 1973)

Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmas ına Dair Sözleşme

Ev Hayvanlarının Korunması Sözleşmesi

Fevkalâde Hallerde Akdeniz’in Petrol ve Diğer Zararl ı Maddelerle Ki rlenmesinde Yapılacak Mücadele ve İşbirliğine Ai t Prot okol

Karadeniz’in Ki rliliğe Kars ı Korunması Sözleşmesi

Karadeniz'in Ki rliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi'nin Karadeniz'de Biyolojik Çeşitliliğin ve Peyzajın Korunması Protokolü

126

Kuşların Himayesine Dair Milletleraras ı Sözleşme

Nesli Tehlikede Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme CİTES

Nükleer Enerji Sahas ında Hukukî Mesuliyete Dair Sözleşme

Nükleer Enerji Sahas ında Hukukî Mesuliyete Dair Sözleşmeye Ek Protokol

Nükleer Kaza Halinde Erken Bildi rim Sözleşmesi

Nükleer Kaza veya Radyolojik Âcil Hallerde Yardımlaşma Sözleşmesi

Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunması Hakkında Sözleşme

Ozon Tabakasını İncelten Maddelere Dair Protokol = Montreal Protokolü

Ozon Tabakasının Korunmasına Dair Sözleşme = Viyana Sözleşmesi

Özellikle Afrika ’da, Ciddi Kuraklık ve/veya Çölleşmeye Maruz Ülkelerde Çölleşmeyle Mücadele İçin Bi rleşmiş Milletler Sözleşme si

Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme

RAMSAR SÖZLEŞMESİ (1971 yıl ında İran’ın Ramsar kentinde imzaya açılmıştır).

Petrol Ki rliliği Zararının Tazmini

Tehlikeli Atıkların Sınırlarötesi Taşınımının ve Bertarafının Kontrolüne İlişkin Basel Sözleşmesi

Uzun Menzilli Sınırlarötesi Hava Kirlenmesi Sözleşmesi

127

Kyoto Protokolü nedir?

Kyoto Protokolü, küresel iklim değişikliğiyle mücadele etmek için, Birleşmiş Milletlerin 1997'de Japonya'nın Kyoto şehrinde

düzenlediği çevre toplantıs ında katılımcı hükümetler tarafından kabul edilen bir anlaşmadır. Protokole göre gelişmiş ülkeleri n

sera etkisi yaratan gazların salınımını 2008-2012 yılları aras ında yüzde 5.2 düşürmelerini öngörüyor. Bi rleşmiş Milletler

verilerine göre, 2001'den i tibaren 84 ülke anlaşmayı imzaladı, 34 ülke onayladı. En son Rusya'nın 18 Kas ım 2004'te

katılmas ıyla 90 gün sonra 16 Şubat 2005 tarihinde protokol yürürlüğe gi rdi . Ancak bağlayıcılığı olmadığı i çin bu anlaşma

sonras ında gaz salınımlarında küresel bi r düşüş gözlenmedi . Dünya'da tek başına sera gazı salınımının yüzde 25'inden

sorumlu olan ABD ve yüzde 1,5'undan sorumlu olan Avustralya Kyoto Protokolü'nü imzalamayacağını duyurdu. Böylece

protokol i şlemeye başlamadan büyük yara aldı. Çevreci Örgütler, başta Amerika olmak üzere gelişmiş ülkelerin Kyoto

Anlaşması'na imza atmasını ve kurallarına uyması gerektiğini savunuyor.

Kyoto ilk değil

Hükümetler, 1992 yıl ında Rio’daki “Dünya Zi rvesi”nde iklim değişikliği ile mücadele etme kararı almışla rdı. Bu zi rvede,

Bi rleşmiş Milletler İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması hazırlanmıştı. Çerçeve Anlaşması, gaz salınımlarını sabit hale geti rmeyi

öngörüyordu fakat bağlayıcıl ığı yoktu. Bu anlaşma sonrasında gaz salınımlarında küresel bi r düşüş gözlenmedi . Kyo to

Anlaşması, BM İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması’nın devamı ni teliğinde. Anlaşmanın şimdilik bi r bağlayıcıl ığı yok. Fakat Kyoto

Protokolü'nü imzalayan ülkelerin yüzde 55’inin parlamentoları, anlaşmayı onaylarsa protokolün bağlayıcılığı olacak.

