genç barış dergisi 3.sayı

55
YIL:1 - SAYI:3 YAZ 2013 "Gençlik, Fikir ve Araştırma Dergisi" “HALK İÇİN HALKLA BERABER” Prof. Dr. Ferhat Kentel ile Gezi Parkı Üzerine Bilge Kral ALIJA IZETBEGOVIć Avrupa’nın Ortasında Bir Dram: BOSNA Anayasa “KİMLİKLER KARŞILIKLI İNŞA EDİLİR”

Upload: genc-baris-inisiyatifi-dernegi

Post on 10-Mar-2016

295 views

Category:

Documents


8 download

DESCRIPTION

Genç Barış --- Gençlik,Fikir ve Araştırma Dergisi

TRANSCRIPT

Page 1: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

"”The Youth Magazine of Ideas and Research"

YIL:1 - SAYI:3YAZ 2013

"Gençlik, Fikir ve Araştırma Dergisi"

“HALK İÇİN HALKLA BERABER”

Prof. Dr. Ferhat Kentel ileGezi Parkı Üzerine

Bilge Kral

ALIJA IZETBEGOVIć Avrupa’nın OrtasındaBir Dram:

BOSNA

Anayasa

“KİMLİKLER KARŞILIKLIİNŞA EDİLİR”

Page 2: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

EconomicDialogue_TR_(20,8x27,3)_H.pdf 1 16.01.2013 10:01

Page 3: Genç Barış Dergisi 3.Sayı
Page 4: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

2

iÇiNDEKiLER

“Halk için Halkla Beraber”ANAYASA

0410162230

4044465052

-----

-----

Avrupa’nın Ortasında Bir Dram: BosnaBosna’nın Bütün Nehirlerini GeçincePerspektif: Bosna Hersek“Halk İçin Halkla Beraber” ANAYASAProf. Dr. Ferhat Kentel ile Gezi Parkı Üzerine:“KİMLİKLER KARŞILIKLI İNŞA EDİLİR”İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Değişim içinde DevamlılıkKanlar Kimin için Akıyor?Bilge Kral ALIJA IZETBEGOVIć Kitap: Evrensel Kültürler Akademisi: Barışı Hayal EtmekSinema: Tarafsız Bölge

Prof. Dr. Ferhat Kentel ile Gezi Parkı Üzerine:

“KİMLİKLER KARŞILIKLI İNŞA EDİLİR”

Genç Barış İnisiyatifi Derneği Adına İmtiyaz Sahibi

Emre Akkaş

Genel Yayın YönetmeniFatih Kafadar

Yazı İşleri MüdürüOnur Reha Yıldırım

Yayın KuruluAhmet Keskin

Merve AksuNilüfer Yavuz

Reyyan Doğan

Tüzel Kişilik SorumlusuHamza Memişoğlu

Grafik TasarımGökhan Kul

[email protected]

Reklam SorumlusuFurkan Tok

[email protected]

Yönetim Adresi:Sinanpaşa Mahallesi Çelebioğlu Sokak

21-23 Daire:4Beşiktaş / İ[email protected]

Tel: (0212) 227 67 95Fax: (0212) 227 67 95

www.gbi.org.trfacebook/gbiorgtrtwitter/gbiorgtr

youtube/gbiorgtr

Yayının Türü: Üç Ay Süreli YayınDili: Türkçe/İngilizce

Dergide yer alan değerlendirmeler, GBİ’nin kurum-sal görüşünü yansıtmamaktadır. Yazı ve fotoğrafların her hakkı Genç Barış Dergisi’ne aittir. Yayıncı izni ol-madan ve kaynak gösterilmeden kısmen veya tamamı alınamaz.

30

22

Basımcı: Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş.Barbaros Bulvarı, Cam Han, No: 153, Beşiktaş-İstanbul

Basıldığı Yer: Akpınar Mah. Hasan Basri Cad. No: 4 Sancaktepe - İstanbulTel: (0216) 585 90 00

Page 5: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

3

460416

Avrupa’nın Ortasında Bir Dram: Bosna

Perspektif:Bosna Hersek

Bosna’nın Bütün Nehirlerini Geçince

40

10

İmparatorluk’tan Cumhuriyet’eDeğişim İçinde Devamlılık

22 Kanlar Kimin İçinAkıyor?

Bilge KralALIJA IZETBEGOVIC

Page 6: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

4

AVRUPA’NIN ORTASINDA BİR DRAM: BOSNA

Bosna, 1992-1995 yılları arasın-da, medeniyetin merkezi kabul edilen Avrupa’nın göbeğinde, uluslararası are-nada suskunlukla karşılanan bir insanlık dramına sahne olmuştur. Balkan coğ-rafyasında yaşanan bu savaşın nedeni ve ayırt edici özelliği, çoğunlukla etnik çeşitliliğin neden olduğu savaşların ak-sine, ortak bir kültüre sahip olan Slavla-rın arasında yaşanmasıdır. Yıllarca farklı dini inanışlara sahip insanların bir arada yaşadığı bir bölge olan Bosna ve Hersek, Yugoslavya’nın dağılışı sonrasında inanç-ların çarpıştığı bir savaş alanına dönüş-müştür. Balkanlarda ise ortak köklere

sahip olan Slavların, kendi aralarında bu denli büyük bir savaşa girmeleri elbette ki araştırmaya değerdir. Bu makalede Bosna-Hersek’ in yakın tarihi, savaşın ortaya çıkışı ve yaşanan gelişmeler, son olarak da Bosna-Hersek’in savaş sonrası durumu üzerinde durulacaktır.

“Boşnak” Kimliğinin Oluşmasında Dinin Rolü

20. yüzyılda Balkanlar’da yaşanan büyük değişimin temelindeki en büyük etkenin, “dini ayrışma” olduğu husu-sunda ortak bir kanaat hâkimdir. İlk

çağdan itibaren Romalıların yanı sıra, Slav ve Avarların da işgaline uğrayan Yarımada’ya 626-640 yılları arasında Sırp ve Hırvatlar yerleşmiştir. Hırvat-lar Hıristiyanlığın Katolik Mezhebi’ni seçerken, Sırplar Ortodoks Mezhebi’ni kabul etmişlerdir. Bunun yanında, yine aynı etnik kökene sahip olup da bu iki mezhebin mensupları tarafından gör-dükleri şiddet ve baskıya rağmen, Bo-gomil Mezhebini seçen bir topluluk oluşmuştur. Bu topluluk daha sonra Osmanlılar tarafından “Boşnak” olarak adlandırılacaktı. Bogomil Mezhebi, Hı-ristiyanlıktaki teslis inancı (baba-oğul-

Nilüfer YAVUZ

Nilüfer YAVUZ

Page 7: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

5

kutsal ruh üçlemesi), papazlar sınıfı, haç ve vaftiz gibi kimi inanışları reddediyordu. Temelde “Tek Tanrı” inancına bağlı Bogo-miller, Osmanlılar ile karşılaştıklarında İs-lam dinine zaten meyyal bir durumdaydı-lar. 1463’te Bosna ve Hersek’in Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra görülen toplu olarak İslam’a geçiş ise, bazı Sırplar ta-rafından bir efsane olarak görülen Bogomil kimliğinin varlığını kanıtlar niteliktedir. Boşnakların Osmanlı’nın gelişi ile beraber Müslüman olmaları nedeniyle Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar; yaşadıkları mezhepsel ayrılığa ek olarak dini anlamda da ciddi bir bölünme yaşamış oldular. Osmanlı ege-menliği altına giren Bosna ve Hersek halk-larının; Fatih Sultan Mehmet’in fermanıyla her türlü dini ayini yerine getirebilecekleri, örf ve adetlerini rahatça yaşayabilecekleri belirtilmiş, dahası can ve mal güvenlikleri garanti altına alınmıştır. İslam dinini be-nimseyen, savaş kabiliyetini haiz ve bölgeyi tanıyan Boşnaklar, Osmanlı’nın kuzeybatı sınırını tek başlarına uzun yıllar korumuş-lardır. Tüm bu faktörlerin yanında Boşnak-lar, eski mezhepleri dolayısıyla yaşadıkları dışlanmışlık ve papalığa karşı duydukları kin dolayısıyla, Macarlar ile yapılan savaş-larda da etkin rol oynamışlardır.

Balkan Coğrafyası’nın Siyasal Karakteristiği

Osmanlı egemenliği altına giren Bosna ve Hersek eyaletleri, Devlet-i Ali’nin çöküş yılları ve sonrasında dahi devlet toprakları dâhilindeydi. Ancak milliyetçilik akımı-nın etkisiyle birlikte bölgede bulunan Hı-ristiyan azınlığa yönelik zulüm iddiaları, yabancı devletlerin bölgeye olan ilgisi ve müdahalesini arttırdı. Eyaletler, oldukça zayıflamış olan Osmanlı Devleti’nin böl-geyi koruyamaması sonucu 1878 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tara-fından işgal edildi ve 1908 yılında da Os-manlı Devleti’nin elinden tamamen çıktı. I. Dünya Savaşı sonrası Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından, 1918 yılında Yugoslavya Krallığı kuruldu. Ancak Yugoslavya adıyla bilinen ilk devlet olan bu krallık da II. Dünya Savaşı esnasın-da Alman orduları tarafından işgal edildi. Savaşın ardından Komünist Parti’nin savaş dönemindeki partizan lideri Josip Broz Tito yönetimi ele geçirdi. Tüm Avrupa’da, müttefik yardımı ve Sovyet işgali olmaksı-zın Nazilerden bağımsızlaşan tek ülke olan Yeni Yugoslavya’nın, kurulduğu dönemde-ki totaliter rejimi, birbirinden çok farklı toplulukları kolektif liderlik teorisi altında toplamıştı. 1946 yılında Yugoslavya Fede-ral Halk Cumhuriyeti adını alan bu dev-let, “Her ulusa tek devlet değil tek devlette

tüm halklar” parolası doğrultusunda bir felsefeyi savunuyordu. Yugoslavya’ya özgü ve milli hassasiyetler içeren komünist bir sistem oluşturulmuş, böylelikle ülkedeki ayrılıkçı Sırp ve Hırvat milliyetçiliği baskı altına alınmıştır. Tito’nun bölgenin dini çeşitliliğini göz önünde bulundurarak ilke edindiği “Laik Yugoslavya” kimliği, döne-min baskın Hırvat ve Sırp kimliklerine kar-şı, Müslüman Boşnaklar için adeta varlık-larını korumaları adına bir garanti olarak nitelendirilebilir. Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ, Makedonya ve Slovenya’nın ya-nında, Yugoslavya’yı kuran halkların al-tıncısı olarak Müslümanların (İslamlaşmış Slavlar’ın) ulus statüsünde sayılması da bu anlayışın bir sonucudur. Etnik ve dini pek çok farklılığa rağmen bölgede istikrarlı bir devlet olarak var olmuş Yugoslavya’da 1980’de Mareşal Tito’nun ölümü sonrası çözülmelerin başladığı görülmektedir. Et-nik grupları bir arada tutan bağlardan biri olan karizmatik liderin kaybı, Balkanlarda

milliyetçilik eğilimini tekrar güçlendire-rek, başta Sırplar olmak üzere, Yugoslavya egemenliği altında yaşayan halklarda ken-di devletlerini kurma arzularını harekete geçirmiştir. Sırpların “Büyük Sırbistan”, Hırvatların ise “Büyük Hırvatistan” ideal-leri, halklarda oluşan bu eğilimi kanıtlar niteliktedir.

Balkanları Savaşa Götüren Süreç1980’li yılların ortalarına doğru Sov-

yetlerde kendini gösteren çözülme ile bir-likte Avrupa’daki sosyalist yönetimlerde belli kıpırdanmalar yaşanmaya başladı. Küresel aktörlerin güç mücadelesine ev sahipliği yapan ve büyük jeopolitik öneme sahip olan Balkan coğrafyası, Soğuk Savaş sonrası dönemde çok acı bedeller ödemek zorunda kalacaktı. ABD’nin Rusya’yı saf dışı bırakma planları ve parçalanmaya baş-layan Yugoslavya topraklarının kaderini belirlemede etkin rol oynama isteği açıkça görülüyordu. Avrupa ise, hâkimiyeti el-den bırakmak istemeyen ve kıta içindeki ayrışmalara tahammülsüz ülkelerinin tek din ve kültür odaklı politikalarına sahne olmaktaydı. Tarih boyunca Balkanlar üze-rinde hayalleri olan ve “Büyük Sırbistan” idealini destekleyen Rusya’nın varlığı da, siyasi bir çıkmaza girilmesinde etkili oldu. Tüm bu faktörlerin etkisiyle bölge coğraf-yasındaki sınırlar değişmeye başladı. 1991 yılının Haziran ayında ekonomik yönden diğer bölgelere nazaran daha gelişmiş Slo-venya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını ka-bul eden Avrupa Topluluğu ve Birleşmiş Milletler, Bosna Hersek ve Macaristan’ın bağımsızlığını referandum şartına bağla-dı. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin içinde bulunan Bosna- Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde, 1990 genel seçimlerin-den İslami kimliğiyle öne çıkan Demok-ratik Eylem Partisi (SDA) galip çıkmış ve böylelikle SDA lideri Aliya İzzetbegoviç de cumhurbaşkanı seçildi. Konfederal sistem döneminde iktidara gelen ve Bosna- Her-sek bölgesinin egemenliği ve bütünlüğü için çabalayan İzzetbegoviç, ayrılmanın kaçınılmaz olduğu anlaşılınca mücadele-sini bağımsızlık yönünde sürdürdü. Sırp-ların boykot etmesinden dolayı halkın %63’ünün oy kullandığı Yugoslavya’dan bağımsızlık referandumunda, %99,4 ile bağımsızlık yönünde irade sergilendi. Tüm bu gelişmeler üzerine Bosna-Hersek’in ba-ğımsızlığı 3 Mart1992’de Aliya İzzetbego-viç tarafından ilan edildi. Bağımsızlık ilanı-nın ardından ülkede küçük çaplı çatışmalar çıkmaya başladı. Bosna-Hersek’in bağım-sızlığı öncesinde; otonom bölge, meclis kurma gibi faaliyetlerde bulunan Sırplar ise Sırbistan ile birleşme yolunda ilerleyerek

Avrupa’nın Ortasında Bir Dram: BOSNA

Bosna-Hersek’te yaşayan halkın %44’ü Müslüman, %31’i Sırp, %17’si Hırvat ve geri kalan %8’lik kısmı ise çeşitli azınlıklardan (Arnavutlar, Macarlar gibi) oluşmaktaydı. Osmanlı dönemi sonrası İslam dinini seçen Boşnaklar, Sırplara göre “Türkleşmiş hain Sırplar”dı.

Page 8: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

6

27 Mart 1992 yılında Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti’ni kurduklarını ilan ettiler. Yeni kurulan bağımsız Bosna-Hersek’in sı-nırlarının %65’ini kapsayan Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti’nin yasa dışı ilan edilme-siyle iç savaş giderek büyüdü. Süreç ilerle-dikçe Avrupa’nın en kanlı savaşlarından bi-rine dönüşecek olan bu çatışma, 1992’nin ilkbaharında bu şekilde başladı. ABD ve AB üyesi devletler tarafından da tanınan Bosna-Hersek Cumhuriyeti ise, batı ve kuzeyde Hırvatistan, doğuda ise Sırbistan ile çevrili olması dolayısıyla, bu iki ülkenin gelecekle ilgili masa başı planlarında önce-likli yerini aldı. Önceleri Hırvatlarla bera-ber Sırplara karşı koyan Boşnaklar, 1992 yılının sonlarında Hırvat ve Sırp hükümet-lerinin erde arkasından yaptığı görüşmeler sonucu coğrafyada tek başlarına bırakıldı-lar. Dönemin Hırvat lideri Franjo Tudjman ve yine dönemin Sırp lideri Slobodan Mi-loseviç, Bosna-Hersek’te bulunan Bosnalı Hırvatlar ve Sırpları desteklemek amacıyla paramiliter (orduya benzeyen ama bir ülke-nin resmi ordusu olmayan güçler) gruplar göndermeye başladılar.

Kaçınılmaz Son: ‘Savaş’Bosna-Hersek’te yaşayan halkın

%44’ü Müslüman, %31’i Sırp, %17’si Hırvat ve geri kalan %8’lik kısmı ise çeşitli azınlıklardan (Arnavutlar, Macarlar gibi) oluşmaktaydı. Osmanlı dönemi sonra-sı İslam dinini seçen Boşnaklar, Sırplara göre “Türkleşmiş hain Sırplar”dı. Savaşa giden süreçte Sırbistan Lideri Miloseviç’in yaptığı açıklamalar da olacaklar hakkında fikir verir nitelikteydi;“Tanrı bazı mil-letleri üstün ve seçkin yaratmıştır. Ba-zılarını ise değersiz ve üstün olana itaat eden bir konumda yaratmıştır. Hıristiyan Avrupa’nın en dindar ırkı olan Sırplar’ın, Müslümanlar’dan daha üstün oldukları bir gerçektir. Müslümanlar yok olmaktan kurtulmak istiyorlarsa, üstün olana itaat etmeye mecburlar.” Bosna Sırplarının Li-deri Radovan Karadzic’in; “Biz tek din ve tek kültürlü bir Avrupa için savaşıyoruz. Amacımız Balkanlardaki İslam kalıntıla-rını yok etmek ve Anadolu’ya kadar sür-mektir. Bu büyük mücadelemizde Avrupa ve Batı dünyası bizi tam olarak destekle-meli!” sözleri ise bölgenin geleceği adına son derece endişe vericiydi. Başlarda yerel çatışmaların görüldüğü Bosna’da Radovan Karadzic önderliğinde Bosna- Hersek Sırp Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte sa-vaşın ayak sesleri duyulmaya başladı. Re-ferandumda ve savaşın ilk zamanlarında, örneğin Saraybosna’da, Müslümanların yanında yer alan Bosnalı Hırvatlar, daha sonradan yapılan görüşmeler ve Büyük

Hırvatistan hayalleriyle, örneğin Mostar’da, Boşnaklar’a karşı savaşmışlardı. Zamana, bölgeye göre değişen müttefikler ve düş-manlar elbette ki savaş şartlarını zorlaştıran faktörlerden sadece biriydi. Ülkenin yarı-sından fazlasını hızlıca kontrolü altına alan Sırplar, Boşnaklar’ın hakimiyetinde olan Saraybosna’nın etrafındaki dağlık arazide bulunan Sırp köyleri sayesinde başkent-te büyük bir üstünlük sağlamış durum-daydı. Adeta etrafı düşmanlarla çevrili bir vadi konumunda olan şehirde hayat şart-ları her geçen gün daha da ağırlaşıyordu. 1992 yazında Birleşmiş Milletlere’in Koru-ma Gücü UNPROFOR (United Nations Protection Force), Hırvatistan üzerinden Bosna’ya gelmeye başladı ancak bölgede büyük oranda etkisiz kaldı. 1993 itibariyle Bosna’daki kriz ürkütücü boyutlara ulaş-mıştı. Çetnik adı verilen paramiliter Sırp grupların ağır müdahaleleri sonucu nüfu-sun yarısından fazlası göçmen konumuna düşmüştü. “Etnik temizlik” olarak nitelen-dirilebilecek durumların vaki olması bile küresel aktörlerin etkin bir şekilde harekete geçmesi için yeterli olmamaktaydı. Parçala-nan Yugoslavya’dan geriye kalan, dönemi-nin en büyük orduları arasında gösterilen Yugoslavya Ordusu’nun askeri mühimma-tına sahip olan Sırplar, bundan dolayı si-

lah bakımından çok üstün konumdayken Boşnaklar, uluslararası ambargo nedeniyle yalnızca hafif silahlarla karşılık vermeye ça-lışıyorlardı. Bu zor şartlarda İzzetbegoviç ve arkadaşlarının alternatif bir çözüm olarak sunduğu “Yaşam Tüneli” ise, BM’nin in-sani yardımların şehre erişimini sağlamak için kontrolünü ele geçirdiği Saraybosna havaalanına yakın olmasının da etkisiyle başkentte 300 bin kişinin hayata tutun-masını sağlamıştır. Saraybosna’dan tek çıkış yolu olan bu tünel, kente yağan bombala-rın arasında bölgenin yiyecek, ilaç ve silah ihtiyacını karşılaması itibariyle Boşnaklar için önemli bir yere sahiptir.