Bağlayıcıl ığın boyotları ise henüz netlik kazanmadı. Anlaşmanın bazı esnek mekanizmaları da bulunuyor. Örneğin belirli

oranda salınım ticareti yapılabilecek. Yani , bi r ülke para karşılığında, az gaz salınımı olan bir ülkeden gaz salınımı yapma hakkı

satın alabilecek. Bir diğer yöntem de, ülkeler, başka ülkelerin karbondioksi t gazını yutan bir takıl projelere imza atmasıyla da

salınım ticaretinden faydalanabilecek. (Ağaçlandırma, yenilenebilir enerji santralleri gibi )

Kyoto ile neler değişecek?

Kyoto Sözleşmesi ile devreye gi recek önlemler son derece pahalı yatırımlar gerekti riyor;

* Endüstriden, motorlu taşıtlardan, ısıtmadan kaynaklanan sera gazı miktarını azal tmaya yönelik mevzuat yeniden

düzenlenecek.

* Daha az enerji ile ıs ınma, daha az enerji tüketen araçlarla uzun yol alma, daha az enerji tüketen teknoloji sistemlerini

endüstriye yerleşti rme, ulaşımda, çöp depolamada çevrecilik, temel ilke olacak.

* Atmosfere bırakılan metan ve karbondioksi t oranının düşürülmesi için al ternatif enerji kaynaklarına yönelinecek .

* Atmosfere salınan sera gazı miktarı yüzde 5'e çekilecek.

* Fosil yakıtlar yerine örneğin, bio dizel yakıt kullanılacak.

* Çimento, demir çelik ve ki reç fabrikaları gibi yüksek enerji tüketen işletmelerde atık işlemleri yeniden düzenlenecek.

* Termik santrallerde daha az karbon çıkartan sistemler, teknolojiler devreye sokacak.

* Güneş enerjisinin önü açılacak. Nükleer enerjide karbon oranı sıfır olduğu için dünyada bu enerji ön plana çıkarılacak.

* Fazla yakıt tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınacak.

128

Yine de dünya hükümetlerinin acil önlemler almakta bu kadar geciktikleri bi r ortamda tek uluslararası müzakere zemini

Kyoto Protokolü’dür. Protokolü ABD ve Avustralya ’nın yaptığı gibi reddetmek, ağır bi r inkar poli tikasının gösterge sidir.

Kyoto’yu imzalayan bir ülke olmak, en azından küresel ıs ınmadaki payını kabul etmenin ve önlem almaya başlamanın ilk

adımı olabilir.

Türkiye'nin durumu

Türkiye çerçeve sözleşmenin imzaya açıldığı Rio zi rvesinde Başbakan Süleyman Demirel tarafından üst düzeyde temsil

edildiği halde sözleşmeye imza atmadı. Bi r OECD ülkesi olduğu için çerçeve sözleşmenin Ek-1 listesinde yer alan Türkiye,

sözleşmeyi imzalamak yerine listeden çıkmak için lobi yapmayı tercih etti , ne var ki Ek-1 listesinden çıkarılmadı, ancak 2001

yıl ında Ek-2 lis tesinden çıkarıldı (Halbuki yükümlülük al tına gi rmek için ek -1’de olmak yeterlidi r). Sözleşmeye imza atmadığı

i çin Kyoto görüşmelerinde akti f olarak müzakerelere katılmayan, bu yüzden de otomatik olarak Ek -B’ye gi rmediği i çin

Protokol dışı kalan Türkiye, bu şekilde Kyoto Protokolü’ne taraf olmadı ve herhangi bi r yükümlülük altına gi rmedi .

Türkiye küresel ıs ınma konusunda her zaman çok yavaş davranan, uluslararası mekanizmaların çevresinden dolaşmaya ve

zaman kazanmaya çalışan bir ülke oldu. İmzaya açık olduğu süre içinde çerçeve sözleşmeyi imzalamamış, ancak 2004’de

doğrudan doğruya Meclis’ten geçirerek onaylamıştır. Sözleşmenin geti rdiği en önemli yükümlülük olan sera gazı envanterini

ancak 2006 yıl ında, yani sözleşmenin imzalanmasından 14 yıl sonra Birleşmiş Milletlere sunabilen Türkiye’nin, bu envanterle

1990-2004 yılları arasında sera gazlarını 170 milyon tondan 357 milyon tona çıkardığı, yani yüzde 110 artışla rekor kırdığı

ortaya çıktı. Bu rakamlarla yüzde 1,3’lük paya sahip olduğu ve dünyanın en fazla sera gazı üreten 13. ülkesi olduğu ortaya

çıkan Türkiye sonunda Kyoto Protokolüne katılmış oldu (AA).

ULUSLAR ARASI DOĞA KORUMA VE ÇEVRE KURULUġLARI

IUCN: Uluslararas ı Doğal Hayatı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği

IUCN Kırmızı Listesi: IUCN Nesli Tükenme Tehlikesi Altında Olan Türlerin Kırmızı Listesi

IUCN Kırmızı Lis tesi, bi tki ve hayvan türlerinin dünyadaki en kapsamlı Küresel Koruma durumu envanteridi r. IUCN Kırmızı

Lis tesi, Uluslararas ı Doğal Hayatı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (International Union for Conservation of Nature and

Natural Resources ) tarafından sürdürülmektedir.

IUCN Kırmızı Listesi , kesin ölçüt kullanılarak, binlerce tür ve al ttürlerin nesillerinin tükenme riskini değerlendirerek

oluşturulmaktadır. Bu ölçüt tüm türlerle ve dünyanın her bölgesi ile ilgilidir. Kırmızı Lis te ile amaçlanan; koruma meselelerine

kamunun ve poli tikacıların dikkatini çekmek ve bununla birlikte türlerin yok oluşunu azaltmak için uluslararası camiaya

yardım etmekti r. Güçlü bi r bilimsel al tyapı ile oluşturulan IUCN Kırmızı Lis tesi , biyolojik çeşi tliliğin durumu ile ilgili en geçerli

rehber olarak kabul edilmektedir.

En son güncelleme 2006 Kırmızı Listesi , 4 Mayıs 2006 tarihlidi r. 40.168 türü ve buna ek olarak 2.160 alttürü, sua ltı nesillerini ,

al t nüfusu bir bütün olarak değerlendiri r.

129

Bir bütün olarak incelenen türlerden, 16.118 tanesi tehlike al tında olarak beli rlenmişti r. Bunlardan, 7.725 tanesi hayvanlar,

8.390 tanesi bitkiler, ve üç tanesi küf ve mantarlardır.

Bu yayımda, 2004 yıl ındaki yayım üzerinde bir değişiklik yapılmadan, 784 türün İsa’dan Sonra 1500 yıl ından i tibaren neslinin

tükenmesini listelemektedir. Bu 2000 yıl ındaki lis tenin (766) 18 fazlasıdır. Her yıl az sayıda nesli tükenmiş türler ya yeni

bulunmakta, ya fosil türüne dönüşmekte ya da üzerinde yeterli bilgi bulunmayan kategorisine al ınmaktadırlar. 2002 yıl ında

nesli tükenmiş olanlar listesi 759 türe kadar düşmüş ancak o zamandan bugüne artış sergilemektedir.

Türler, tükenme hızı, popülasyon büyüklüğü, coğrafi dağılım alanları ile popülasyon ve dağılımın parçalanma derecesi gibi

kri terler dikkate alınarak 9 grupta sınıflanmıştır.

Korunma durumu kategorileri

Tür

(değerlendirildi)

(yeterli veri )

Tükenmiş

Doğada tükenmiş

(tehdit altında)

Çok tehlikede

Tehlikede

Zarar görebilir

Yakın tehdit

Asgari kaygı

Yetersiz veri

Değerlendirilmedi

EX: (Tükenmiş): Kuşkuya yer bırakmayacak delillerle soyu tükenmiş olduğu kanıtlanan türler.

EW: (Doğada Tükenmiş): Yabanıl yaşamda soyu tükenmiş, sadece el altında (yetişti rme veya sergileme amaçlı

olarak) veya tarihi yayılış alanı dışında yerleşti rilmiş bi r popülasyon olarak varl ığını sürdürdüğü bilinen türler.

CR: (Çok Tehlikede): Yabanıl yaşamda soyu tükenme tehlikesi son derece yüksek olan türler.

EN: (Tehlikede): Yabanıl yaşamda soyu tükenme tehlikesi yüksek olan türler.

VU: (Zarar Görebilir): Yabanıl yaşamda tehlikeye düşmesi yüksek olan türler.

NT: (Yakın Tehdit): Yakın gelecekte tehlikeye düşme olasılığı olan türler.