Srebrenitsa KatliamıOnbinlerce kişinin acımasızca öldürül-

düğü, birçok Boşnak köyünün haritadan silindiği savaşın şartları çok ağırdı. BM Barış Gücü’nün uygulamaları ise aslında Boşnakları koruma adı altında oynanan bir tiyatroyu andırmaktaydı. Güvenli bölgeler-de Boşnakları koruması gereken askerler, yardım için gönderilen paketler karşılığında kadınlarla cinsel birliktelik talep ediyorlar, Boşnakları korumak üzere orada bulun-malarına rağmen Sırp askerlerle ortak or-ganizasyonlar düzenliyorlardı. 1994 yılının sonunda ABD’nin arabuluculuğuyla imza-lanan antlaşmanın bozulmasının ardından, BM’nin ilan ettiği 6 güvenli bölgeden biri olan Srebrenitsa, savaştaki en büyük in-sanlık dramına ev sahipliği yapmıştır. Sır-bistan sınırına 10km uzaklıkta stratejik bir bölge olan Srebrenitsa, Boşnakların savaş boyunca en güçlü direniş noktalarından olmuştur. BM’nin bu bölgenin güvenli ol-duğunu deklare etmesi, Boşnak halkının yoğun bir şekilde Srebrenitsa’ya göç etme-sine nden oldu. Güvenli bölgelerde uygula-nan silah teslimi uygulaması dolayısıyla da Boşnaklar, ellerinde bulunan bir avuç silahı da teslim etmek zorunda kaldılar. Birleşmiş Milletler’ce gönderilmiş 400 Hollandalı as-ker tarafından korunan kentte, Karadzic’in, “şehrin dış dünyayla bağlantısının kesil-mesi emrini” vermesiyle açlık ve sefalet kol gezmekteydi. Böyle bir ortamda Sırp güçle-rinin kenti bombalamaya başlaması, kentte bulunan Boşnaklar’da büyük bir şaşkınlığa yol açtı. Zira bu bölgeye güvenli olduğunu düşünerek gelmişlerdi. Barış güçlerine tes-lim ettikleri silahların geri verilmesini talep ettiler; ancak aldıkları cevap olumsuzdu. Çoğu kadın ve çocuk olan binlerce insan ya-şadıkları büyük panikle BM’nin Hollandalı askerlerinin kaldığı Potoçari köyüne sığındı. Hollandalı Komutan Thom Karremans ise kendisine sığınan 25 bin Boşnak ile beraber Srebrenitsa’yı Sırplara teslim etti. Kadın, yaşlı ve çocukların ayrıldığı kampta Boşnak

Nilüfer YAVUZ

Yugoslavya Lideri Tito’nun savaşın başlamasından çok önce söylediği şu sözler, yaşanacakları öngördüğünün göstergesi niteliğindedir: “Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito olarak, bu küreyi ellerimle tutarak değil alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde hemen birisi gelir ve bu görevi devralır. Yoksa kristal küre yere düşer ve tuz buz olur.”

Page 9: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

7

erkeklerinin kimisi otobüslere doldurularak dağlarda, kimisi ise toplandıkları fabrikada canice öldürüldü. Civarda sığınılacak kamp bulamayan 13 bini aşkın Boşnak ise, Boş-nakların kontrolünde olan Tuzla’ya ulaşmak üzere ormana doğru yola çıktılar. Sonraları “Ölüm Yürüyüşü” olarak anılacak olan bu 3 gün 3 gecelik yolculuğu, Sırpların Boşnak-larla adeta oyun oynadıkları ağır ateş altında, 13 bin kişiden ancak 3000’i tamamlayabil-di. Hollanda Hükümeti’nin kendi askerleri bölgeden çıkıncaya kadar hava saldırılarına izin vermemesi de olayın büyümesinde etkili oldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da görülmüş en büyük soykırım olan Srebrenit-sa BM’nin etkinliğinin tüm dünyada sorgu-lanmasına neden oldu.

Ağustos sonlarında 37 kişinin ölümüy-le sonuçlanan Saraybosna Pazaryeri katliamı sonrasında BM, Bosnalı Sırplar’a saldırıları kesmesi, güvenli bölgelere yapılan müdaha-lelerin sona erdirilmesine yönelik ültimatom vermiştir. Bu isteklerin Sırplar tarafından reddedilmesiyle NATO, askeri hedeflere ağır saldırı başlatmış; yapılan müdahaleler neticesinde Sırplar istekleri kabul etmiştir. Sırplar’a yapılan bu müdahalelerle, Bal-kanlarda Rusya’nın etkisi altında olan Sırp kadrolarının tasfiyesini sağlamasının yanı sıra, Avrupa’nın tek bir din üzerine kurulu

yapısını da güçlendirmiştir. Bu da Balkanlar üzerinde emelleri olan ABD ve Avrupa’nın tam da istediği durumdur. Nitekim bütün bunlar uluslararası kurumların yetkilileri ile Sırp yöneticiler arasında yapılan gizli görüş-meler ve pazarlıklar sonrasında tutuklanarak Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanan Slobodan Miloseviç tarafından dile getiril-miştir.

Uluslararası Müdahaleler ve Dayton Antlaşması

Sırplar’ın çözüme yanaştırılması so-nucunda başlayan görüşmeler sonrası 21 Kasım 1995’te Bosna-Hersek, Yugoslav-ya Federal Cumhuriyeti ve Hırvatistan Cumhurbaşkanları, sırasıyla Aliya İzzet-begoviç, Slobodan Miloseviç ve Franjo Tudjman arasında Dayton Antlaşması yapıldı. İzzetbegoviç’in “İçime sinmedi ama başka çaremiz yoktu” sözleriyle ifa-de ettiği bu antlaşmada temel amaç, sava-şın son bulması ve bu vesileyle can kayıp-larının önüne geçilmesiydi. Uzun vadeli olarak amaçlanan ise, bölgede kalıcı barış ve istikrarın sağlanmasıydı. Antlaşmayla Bosna-Hersek, uluslararası alanda sınır-ları, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı ile tanınmış oldu. Tito Yugoslavya’sında “Müslümanlar” adı altında kurucu un-

surlardan biri olan Boşnaklar’ın, ayrı bir millet sayılması da bu antlaşmayla müm-kün oldu. Antlaşma imzalandıktan sonra ortaya çıkan sorunlar ise, İzzetbegoviç’in antlaşmayı imzalamakta neden tereddüt ettiğini göstermektedir. Antlaşmanın içe-riğindeki başlıca sorun Dayton ile oluş-turulan Bosna’nın normal bir devletin gösterdiği özellikleri gösterememesidir. Etnik açıdan homojen şekilde oluşturul-muş ayrık bölgelerin varlığının yasallaş-mış olması, antlaşmanın asıl amacı olan toprak bütünlüğünün ve bağımsızlığın korunması hususunda büyük bir tehdit-tir. Bosna-Hersek Federasyonu (FBİH) ve Sırp Cumhuriyeti adlı iki entiteden oluşan Bosna-Hersek’te; siyasi kurumlar, polis teşkilatı, yargı mekanizması, eğitim sistemi, medya gibi devletin tüm kurum-larında ikili bir yapılanma öngörülmüş-tür. Bu durum devlet içinde bir bütün-lük sağlanamadığını göstermektedir.

Öte yandan FBİH’nin 10 kantona ayrılması ve bazı kantonların Hırvatlar tarafından adeta bağımsız birer yönetime dönüştürülmeleri de devlet açısından bü-yük sorun teşkil etmektedir. Yine Dayton Antlaşması’nın sonucunda oluşturulan devlet yapılanması neticesinde nüfusu 5 milyonun altında olan Bosna’da 2010

Avrupa’nın Ortasında Bir Dram: BOSNA

Page 10: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

8

yılı rakamlarına göre bir seçim dönemin-de anda 760 milletvekili,180 bakan, 14 başbakan, 5 cumhurbaşkanının görev yapıyor olması, harcamaların %40’ından fazlasının devlet mekanizmalarına ay-rılması sonucunu doğurmaktadır ki bu durum da ayrı bir sorundur. Entitelerin devlet kurumlarından daha güçlü olduğu Bosna-Hersek’te Sırpların devlete daha çok yetki verilmemesi için çalıştığı açık bir şekilde görülmektedir. Bu durum uy-gulamada ülke vatandaşlığı yerine entite vatandaşlığının ön planda oluşuyla ken-dini göstermektedir. Mecliste karar alına-bilmesi için gerekli oy çoğunlunun çoğu zaman sağlanamaması, ülkede yapılması öngörülen köklü değişikliklerin önünü tıkamaktadır. Antlaşmanın pratikte -bü-yük oranda- uygulanamıyor olması, Bos-nalı Hırvat ve Sırplar’ın anavatanlarıyla birleşme hayallerini diri tutmaktadır. Geleceği belirsiz, ekonomik olarak ken-di ayakları üstünde duramayan, rüşvet ve işsizliğin kol gezdiği bir ülke profili de ne yazık ki nitelikli Bosnalı nüfusun ülke-den göç etmesine neden olmaktadır.

Yugoslavya Lideri Tito’nun savaşın başlamasından çok önce söylediği şu sözler, yaşanacakları öngördüğünün gös-tergesi niteliğindedir: “Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito olarak,

bu küreyi ellerimle tutarak değil alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde hemen birisi gelir ve bu görevi devralır. Yoksa kristal küre yere düşer ve tuz buz olur.” Tito’nun korktuğu gerçekleşmiş; kristal küre kırılmıştır. Kırılan cam par-çaları ise dağılan Yugoslavya’nın her bir köşesine saplanmıştır. 3 yılı aşkın bir süre devam eden bu kanlı savaşın sona ermesi ise, en başından itibaren medet umulan uluslararası müdahale ile müm-kün olmuştur; ancak müdahaleye kadar geçen sürede kaybedilen hayatlar “geç ge-len adalet, adalet değildir” algısını haklı çıkarır niteliktedir. Kendilerini çağdaş uygarlık olarak görenlerin vicdansızlığını gözler önüne seren bu savaş, Kızılhaç’ın verilerine göre, çoğu sivil ve Boşnak ol-mak üzere 312 bin kişinin hayatını kay-betmesiyle sonuçlanmıştır. Yaklaşık 2 milyon insanın yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldığı savaşta, sayısı 25 bine ulaşan bulan sistematik tecavüz vak’alarının bulunması da tüm dünya adı-na utanç vericidir bir hadisedir. Tüm in-sanlığın gözü önünde yaşanan bu kimlik mücadelesinde başta Avrupa olmak üzere dünya, “farklılıklara tahammül etme” sınavında bir kez daha sınıfta kalmıştır. [email protected]

1. ATASOY, V. (2013, Temmuz 14). Bir Katliamın Bakiyesi: Srebrenitsa. Retrieved Eylül 2, 2013, from Radikal Gazetesi Web Sitesi: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/vedat_atasoy/bir_katliamin_bakiyesi_srebrenitsa-11416852. BAĞCI, H. (1994). Bosna-Hersek-Soğuk Savaş Sonrası Anlaşmazlıklara Giriş. DTCF Dergisi , 16 (27), 257-259.3. BORA, T. (1994). Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası Bosna-Hersek. İstanbul: Birikim Yayınları.4. KISACIK, S. (2012, Kasım 26). Soğuk Savaş Sonrasında Bosna-Hersek ve Türkiye- Bosna Hersek İlişkileri. Retrieved Temmuz 4, 2013, from Uluslararası Politika Akademisi: http://politikaakade-misi.org/soguk-savas-sonrasinda-bosna-hersek-krizi-ve-turkiye-bosna-hersek-iliskileri/5. KONDO, S. (2003). Bosna Hersek Coğrafyası. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.6. ÖZŞİMŞİR, Ş. (2011, Şubat 2). BM ve Eski Yugoslavya İç Savaşı-1. Retrieved Temmuz 2, 2013, from TÜİÇ Akademi: http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/100-safak-ozsimsir-tum-yazilari/517-bm-ve-eski-yugoslavya-ic-savasi-17. ÖZYURT, O. (2011, Temmuz 30). Bosna Savaşı’nın Simgesi Yaşam Tüneli. Retrieved Eylül 2, 2013, from Sabah Gazetesi Web Sitesi: http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2011/07/30/bosna-savasinin-simgesi-yasam-tuneli8. Sabah Gazetesi. (2010, Nisan 6). Acı Rakamları ile Bosna Savaşı. Retrieved Temmuz 2, 2013, from http://www.sabah.com.tr/fotohaber/dunya/aci_rakamlari_ile_bosna_savasi/163949. SEVEN, A., & TOĞRUL, M. (Direktörler). (2012). Kanlı Bay-ram Srebrenitsa [Belgesel].10. ŞAFAK, Y. (2010). Bosna Savaşı ve Yugoslavya’nın Parçalanması. İstanbul: Kadir Has Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.11. TÜRBEDAR, E. (2010, Aralık). Barışın 15. Yıldönümünde Bosna-Hersek: Dayton Barış Antlaşması’nın Neticelerinin Değerlendirilmesi. Retrieved Temmuz 2, 2013, from TEPAV: www.tepav.org.tr/upload/files/1292831752-6.Barisin_15._Yildonumunde_Bosna_Hersek.pdf12. Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi. (2012). Bosna-Hersek İşgali ve Srebrenica Soykırımı. İstanbul: UHİM.13. YAPICI, M. İ. (2007). Bosna Hersek’te Gerçekleştirilen Askeri Müdahalenin Uluslararası Hukuktaki Yeri. Uluslararası Hukuk ve Politika , 2 (8), 1-24.

Nilüfer YAVUZ

Page 11: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

9

Page 12: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

10

BOSNA’NIN BÜTÜN NEHİRLERİNİ GEÇİNCE

Önce, tüm tüneli çevreleyen tahtala-rın titreyerek çatırdayışını duyduk. Sonra, yüreğimize uzanan ateşten eli; o elin saçtığı yaylım ateşini... Ardından bir asker:

— “Geliyorlar”, diye bağırarak gözden kayboldu.

Hem barınağımız hem de cephaneliği-miz olan tünelden içeri koşarken:

— “Geliyorlar”, diye duyurdum ben de.

Hemen sonra, kendimi onlarca aske-rin arasından sıyrılmaya çalışırken buldum. Bu sırada, az ötedeki bir askerin başı öne eğik bir şekilde yavaş adımlarla bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Bunca asker dört bir yana koştururken, o neden yürüyordu? Tüneli aydınlatan meşalelerin ateşinden çok, patlamanın etkisiyle içeri yansıyan kızıllıkta, karşımdakinin parlayan yüzünü

seçmekte güçlük çektim. İyice yaklaştığın-da başını kaldırdı ve:

— “Ağabey” diye inledim. “Sen gide-mezsin!”

Yine aylarca sürecek bir savaşın eşi-ğindeydik kuşkusuz ve bu kez yurdumuzu savunacak oldukça deneyimli dedelerimiz, amcalarımız, dayılarımız, hatta babalarımız bile yoktu. Geriye kalan, yalnızca genç er-kek nüfustu. Benden iki yaş kadar büyük ağabeyime ağlayarak sarıldım ve onu tüm çaresizliğimize rağmen durdurmaya çalış-tım. Beni omuzlarımdan tutup geri çeker-ken:

— “Anaya söyle, hakkını helal etsin”, dedi ve şimdiden ıssızlaşmış tünelde beni tek başıma bırakıp gitti.

Anamız, daha doğrusu tünelde koşan ama bu sefer bizi savunmak için koşan tüm

bu gençlerin Anası, şimdi tünelin epeyce ilerisindeki bir bölmede hırpani bir döşeğe kıvrılmış, olanlardan habersiz öylece boşlu-ğa bakıyordu. Ananın hâli, savaştan sağ çı-kan büyüklerimizin çoğunun durumundan farksızdı. Kimi bir taramalı tüfeğe hedef olan evladını elinden tutup çekemeden yav-rusunun kafasının uçtuğuna kimiyse tutsak düştüğü sırada kocasının halatlarla bağlı ayaklarından çekilerek sonu görülemeyen bir karanlığa sürüklendiğine tanık olmuştu! Anaysa, tünel yapıldı yapılalı burayı yuvası bellemiş; askerlere en kıtlık zamanında bile tutsak kamyonlarından düşen azıkları kul-lanarak yiyecek hazırlamıştı. Dahası, savaş zamanı vurulma tehlikesini bile göze alarak koca bir su bidonu kucağında, susuz kal-mış askerlerin susuzluğunu gidermiş; hatta entarilerinden sargı bezleri yapıp bu yaralı

Beyza EREN

Beyza EREN

Hem bilir misiniz, bu kıtada kuşlar alçaktan uçar!

Her an sağından solundan geçtikleri toplulukları

havalandırmaktır gayeleri. İçlerinde bulundukları toz

bulutundan onları çıkarmak; binalardaki ve kürek

kemiklerinin arasında sızlayan boşlukları kapatabilmek

üzere kanatlarını çırparlar... Bunun için insanların, önce

kendilerini sonra kuşları içinde tutsak kaldıkları kafesten

kurtarmaları gerekir.

Page 13: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

11

evlatlarının hemşireliğini de üstlenmişti. Ancak, kendi topraklarımızda, yine bu top-raklarda doğup büyümüş insanlarımızın, babamızın, ağabey ve kardeşlerimizin âdeta kör bir kurşuna hedef olmuşçasına zaman-sız ve akıl almaz kayıplarına şahit olmaya “ana yüreği” artık daha fazla dayanmamıştı. Bu defa, savaşa giden ağabeyim olmuştu; çoğu benden bir-iki yaş küçük askerlerimi-ze analık yapansa ben olacaktım!

Belime kadar gelen bidonu kucaklayıp sabırla tünelin kapısına ulaştım. Titremek-ten karton bardaklara suyu bir türlü doğ-ru dökemesem de vazgeçmedim. İçten içe ağabeyimin bardağına da su dökeceğim anı kollarken onu, o gün son kez görmüş olabi-leceğimi aklıma bile getirmedim.

Karanlık basmaya başladıysa da hava-daki kızıllık, duman gibi her yeri sarmayı sürdürdü. Gittikçe su içmeye gelen asker de azalmaya başladı; ama ben, dizlerim titremekten birbirine çarpıyor hâldeyken ve kollarımı artık hissetmiyor olsam da bidonu kucağımdan bırakmamaya kesin kararlıydım.

Sonunda, bir askerin hızlı hızlı nefes alıp vermesini duymanın heyecanıyla ar-kama döndüm ve bidon o anda kollarımın arasından kayıp yuvarlandı. Sol koluma çarpan mermi, donduğunu düşündüğüm kanımı o dakikada kaynatmaya yetti. Elimi omzuma bastırırken, bayılacak gibi oldum ama direndim. Çünkü bana ateş eden as-ker de vurulmuş; arkasında tanıdık bir yüz belirmişti. Bu yüzde ağabeyim vardı, suyu kana kana içen askerlerimizin bana duy-duğu kardeşlik vardı. Elimi omzuma daha güçlüce bastırırken geri dönüp tünele doğ-ru koşmaya başladım; umutlarıma doğru koşmaya... Onlar da koştular, zamandan hızlı aktılar, sonsuzluğa vardılar.

Omzumdaki yaranın izi kaybolmaya başlayınca savaşın da sona ereceğine inan-dım. Yaram kaybolsa da heyecanla pencere-nin karşısına geçip yolunu gözleyebileceğim bir babamın, ağabeyimin artık olmayışı, o görünmez yarayı sızlatmayı epeyce sürdür-dü. Gün geldi, pencereyi aralayan rüzgârla bir dua üflendi yaramın üstüne. Acının izi yok oldu ve yolumu izlemeyi sürdürdüm ben de. Bir bidon dolu su kucağımdaydı şimdi... Topraktı susayan! Yolun sonu hiç gelmedi. Sık sık bidonu doldurmam gerek-ti. Bir an hissetmedim kollarımın ağrısını. Kucakladığım su bidonu değil, hürriyeti-miz uğruna can veren kardeşlerimdi çün-kü... Ve bu hikâye burada bitmeyecekti!

Tünelin sonunda kendimizi okyanusta bulacağımızı nereden bilebilirdik ki? Tünel, döne döne bizi koca bir havuza bırakacak ahşap bir kaydırak gibiydi. Meşalelerde yanan ateş, güneşin elektriklenen altın sa-

çaklarını vücudumuza değdiren kesik bir kablo ucu gibi çarpıyordu bizi. Tünelin sonuna geldiğimizde sırılsıklam olmadan önce uyanmamız içindi hepsi. Uyandık mı? “Evet!”. Çünkü savaştan önce beşikte sallandığımız müddetçe uyuyabilecekken savaş sonrasında kendimizi kontrol edip gerektiğinde uyanık kalabilecek erginliğe ulaşmıştık.