LC: (En Düşük Kaygı): En düşük tehlike. Daima bir tehlike kategorisi olarak ni telendirilmez. Yaygın ve bol bulunan türler bu kategoriye konulmuştur.

DD: (Yetersiz Veri): Tükenme tehlikesinin değerlendirilmesi i çin yeterli veri olmayan türler.

NE: (Değerlendirilmedi): Şimdiye kadar bu kri terlere göre değerlendirilmemiş türler.

IUCN Kırmızı Lis te tartışılırken, "threatened" (tehlike altında olan) resmi terimi üç kategoriyi içine alır:

Yaşamsal Tehlikede: Yabanıl yaşamda soyu tükenme tehlikesi son derece yüksek olan türler,

130

Tehlikede: Yabanıl yaşamda soyu tükenme tehlikesi yüksek olan türler,

Hassas: Yabanıl yaşamda tehlikeye düşmesi yüksek olan türler.

Kategoriler

2006 IUCN Kırmızı Lis te kategorilerinin özeti.

Species are classified in nine groups , set through cri teria such as rate of decline, population size, area of geographic dis tribution, and degree of population and dis tribution fragmentation.

Extinct (EX) - No individuals remaining.

Extinct in the Wild (EW) - Known only to survive in captivi ty, or as a naturalized population outside i ts his toric range.

Cri tically Endangered (CR) - Extremely high risk of extinction in the wild.

Endangered (EN) - High risk of extinction in the wild.

Vulnerable (VU) - High risk of endangerment in the wild.

Near Threatened (NT) - Likely to become endangered in the near future.

Least Concern (LC) - Lowest risk. Does not qualify for a more at risk category. Widespread and abundant taxa are included in this category.

Data Deficient (DD) - Not enough data to make an assessment of its risk of extinction.

Not Evaluated (NE) - Has not yet been evaluated against the cri teria.[8]

When discussing the IUCN Red Lis t, the official term "threatened" is a grouping of three categories : Cri tically Endangered, Endangered, and Vulnerable.

Categories

Summary of 2006 IUCN Red List categories .

1994 categories and criteria

1994 IUCN Red Lis t categories (version 2.3), used for species which have not been reassessed since 2001.

131

The older 1994 has only a single "Lower Risk" category which contained three subcategories :

Conservation Dependent (LR/cd)

Near Threatened (LR/nt)

Least Concern (LR/lc)

In the 2001 system, Near Threatened and Least Concern have now become their own categories , while Conservation

Dependent is no longer used and has been merged into Near Threatened.

Possibly Extinct :The additional category of Possibly Extinct (PE) is used by Birdlife International , the Red Lis t Authori ty for bi rds for the IUCN Red List. Bi rdlife International has recommended PE become an official category. Bi rdLife International

has not s tated whether a "Possibly Extinct in the Wild" category should also be added, althou gh i t is mentioned that Spix's Macaw has this status. "Possibly Extinct" can be considered a subcategory of "Cri tically Endangered", like the Chinese River Dolphin, which is considered extinct.

DÜNYA DOĞAYI KORUMA VAKFI

Dünya Doğayı Koruma Vakfı (World Wide Fund for Nature ya da kısaca WWF), doğanın zarar görmesini durdurmayı ve verilen zararları onarmayı amaçlayan uluslararası bi r sivil toplum kuruluşudur. 1961'de World Wildlife Fund (Dünya Doğal Yaşamı Koruma Vakfı) olarak kurulan kuruluş, genişleyen çal ışma alanıyla adını şimdiki haline değişti rmişti r. Ancak Kuzey Amerika ülkeleri hala eski halini kullanmaktadır.

WWF, dünya çapında desteklediği 2000 koruma projesi ve 4000'e yakın çalışanıyla dünyanın en büyük çevre kuruluşu konumundadır. Projelerini 100'ü aşkın ülkede, iklim değişikliği, ormanlar, tatl ısular, denizler, türler ve sürdürülebilirlik ana

başlıkları altında gerçekleşti rmektedir.

WWF'nin temel amacı, dünyanın doğal ortamının bozulmasını durdurmak ve insanın doğayla uyumlu bir şekilde yaşadığı bi r gelecek oluşturmaktır.

1996'da kurulan Doğal Hayatı Koruma Vakfı, 2001 yıl ında WWF'nin Türkiye ulusal kuruluşu haline gelerek WWF-Türkiye adını benimsemişti r. WWF-Türkiye, WWF'nin amaçlarına oldukça paralel hareket etse de bu amaçları ulusal bi r seviyede gerçekleşti ri r.