Öz kardeşimi kaybetmiştim; ama diğer kardeşlerimi kaybetmeye hiç niyetim yoktu! Bu kadar yakınken birbirimize, Çin Seddi uzanamamışken aramıza, etrafımıza çizilen lazer ışıkları ne kadar caydırıcı olabilirlerdi? Böylece kaç adımda komşu kapısına gitti-ğimizi hesaplamayı bıraktık ve bizi buluş-turan her köşebaşında, birlikte yaşadığımız coğrafya, daha büyük göründü gözümüze. Tüm yaşananlardan sonra, etrafımıza nefret dolu cümleler savuracağımızı düşünenler oldu. Öyle bir zaman geldi ki, ağzımızı bı-çak açmadı. Bayram sabahları, otuz günlük oruçtan sonra aileyle yapılan ilk kahvaltıda, o gün ne kadar güneşli olursa olsun gözle-rimizdeki buğudan sisliymiş gibi görürdük çevremizi. İşte böylesi anlarda içimizden tek kelime etmek gelmezdi, doğru! Ancak ne hissettiğimizle alakalı ağzımızdan bir-kaç kelime çıkacak olsa, bunlar yine barış, umut ve birlikten ibaretti. Öfke, hırs ya da intikam gibi kelimelerin bize sadece kötü anılarımızı çağrıştırmayacağını; önce psiko-lojik sonra sosyolojik olarak cephelenmeye, çatışmayı beraberinde getiren bir savunma-ya bizi koşullandıracağını bilirdik. Bugün, savaşta tüneldeki askerlerin yaralarını sarıp aynı zamanda aç kalmamaları için bulabil-dikleri kadarıyla onlara yemekler pişiren Anamız, ne sadece bana ne de Boşnak as-

kerine el uzatmakla kalmış; tarihteki diğer bütün kadın kahramanlar gibi cesareti ve özverisiyle tüm milletlerin elini yüreğine götüren bir anne eli kabul edilmiştir.

Seneler sonra, yaşadığımız travmayı kısmen aktarabilmişken etrafımıza örü-len duvarların bizi rahatsız etmediği tek yer, koşturmak zorunda kalmadan öylece hoş bir dinleti gibi gelen derslerimizi din-lediğimiz üniversitemiz olmuştu. Tabiî ki duvarlar her şeyi dışarıda bırakabilecek malzemeye sahip değillerdi. Ders boyun-ca bir süreliğine geride bıraktıklarımızdan uzaklaşabilecek bir sebebim olması, beni açıkça memnun ediyordu. Bu sebeple genellikle ön sıralarda oturur, yalnızca ko-nuya odaklanır ve profesörlerin parmakla-rının arasında döndürüp durdukları dolma kalemlere gözüm takılırdı. Elbette daha geçerli sebeplerim de vardı. Arkamdan ge-len sesler… Sadece Boşnak, Hırvat ve Sırp değil Türk, Kazak ve daha birçok milletten arkadaşlarımın birbirine karışan sesleri… İşte bu ses armonisi, tünelde yankılanan tüfek seslerinin kulağımdaki uğultusunu bana unuttururdu.

Ve bir gün… Derse henüz 45 dakika vardı. Hemen

hemen bomboş olan amfide sunumuma hazırlık yapıyordum. Son notları alırken farkında olmadan bir melodi mırıldanıyor; tamamen yalnız olduğumu düşünerek ra-hat davranıyordum. Bunun doğru olmadı-ğını kanıtlayan bir iki ses işittim art arda. Duvarların yalıtamadığı bir hıçkırık yan-kılandı amfinin boşluğunda. Avuçlarımla kulaklarımı tıkayıp açınca sesin geçeceğini sandım; ama git gide daha da şiddetleniyor-

Page 14: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

12

du. Biraz sonra tok bir sesin kurduğu cüm-lelerle oturduğum yere çivilendim:

— Muhtemelen şu anda ikizinin de seninle aynı sırada oturacağını düşünüyor-sun. Yüzü sana o kadar benzemese de aynı acıyla suratı buruşan, derse yetişebilmek için koşturan bir sınıf dolusu insan var Mina! Ben de babamı kaybettim; sen tek kaybı ölüm sanıyorsun! Bense umut et-mekten yas bile tutamıyorum.

Leon ve Mina, birçoğumuzun ma-lumu olduğu üzere büyük büyük dede-lerinden kalma birbirine komşu evlerde ikamet eden ve bu durumu başlarına gelip savuşturamadıkları yegâne imtihan olarak gören biri Hırvat diğeri Boşnak aşırı mil-liyetçi Bosnalı iki ailenin mensuplarıydılar. Savaştan çok önce aralarındaki çatışmanın sebebi, kaç dönümünün hangi aileye ait ol-duğu konusunda bir türlü uzlaşamadıkları ortak bir bahçeye sahip olmalarıydı. Peyzajı yapılacak olsa iki aileye hatta tüm kasabaya mahsul sunabilecek bahçenin, şimdiki hâli ise bir viraneden farksızdı. Bahçeye çıkan verandaların kapısı 1994 baharından itiba-ren neredeyse hiç dışarı açılmamış; bilakis herkes kendi içine kapanmıştı. Leon ve Mina, aile efradının kendilerini lanetleme-sine aldırmadan birkaç kez verandanın üst üste defalarca kilitlenmiş kapısını açmaya kalkışmış ve bir süre sonra anahtarlar da ortadan kaybolmuştu. Her iki evin güneş gören tek cephesine çekilen güneşlikler, bahçedeki ağaçların ferahlatan gölgesine yeğlenmişti. Leon’un bir defa annesine şöy-le söylediği işitilmişti:

— Bu kapıyı kitli tuttuğun sürece ba-bam geri dönse de içeri giremeyecek anne! Savaş BİTTİ! Ama sen hayata küstün, beni de küstürdün; en yakınına, komşuna bile küstün! Artık hayatla barış, kendinle barış, o insanlarla barış!

Ve artık ne Leon ne de Mina’nın evi, Bosna’nın karlı kışlarında bile sıcak bir yuva

olmanın yakınlarından geçiyordu; birçok arkadaşımızın ise ‘ev’ adı altında niteleye-bilecek bir yaşam alanı dahi kalmamıştı. Geriye ufalanmış bir toprak parçasın-dan, asit yağmurları yağdıran bir gökyü-zünden, yeşil nehirlere kızıl yansımalar bırakan yangınlardan başka savaşacak ne kalmıştı sahiden? Enkaza dönen bir ülkede neyin savaşını verebilirdiniz? Me-zarları, çarşısından ve bahçesinden daha çoktu bu ülkenin.

Savaşta pek çok aile, harabeye dönen evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Ne yazık ki bir daha da o evlerine geri döne-memişti. Oysa biz, ailenin kutsal olduğu-nun bilinciyle yetiştirilmiştik. Yalnızca anı-larımıza değil birbirimize de tutunmanın zamanı çoktan gelmiş de geçiyordu bile! “Mezarları çarşısından, bahçesinden çoktur bu ülkenin!” demiştik ya; bu yüzden Leon ve Mina’yı birleştiren bahçeyi yeşillendir-memiz, buluşacak orta bir nokta bulmamız gerekliydi. Tabiî ki öncesinde yapmamız gereken birkaç işimiz vardı.

Mina, kendi başına kalmak ve hisleri-ni yoklamak adına odasına çekilmek yeri-ne genellikle Tünel’e giderdi. Ağladığında bile sesinin yankısını işitmek, ona kendini güvende hissettirirdi. Derse gelmediğinde veya bir şekilde ortadan kaybolduğunda ne-rede olduğunu hepimiz bilirdik. Bir ara ce-saretlenip bana, neden gelmediğimi sordu. Kolumu işaret edip yaramın sızısının geçip geçmediğini öğrenmek istedi. Ona, beni merak etmemesini söyledim. Bense onu merak etmekten kendimi alamıyordum. Leon’la konuşurken sözü Mina’ya getirdim. Mina’nın son turist kafilesini de geçirip eve öyle döndüğünü söyledi. Cevabındaki alay, endişesini gizleyemiyordu. Aileler ne kadar bundan haz etmeseler de onlar, birlikte bü-yümüşlerdi; hatta Mina’nın savaş esnasında sürüklenerek götürüldüğü ve bir daha gör-medikleri ikiziyle birlikte büyümüşlerdi.

Ne zaman iki aile arasında bir tartışma çık-sa, büyüklerin doğaları gereği meseleyi bü-yüttüğünü düşünüp meydandaki satranç turnuvalarını izlemeyi bu çekişmeye tercih ederlerdi. Hatta turnuvadan çok önce ora-ya gidip kendilerince oyunu başlatırlardı.

Savaş başlayınca oyun sona erdi! Ne oyun parkı kaldı ne satranç taşları ne de eski masum dünyaları. Diğer pek çok aile gibi her iki ailenin de kendi kaybı vardı ve artık kavga edemeyecek kadar yılmışlardı. Ayakta durmaya çabalarken son bir sille, onları bahçelerindeki ağaçlarla birlikte de-virdi. Tüm bunlar yaşanmadan önce bah-çedeki görünmez sınıra aldırmadan Mina ve ikizi, müzik kutusundaki balerinler gibi çimlerin üzerinde dans ederlerdi. Parmak-larının uçlarında dönüp ileri doğru sıçrar-ken Bosna’nın bütün nehirlerini kuğularla beraber geçtiklerini söylerlerdi. Leon’un ai-lesi, kızların dans ederken kendi taraflarına geçmesine ses çıkarmaz, bu küçük gösteriyi izlemekten keyif bile alırlardı.

O günler kuşkusuz, Mina’nın haya-tının en güzel günleriydi. Şimdi Mina da Leon da bir zamanlar bahçelerinde güzel şeyler yaşandığını hatırlamakta güçlük çe-kiyorlardı. O son silleyse, toplu mezarların ilk tespitleri sırasında gerçekleşti...

Savaşın ilk vurduğu yerlerden biri de bu köklü kasabaydı. Her iki aile de evleri-nin nasıl başlarına yıkılmadığına hayret et-mişti. Bahçeye gelince… Paylaşamadıkları o bahçeye çığ düşmüş, toprak çökmüştü sanki. Seneler sonra bile bahçeden taarruz gerçekleşecekmiş gibi veranda kapısını ki-litli tutmuşlardı... Mina’nın ikizinin, evden alındıktan sonra çok uzaklaşmadan öldürü-lüp iki mahalle öteye atıldığını öğrenmiş-lerdi. Leon’un babası ise, savaş başlamadan önce zorunlu göreve çağrılmış, veda bile et-meden ailesi uykudayken evden ayrılıp bir daha geri dönmemişti. Toplu mezar kazıla-rı için geldiklerinde, eskiden büyüklüğüyle

Beyza EREN

Page 15: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

13

övündükleri bahçeleri, gözlerine daha çok mezbaha gibi görünmüştü. Mina’nın ailesi, en azından cenazelerini teslim alabildikle-rinden dolayı bir nebze huzur duydukla-rından dolayı diğer ailelerin de bir avuntu yaşayabilmelerini umarak, bahçenin ka-zılmasına izin vermişti. Leon’un ailesiyse, bahçelerinde toplu bir mezar olabileceği fikrini asla kabullenemedi. Kazı yapıl-dıktan sonraysa bahçenin viraneye dönen görüntüsünün altında başka bir yıkıma rastlanmadı. Ancak bahçenin bu son hâli, her iki aileyi de iyice ürkütmüş ve yabani otlar, her tarafı yıkık bir mezarlığa dönüş-türmüştü. Güzel günleri, hayatlarından geçen pembe yanaklı, tebessümlü yüzleri, hatta kendi gülümsemelerini bile oraya gömmüşlerdi.

Mina, bu sefer oldukça geç bir saatte evin bütün kapılarını tek tek çarptıktan sonra en son dış kapıyı da çarpıp dışarı çıktı. Leon, tam dalmak üzereyken sıçraya-rak üstündeki pikeyi yere düşürdü. Küçük taşların ayakkabıların altında ezilirken çı-kardıkları birbirine çarpma sesleri, Leon’u pencerenin önüne sürükledi. Bu saatte ne-reye gidiyordu? Annesinin bas bas bağır-dığı işitiliyor, ancak kızını durdurabilecek başka hiçbir şey yapmıyor; kimse onun peşine düşmüyordu. Leon, hiç düşünme-den askılıktan ceketini alıp küçük adım-larla Mina’yı takip etmeye başladı. İkisi de zaman zaman yürümekten yorulup eğilip dizlerini tutuyor, sonra yine yürümeye de-vam ediyorlardı. Mina, bu sefer Tünel’e gitmiyordu! Savaşta ölenlerin yattığı halk mezarına doğru yürüyordu. İşte kardeşi, hemen oracıkta bir çınar ağacının altında kıvrılmış yatıyordu. Daha doğrusu Mina onu öyle görüyordu. Leon, Mina’nın ken-disini görmesinden çekiniyor; ama bu sa-atte onu orada yalnız da bırakamıyordu. Mina’ysa mezarın yanı başında durmuş,

kardeşine bir şeyler anlatıyordu. Leon, birkaç adım daha yaklaşıp aralarına gir-mekten çekiniyordu. Orada daha fazla kalamayacaklarını düşünürken Leon’un henüz neyle karşılaşabileceğinden habe-ri bile yoktu. Biraz sonra çınar ağacının arkasından düşen kazma, küreğin sesiyle irkildi. Saklandığı ağacın arkasından çık-tığında tahmin yürütmek bile istemediği o görüntü karşısında şaşkına dönmüştü. Artık kendisini saklamayacaktı.

— Allah aşkına, o elindekiyle ne yapmayı planlıyorsun?

Mina planını uygulamaya koymak için oldukça kararlıydı. Sadece,

— “Sen burada ne arıyorsun”, diye sordu. Leon’a aklındakini söylemeye karar verdi:

— “Onu burada bırakacağımı mı zannettiniz? Onu kendi bahçemize göme-ceğim! Bunu hak etmiyor! Ben bunu hak etmiyorum”, derken toprağa sapladığı kü-reğe tutunarak yere çöktü.

Leon, yutkunup ona doğru birkaç adım attı:

— O mezarı açarak eline ne geçece-ğini sanıyorsun? Bıraktığın gibi kaldığına inanabiliyor musun? Kaldığımız yerden devam etmemizi mi istiyorsun Mina? Onu tekrar o bahçede görmeyi… O zaman bu kazma kürekle mezar kazmayı bırak; bunu, bahçemiz için yapmayı deneyelim!

Leon, tek hamlede küreği elinden al-mıştı. Mina, aslında küreği tutmuyor; ona sadece tutunuyordu. Eli küreğin sapından kaydığında ise baygın bir hâldeydi.

O geceden sonra hep birlikte, bütün güneşli günlerin hakkını vermeye karar vermiştik. Leon, bu olanları anlattığında ona hak vermekle yetinmeyecektim. Oku-lumuzdaki farklı milletlere mensup arka-daşlarımızla, mahallelerimizdeki çocukluk arkadaşlarımızla bir arada barış içerisinde

yaşamak adına elimden geleni yapacaktım. Leon ve Mina’ların bahçesinden başlayıp birçok bahçeyi tekrar canlandırdık; park-ları onardık. Üniversitenin dışında da bir araya gelebileceğimiz park ve bahçelere, kendi mutluluğumuzdan hisseler dağıttık. Korkmuyorduk, endişe duymuyorduk. Nasıl olsa hepimiz bir aradaydık!

Hem bilir misiniz, bu kıtada kuşlar alçaktan uçar! Her an sağından solundan geçtikleri toplulukları havalandırmaktır gayeleri. İçlerinde bulundukları toz bu-lutundan onları çıkarmak; binalardaki ve kürek kemiklerinin arasında sızlayan boşlukları kapatabilmek üzere kanatları-nı çırparlar... Bunun için insanların, önce kendilerini sonra kuşları içinde tutsak kal-dıkları kafesten kurtarmaları gerekir.

Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin’in Bosna’nın yeşillikler içe-risindeki görkemli güzelliğine ancak bir yansıma bırakabilecek eseri Mostar Köprüsü’nden Neretva Nehri’ne atlaya-cak olsanız, kuşların ıslıklarını bir teza-hürat olarak duyabilirsiniz. Sizi nihayet havalandırıp kollarınızı iki yanınıza açtı-ğınızda, kendi hâlinize bırakabilmişlerdir. Ve artık pekâlâ hür hissedebilirsiniz. Bu düşüncelere gerçeklik payı katmak üzere hep birlikte Mostar Köprüsü’ne, Miljacka Nehri’ne ve Başçarşı’ya yürüdük. Bahçe-lerden çiçek koparmadan, aksine çiçekler ekerek ilerledik. Bu ülke için bir turistin yapabileceğinden fazlasını yapacak, onla-rın çektikleri fotoğrafa biz gençler de bir alt metin yazabilecektik. Bunu kalemimiz, hep bir ağızdan çıkan ahenk içerisindeki sesimiz, fırçamız, cetvelimizle en çok da el ele verdiğimizde başarabildik. Bosna’nın tüm nehirlerinden geçtiğimizde, kendimi-zi bir okyanusta bulduk. Hiçbir zaman bir tsunamiyle bizi yutmayacak, sürükleme-yecek bir okyanustaydık…

Bosna’nın Bütün Nehirlerini Geçince

Page 16: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

14www.iletisim.com.tr [email protected] twitt er.com/iletisimyayinfacebook.com/iletisimbirikimvimeo.com/iletisim

Türkçe Edebiyat, 308 sayfa

Heba, göz gözü görmez insafsızlığın, doğruya benzemeye muvaff ak olan yalanın, utanmazlığın, lincin, kıstırılmışlığın ro manı... Yalnızlığın, pişmanlığın, askerliğin, heder olmuş bir ömrün romanı... Sadık okurları için yeni keşifl er sunacak, yeni tanışanları sadık okurlara dönüştürecek bir Hasan Ali Toptaş romanı...

heba.iletisim.com.trheba.iletisim.com.tr

TÜMKİTAPÇILARDA

Yalnızlık, pişmanlık, askerlik, heder olmuş bir ömür...

Page 17: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

15

DAVETORGANİZASYON

. . .Hayellerinizi Çekiyoruz

www.brofilm.com

Page 18: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

PERSP

EKTİF

BOSNAHERSEK

Fotoğraflar: Merve KAVÇAKAR

16

Page 19: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

17

Yaşanabilecekleri önceden tahmin etmişçesine önce dağlar kuşatmıştır Saraybosna’yı ve Bosna’nın karlı kışlarından kalma beyaz örtüsü, yaz mevsiminde bile örtülüdür mezarlıklarda; o denli çok

sayıda beyaz mezar taşı dikili mezarlık görürsünüz Bosna’da. 95 ve sonrasında çok yakın bir tarihte geçirilmiş savaşın tanıklığını yapar doğa. Binalardaki üstü sıvanmamış kurşun izlerini kar tutmaz,

Bosna’nın görkemli yeşilliği, ne kadar dindirici olsa da üstünü örtmez bazı izlerin. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin ilk mezunlarından Merve Kavçakar’ın çektiği bu fotoğraflar, sizi

Başçarşı’da karşılayıp nehirler boyunca uzayan bir yürüyüşe çıkararak aynı zamanda yakın tarihin seyrine davet ediyor.

Mostar Köprüsü - Mostar

Page 20: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

1818

Miljacka Nehri

İgman Dağlarının eteklerinde bir cennet - Vrelo Bosna

Page 21: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

1919

Umut Tüneli’nin başladığı ev - SarajevoUmut (Hayat) Tüneli - Sarajevo

Başçarşı - Sarajevo

Page 22: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

20

Alija Izetbegović’in Kabrinin Bulunduğu Kovaçi Şehitliği - Sarajevo

Güzel Sanatlar Akademisi - Sarajevo

Page 23: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

21

Don’t Forget ‘93

Sarajevo’ya kuşbakışı - Tabya

Page 24: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

22

Çarlık Rusyası’ndan bir anekdot ri-vayet edilir: Avusturya İmparatoru II. Jo-seph, Rusya’yı ziyaret edecektir ve prog-ramında Kırım da bulunmaktadır. Çariçe II. Katerina, bu ziyaretin organizasyonu ile ilgilenmesi için Mareşal Potemkin’i vazifelendirir. Ne var ki, gezi boyunca gö-rülecek köyler pejmürde bir haldedir. Böl-geyi müreffeh gösterebilmek işi bir hayli masraflı ve de zahmetli olacaktır. Ancak Potemkin’in ne kaybedecek zamanı ne de masraf edecek finansal kaynağı vardır. Ne-ticede Mareşal Potemkin, gezi programı boyunca İmparator ve Çariçe’nin Dinya-

per Nehri’nden geçerken görebileceği tüm evlerin dış cephelerini panolar ile kapla-yarak, tiyatro sahnelerini andıran bir de-kor ile refah içinde modern köyler oluştu-rur. Neticede II. Joseph ve II. Katerina bu görünüm karşısında mest olmuş, Potemkin ise günü kurtardığı için iltifatlara mazhar olur. Ancak Kırım, hala bakımsız ve sefil durumdadır.

Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Ana-yasacılık tarihi tam bir “Potemkin Köyü Pandomimi”ni andırmaktadır. 1876’da Kanun-ı Esasi ile padişahın yetkileri sınır-landırılır; ancak egemenlik yetkileri halka

değil bürokratlara verilir. Aslında bu metin bir anayasa olmaktan çok devlet seçkinleri ile padişah arasında deyim yerindeyse bir “saldırmazlık anlaşması”dır. Halka sunu-lan anayasada aslında halk muhatap bile alınmamıştır. Dolayısıyla, bu anayasa “pa-dişahın yetkisinin sınırlanması suretiyle halkın egemenliğine geçiş” panolarıyla bürokratlara verilen yetkileri perdelemiş-tir. 1921 Anayasası Türkiye Cumhuriyeti anayasacılık tarihinde bir istisnadır. Savaşı birlikte kazanan unsurlar devleti teşkila-tını da beraber kurma saikiyle toplanırlar ve toplumun her kesiminin katılımıyla bir

Fatih KAFADAR

Fatih KAFADAR

Page 25: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

23

‘Teşkilat-ı Esasi’ ortaya koyarlar. Ancak sonraki dönemlerde Potemkincilik zih-niyeti devreye girer ve 1924, 1961, 1982 Anayasalarında, ara dönemlerdeki değişik-liklerde farklı suretlerde kendini gösterir. Bu açıdan bakıldığında 12 Haziran 2011 seçimlerinden önce 24.Dönem TBMM’de grubu bulunan dört siyasi partinin seçmen-lerine verdiği “Yeni Anayasa” sözü büyük önem taşımaktadır. Türkiye, Potemkincilik ile devam edip etmeyeceğine bu süreçte ka-rar verecektir. Bu bakımdan, Yeni Anayasa süreci, Türkiye açısından tarihi önem taşı-maktadır.

Anayasa Kavramı İngilizce ve Fransızca constitution ke-

limesinin karşılığı olan “anayasa” kelimesi Türkçe’de yerleşmiş bir kavram olmakla birlikte, ifade edilmek istenen anlamı tam olarak karşılamamaktadır. Constitution, İngilizce to constitute, Fransızca constitu-er fiillerinden türemiştir ki bu kelimeler “oluşturmak, teşkil etmek, kurmak” ma-nalarına gelmektedir. Dolayısıyla constitu-tion kelimesi “kuruluş, teşkilat” demektir (GÖZLER, 2011, s. 20). Türkçedeki “ana-yasa” kelimesi ise “temel kanun” anlamına gelmekte ve rahat bir şekilde anlaşılabile-ceği gibi, “kanunların anası” çağrışımı da yapmakta olduğundan “anayasa”nın bir ül-kenin hukuk sisteminin kaynağı olduğunu düşündürmeye elverişlidir. “Oysa bir ana-yasa, kanunların kendisinden türetildiği bir kaynak olmayıp esas itibariyle siyasal alana ilişkindir ve insan hakları ile devlet örgüt-lenmesinin dayandığı ilkeleri gösterir. Ger-çi anayasalar genellikle kanun yapmanın kurallarını da koyarlar ama bu, kanunların

ne anayasadan türedikleri ne de zamana ba-kımından ondan sonra geldikleri anlamına gelmektedir.” (ERDOĞAN, 2011, s. 31). Nitekim hukuk tarihine bakıldığında, dev-let yönetiminde çoğu zaman kanunların anayasalardan önce geldiği kolaylıkla görü-lebilecek bir gerçekliktir.

Anayasa, kurallar dizisinin meydana getirdiği ve kanunlara meşruiyet sağlayan bir metin olmaktan daha öte, bir devletin siyasal mekanizmasının nasıl işlediğinin ifadesidir. Yönetilenler ile yönetenler ara-sındaki ilişkileri düzenleyen ve iktidarın muhtemel tecavüzlerine karşı halkın huku-kunu koruyan düzendir. “Anayasalar ge-nellikle özel bir itibar atfedilen veya diğer kanunlardan daha fazla hürmet gösterilen ‘en yüksek’ türden kanun olarak telakki edilirler. Fakat böyle olmasını izah eden ta-

rihi sebepler bulunmasına rağmen, onları, genellikle takdim edildikleri üzere, bütün diğer hukukun kaynağı olmaktan ziyade, hukukun muhafazasını garanti etmek ama-cıyla inşa edilmiş bir üst yapı olarak telakki etmek daha yerinde olacaktır.” (HAYEK, 1996, s. 201). Bu açıdan ele alındığında anayasa, devlet üretmiş bir toplumda ge-çerli en üst hukuki normu ifade eder.

Anayasa teriminin bugün başlıca üç anlamı vardır: İlk olarak anayasa bir ülke-deki üstün hukuk gücüne sahip olan bir metni ifade eder. İkinci anlamda “anayasa” bir ülkedeki belli bir alandaki fiili devlet sistemini, yani “yaşayan” anayasayı belirtir. Bu en geniş anlamda “anayasa” resmi ana-yasanın yanında diğer tamamlayıcı mevzu-atı, teamülleri ve yargı kararlarını olduğu kadar devlet sistemini şekillendiren siyasi, iktisadi, ahlaki ve kültürel etkenleri de kap-sar. “Anayasa”nın üçüncü anlamı “anayasa-cılık” ve “anayasal devlet” felsefesini, kısaca devletin sınırlanması düşüncesini ifade eder (RATNAPALA, 1999/2000). Bu açıdan bakıldığında anayasa, Jan-Erik Lane’in ifa-desiyle, devlet iktidarını sınırlayan kurallar manzumesidir (ERDOĞAN, 2010, s. 9). Yani kısacası anayasa, siyasallaşmış bir top-lumda, insanların bir arada yaşama iradesi-ne yönelik asgari müşterekleri haiz bir ‘söz-leşme’; devlet teşkilatını düzenleyen ve aynı zamanda meşrulaştıran, Hans Kelsen’in de-yimiyle, “normlar hiyerarşisi”nin en üstün-de yer alan hukuki ve siyasi belgedir.

Düşünsel Alt Yapı ve Tarihsel Arka Plan

Anayasa, bir toplumun siyasal ya-pısının haritasını ifade eder. Dolayısıyla

“Halk İçin Halkla Beraber” Anayasa

Anayasa, bir toplumun siyasal yapısının haritasını ifade eder. Dolayısıyla anayasa kavramından bahsedilmek için, halkın bir arada yaşama iradesinin yanı sıra örgütlü siyasal toplum olan devletin mevcut olması gerekir.

Page 26: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

24

anayasa kavramından bahsedilmek için, halkın bir arada yaşama iradesinin yanı sıra örgütlü siyasal toplum olan devletin mevcut olması gerekir. Devlet iktidarının kurallarla sınırlanması ve böylece siyasal olan keyfiliğin önlenmesi esas itibariyle modern çağda gerçekleştirilmiş olmakla birlikte, bunun kökleri İslam Devleti’nin siyasal teşkilatlanmasına ve daha sonra ise Avrupa tarihindeki düşünce ve kurumla-ra dayandırılabilir. “Muhammed(A.S.S) neticede Müslüman sahabeleri ile oldu-ğu kadar gayrimüslim Medinelilerle du-rumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplandılar ve bir şehir-devlet yapısı or-taya çıkarma hususunda anlaştılar. Bu devletin anayasası yazılı bir biçimde tes-pit edilip vazedildi. Bu anayasa, ilk İslam Devleti’nin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin va-zettiği ilk yazılı anayasa olma hususiyeti-ne de sahiptir.” (HAMİDULLAH, 2003, s. 189). “Medine Vesikası” olarak tarihe geçen bu anayasa, “bir İslam topluluğu, daha açık bir ifadeyle dini olduğu kadar siyasi bir topluluk meydana getirme gaye-sine yöneliktir. Anayasa, adaletin tevzii ve adli eşlerin idaresi konusunda gerçek bir inkılâp teşkil etmektedir; zira bu konuda alınması gerekli tedbir ve gösterilecek iti-na bundan böyle tamamen cemiyet işlerini yürütenlere, yani merkezi otoriteye tevdi edilmiş olup asla bir tek ferdin takdirine bırakılmış değildir.” (HAMİDULLAH, 2003, s. 191). Bu açıdan bakıldığında, “Medine Vesikası”nın dünya anayasa ta-rihinde dikkate değer bir yer teşkil ettiği açık bir şekilde görülebilir.

Avrupa tarihinde, anayasacılık düşün-cesinin oluşumuna ve bu yöndeki siyasal pratiklerin gelişmesine katkı yapan dü-şünsel etkenlerin başında, “doğal hukuk ve doğal haklar doktrini” gelmektedir. “Bu öğreti, insani varoluşun “özsel” değeri üstünde yaptığı vurgunun ahlaki boyutu bir yana, devlet karşısında bireylere gü-venceli ve dokunulmaz bir alan tanımak suretiyle de iktidarın sınırlanmasına yar-dımcı olmaktadır. Hatta denilebilir ki, günümüzde insan hakları düşüncesi, ev-rensel düzeyde gördüğü kabul sayesinde anayasacılığın en etkin ve yaygın aracı haline gelmiştir.” (ERDOĞAN, 2010, s. 14). Doğal hukuk doktriniyle bağlantılı olarak anayasacılığın oluşumuna katkıda bulunmuş bir diğer önemli gelişme ise John Locke’un “sosyal sözleşme” teori-sinin ortaya çıkışıdır. Locke’un toplum-sal sözleşme faraziyesi, “hayat, hürriyet, mülkiyet” gibi insanların doğal durumda sahip oldukları “doğal hakları”ını teminat altın alan bir siyasal yönetimin oluşturul-masını öngörmektedir. Ayrıca insanlar, bu sözleşmeyle, toplumun düzenini sağlama-sı ve hakların koruyuculuğunu yapması için devlete güç kullanma haklarını da devretmektedir. İşte tam bu noktada, dev-let iktidarının sınırlandırılması olgusuyla karşılaşılmaktadır. Zira devlet, temel gö-revlerinin sınırlarını aşarak bireylerin hak-larını ihlal etmeye başlarsa varlık nedeni ortadan kalkar ve meşruiyetini kaybetmiş olur (ERDOĞAN, 2010, s. 15). Bu açı-dan bakıldığında, J.Locke’un “toplumsal sözleşme”si, deyim yerindeyse, “devletin ehlileştirilmesi”ne yönelik olup insanların

bir arada güven ve refah içerisinde yaşama-larını temin eden bir kurumlar manzume-sini ifade eder ki bu modern toplumdaki “anayasa” mefhumunun karşılığıdır.

Anayasaların bir “sosyal sözleşme” olmasına yönelik temel düşünce, ABD Anayasası’nda net olarak görülebilir. “We, the people of the United States…” diye başlar. Yani “Biz halk olarak bir araya gel-dik, şu konuları esas aldık ve kendi ara-mızda şu şekillerde bir sözleşme yaptık, işbu anayasa bu sözleşmenin belgesidir ve devlet bu sözleşmeye göre hareket edecek-tir.” Kısacası devleti, Birleşik Krallık’a kar-şı toplumsal bir mücadele gerçekleştirerek bağımsızlığına kavuşturan ve kuran bir metin olduğu için aynı zamanda toplum tarafından hazırlanmış bir anayasadır. Bu açıdan bakıldığı zaman, toplum sözleşme-sine en uygun olan anayasa 1787 tarihli ABD Anayasası’dır. 200 yıldan fazla bir tarihi geçmişe sahip olan bir anayasadır ve bu anayasada birçok değişiklik yapılmıştır (CAN, 2010, s. 77-78). 1789 Fransız İh-tilali hemen ardından yapılan 1791-93 ve sonrasındaki anayasalara bakıldığında ise, güç dengelerinin bozulmasının ardından ortaya çıkacak iktidar ilişkilerinin nasıl olacağının yazılı hale getirildiği görüle-bilir. Yani anayasa, burjuva sınıfının pay sahibi olma arzusunu dile getirmesi ve bunun sonucunda devrimlerin gerçekleş-tirilme süreci içerisinde, güç dengelerini koruyabilecek, yeni iktidar sahipleri ile mevcut iktidarlar arasında bir sözleşme-ye imkân sağlayacak olan bir metin hali-ne gelmiştir. Bu da anayasanın, iktidarın paylaşımını belirleyen bir metin olduğunu gösterir (CAN, 2010, s. 78). Denilebilir ki anayasa, bu noktada burjuva sınıfının iradesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

20. yüzyıla gelindiği zaman, anaya-saların aynı zamanda başka bir işlev üst-lenmesi gerektiğinin masaya yatırıldığı görülmektedir. Daha önce bir ülke içeri-sindeki güç ilişkilerinin ve onların yetki-lerinin sınırlarını dengede tutma görevi olan anayasalar, zaman içerisinde anayasa düşüncesinin evrilmesi ile birlikte bu güç ilişkilerinin aynı zamanda özgürlüklerle dengelenmesi ve sınırlanması gerektiğine yönelik bir anlayışla değişmeye başlamış-tır (CAN, 2010, s. 79). Bu yüzyılda yapı-lan anayasalarda hak ve özgürlüklere çok geniş yer verildiğini görmek mümkündür. Ancak, “özgürlükçü” anayasalara rağmen devlet pratiklerinin vatandaşların hak ve özgürlüklerini zaman zaman tehdit ediyor olması, “ulus üstü anayasacılık” anlayışı-na zemin hazırlamıştır. Amerika ve Av-rupa Kıtalarının öncülüğünde, bireylerin

Fatih KAFADAR

Page 27: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

25

hak ve özgürlüklerini ulus üstü düzeyde güvenceleme mekanizmaları geliştirilmiş-tir. Bu alanda ilk adım, 1945 tarihli BM Şartı’dır. Ayrıca, 1949’da kurulan Avrupa Konseyi nezdinde hazırlanan Avrupa İn-san Hakları Sözleşmesi’nin 1953’te yü-rürlüğe girmiş olması ve bu sözleşmenin ihlalinin dünyanın en büyük insan hakları mahkemesi olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce denetlenmesi ulus üstü anayasal mekanizma hususundaki bir di-ğer adımdır. Bu alandaki en ileri örnek ise, AB Anayasa Antlaşması Tasarısı’dır. Dev-letlerin anayasal yetkilerinin bir kısmının AB’ye devredilmesini öngören bu antlaş-ma, Fransa ve Hollanda’da 2005’te yapılan halk oylamalarında reddedildiği için yü-rürlüğe girememiştir (KABOĞLU, 2011, s. 10). Ancak içerik yönünden, reddedi-len antlaşmayla benzer bir metin, 2009’da Lizbon Antlaşması olarak kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Neticede, son yüzyıl-da iki dünya savaşı geçirilmesi ve bu savaş-larda yaşanan insan hakları ihlalleri, hak ve özgürlüklerin ulus üstü mekanizmalar tarafından güvence altına alınması gerek-liliğini doğurmuştur. Böylece anayasacılık kavramı ulus üstü bir boyut kazanmıştır.

Türkiye’nin Anayasa BirikimiTürkiye’nin anayasal birikiminin tam

manasıyla anlaşılabilmesi için, bu biriki-min köklerine yani Osmanlı anayasacılık geleneğine bakılmalıdır.

Osmanlı’da Anayasacılık: Sened-i İttifak’tan Kanun-ı Esasi’ye

Osmanlı Devleti’nde anayasal ge-lişmenin ilk adımı olarak, 1808 yılında merkezi hükümetin temsilcileri ile ayan temsilcileri arasında kabul edilip imzala-nan “Sened-i İttifak” gösterilebilir. Bu se-netle, ayanlar devlet tarafından muhatap kabul edilmiş; yani devlet iktidarı ayanlar lehine sınırlandırılmıştır (ÖZBUDUN, 2011, s. 25). Aslında bu belge bir anayasa olmaktan çok merkezi otoritesi zayıflamış bir devletin, ülkenin seçkin tabakasını ya-nına çekmeye çalıştığı bir “saldırmazlık anlaşması”dır. Zira Sened-i İttifak ile halk değil ayanlar muhatap alınmış ve “devlet-ayan” ilişkileri teminat altına alınmıştır. Devletin bütün uyrukları için can, mal ve ırz güvenliği teminatı veren, devlet yöne-timinde vergi ve askerlik işlerinin düzen-lenmesini öngören 1839 tarihli Tanzimat Fermanı ise, Osmanlı anayasal geleneğin-de ikinci aşamayı temsil eder.

Sened-i İttifak, Tanzimat ve İslahat Fermanları, birer anayasa olmaktan daha

çok Osmanlı aydınlar zümresinde Batılı anlamda bir anayasacılık fikrinin doğma-sına sebebiyet veren belgeler olarak nite-lendirilebilir. Bu bağlamda, tarihi geliş-melerin de bir sonucu olarak, 1831 tarihli Belçika ve 1850 tarihli Prusya Anayasası örnek alınarak yapılan anayasa, “Kanun-i Esasi” olarak 1876 yılında yürürlüğe gir-miştir. Bu haliyle, Hristiyan Batı geleneği dışında kabul edilen ilk modern anayasa olduğu söylenebilir. Bu belgeyi doğuran tarihsel arka plana bakıldığında, Sened-i İttifak’a benzer bir şekilde, Kanun-i Esasi’nin de toplumun ihtiyaçlarına hitap etmekten çok, seçkin ve bürokratlardan müteşekkil Genç Osmanlılar’ın devleti yeniden tanzim etme isteğinin bir neticesi olduğu görülür. Yani bu anayasa, Osman-lı siyasal sistemine seçkinler tarafından sunulan reçetenin bir ifadesidir (CAN, 2012, s. 72). Tarihi devinim içerisinde bir analiz yapmak gerekirse, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” şeklinde bireyi devlet-ten âli gören bir felsefeyle tarih sahnesine çıkan Osmanlı’nın “Devlet-i Âliyye-i Os-maniyye” safhasına evrilmesi, birçok alanı olduğu gibi hukuki meseleleri de derinden etkilemiştir. Bu bağlamda Osmanlı anaya-sacılık geleneği, tıpkı Batı monarşilerinde olduğu gibi tepeden inmeci bir anlayışla, “toplumla sözleşme yapmak”tan ziyade “topluma sözleşme dikte etmek” şeklinde tezahür etmiştir. Ne var ki, bürokratların ya da seçkinlerin (burjuvazi) dışındaki hal-kın herhangi bir şekilde müdahil olmadığı bu metinleri anayasa olarak nitelendirmek doğru değildir.

“1921 ve Diğerleri”1921 Anayasası, 23 madde ve 1

madde-i münferideden (geçici madde) oluşmaktadır. Anayasa’nın ilk maddesi, “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart, milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat

ve bilfiil idare etmesi esasına müstenit-tir.” Bizzat ve bilfiil idare etmesi esası, 1921’den sonra hiçbir anayasada yer al-mamıştır. Bu esas, halkın politikaya, mer-kezde Büyük Millet Meclisi’ne ve yerelde şuralara bizzat ve bilfiil katılarak, kendi kaderini belirlemesini öngörür. Karar alma süreçlerine katılım hiçbir etnisitey-le veyahut inançla sınırlandırılmamıştır. Devletin vatandaşlarının tercihleri karşı-sında tam bir tarafsızlık içerisinde olduğu, kullanılan “millet” kelimesinden net bir şekilde anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Ana-yasada, kimse ötekileştirilmemiş, kimseye ayrıcalık verilmemiş; tüm halk millet ola-rak ifade edilerek hâkimiyet sadece mille-te hasredilmiştir (CAN, 2012, s. 84). Öte yandan Anayasanın ilk on maddesi halkın iradesi, yasama ve yürütme ile ilgiliyken geri kalan on üç maddenin neredeyse ta-mamı yerel yönetimler ve halkın iradesi arasındaki ilişkinin tesisi ile alakalıdır. Bu bağlamda Anayasa, vilayetlerin yetkileri-ni özerklik derecesine vardıracak şekilde güvence altına almıştır (1921 Anayasası, 2013). Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak adlandırılan 1921 Anayasası, Cumhuriyet anayasacılığı açısından uzun süre kalıcı ve hatta silinmez izler bırakmış, daha sonraki anayasaları etkilemiştir. Osmanlı Devleti henüz hukuken sona ermeden “Türkiye Devleti” ifadesinin kullanılması neticesin-de Devlet konusundaki devrimci değişim-den egemenliğin “kayıtsız şartsız” millete verilmesine, meclis hükümeti sisteminden yerel yönetimlerin güçlendirilmesine ka-dar o dönemin şartlarında “devrim” sayı-labilecek yenilikleri uhdesinde barındır-mıştır (TANÖR, 2002, s. 253).