WWF-Türkiye, projelerini , su kaynakları, orman ve deniz ve kıyı kategorileri altında gerçekleşti rilmektedir. Bu projeleri bugüne kadar Kafkasya Ekolojik Bölgesi, Doğu Karadeniz Havzası, Konya Kapalı Havzası, Küre Dağları, Akyatan, Çıralı, Kaş,

İğneada ve Susurluk Havzası'nda gerçekleşti rmişti r.

WWF-Türkiye çal ışmalarını bağışlar ve sponsorluklarla sürdürmekte olup, kâr amacı gütmeyen kurum ve kuruluşlar

kapsamına gi rer. Vakıf, kurumsal ilkelerini aşağıdaki başl ıklar şeklinde açıklamaktadır:

Bağıms ız ve siyaset dışında olmak;

132

Konuları i rdelerken en yeni bilimsel verileri kullanmak ve tüm çalışmaları eleşti rel bi r yaklaşımla değerlendirmek;

Alan projeleri , poli tik inisiyati fler, kapasite gelişti rme ve eği tim çal ışmaları yoluyla somut koruma çözümleri

oluşturmak;

Diğer sivil toplum kuruluşları, hükümetler, iş dünyası ve yerel topluluklarla i şbi rlikleri oluşturmaya çal ışmak;

Çal ışmalarını profesyonel bi r yaklaşımla ve düşük maliyetle yürütürken, mali kaynaklarını dikkatli ve sorumlu

kullanmak.

Dünya Doğayı Koruma Vakfı WWF-Türkiye, yapılan çeşi tli bilimsel çal ışmaların sonuçlarına dayanarak seçtiği 'öncelikli koruma alanları'nı Ramsar sözleşmesi’nde belirlenen ölçütlere göre değerlendirerek, temelde su kaynaklarının doğru kullanılmas ına yönelik çalışmalar, orman alanlarının bozulmasını ve yok olmasını önlemek, orman kaynakları nın sürdürülebili r kullanımını sağlamak ve; kıyıların ve doğal kaynaklarımızın korunmas ına yönelik deniz koruma alanlarının oluşturulması ve canl ı türlerinin yaşamlarını sürdürmeleri i çin çalışmaktadır.

Vakıf, Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD) başta olmak üzere; Lafarge, Microsoft, Canon, Unilever, HSBC, ABB gibi çokuluslu şi rketlerle de i şbi rliği yapmaktadır.

Bugüne kadar Doğu Karadeniz Havzas ı, Konya Kapal ı Havzası, Küre Dağları, Akyatan, Çıralı, Kaş, İğneada , Susurluk Havzas ı'nda çal ışmalar yapmıştır. Doğal Hayatı Koruma Vakfı, WWF Türkiye'nin Genel Müdürü Filiz Demirayak 'tır.

WWF’nin yayınladığı '2006 Yaşayan Gezegen Raporu'na göre, gezegenimizdeki doğal kaynakları tarih boyunca görülmemiş bi r hızla tüketilmektedir. Yine vakfın verilerine göre; günümüzde 1430 m³ olan kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı, 20 30 yıl ında; Türkiye'nin nüfusunun yaklaşık 80 milyona çıkmasıyla 1100 m3'e düşecek ve Türkiye çok ciddi anlamda su s ıkıntıs ı çeken bir ülke durumuna gelecekti r.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

1-Genel Kimya I ve II , Petrucci , Harwood, Herring (8. Baskıdan Çeviri) Palme Yayıncıl ık, Ankara, 2002.

2- Environmental Chemistry (Fifth Edition),Stanley E. Manahan , Lewis Publishers, (1991 ).

3- Çevre Sorunları, Turgut Gündüz, Bilge Yayıncılık , Ankara, 1994.

4- Environmental Chemistry, John Wright, Routledge Taylor and Francis Group, New York 2003.

5- Environmental Chemistry: Asian Lessons , Vladimir N. Bashkin, Kluwer Academic Pblishers , Dordrecht, 2003.

6- Environmental Chemistry (second edition) Peter O’Neill , Chapman & Hall , London, 1993.

7- Çevre Ki rliliği

8- www.rshm.gov.tr

9- www.cevreorman.gov.tr

10- (Molina et al., Science, 1987)

11- www.aski .gov.tr