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu yapan birinci dönem meclisinde bürokrat kö-kenli üyelerin yanı sıra çiftçiler, serbest meslek mensupları, ticaret erbabı, ulema vb. gibi gruplar da sonraki dönemlere

“Halk İçin Halkla Beraber” Anayasa

Page 28: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

26

göre çok daha yüksek oranlarda yer almış-lardır. Meclisteki tartışmaları canlı kılan da büyük çapta bu toplumsal ve düşünsel çeşitliliktir (TANÖR, 2002, s. 232). Bu meclis gerçekten de herhangi bir etnik, ideolojik veya kültürel bir ayrım gözetil-meden Anadolu’nun her tarafından sözü dinlenen, etkin figürlerin toplandığı merkez olmuştur. Dönemin şartları dü-şünüldüğünde, Anadolu’da bir direnişin örgütlenebilmesi için toplumun bütün kesimlerinin desteğinin alınabilmesi adına bu şekilde bir meclisin tesis edilmesinin ne kadar gerekli ve isabetli olduğu görülecek-tir. 1921 Anayasası, farklılıkların zengin-lik olarak görülüp veri kabul edildiği ve sosyolojik temsil açısından katılımın çok yüksek olduğu bir tarihi belge niteliğin-de olup bu konuda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk ve tek metindir. Bu açıdan bakıldığında “Türkiye Cumhuriyeti tari-hinde iki anayasadan bahsedilebilir. Bun-lardan birincisi ve en talihsizi halk tara-fından yapılan 1921 Anayasası, diğeri ise diğerleri…” (CAN, 2012, s. 12)

Sonuç olarak 1921 Anayasası çoğul-cu, temsil oranı çok yüksek olan bir mec-lis tarafından “halkın halk için” yaptığı bir anayasadır. Ancak bu anayasayı taşıyacak toplumsal ve siyasal dinamiklerin olma-ması, katılımcılığın yalnızca dönemin şartlarına ilişkin olarak İttihatçı geleneğe

mensup bürokratların katlanmak zorunda olduğu bir olgu olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, 1921 Anayasası bir dokü-man olarak, İttihatçı anlayışın belli bir dö-nemde tahammül ettiği, ancak tarihimiz-de bize ait diyebileceğimiz tek çalışmadır. Fakat tahammül ihtiyacı ortadan kalktığı anda, bu anayasa da ortadan kaldırılmıştır ve ona vücut veren meclis tüm çoğulcu-luğuyla tasfiye edilmiştir (CAN, 2012, s. 85).

Tek Renk Özlemi: 1924 Anayasası

1924 Anayasası, 105 maddeden mü-teşekkildir. Bu metin, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’ndan esaslı bir zihniyet değişik-liğine işaret etmektedir. Nitekim 1921 Anayasası’nın ilk maddesi, hâkimiyeti bila kayd ü şart millete teslim ederken, 1924 Anayasası’nın birinci maddesi “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.” şeklindedir. Yani, ilk maddede millet değil devlet ele alınmıştır. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” ifadesi ise, 3. maddede ya-zılmış; fakat “görünmez ama hissedilir bir şekilde” büyük bir “AMA” ile 4. maddeyle ilişkilendirilmiştir: “Türk milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır.” Yani, 1921’deki “halkın mu-

kadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esası” yerine “millet adına egemenlik yet-kisini” yalnız Meclisin kullanacağı ifade edilmiştir ki bu durum 1921’e nazaran bir zihniyet gerilemesini gösterir (1924 Ana-yasası, 2013).

1924 Anayasası’nda dikkatleri çek-mesi gereken bir diğer husus, henüz 4.maddede karşılaşılan “Türk Milleti” ifa-desidir. 1921’deki herhangi bir şekilde sı-nırlanmayan “millet” kavramını niteleme gereksinimi duyulmuştur. Dahası 1924 Anayasası’nın 5. Bölümünün ismi Türkle-rin Kamu Haklarıdır ve bu bölümün ilk maddesi olan 68. Maddesinde “Her Türk hür doğar, hür yaşar.” ifadesi geçmektedir ki bu durum bir etnik gruba endekslenmiş bir millet anlayışının apaçık göstergesi-dir. Bu anlayış, Türkiye Cumhuriyeti’nin adalet sisteminin kurucusu olarak bilinen Mahmut Esat Bozkurt’un “Türk, bu ül-kenin yegâne efendisidir, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu mem-lekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.” şeklindeki sözle-rinde müşahhaslaşmıştır (CAN, 2012, s. 93). Bu itibarla denilebilir ki, 1924 Ana-yasası ile anayasa metinlerine dâhil edil-meye başlayan Türk ifadesi, iddia edildiği gibi kapsayıcı bir kavram olmayıp salt et-nik bir referans kabilindedir.

Öte yandan, 1923 seçimleri, Mustafa

Fatih KAFADAR

Page 29: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

27

Kemal ve taraftarlarının yeni örgütlendir-miş oldukları Cumhuriyet Halk Fırkası’nın sıkı denetimi ve hâkimiyeti altında cere-yan etmiştir. Bu nedenle, Meclis’in ilk dö-nemlerinde (1920-1922) milletvekili olup da Mustafa Kemal’e muhalefet etmiş olan vekillerden hiçbirisi yeni dönemde seçile-memiştir. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun yapıldığı çok sesli ortam yerini Kemalist hâkimiyetine bırakmıştır (ÖZBUDUN & GENÇKAYA, 2010, s. 20-21). Böyle bir ortamda yapılan 1924 Anayasası, her ne kadar “demokrat” bir metin görü-nümünde olsa da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hâkim etnisite üzerinden bir Tek Parti hegemonyasına evrilmesinin yo-lunu açmıştır.

Türkiye’nin “Vesayet”le Tanışması: 1961 Anayasası

Tek Parti Dönemi, çok partili haya-ta geçiş ya da geri dönüş, Demokrat Parti İktidarı gibi tarihsel süreçlerin ardından gelen 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi, 1961 yılında yeni bir anayasa ile devlet teşkilâtını ve vatandaşların hayatlarını dizayn etme yoluna gitmiştir. 1961 Ana-yasası, 152 maddeden müteşekkildir. Bu Anayasa, darbeyi gerçekleştiren askeri cunta (Milli Birlik Komitesi-MBK) ta-rafından yeni anayasa yapmaları için bir araya getirilen iki meclisli bir “kurucu meclis” tarafından yapılmıştır. “Kurucu meclise büyük ölçüde devlet seçkinleri (askerler, bürokrasi ve üniversite profesör-leri) ve bu seçkinlerin sözcüsü olan Cum-huriyet Halk Partisi (CHP) hâkimdir. Dolayısıyla, meclisçe kabul edilen ve 9 Temmuz 1961 tarihli halk oylamasında yüzde 61,7’lik bir çoğunlukla onaylanan Anayasa, devlet seçkinlerinin temel siya-sal menfaatlerini yansıtmaktadır.” (ÖZ-BUDUN & GENÇKAYA, 2010, s. 26). Dolayısıyla, 1961 Anayasası, bir darbe anayasası olmanın yanı sıra hazırlanış zihniyeti itibariyle de jakoben bir anlayışı temsil etmektedir. Zira halk için olması gereken anayasa halka rağmen yapılmış ve göstermelik dekorlarla süslenerek meş-rulaştırılmaya çalışılmıştır.Aynı zamanda, 1961 Anayasası, daha başlangıç kısmın-da, 27 Mayıs Darbesi’ni gerçekleştirenleri meşrulaştırıp toplumun temsilcisi haline getirmek suretiyle beliren sorunlu bir zih-niyete işaret etmektedir. Nitekim başlan-gıç kısmında geçen “Anayasa ve Hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hak-kını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimi-ni yapan Türk Milleti” ifadeleri, Türkiye toplumunun iradesiyle iktidara gelen bir

siyasi partiyi gayrimeşru, askeri cuntayı ise meşru göstermesi dolayısıyla, adeta “meş-ruiyet” kavramının sözlük anlamını hiçe saymıştır (1961 Anayasası, 2013).

“Türkiye’nin vesayet kurumlarıyla (örneğin Milli Güvenlik Kurulu) vesa-yet yönetimiyle tanışması ilk kez 1961 Anayasası’yla gerçekleşmiştir. Bu aslında şaşırtıcı değildir; çünkü 1961 Anayasası’nı yapan asker ve sivil aktörlerin ortak pay-dalarından biri seçilmiş kurumlara, halkın temsilcilerine duydukları güvensizliktir. Bu nedenle de halkın temsilcileri üzerinde atanmışlardan oluşan bir takım kurum-lar aracılığıyla denetim yapmayı, böylece onların izleyecekleri politikaları yönlen-dirmeyi “Cumhuriyetin akıbetini koru-mak bakımından” hayati addetmişlerdir.” (YAZICI, 2013). Bu açıdan bakıldığında görülecektir ki, 1960 darbesinin inşa etti-ği anayasal düzenin müşahhaslaşmış hali olan 1961 Anayasası, aynı zamanda 1924 yılında bina edilen sistemin anayasal dü-zeyde hukuki meşruiyete kavuşturulma-sının bir ifadesidir (CAN, 2012, s. 114). Anayasa metnine serpiştirilen özgürlükler ise, oksijen olmayan bir ortamda edilen “çok yaşa!” temennisinden başka bir şey değildir.

Ordunun “Her Şeye” El Koyması: 1982 Anayasası

Adalet Partisi’nin ardı ardına gelen seçim zaferlerinden endişe duyan Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki radikal su-bayların 9 Mart 1971’de gerçekleştirmeyi planladıkları “radikal darbeyi” engellemek üzere yüksek rütbeli komutanlar tarafın-dan girişilen son dakika hamlesi olan 12 Mart Askeri Muhtırası, hükümetin isti-fasına neden olmak suretiyle halk irade-sine ve ülke yönetimine darbe vurmuştur (ÖZBUDUN & GENÇKAYA, 2010, s. 28). 1971 ve 1973 Anayasa değişiklikle-rinin ülkenin kötü gidişatını engelleye-memesi ve bu durumun halkın yanı sıra devlet seçkinlerini ve orduyu da etkilemesi neticesinde “şartların olgunlaş(tırıl)ması” girişimlerinin ardından gelen 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, 1982 Anayasası’nın işaret fişeği niteliğindedir. 1982 Anaya-sası, bu açıdan bakıldığında tıpkı 1961 Anayasası gibi bir “darbe anayasasıdır.” Halka rağmen halk için yapılan anayasa-lar zincirinin son halkasıdır. “Devlet söz konusuysa gerisi teferruattır.” anlayışının somut bir ifadesidir. 1982 Anayasası’nı yapmak üzere oluşturulan yapı iki meclisli yapının bir kanadını Darbe’yi yapan 5 ge-neralden oluşan MGK, bir diğer kanadını ise MGK’nin atadığı kimselerden olu-

şan “Danışma Meclisi” oluşturmaktadır. Yalnızca bu duruma bakılarak bile, milli iradeye ve seçilmiş siyasal partilere karşı güvensizliği görmek mümkündür.

1982 Anayasası, 177 madde ve 19 madde-i münferideden oluşmaktadır. Bu Anayasa’nın temel felsefesi, bireyleri dev-let otoritesinin müdahalesine karşı koru-maktan çok devleti ve onun otoritesini vatandaşlarına karşı korumak olarak açık-lamak mümkündür. Nitekim, Anayasa’nın ilk metninde olup da 1995 Anayasa deği-şikliği ile çıkarılan “kutsal” ifadesi, “yüce” ile beraber Türk Devleti’ni nitelemek için kullanılmıştır. Devleti “kutsal ve yüce” addeden bu zihniyet, vatandaşların te-mel hak ve özgürlüklerini sınırlamayı Anayasa’da adeta kural haline getirmiştir. Güçlendirilmiş MGK, Cumhurbaşkan-lığı ve Cumhurbaşkanına verilen çok ge-niş “atama/seçme” selahiyetinden ötürü Yükseköğretim Kurulu (YÖK), üniver-siteler ve yargı gibi vesayet kurumları, 1982 Anayasası’nı hazırlayan darbecilerin, halkın iradesine ve siyasete olan güvensiz tavırlarının en bariz ifadeleridir (ÖZBU-DUN & GENÇKAYA, 2010, s. 32). Do-layısıyla bu Anayasa, seçilmiş organların yetkilerini sınırlandırmak suretiyle siyaset kurumunu etkisizleştirmek adına deyim yerindeyse tüm yolları denemiştir. Şeffaf sandık ve renkli zarflar kullanılan bir refe-randumda kabul ettirilen “meşruiyeti ken-dinden menkul” 1982 Anayasası, devlete yücelik ve kutsiyet atfederek “insan odaklı

“Halk İçin Halkla Beraber” Anayasa

Yazılmakta olan anayasa, hak ve özgürlükleri mutlak manada tesis etmeyecekse, Kürt meselesine köklü çözümler sunmayacaksa, din ve vicdan özgürlüğünü mutlak olarak sağlamayacaksa, azınlıkların seslerini duymayacaksa, yargı kurumunun teşkilatını demokratik bir şekilde tesis etmeyecekse, halka daha özgür bir ülke sunmayacaksa, kısacası “halk için halk ile beraber” bir anayasa olmayacaksa; Türkiye gündemini işgal etmesine bile gerek yoktur.

Page 30: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

28

bir anayasa olma” yolunda selefleri (1924-1961) gibi başarısız olmuştur.

Sonuç Yerine: “Halk İçin Halkla Beraber Anayasa”

137 yıldır bu topraklarda anayasalar üzerinden bir Potemkin Köyü Pandomimi oynanmaktadır. Halka sunulan anayasa-lar, halk tarafından hazırlanmamış; ana-yasayı yapanların jakoben tavırları netice-sinde halk hep fatura ödeyen konumunda olmuştur. Gelinen noktada, 12 Haziran 2011 seçimlerinden önce 24.Dönem TBMM’de grubu bulunan dört siyasi par-tinin seçmenlerine verdiği “Yeni Anayasa” sözü büyük önem taşımaktadır. Zira bu anayasa, yalnızca bir metin değil bir zih-niyet değişikliğini de gerektirmektedir. Yıllar boyunca yaşanan acı tecrübelerden çıkan sonuç, anayasa metinlerinin tek ba-şına bir anlam ifade etmediğidir. Dolayı-sıyla devlet pratikleri, anayasada yazılan cümleleri raflardan hayata indirgeyecek şe-kilde hareket etmelidir. 19 Ekim 2011’de çalışmalarına başlayan Anayasa Uzlaşma Komisyonu şu ana kadar sadece 60 madde üzerinde uzlaşabilmiştir. Oy oranlarına ve meclisteki sandalye sayılarına bakılmak-sızın mecliste grubu bulunan dört siyasi

partiden seçilen üçer milletvekilinden oluşan Anayasa Uzlaşma Komisyonu, her maddede konsensüs sağlama usulünü be-nimsediğinden dolayı çalışmalar çok yavaş ilerlemektedir. Nitekim son zamanlarda TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in yeni bir anayasa konusunda umutsuz olduğunu ima eden açıklamalar yapması, yeni ana-yasa çalışmalarının ne durumda olduğunu açıkça göstermektedir. Dolayısıyla Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışma ve karar alma usulleri üzerinde ciddi bir şekilde dü-şünülmelidir.

Meclisteki tüm partiler, oy kaygısından ziyade Türkiye’de özgürlüklerin ve insan hakları anlayışının çağdaş standartlara ulaş-ması kaygısıyla Komisyon’a katkı sunmalıdır. Anayasa Uzlaşma Komisyonu, bu noktadan bakıldığında tarihi bir misyon üstlenmiştir. Bu Komisyon, Türkiye halkının refah içeri-sinde yaşayabileceği bir ülke tesisine imkân sağlayan bir anayasa kaleme almalıdır. Yalnız bu anayasa, öncekiler gibi Potemkin ruhuy-la sadece seçim vaadini yerine getirebilmiş olmak için yazılacak ve daha sonra ülkenin sorunları aynen devam edecekse hiç efor sarf edilmesine lüzum yoktur. Yazılmakta olan anayasa, hak ve özgürlükleri mutlak mana-da tesis etmeyecekse, Kürt meselesine köklü

çözümler sunmayacaksa, din ve vicdan öz-gürlüğünü mutlak olarak sağlamayacaksa, azınlıkların seslerini duymayacaksa, yargı kurumunun teşkilatını demokratik bir şe-kilde tesis etmeyecekse, halka daha özgür bir ülke sunmayacaksa, kısacası “halk için halk ile beraber” bir anayasa olmayacaksa; Türkiye gündemini işgal etmesine bile ge-rek yoktur. Daha doğrusu, muhteşem bir metin yazılsa bile, Potemkincilikten öteye geçemeyecekse, “yeni anayasa”nın da an-lamı olmayacaktır. Geçmişin referansla-rıyla geleceğin şekillendirilemeyeceği açık bir şekilde ortadadır. Dolayısıyla, Potem-kincilik tarihinden ibaret olan “anayasa yazarlığı” artık 21. Yüzyıl Türkiyesi’nde itibar edilecek bir hile olmaktan çıkmış-tır. Halkın temsilcileri, gelinen noktada, demokratik bir anayasal düzen ortaya ko-yarak temsil ettikleri kitlelerin refahına katkı sağlamalıdır. Aksi takdirde, “Potem-kin ölmedi, kıtalar dolaşıyor” pandomi-mi, uzun yıllar boyunca anlatılır, durur. [email protected]

Fatih KAFADAR

1. 1921 Anayasası. (2013, Ağustos 3). Ağustos 3, 2013 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Resmi İnternet Sitesi: http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa21.htm adresinden alındı

2. 1924 Anayasası. (2013, Ağustos 3). Ağustos 3, 2013 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Resmi İnternet Sitesi: http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa24.htm adresinden alındı

3. 1961 Anayasası. (2013, Ağustos 3). Ağustos 3, 2013 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Resmi İnternet Sitesi : http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa61.htm adresinden alındı

4. CAN, O. (2010). Darbe Yargısının Sonu . İstanbul : Timaş Yayınları .

5. CAN, O. (2012). Yol Ayrımında. İstanbul: Timaş Yayınları .

6. ERDOĞAN, M. (2011). Anayasa Hukuku. Ankara: Orion Kitabevi.

7. ERDOĞAN, M. (2010). Anayasal Demokrasi . Ankara: Siyasal Kitabevi.

8. FRIEDRICH, C. J. (1999). Sınırlı Devlet. (M. TURHAN, Çev.) Ankara: Gündoğan Yayınları.

9. GÖZLER, K. (2011). Anayasa Hukukunun Genel Esasları. Bursa: Ekin Yayınları.

10. HAMİDULLAH, M. (2003). İslam Peygamberi (Cilt 1). (S. TUĞ, Çev.) Ankara: İmaj Yayınları.

11. HAYEK, F. A. (1996). Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Kurallar ve Düzen. (A. Yayla, Çev.) Ankara.

12. KABOĞLU, İ. Ö. (2011). Anayasa Hukuku Dersleri (Genel Esaslar). İstanbul: Legal Kitabevi.

13. ÖZBUDUN, E. (2011). Türk Anayasa Hukuku. Ankara: Yetkin Yayınları .

14. ÖZBUDUN, E., & GENÇKAYA, Ö. F. (2010). Türkiye’de Demokratikleşme ve Anayasa Yapımı Politikası. İstanbul: Doğan Kitap.

15. RATNAPALA, S. (1999/2000). The Idea of Constitution and Why Constitution Matter. Policy , 3-10.

16. TANÖR, B. (2002). Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri. İstanbul : Yapı Kredi Yayınları .

17. YAZICI, S. (2013). Yeni Anayasada Devlet Aygıtı/Siyasal Sistem. Anayasa Sempozyumu. Ankara: SETA.

Page 31: Genç Barış Dergisi 3.Sayı
Page 32: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

30

Prof. Dr. Ferhat Kentel ile Gezi Parkı Üzerine“KİMLİKLER KARŞILIKLI İNŞA EDİLİR”

Fatih KAFADAR, Nilüfer YAVUZ, Onur Reha YILDIRIM Fo

toğr

aflar

: Onu

r Reh

a Yı

ldırı

m

Page 33: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

31

Fatih KAFADAR, Nilüfer YAVUZ, Onur Reha YILDIRIMGenç Barış: Saygıdeğer Hocam, önce-likle bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür-ler. Gezi Parkı olaylarının üzerinden belli bir zaman geçti ve haliyle olaylara biraz daha dışarıdan bakabilme, kuşbakışı bir değerlendirme yapabilme imkânı doğdu. Medyadan takip ettigimiz kadarıyla siz bu olayları kabaca ‘esprili, zeki ve iQ su yüksek bir hareket’ olarak niteliyorsunuz. Sosyolog kimliğiniz dolayısıyla toplumla sürekli iç içe olmanızı da göz önünde bulundurarak, Gezi Parkı ve toplum ilişkisi hakkında ne-ler söyleyebiliriz?

Ferhat Kentel: Bu şekilde tanımlıyorum ancak tabii ki yalnızca bu özellikleri yoktu. Bu eylemin özelliklerinden bazılarıydı. As-lında iki ayrı durum var: İlk olarak Taksim Gezi Parkı’nın yeniden düzenlenmesi, par-kın yerine AVM yapılması durumu ve buna karşı tepki gösteren insanların meselesi var. Bu açıdan başlangıç itibariyle bakıldığında çok anlamlı ve benim kendimi tamamen içinde hissettiğim bir ruh haliydi. Ben, her gün penceremi açtığımda gökdelenleri, tamamen izansızlıkla, kibirle, ölçü nedir bilmeden yapan bir zihniyete karşı hassa-siyetle yaklaşan pek çok insan gibi, onların düşüncelerini paylaşıyorum. Dolayısıyla Gezi Parkı olayları başlayınca açıkçası ‘Oh nihayet!’ dedim. Ağaçların kesilmesine kar-şı çıkma hareketini görünce kendimi bu hareketin içinde hissettim. Tabi bu hareke-tin başlangıç tarafıyla, ‘başlangıç’la çok ör-tüştüm diyebilirim. Ama sonradan, gelinen noktada, toplumun Gezi Parkı meselesine tepkisine baktığımızda acıklı bir tablo ola-rak ikiye ayrıldığını görmekteyiz. Şöyle di-yebiliriz: Gezi Parkı neredeyse anlamını kaybedip AKP’cilik ya da AKP karşıtlığı gibi bir olaya dönüştü. Siz eğer Gezi Par-kı hakkında olumlu bir şey söylüyorsanız darbeci, AKP karşıtı; öte yandan Gezi Parkı olaylarına katılanları vandalizmle suçladı-ğınızda ise AKP’ci oluyorsunuz. Bu gelinen aşama çok kötü, bu kutuplaşma çok kötü. Ancak öte yandan sonuçlar itibariyle bak-tığımızda, olaylar kalbimizde ruhumuzda bir yerlerde bir tortu bıraktı ve bu tortu iyi bir tortu. İnsanlar burada artık kolay kolay yeryüzü otoritelerine teslim olmayacaklar diyebilirim. Belki çok kaotik görünse de, insanların kafasına belli ezberler dayatmak çok mümkün değil. Bu da garip bir şekil-de AKP’nin hem on yıllık iktidarını hem de tam da AKP’ye karşıymış gibi gözüken bu eylemlerin yaratmış olduğu demokrasi kültürü belki de. Çünkü kabul edelim AK Parti döneminde bu vesayet rejimi büyük

ölçüde geriletildi. Bu Ergenekon’lar bitti anlamına gelmiyor. Hala dünya kadar özel harekâtlar, belli kuvvetlerin her an her bir haltı yapabilecek bir takım imkânları var. Hrant Dink’i öldürenlerin bulunamaması örneğin. Hepsinin korunmuş olması vs. Bu 1960- 0’lerden gelen bir durum. Dün Fet-hiye Çetin anlatıyordu. Doğan Öz’ün katili yakalandı, her türlü delil var; ama adam ser-best bırakıldı. Kim bıraktı bunu, Yargıtay Genel Kurulu’nda bir karar çıktı ve bırakıl-dı. Adam sonrasında neredeyse “beyefendi” oldu. Katil bir adam, çok belli ancak şu an gayet rahat, iş adamı olarak çalışıyormuş bu adam. Bu adamları kim korudu? Devlet hala böyle bir devlet, bu bitmiş degil. AK Parti vesayete karşı önemli bir aktör oldu ama bu konuda yapabildiğinin de sınırları var. Tam bu ortamda Gezi Olayları ben-ce Türkiye’nin demokratik kültürüne bir katkıda bulundu bir tarafıyla; ancak diğer yandan eklenen bir takım darbeci güruh bu olaylardan kendilerine paylar çıkarmaya çalıştılar. Ancak bu, pek çok toplumsal ha-reketin içinde olan bir durum.

Genç Barış: 1980 sonrası gençlik için apolitik konumlandırmaları yapıldı. Siz bu gençlik nitelemesinin doğru olduğuna ina-nıyor musunuz? Gençlerin eylem biçimi, siyasete bakışı, bunları nasıl değerlendiri-yorsunuz?

Ferhat Kentel: Bu 1980 sonrası genç-lik için depolitize lafının edilmesi açıkçası benim pek kafama yatmıyor. Bu konum-landırmaları daha ziyade, kötü anlamda anlamayın ‘eski kafalı’ lar yapıyor. Çünkü eskiden yaptıkları siyasetin her zaman ol-ması gereken siyaset oldugunu düşünüyor-lar. Yalnız öyle bir mecburiyet yok ki. Sila-

hını alıp sokağa çıkıp siyaset de yaparsınız ve buna ‘siyaset’ dersiniz; slogan atarsınız, partiye üye olursunuz, derneğe üye olur-sunuz, miting yaparsınız, TV tartışmaları-na katılırsınız; bunun dünya kadar çeşitli yolları var. Bir de dilimde sloganlaşmaya başladı ama böyle bir hadis de var, “gücü-nüz yetiyorsa elinizle engelleyin, yapamı-yorsanız dilinizle müdahale edin, onu da yapamıyorsanız buğz edin.” İşte bu nedir, siyasettir. Buğz ederek, kötülüğü unutmuş olmuyorum. Sömürü, kötülük, baskı gibi olaylar için ‘önemli değil!’ demiyorum. Bi-lakis içimde barındırıyorum. İki-üç sene sonra vakit bulduğumda ben bunu çıkar-tacağım örneğin.80 sonrası döneme baktığımızda bizzat 12 Eylül Anayasası’nın referandumunda % 90 küsur evet oyu çıktı. İşte şiddet dönemin-den kurtulduk falan dendi; ancak ardından bu millet Turgut Özal’a oy verdi. Yani önce Kenan Evren’in anayasasına, sonra Turgut Özal’a. İste, millet ‘elimden fazla bir sey gelmiyor, tepemde tanklar toplar’ dedi, vaziyeti idare etti. Dolayısıyla 80 sonrası gençliğin politikadan uzaklaşması belki de başka bir politikaydı, daha önceki klasik etiketli, solcu sağcı kamplaşmış politika-ya karşı farklı bir politika; duruşu belki politikti. Bu kendi halinde bir politizas-yondu demek istiyorum. Taksim Gezi hiç olmasaydı? Öncesinde ne diyorduk? İşte bu gençler zaten bilgisayar başında inter-nette takılıyorlar, o kadar yalnız, o kadar bireyler ki kendilerinden başka kimseyi görmüyorlar. Hiçbir sosyolojik durum tek bir yönden açıklanamaz. Meğer bir yandan insanlar farklı bir cemaat, farklı bir bir-liktelik kuruyorlarmış. O yüzden insanlar bir anda Taksim’e koşuverdiler. Demek ki benzer bir ruh halini taşıyorlarmış. Zama-

Page 34: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

32

nın ruhu mudur, havası mıdır, ne derseniz deyin, bunu soluduğunda başka insanlarla empati duyuyorsun. Polisin şiddeti, ağacın kesilmesi, seni koştura koştura oraya götü-rüyor. Şiddet görüntülerinin çokluğundan parkın diğer yönlerini neredeyse hiç konu-şamadık. Parkta muazzam bir paylaşımcılık vardı. 5 kuruş paranın dönmediği, herkesin evinden bir şeyler getirdiği, sabundan sand-viçe… Orada komün yaşamına benzer bir şeyler oldu. Bu bireysel dedigimiz insanlar nerede? Demek ki o kadar basit değil açıklama. Demek ki insanlar sadece yüz yüze irtibatla değil, sanal âlemden geçerek de başka bir topluluk olarak yaşayabiliyor-larmış. Bu konuda Ferda Keskin’in muh-teşem yorumları var. Giorgio Agamben’in ‘gelmekte olan cemaat’ kavramını kullana-rak Taksim’de olanın buna benzer bir şey olduğunu söylüyor. Taksim’e insanlar nasıl geldiler? Kimi solcu, kimi komünist, kimi antikapitalist müslüman, başörtülü bunun gibi pek çok insan geldi buraya, tabii ki ulusalcısı, solcusu da vardı. Ama herkes kimliklerini bir kenara bıraktı ya da o kim-liklerin sınırında başkalarıyla birlikte oldu-lar. Orada tabii Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) üstüne baktığınız zaman herkes damgasını mührünü basmaya çalıştı. Bir tür devrim kotarmaya çalışmak diyebiliriz

buna. Ancak esas hikâye Gezi’nin için-deki o birliktelik. Ondan öğreneceğimiz çok şey var kanaatimce.

Genç Barış: Olayların çıkışıyla ilgili ola-rak toplumda genel olarak bir birikmişliğin olduğu üzerinde duruluyor. Sizce olaylar bir anda mı ortaya çıktı; yoksa bir şeylerle bağlantı kurmak mümkün mü?

Ferhat Kentel: Bence mümkün, bunlar birbirini takip eden süreçler. AKP %50 oy oranına birden gelmedi. Öncesinde %30, hatta belki 28 Şubat Postmodern Darbesi’nden gelen bir süreç. Hatta Milli Görüş’ten. İslamcılığın ‘bireyselleşmesi’, bütünlüğünün parçalanması durumu da var. Artık öyle tek tiplik, homojenlik yok. Burjuva müslümanlar var, Hak-İş var, proleter müslümanlar var, bir yanda İh-san Eliaçık var, diğer yanda MÜSİAD var. Biri Ebuzer’den bahsederken öbürü “neden müslüman kıymetli bir şeye sahip olamasın” diyor. Demek istediğim bu heterojen yapı ortaya çıktı. Mütedeyyin, Anadolulu tüccar, küçük sermaye sahibi kesimin büyümesi; bir zamanlar gecekondu dediğimiz yerlerin kendisinin bizzat sosyal aktör yaratması, bir tür yeni bir orta sınıfın ortaya çıkışı diyebiliriz buna. Kültürel olarak bu klasik

Kemalist beyaz Türk formatından farklı bir kesimin ortaya çıkması ile yavaştan %50 ye ulaşıldı, tabii bunda Orta Doğu’da (şimdi-den bahsetmiyorum) kazanılan başarıların ve 12 Eylül 2010 referandumunun büyük etkisi var. Gezi için de benzer şeyler söy-lemek lazım. Erdoğan’ın yaratmış olduğu beğeni, karizma aynı anda içinde herkesin hoşuna gitmeyecek bir şeyler de barındırı-yor. Kendisi başarılı bir politikacı; ancak aynı zamanda bu başarının altında ezilme-ye başladı diye değerlendirmek mümkün. Kibriyle, ‘hot-zotçu’ tavrıyla, herkesin ‘baş-kan babası’ rolleriyle toplumun farklı ke-simlerinde hoşnutsuzluklar yaratmaya baş-ladı. 3 çocuk istiyorum sizden diyor mesela, millet de ‘benim babam bile böyle bir şey demiyor sen kim oluyorsun!’ diyor. Yine içki konusunda da’ aksırıncaya, tıksırıncaya kadar’ falan. Alkolik olan da var ancak ayda yılda bir kere efendi gibi içen de var. Sü-rekli hakarete uğrayan bir insan topluluğu var. Alevilik konusunda da keza, ‘Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim’ diyor; mesele sadece bu değil işte, o adamın derdi bambaşka, insanları topyekün homojen yaratıklar olarak kabul etme eğilimi yük-seldikçe Erdoğan’da, her şeyi yapabilir. Bu iktidar olgusu biraz böyle bir şey ne yazık ki. İktidar Erdoğan’ı kirletti, bozdu. Bu bi-

Page 35: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

33

rikim de böyle oldu. Ben de Gezi’de bulun-dum. Belki öyle gece gündüz gaz yemedim ama ruhen ordaydım. O tepkiler birikti ve Taksim’de patladı. İlk akşam polisin şidde-ti, çadırların yakılması ve gaz kullanımının yanında, ‘AVM yapacağız, cami yapacağız’ diyerek açık savaşa dönüştürüldü olay. Bu birikimi böyle anlamak lazım. Mehmet Ali Alabora meselenin sadece ağaç olmadığını söylemişti, linç kampanyası düzenlendi. Tabi mesele sadece ağaç değil; ağaç bir sembol, şehrin betonlaşmasının, yukarıdan inşaat şirketlerinin kibrinin önüne geçmek için bir sembol belki de. Olaylarda Kadir Topbaş’ın neredeyse hiç sesinin çıkamaması da yukarıdan aşağı olan bir durum olduğu-nu gösteriyor. İşte tüm bu antidemokratik, insanları katılıma çağırmayan sadece ço-ğunluk fikrine dayanarak atılan adımların tüm bu tepkileri yaratması normaldi.

Genç Barış: Efendim, olayların biraz da ‘sosyal medya’ boyutunu konuşalım istiyo-ruz. Gezi Olayları pek çoğumuz gibi sizi de sosyal medyaya dâhil etti. Sosyal medyanın üzerimizdeki etkisini nasıl değerlendiriyor-sunuz?

Ferhat Kentel: Ben de twitter açtım evet, ama hala bu konuda ikircikliyim. Çok sinir bozucu bir yer orası. 140 ka-rakter, sığmıyor tabii, ben de önce word’e yazıyorum, 140’ar kelime halinde twitter’a aktarıyorum. Bazen hakikaten ilginç şey-ler buluyorum. Ama insanlar laf çarpmak için kullanıyorlar. Geçenlerde okulumuzda Gezi Parkı’yla ilgili bir etkinliği paylaştım. Sonra da “Marksizm 2013” ile ilgili bir pa-nele gidebilirsiniz diye önerdim. Profil fo-toğrafımda biliyorsunuz “Rabia” işareti var benim. Birden birilerinden mesajlar gelme-ye başladı. “Rabialı Marksist”, “Seninle uğ-raşamayız cenazemiz var!” (Gülsuyu’ndaki cenazeyi kastediyormuş meğer) Ben de “Başın sağolsun dedim”, ne diyeyim. Aslın-da twitter’da yarışma gibi bir şey var. Kim daha çok retweet aldı, toptweet, hashtag’ler bir şeyler. Hayatın bütün çoğulluğunu yi-tirdiği bir yer orası. Hayat bu kadar basit ele alınabilecek bir şey değil. “Badem bı-yıklı” da demişlerdi bana. Adamın kafasın-daki şemalarda öyle oturmuşum ben. Daha önceden Taksim için yazmışım, Mursi için de yazıyorum ama adam bir tek onu görüyor. Aynı zamanda birçok AKP’li ve solcu düşmanım oldu, çünkü herkes kendi kimliğini, bulunduğu pozisyonu konumu güçlendirecek olan cümleleri bulup onlarla kendini güçlendirmeye çalışıyor, güç dev-şirmek gibi bir şey bu.

Genç Barış: Hocam şöyle ifade edebiliriz aslında: İnsanların kafasında bir sensör var ve bazı kelimeler bu sensöre takıldığında sensor ötmeye başlıyor. Sonuçta siz sen-sörün tepkisine göre ‘bizden’ ya da ‘öteki’ oluyorsunuz.Ferhat Kentel: Evet çok doğru bir ana-loji. Mesela Mursi. Adama darbe yaptılar, bunu görmek bu kadar zor bir şey mi? Ger-çi Mısır büyük bir dezenformasyon yapıyor şu aralar. Euronews’te asker şefiyle yapılan röportajda komutan ‘hiç kimse ölmedi ki’ diyor. ‘Batı’da kullanılan silahlardan daha iyilerini kullanıyoruz hatta’ diyor. ‘Daha iyi’ derken neyi kastediyor onu bilmiyo-ruz tabi. Ortalık kan revan içinde olması-na rağmen insanlar, ‘Euronews’te gördüm, kimse ölmemiş’ diyecek bu yüzden. Michel de Certeau’nun “inanmak” üzerine yazdığı makaleler vardır.İnanmak bizim birtakım ritüellerle referanslarla yaptığımız bir şey-dir. Durup dururken inanılmaz yani bir şeye, dine de, milliyetçiliğe. Atatürkçülü-ğe de benzer şekilde. Etrafına baktığında sürekli işaretler görürsün, sınıfta bayrağı görürsün, o ülkede yaşadığına inanırsın. Atatürk’ü, gençliğe hitabeyi görürsün. On-lar olmazsa inanmazsın çünkü peygamber değilsin, vahiy gelmeyeceğine göre, dola-yısıyla inanmak çok sosyolojik bir olaydır. Başkaları vasıtasıyla inanırız biz. Tapınak-lardan, seküler okullara AVM’lere her şeye inanıyoruz. Reklamlar, bilboardlar. Bu bilboardları kimse sorgulamıyor mesela,

neden bu koca panolar orada? Yollar bozuk olmasına rağmen böyle bir şeyler konabi-liyor. Biz buna inanıyoruz ve bize normal geliyor işte. Bunu sanal dünyaya taşıdığı-mız zaman da ‘işte benim inandığım şey’ duygusuna kapılıyor insanlar. Ben o inan-cımın içinde yürüyorum, yoksa zaten bu-lamazsam onları çuvallıyorum. O zaman zaten inancım değişiyor, baska bir şeye inanmaya başlıyorum. Bu da zor bir sey. Bir Müslüman adam kolay kolay inancını bırakabilir mi? Bir gün birisi Allah’ın olma-dığını bir şekilde ispat etti diyelim hadi ya da Hz. Muhammed’in aslında peygamber olmadığını ispat etti birisi. Müslüman bir adam darmadağın olur. Bir sürü insanın Atatürk’ün bir diktatör olduğunu duyduk-ları zaman mahvoldukları gibi. Ama hâlâ kabul edemiyorlar tabii. O yüzden Kemal Atatürk diye imzalar atıyorlar kollarına, arabalarının arkalarına. O inancı tazeliyor-sun, sarılıyorsun daha fazla.

Genç Barış: Hocam sosyal medya ile Gezi Parkı arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz? Bu olaylarda sosyal medyanın yerini nasıl gö-rüyorsunuz?

Ferhat Kentel: Aslında bu sosyal medya ilk Arap devrimleri sırasında cok tartışıldı Mısır’da, Tunus’ta. Libya’da filan o kadar konuşulmadı galiba, orada daha cok aşiret, aile gibi kavramlar ortaya çıktı. Özellikle Mısır’da sosyal medya cok devredeydi. O

Page 36: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

34

zaman da şunu düşündüm, başka in-sanlar da konuştu ve aklıma yattı; sanal medya devrim yapmıyor. Sanal medya bir taşıyıcılık yapıyor. Var olan bir mem-nuniyetsizliği, sınıfsal, kültürel veya de-mokrasiye dair birçok talebi, sanal med-ya yalnızca hızlandırıyor. Galiba yeni zamanların, yani iletişim teknolojilerinin en önemli özelliği bu. Memnuniyetsizlikleri çok daha hızlı bir şekilde örgütleyebiliyor. Yani Gezi’deki kitlenin inşasını düşünelim. Herhalde bu kitlenin inşası sanal medya sayesinde oldu. Ama bu insanlar zaten bir şeylerden memnuniyetsizdiler. Zaten bir-takım talepleri, birtakım şikâyetleri vardı. Sanal medya, olmayan bir şikâyeti ortaya çıkartmıyor. Var olan bir durumu hızlan-dırıyor, katalizör rolü oynuyor ve bir araya getiriyor. O yüzden de fazla abartılmama-sı gerektiğini, yani olayları başlatan değil, olayları hızlandıran, örgütleyen, kolaylaştı-ran bir araç oldugunu söylemek daha aklı-ma yatıyor.

Genç Barış: Rabia dedik, sosyal med-yadan bahsettik. Biraz daha sosyal medya ile devam edelim. Hayko Bağdat bir tweet atmıştı “Ölülerden ölü beğeniyoruz” diye. Bu da Mısır olayları ile Gezi Parkı karşılaş-tırması üzerineydi. Hatta Gezi Parkı’nda en başından beri bulunan yazarlardan bi-risi olan Ahmet Hakan da bir yazısında artık illallah demişti, “Kesin kıyaslamayı, insanlar ölüyor.” tarzında bir serzenişte bulunmuştu. Bu örnekleri de göz önün-de bulundurarak Efendim, siz Gezi Parkı olaylarıyla Mısır olayları arasındaki kar-şılaştırmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazı insanlar, “Gezi Parkı’ndakilere üzül-müyordunuz, Mısır’dakilere nasıl ağlama-ya başladınız!” diyorlar. Bir yandan Ethem Sarısülük’e diğer yandan Esma’ya üzülebi-lecek olgunluğa erişebilecek mi bu ülke? Yorumlarınızı almak istiyoruz.

Ferhat Kentel: Son zamanlarda en çok bu mevzular üzerine yazdım. “İlla ki sade-ce birisine mi üzülmek zorundayız? Acıların ikisini de eşit bir sekilde kabul edemez mi-yiz?” diye yazmaya çalıştım. Ve yine bir-takım saçmasapan laflara maruz kaldım. Yani evet, ben iyimser bir insanım gene de. Bir gün, ortalama bir insan, o taraftan ya da bu taraftan demeden, eğer ortada acı var ise üzülecek. Ama böyle bir sey vardı da aslında. Bir toplumsal olay her zaman farklı sonuçlar yaratır diyoruz. Gezi’nin yaratmış olduğu sonuçlardan bir tanesi de demokrasi konusunda mücadele kapasite-sini arttırmasıydı. Ama diğer yandan ku-tuplaşma yarattı. Bu kutuplaşma nereden çıktı? Çünkü Gezi çok büyük bir mesele

aslında bence. Gerçekten AK Parti’nin çok korktuğu bir mesele oldu. Yani onun önünü alamamak gibi bir şeyden korktu-lar ve o yüzden inanılmaz bir PR çalışma-sına giriştiler. İşte bu Kazlıçeşme mitingle-ri, sosyal medya ekipleri vs. Toptan bir şey var zaten orada, hareketi hissediyorsun. Ortada stratejik bir savaş sürdürülüyor. Ama bu tek başına AK Parti’nin yaptığı bir şey değil. Öte yandan Dolmabahçe’de Başbakanlık konutunu ele geçirmeye çalı-şanlar falan var. Bu devrimlerde cok sem-bolik bir şeydir. Kışlık Sarayı ele gecir-mek mesela Bolşevik Devrimi için. Tüm prestiji sarsacak bir olay düşünsenize. Orada fotoğraflar çekilecek falan. Küba Devrimi’nde, Nikaragua Devrimi’nde ge-rillalar diktatörün odasına giriyor, bacak bacak üstüne atıp oturuyorlar, bu meşhur bir olay. Aynısı Saddam’a da yapıldı. Bu çok tehlikeli bir sey. Ancak burada öyle bir devrim olamazdı. Yani bir binayı ele geçi-rince artık devrim olacak diye bir şey yok. Bu kadar merkezsizleşen bir toplumda tek bir yerden devrim yapmanız mümkün değil. Böyle bir şey olmayacağı belliydi; ama bu prestijin sarsılmaması, o itibarın yıkılmaması için orada sağlam bir bilek güreşine giriştiler. Bu da sonunda hareket karşılıklı bir hale geldi. Kimlikler her za-man karşılıklı üretilir. Hiç bir kimlik tek başına oluşmuyor. Galiba herkes ancak kendi acısını, kendisine yakın, inandığı şey neyse onu besleyecek ölümleri kabul etti ve onlar icin üzüldü. Ama dediğim gibi, Gezi’den önce başka bir şey vardı. Mesela “Kadınlar kolkola yuruyor” veya Hilal Kaplan, Neslihan Akbulut, Havva Yılmaz’ın o dönem imzaladıkları ‘Henüz özgür olmadık!’ bildirisi gibi. Başörtüsü için 2008’deki girişimler sonrası bu kadın-lar, “Kürt meselesi hallolmadan, faili meç-hul cinayetler aydınlatılmadan, Ermeni sorunu çözülmeden, Tuzla’daki işçiler için bir şey yapılmadan biz kendimizi özgür hissetmiyoruz!” demişlerdi. Onun haricin-de, “Darbelere karsi 70 milyon adım” da mesela; solcusu, sağcısı, İslamcısı, muha-fazakarı, aksakallı dededen, başörtülü tey-zeye, liberali, demokratı bir araya geldiler. 12 Eylül Referandumu’nda da öyle oldu. “Yetmez, ama evet” dediler. Kampların aslında büyük ölçüde ortadan kalkabi-leceğine dair bu toplumda inanılmaz bir çaba da var aslında bir yandan. Ama galiba bu insanların ki ben de onlardan birisi olarak görüyorum kendimi, çaba-larının üzerinde daha başka, daha güçlü bir takım duygular var. O duyguların en önemlisi de “korku” bence. Yani her iki taraf da ciddi bir şekilde ötekinden kor-kuyor.

Genç Barış: Gezi Parkı olaylarında gü-venlik güçlerinin orantısız güç kullandığı çok konuşuldu, yazıldı, çizildi. Siz bu ko-nuda ne düşünüyorsunuz?

Ferhat Kentel: Aynen katılıyorum. İna-nılmaz pervasız, izansız, vahşi bir saldırı vardı orada. Yani bizzat Gezi Parkı’nda çok büyük şiddet uygulandı. Atılan gazın haddi hesabı yok. Bir fotoğraf var, bütün Taksim meydanı baştan aşağı gaz. Uyarmadan pek çok defa gaz atıldı. Her şeyden öte 6 tane de insan öldü. Bir kısmı Ankara, Eskişehir, Hatay gibi Gezi’nin türevlerinde, anti AKP eylemler sırasında öldü. O kadar normal-leşti ki bu gaz bombası atmak. Gaz bomba-sı atılırken bazı kurallara uyulmalı, kavisli atmak gerekiyor. Ancak “Kırmızılı Kadın” resmine de yansıdı ki böyle olmadı. Kadın oraya elinde çantasıyla gelmiş, işyerinden çıktı geldi muhtemelen. Fazla tartışacak bir şey de bulamıyorum, hakikaten sonuna kadar pervasız bir şiddet. Bütün o Taksim civarında oturan insanlar, gaz bombaların-dan etkilenen astımlılar vesaire. Kimlere neler oldu bilmiyoruz ne yazık ki…

Genç Barış: Hocam Cumhurbaşkanımı-zın bu konudaki tutumuna bakarsak, bu olayların çıkışıyla ilgili New York’ta yaptığı “gurur duyarım” ya da “demokrasi sadece seçim demek değildir” gibi açıklamaları oldu. Bu açıklamalar ve genel olarak Sayın Gül’ün tavrıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Ferhat Kentel: Ben inanılmaz saygı du-yuyorum Abdullah Gül’e. Abdullah Gül, bu memleketin gördüğü en kıymetli siya-set adamlarından biridir. Yani taşıdığı o tevazu, nezaket, kibarlık. Yani hakikaten adam hem devlet adamı hem de insancıl bir adam. Yani onun iyi niyetine açıkçası ben hakikaten hayranım. Tabi katılma-dığım düşünceleri de oluyor ama tarzı rahatlatıcı ve bu ihtiyaç duydugumuz bir tarz. Bu kadar kavga gürültüyle, küfürle yaşarken o kadar çok yoruluyorsun ki, “oh nihayet bir tane adam doğru dürüst bir laf etti” diyorsun. Her ne kadar “Biz gayet iyi anlaşıyoruz” filan deseler de, belli ki Erdogan’ın izlemiş olduğu politika ile Abdullah Gül’ün vermeye çalıştığı mesaj tipi arasında epey fark var. Belli ki Erdo-ğan, Gül’den tavır almasını istiyor, Ab-dullah Gül de o tavrı göstermiyor. Bu da Erdoğan’ın hoşuna gitmiyor galiba. “Gu-rur duydum” demesi aslında o çok ilginç bir sey. Birtakım insanlar koyun degiller ve çok basit ve sıradan; agaç, yesil, çev-re ve yukarıdan empoze edilen birtakım siyaset yapma biçimine karşı beden, oto-matik olarak bir refleksle cevap veriyor.

Page 37: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

35

Bu vatandaş olmak demektir. Vatandaşın kendine ve çevresine sahip çıkması de-mektir. Abdullah Gül muhtemelen bun-dan ötürü “gurur duydum” diyor. Ben de bundan dolayı gurur duyuyorum açıkça-sı. Hani dediniz ya, “bekliyor muydunuz böyle bir şey?” diye, valla hem bekliyorsun hem beklemiyorsun. “Olsa keşke” diyorsun ama olup olmayaca-ğını bilmiyorsun. Aslında zaten yalnız sen değilsin “olsa keşke” diyen, bunu o sıra-da bir sürü insan söylüyor. Bu tam olarak “yırtmak” demek. “Ya zaten bir şey olmaz ki, boşver” deyip kafanı çevirmek yerine ha-rekete geçmek demek. Bu da bir toplumun kendi kendisiyle gurur duyabilmesi için iyi bir vesiledir. Bana göre AK Parti de gurur duyulacak bir vesiledir. Türkiye Cumhu-riyeti tarihinde AK Parti’nin on senelik tecrübesi, hakikaten gurur duyulacak bir tecrübedir. İlk defa devletin Kemalist milliyetçi zihniyetinin dışında başka bir şey yaşamaya başladı bu memleket. Kürt mese-lesi konuşuldu, anadil meselesi konuşuldu. Konuşulan şeylerin haddi hesabı yok. AK Parti döneminde 24 Nisan’larda Taksim’de

soykırım anma törenleri yapılıyor. İki-üç ‘solcu’ da bizi protesto ediyor orada ülkücü-lerle. Dolayısıyla bütün bunlar toplumun olgunlaştığını gösterir. “Türkiye’nin yurt dışında imajı bozuldu” deniyor, tam ter-sine bununla beraber Türkiye’nin imajı düzeldi aslında bana göre. O Ortadoğu politikalarını bir kenara bıraktığımız takdirde, en azından Batı’da Türkiye’deki demokrasi kültürüne dair inanılmaz bir imaj inşası oldu bu aslında. Taksim’den görüntülerle, klasik “Doğulu toplumlar-dan bir şey çıkmaz” fikri yıkıldı. Tahrir Meydanı da bunu yaptı ama Taksim Gezi de böyle bir oluşuma katkıda bulundu. Yani bence Erdoğan yatıp kalkıp dua et-meli aslında Türkiye’nin imajı konusunda. Abdullah Gül de, tam da böyle bir şeyden gurur duyduğunu soyluyor.

Genç Barış: Bu bir üslup meselesi değil mi Hocam? Yani Gezi Parkı olaylarında rol alan insanların ya da iktidarın veya muha-lefetin üslubu nasıl olmalıydı? Üsluplar ve olayların gidişatı arasında paralellik kurabi-lir miyiz?

Ferhat Kentel: Üslup siyasal kültürün alt başlığı aslında. Her şeyi Adem ile Havva’ya götürmenin anlamı yok belki ama, Türk siyasal kültürü İttihat ve Terakki’den iti-baren Osmanlı’nın parçalanmasından bu yana, belki 1915’lerde İttihat Terakki içindeki Türkler’le Ermeniler’in birbir-lerine kazık atmalarıyla başlayan, Balkan milliyetçiliklerinden gelen komitacılıklar, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının böyle hi-kayeleri, Tek Parti dönemi, darbeler, 6-7 Eylül olayları, Maraş’lar, Sivas’lar bütün o katliamlara baktığınız zaman bu memle-ketin siyasal kültürü çok acıklı bir siyasal kültür aslında. Yani neredeyse savaş üze-rine kurulu. Herkes, tarihi “savaş tari-hi” olarak okumuş bu memlekette. Sevr Sendromu’nu okumuş, biz işgal edilmi-şiz ve kahramanlıklarla aşmışız bunu. Ya da hep ihanetlere uğramışız diyen bir dil üzerinden yetişiyorsun. Dış düşmanlar-iç düşmanlar, Atatürk’ün Gençliğe Hitabe-si tam da bunu diyor, her Türk çocuğu, memleketin birtakım kalelerinin zapte-dilmiş olduğuna inandırılıyor, içerde de hainler vardır, dışardaki saldırılara karşı

Page 38: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

36

damar, kan vesaire… Tamam, bir yere kadar içselleştirmiyorsun ama yapışıyor bu senin derine. Şu veya bu şekilde mil-liyetçiliği yaşıyorsun ve milliyetçilik dedi-ğin zaman da zaten korku, öteki, biz falan gibi duyguları öğreniyorsun. Ama bazen o kadar kötü öğreniyorsun ki, o biz ve öteki duygusunun kendisi önemli. Türk mil-liyetçiliğini sadece Türkiye milliyeçiliği olarak öğrenmiyorsun. Sadece biz ve öteki diyerek öğreniyorsun ve bunu her duruma taşıyorsun. Bizim TESEV için yaptığımız milliyeçilik araştırmasından bir örnek ve-reyim, adam “Çorum Milliyetçisiyim ben” dedi mesela. Türkiye’den önce Çorum ge-lir benim için diyor mesela. Erzincan Ma-latya maçında biri birine PKK dölü diyor, diğeri de ona Ermeni dölü diyor, inanıl-maz bir şey. Yani şunu demek istiyorum, bu “öteki “ duygusu hepimizin içinde var. Biz bunu bu memleketten öğrendik ne yazık ki. Buranın Tevhid-i Tedrisatı’ndan öğrendik. Dolayısıyla siyasetimiz de buna çok bağlı. CHP-AKP, MHP-AKP birbir-leriyle karşılaştıkları zaman düşman gibi oluyorlar. Salı grup konuşmaları mesela, muhteşem bir siyasal kültür örneği aslın-da. Yumruklar, büyük sloganlar, ötekilerin kahpelikleri, kelime oyunları, kötü pole-mikler, alaylar yapılmadık söylenmedik hiçbir şey kalmıyor. Kendi taraftarlarının nezdinde “vay, koçum benim” dedirtmek için yapılıyor bunlar; bir tür “vur, kır, parçala bu maçı kazan!” meselesi aslında. Adeta futbol takımı taraftarlığı gibi ne ya-zık ki üsluplar. AK Parti, ANAP bunları aşma çabalarıydı ama bunlar da bir yere kadar aşabildiler. Bana göre bu ‘ötekinin yaptığı her şey kötüdür’mantığını, dilini aşmak hususundaki en önemli adımlardan biri, anayasa için ‘Yetmez ama evet’ti; ama o bile nasıl kötüleştirildi. Kimliklerimizin ötesindeki buluşma yerlerinde buluşmak için biraz daha zamana ihtiyaç var. Bu siyasal kültürümüzün aşılması için çaba gerekecek. ‘Her şeyin başı eğitim’ gibi bir laf etmek istemem ama biraz da öyle. Örneğin Erdal İnönü’yü bu siyaset kaldı-ramadı. Elini öpmeye çalışanlarla yerlere kadar inen, bağırmayan, çağırmayan bir adamdı. Bu konuda bence Abdullah Gül, önemli kıstaslardan biri olacak. Yarın öbür gün kendisinin tekrar siyasete dön-mesi söz konusu olursa acaba ne kadar bir teveccüh görecek? Bu gerçekleşirse biraz daha ilerlemiş olacağız sanırım. Genç Barış: Efendim, eylemler süresince ulusal medyanın tutumunu nasıl değer-lendiriyorsunuz?

Ferhat Kentel: Gazete, medya tüketen biri olarak Türk basınını iki eksende dü-şündüğümüzde bir tanesi, gerçekten de acıklı bir durumda. Bir takım holdingle-rin şirketlerin elinde, ekonomik çıkarlar-la denetlenen, şantajlara maruz kalan ve bunları yiyen, bir zamanlardan general-lerden, darbecilerden geliyordu şimdi de en güçlü aktör olarak sivil hükümetten geliyor. Çünkü adamın işinin bozulmasını istemeyen bir takım patronların elindeki medyadan da bir şey beklemek anormal olur. Ancak bu benim öfkemi bastırmıyor. Bir tarafta Sözcü gibi, AK Parti ağzıyla kuş tutsa nefret etmeye devam edecek bir ke-sim; öbür tarafta ise asla kötü bir şeyin ya-zılmadığı AK Parti döneminin yeni yandaş gazeteleri. Yeni Şafak’lar, Sabah’lar, Star’lar neredeyse Erdoğan ne diyorsa mercekleri onunla oluşmuş bir takım medya kuruluş-ları var. Böyle bir medya, medya değil ne yazık ki. Bir sürüsünü okuyup orta bir yer bulmaya çalışıyorsun işte. Ben Ferhat ola-rak bu gazetelerden hiç hoşlanmıyorum. Sosyolojik olarak baktığımızda medya dediğimiz şey, siyasal iletişim alanının bir aktörüdür. Bu alanda herbirinin meşru-iyeti olan üç alan düşünebiliriz. İlk ola-rak siyasi partiler kendi tabanlarından oy alarak meşruiyetini ortaya koyuyor. Bilimsel meşruiyet olarak da olarak üni-versiteler, kamuoyu önderleri, akademik entelektüeller, araştırma şirketlerini gös-terebiliriz. Son olarak medya ise, “ben enformasyon veriyorum, toplumdan alı-yorum, siyasi partilerden de haber sağla-yarak bir iletişim ağı kuruyorum diyor” ki bu gayet meşru. Bizim siyasal kültürü-müz bu kanallardan geliyor. Buradaki iliş-kiler aslında güç ilişkisi. Tıpkı 12 Eylül’de YÖK gibi bir kurumun gelmesiyle üç tane üniversitede akademik elemanlar konuş-maya başladığında eğer kafalarına vuru-luyorsa… Hâkim neresi oluyor, devlete yakın duranlar. Devlete yakın üniversite-ler ya da devlete yakın medya. Bazen öyle dönemler oluyor ki Tansu Çiller zamanın-da, Doğan Holding’ler vesaire hükümetler deviriyorlar, medyanın inanılmaz kuvvetli olduğunu da görüyoruz. Dolayısıyla ara-daki bu güç ilişkisi sabit değil. İdeal olan dengede olması ama böyle bir şey yok. Bugün için baktığımızda sivil siyaset, hükümet tarafı, bütün bu siyasal iletişim alanı içinde en güçlü olan aktör. Yapmış olduklarıyla inanılmaz güç devşirdi ve diğerleri ona bağımlı hale geldiler. Sosyo-lojik olarak analiz ettiğimizde durum bu. Bu aşamada zayıf olanı güçlendirmek için daha bağımsız gazeteler, bağımsız internet siteleri düşünülebilir. İşte sanal dünya tam da bu aşamada işimize yaramaya başlıyor.

Belki Türkiye’de pek çok insanın habe-ri yoktu ama Gezi’ye kaç bin insan gitti. Demek ki o medya olmadan da bir şeyler yapılabiliyor. İşte bu yüzden hükümet, si-yasal iletişim alanında dengeyi kotarmak için sanal medyaya yatırım yapıyor, siper-lerini kazıyor adeta.

Genç Barış: “Türkiye halkı” için demok-rasi bağlamında bir imaj düzelmesinden bahsettiniz Hocam, pekala, bir devlet ola-rak Türkiye’nin imajı hakkında ne diyebi-liriz?

Ferhat Kentel: Devlet açısından baktığı-mızda, Erdoğan’ın imajında durum pek par-lak görünmüyor tabi. Nerdeyse Erdoğan’ı Saddamlar, Kaddafiler ile karşılaştırma eğilimi başladı. Kötü adam Erdoğan oldu gibi. Ama bana kalırsa Türkiye’nin imajın-da düzelme var. Tabi başka durumlar da var. Antigezicilerin en fazla vurguladıkları şeylerden biriydi. CNN International’ın yayınları, AKP mitingini “Erdoğan’a karşı toplanıldı” diye göstermek vesaire. Yani anlamak mümkün değil. Herhalde Amerika’da bir lobi Erdoğan’ı göndermek üzere faaliyete geçmiş olmalı. Ancak böyle bir bilgiye sahip değilim, spekülasyon ya-pıyorum sadece. Gazetelerde verilen ilanlar vesaire. Avrupa’da sanki 3. Dünya Devrim-ciliğine dönük bir romantizm beslendi gibi sanki. Kabaca durumu anlatmak gerekirse; Fransa en bariz örnektir. Vietnam’da Viet-nam direnişi başlar, Fransa’da direniş falan yoktur. Cezayir’de mesela bir Fransız Ce-zayirli ile savaşmamıştır. Cezayir’de mesela Jean Paul Sartre Cezayir’den yana tavır aldı ama Cezayir’in hiç romantizmi yapılma-dı. Sonuçta bu Vietnam’da, Kamboçya’da oldu. Hatta Pol Pot Devrimi en vahşilerin-dendi ve Kamboçya’daki devrimde kesilen insanın haddi hesabı yoktu. Ama Fransızla-ra baksanız ‘3.Dünya direniyor, işte şurada devrim var, burada devrim var’ falan diyen bir yaklaşımı vardı. Galiba şimdi de ben-zer bir şey oldu. Kendisini dünyanın bü-tün devrimlerini yapmış, içlerinde Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi olan bir Avrupa zihniyeti gibi benmerkezci bir zihniyet, dı-şarıda devrim olduğunda sanki o çok ev-rimci çizginin ürünü olarak orada da iyi bir şeyler oluyor şeklinde tercüme yapılıyor. Oradan geldiği zaman da buna benzer bir harekete, romantik bir şekilde otomatik olarak destek veriliyor.

Genç Barış: Hocam araya girerek bir şey sormak istiyorum. Bu arada Başbakan’ın belirli gruplara yönelik olarak ‘faiz lobisi’ şeklinde bir söylemi var. Bu konuda ne dü-şünüyorsunuz?

Page 39: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

37

Ferhat Kentel: Bu sorunun cevabı daha önce bahsettiğimiz milliyetçilik konusunda var galiba. Ama daha ayrıntılı bahsetmek gerekirse, milliyetçilik öyle bir şeydir ki hep başkasına, ötekine göre kendini ifşa etmek ve kendinin nasıl iyi olduğunu anlatarak yapacağın bir olgudur. Bu durum bir ta-kım ülkelerde daha edepli, daha terbiyeli ve ılımlı şekillerle yapılıyor. Örneğin Almanya diye bir devlet ve Alman milleti var. Alman-ya kendinden Fransa, Rusya ve Polonya’ya karşı kıyasla bahsediyor ‘Biz Almanlar’ di-yerek. Diğer taraftan Alman Anayasası’nda şöyle bir şey var ki, kabaca ve mealen söyle-mek gerekirse, ‘Biz Almanlar bu anayasayla dünya barışına katkıda bulunmak üzere angaje olduk’ tarzı bir yaklaşımları vardır. Yani barış üzerine kurulan bir ilişkiye anga-je oluyoruz demek istiyor. Bu Almanya’nın arka planında soykırım olan bir geçmişi temizlemek olarak algılanmamakla birlik-te bir tür milliyetçilik tarzıdır. En azından ortalama Nazi, Neo-nazileri ve potansiyel ırkçılık faaliyetlerini kenara bırakırsak, çok derin bir medya kültürü var. Bu medya ve siyasal kültürün içinde geçmişiyle hesapla-şan bir Almanya var. Düşmanlık yaratmış olan, soykırım yapmış olan Almanya sü-

rekli kendisiyle hesaplaşıyor. Peki, bizim tarihimizde böyle bir sorgulama var mı? Henüz yok. Habire yasaklıyorsun! Ermeni Soykırımı’nı sakladın, açığa çıktıktan sonra da aslında Ermeniler bize yaptı diyerek işi tersine döndürmeye başladın. Bakıyorsun sırf Ermenilere değil ki onlarca insanın ba-şına gelmedik kalmamış, 6-7 Eylül Olayla-rı, gayrimüslim olayları, Kürtler, faili meç-huller, Şeyh Said İsyanı ve Dersim Meselesi ki tarih kitaplarında yazılması gereken bir konudur. Ne zaman yazılacak bakalım? Çocukların öğrenmesi lazım, her Türk çocuğunun Dersim’de katliam olduğunu öğrenmesi lazım ki dünyanın sadece kahra-manlıktan ibaret olmadığını öğrensin. Do-layısıyla ne yazık ki, bizim Baltacı Mehmet Rusya’yı yenecekti ki Catherina denen ka-dının oyunlarıyla böyle yenildik. Balkanlar-da milliyetçilikler çıktı, Ermeniler bu taraf-tan işgal etti ve böyle olduk. Yine bir örnek vermek gerekirse, yeni rejimde Vahdettin Paşa’yı başka bir yere sürüyorsun, sonra da vatan haini ilan ediyorsun. Gerçekten va-tan haini olduğuna emin miyiz?

Genç Barış: Merhum Bülent Ecevit’in bu konuda Vahdettin’in vatan haini olmadığı-

na dair sözlerinin olduğunu biliyoruz. Bu sözleri duyan insanlar bir anda şok olmuş-lardı nasıl böyle bir şey olur diye.

Ferhat Kentel: Çünkü bu olayda ezbe-rimiz vatan hainliği olmuştu. Siz birileri-ne hain sıfatını yakıştırıyorsunuz, o kadar ‘ihanet’ lakabını insanlara yakıştırıyor ve Sen Osmanlıcısın ben değilim diyerek ben ve bana dair insanları kötü ilan ediyorsun. İstiklal Mahkemeleri’nde asıyorsun onlarca hacı hocayı. Mesela Erzurum’da ‘Şallı Bacı’ lakaplı bir kadını ‘bu başörtüsü yasağı da nereden çıktı?’ dediği için hain ilan ediyor-sun. Bunun gibi o kadar çok vaka var ki hangi birini sayacağımı bilemiyorum. Ucu-za yargısız infaz denilen şeydir bu. Bugün Kürtlerin Türklere öfke ve nefret duyma-maları mümkün mü JİTEM’in operasyon-larını dikkate aldığımızda.

Genç Barış: Bu konuda JİTEM’in op-rasyonları kapsamında ilginç şeylerle kar-şılaştım Hocam. Güneydoğu’da sorgusuz sualsiz basılan evler, köyler ve hikâyeleri oldukça şaşırtıcı.

Page 40: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

38

Ferhat Kentel: Cafer Solgun Bey’den duyduğum bir olay vardı. Ama biz basın-dan olayın şöyle okuduk: ‘PKK ile çıkan bir çatışmada 1 Komutan öldü’. Olayın aslını öğrendiğimizde ise ordu bir gece Lice’yi ba-sıyor, dünya kadar insan ölüyor, köy abluka altında. Ve komutan PKK ile savaşarak olay çözülmez dediği için öldürülüyor. Yani ko-mutanı asker öldürüyor. Bunun gibi onlar-ca hikâye sayılabilir. Vahşetin haddi hesabı yok. Ama asıl merak edilen nasıl böyle bir ruh haline girildiğidir. Ogün Samast adlı bir çocuk Hrant’ı nasıl öldürür?

Genç Barış: Yine çok konuşulan bir konu olan kutuplaşma ile alakalı neler söyleyebi-lirsiniz? Gelecek ile alakalı öngörünüz ne-dir ve ne zaman normalleşiriz?

Ferhat Kentel: Geleceğe dönük kısım-dan önce nasıl böyle bir hale gelindiğine dair belki bir şeyler söylenebilir. Rahatlatıcı olarak da düşünebilirsiniz, genellikle sıcak olayların içinde kaybolduğunuz zaman her şey sanki dünyanın her karesi bundan mü-teşekkil zannedersiniz. Bizim yaşadığımız hikaye göz önüne alındığında aslında dün-yanın başka yerlerinde de buna benzer hi-kayelerin olduğunu göreceksiniz. Dünyada yalnız değiliz. Sosyoloji ekollerine, teori okullarına göre ise Ulrich Beck, Anthony Giddens gibi teorisyenler risk toplumunda yaşadığımızı söylüyorlar ya da refleksif mo-dellik de deniyor. Kabaca şu demek, çok hızlı dönüşen, modernleşmenin modern-leşmesi gibi bir şey yaşıyoruz. Yani bir top-lum mücadelesi var, partiler var, demokrasi mücadelesi var. Ama şu an çok daha çevre-lerden, çeperlerden, kültürel kimliklerden gelen o kadar çok mücadele var ki önceden burası Sosyalist İşçi Partisi, Muhafazakâr

Parti ya da Hıristiyan Demokrat Parti diye-rek daha dar kimlikler altında anlatılamaz hale geldi. Yani hiçbir kategoriye girilemez oldu. Ne AK Parti savunucusuyum ne de değilim. Bazı şeyler klasik temalara uymu-yor ve ‘kimsin sen’ diyebilirler. Beyindeki kategorilere sizi yerleştiremeyince sorun yaşanıyor. Modernite bize bu kategorileri kalıpları falan öğretti. Ama ezberler devam ediyor. Ulrich Beck buna ‘zombi kavramlar’ diyor. Dolayısıyla bu bize iki şey öğretti; inanılmaz imkânlar dünyası var, yepyeni zihinsel açılımlar yapabiliyoruz. Örneğin Kürtler için demokratik özgürlük, ana-dilde eğitim hakkı vb bir sürü yeni şeyler düşünülüyor, aynı zamanda bu bize çok fazla korku da veriyor. Yani garantide ol-duğunuz nice kavram, Atatürk, Diyanet, Sünnilik-Alevilik gibi şeyler sağlam şeyler değil, her an bozuluyor, kırılıyor ve rakip alternatif düşünceler var. Örneğin yine ‘cemaat’ kavramını ele aldığımızda bir zamanlar cemaat (gemainschaft) bitmişti, sonra toplum (gesehrschaft) olduk. Ama bakıyorsunuz Taksim’e, orada bir cemaat arayışı olduğunu görüyorsunuz. Taksim bir cemaat arayışıdır. Futbol takımlarının taraftar arayışına kadar hepsi cemaat ara-yışıdır. Hem yuva arıyoruz hem de yuvala-rımız sürekli sarsılıyor. Ne zaman aşılaca-ğını bilmiyorum. Zaman vermek güç ama her toplumsal hareket bize olgunlaşma fırsatı veriyor. Aynı zamanda ben, Türk toplumunun hafızasının zayıf olduğunu da düşünmüyorum. Hatırlıyoruz aslında ama yaşamak için gerekli bir takım tek-niklerimiz var. Zamanı gelince işletmek gibi hallerimiz var. Kutuplaşmalar, kamp-laşmalar, çatışmalar var ama Türk- Kürt düşmanlığı, Sünni-Alevi çatışması bazın-da kitlesel bir tavır yok. Bunu da ancak

özel birlikler vs yapmaya çalışıyorlar. Yine de iyimserim ve inanıyorum ki Gezi Par-kı meselesi bile ileride bize olumlu olarak geri dönecektir. Gezi Olaylarından ders çıkaracağız. Buradan olumlu nüveler çı-kacağı inancındayım. Kendi kendine ol-mayacak belki demokratikleşme paketini dahi yeterli bulmadığım halde olumlu şeylerin çıkacağı kanaatindeyim.

Genç Barış: Biz de demokratikleşme pa-keti hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorduk ki zaten bahsettiniz Hocam.

Ferhat Kentel: Dediğim gibi Demok-ratikleşme Paketi’ni yeterli bulmamak-la birlikte ileriye dönük olarak olumlu nüveler atacağı inancındayım. AK Parti MKYK Üyesi Prof. Dr. Yasin Aktay her ne kadar her bir maddenin devrim maddesi niteliğinde olduğunu söylese de o kadar da abartmamak lazım. Hiç kuşkusuz özel okullarda anadilde eğitim hakkına sahip olmak bile zihnimde adım attırıyor. Ama paketin kamuoyuna sunulması da başlıca PR işi. Deniz Zeyrek Demokratikleşme Paketi’ni günler öncesinden duyurmuş-tu. Dediğimiz gibi yeterli ve kapsamlı bir paket olduğunu söyleyemeyiz. Alevilere Cemevi ve ibadet özgürlüğü ile alakalı bir şey yapılmadı. Ruhban Okulu ile yine bir madde yok. Ya da peşin peşin verilmemiş de olabilir. Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinde geldiği nokta bakımından önemlidir. Öte yandan biz bu mücadele-nin ne kadarını becerebildik diye de oku-mak mümkündür. Yani mücadelemizle haklarımızın ne kadarına kavuşabildik diye de düşünülebilir. Türkiye’de demok-ratikleşme paketi ve demokrasinin kendisi toplumsal hareketler ve aktörler vasıtasıyla olan bir şeydir. AK Parti iktidara geldiği zaman Kürtçe ana dil hakkı diye bir şey tartışmıyorduk. Kürtler ana dil hakkı ta-lep ettiler. 2 sene öncesine kadar böyle bir söylem yoktu. Demek ki Kürtlerin gös-termiş olduğu performans ve hareket artı olarak geri döndü. Ya da yine başörtüsü hareketi müthiş bir harekettir. Ermeni ve Dersim Olayları üzerinde olan veriler de-mokratikleşme hareketidir. Belki de Gezi Parkı burada bize demokratikleşme pake-tini gündeme getirdi diyebiliriz.

Genç Barış: Hocam değerli vaktinizi bizlere ayırdığınız için çok teşekkür ede-riz. Gezi Parkı, Demokratikleşme Paketi ve gündem üzerine keyifli bir sohbet oldu. Tekrar çok teşekkür ederiz. [email protected]

Page 41: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

39

Page 42: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

40

Toplumların dinamik yapıları değişimi gerekli kılarken, içlerinde kökleri geçmişe dayanan kültür, gelenek, örf, adet gibi unsur-ları barındırmaya devam eder. Bu da değişim içinde devamlılığın yaşanmasını kaçınılmaz kılar. Ulus devletlerin 19. yüzyılda ortaya çı-kışıyla beraber uluslar, yeni devletin ve yeni rejimin bekasını sağlama, yeni kurulan düze-ni muhafaza etme kaygısına düştükleri için geleneksel olanı arka planda tutarak ve sürek-lilikten ziyade kopuş öğeleri üzerinde yoğun-laşarak oluşan düzenin “yeni” bir yapılanma olduğunu kanıtlamak istemişlerdir. Kurulan yeni devletin meşruluğunu sağlamak için yeni değerler üzerinden milli bir kimlik/bilinç yaratma girişimi, özellikle kendisini eskiyle karşılaştırırken hatta eskiye atıfta bulunarak kendisini yüceltirken belirir. Bu yaklaşım, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte or-taya çıkan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin politikalarında da yer almaktadır.

Devlet, oluşmakta olan yeni rejimi sağ-lam temellere oturtmak için yeni neslin yetiş-tiği okulları laboratuvar olarak görmüş ve eği-tim sistemine müdahale ederek cumhuriyetin oluşmasında rol oynayan unsurlara kitaplarda yeteri kadar yer vermemiş bunun sonucunda da geçmişle yeni arasında köprü vazifesi gör-mesi gereken kurumlar, tarihi keskin bir şe-kilde ikiye ayırmışlardır. Bu ise, yaklaşık 600 yıllık bir geçmişe sahip İmparatorluk’un bir anda yok olduğu ve yerine imparatorluktan tamamen bağımsız bir devletin ortaya çıktığı

yanılgısını yaratmaktadır. Özellikle II. Meşru-tiyet Dönemi’nin getirdiği yeniliklerin cum-huriyetin kurulma aşamasına giden süreçte belirleyici bir faktör olduğunu düşünürsek, 1931 yılına kadar ders kitaplarında kapsamlı bir şekilde ele alınan dönemin, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin hazırladığı kitaplarda yer almaması bunun bir kanıtı olarak görüle-bilir (KUYAŞ, 2008, s. 50)

II. Meşrutiyet Dönemi’nden cumhu-riyete geçişteki ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki alanda uygulanan süreklilik öğele-rini aktörlerle birlikte incelemek, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin Osmanlı Dev-leti döneminde atılmaya başlandığını ortaya koymak; süreklilik unsurlarının anlaşılma-sında açıklayıcı olacaktır. II. Meşrutiyet Dö-nemi ve sonrası yaşanan gelişmeleri daha iyi anlamak için, Osmanlı Devleti’nde yaşanan modernleşme çabalarının yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olan İmparatorluk’un kendini kurtarma çabasının bir ürünü olarak ortaya çıkışını incelemek ve Batı’yla olan ilişkisine paralel olarak ortaya attığı reformları genel hatlarıyla analiz etmek yararlı olacaktır.

Tanzimat Dönemi’ne Giden Süreçte Osmanlı İmparatorluğu

Tanzimat, iktisadi-içtimai temel-leri çürüyerek yıkılmaya yüz tutan bir İmparatorluk’un, yeni prensiplerle yeniden kurulma teşebbüsünü gösterir (İNAL, 1941, s. 238). Bu temellerin çürümesinin nedenle-

rine baktığımızda, sınırlarını geniş bir coğrafî bölgeye dayandıran İmparatorluk’un tarıma dayalı ekonomisinde ve askeri yapılanmasında geliştirdiği tımar sisteminin bozulması önem-li bir rol oynar. Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisi ağırlıklı olarak savaşlardan kazanı-lan topraklara bağlıdır. Kazanılan bu toprak-larda askeri örgütlenme ve mülkiyet ilişkileri bir arada yürütülür.

Osmanlı İmparatorluğu’nda toprak mülkiyetinin örgütlenmesi, köylülerden alı-nan vergiler yoluyla sağlanmaktadır. Toprağın kullanıma sahip olan köylülerin, sipahilere vergi vermesi ‘Tımar Sistemi’ adı altında as-keri bir örgütlenmeyle yapılmaktadır. Tımar sahipleri ise reayadan aldığı vergilerle geçinir-ken, her an savaşa hazırlıklı bir şekilde bulu-nur ve barış zamanlarında reayanın güvenli-ğini sağlar (İNAL, 1941, s. 242). Savaşlardan kazanılan topraklar, toplum yapısını da şe-killendirmekte ve İmparatorluk bünyesinde oluşan iki sınıfın statülerini de belirlemekte-dir. Köylülerden oluşan, üretime destek veren ve sultana mutlak bir itaatle bağlı olan reaya sınıfının yanında, askeri sınıfı oluşturan saray halkı, ulema, tımarlı sipahiler, yüksek med-rese öğrencileri yer almaktadır (ERDOST, 1989, s. 127). Sanayi Devrimi ve milliyetçilik akımının oluşmaya başladığı döneme kadar devam eden bu başarılı politika, zamanla toprak ağalarının köylü üzerinde kurduğu keyfi tahakküm sonucu İmparatorluk’un ni-zamını ve dirliğini bozmasıyla tehlikeye gir-

İMPARATORLUK’TAN CUMHURİYET’EDEĞİŞİM İÇİNDE DEVAMLILIK

Merve AKSU

Merve AKSU

Page 43: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

41

miştir. Tımar sisteminin yeniden sağlanması için uygulanan politikalar, İmparatorluk’un merkezi otoritesini güçlendirmede yeterli ba-şarıyı elde edememiş, İmparatorluk, ekono-mi ve siyasi anlamda çöküntüye uğramıştır. Merkezi yapının bozulmasıyla karşı karşıya kalan İmparatorluk, eski düzenine kavuşmak için reform girişimlerinde bulunmuş ve bu reformlar II. Meşrutiyet Dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’ne giden süreçte devamlılık sağ-lamıştır.

Osmanlı Devleti’nin Sonunu Getiren Unsurlarr

Osmanlı Devleti 17. yüzyılın sonların-dan itibaren yürütülen savaşlardan yenilgiyle çıkmış, fetihlerin durmasıyla beraber, toprak kaybetmeye başlamıştır. Kaybedilen bu top-raklardan göç edenler için ikamet edecek yer bulunamamış, mevcut toprak düzeni bozul-muştur. Askeri bir yapıya hükmeden Osman-lı padişahları bu durumdan kurtulmak için, daha fazla savaş kararı vermiş, bu kararlar za-ten ekonomik anlamda kötü durumda olan Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya borçlanması-na neden olmuştur.

Osmanlı Devleti merkez ile taşra ara-sındaki ilişki sadece verginin toplanıp top-lanmadığına odaklanınca merkezi denetim zayıflamış, bu ise bir çeşit ‘feodal bey’ tipinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin çöküşünün iç neden-lerini de oluşturan bu tablo, askeri alanda yenileşme hareketlerinin başlangıcında da etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkıl-masını hazırlayan dış nedenlerin en başında ise Avrupa Devletleri’nin aralarındaki kavga-yı sonlandırmış olması bulunmaktadır. Artık Batılı Devletler Osmanlı karşısında birlikte çalışmaya başlamışlardır (MUMCU, 1996, s. 12). Diğer bir neden ise Fransız Devrimi’yle birlikte filizlenen milliyetçilik akımının yet-miş iki buçuk millete hükmeden Osmanlı Devleti’ni etkilemiş olması vardır. Balkan mil-letleri, Araplar, Rumlar, Ermeniler ve Kürtler ayaklanmışlar ve Avrupa Devletleri’nin de desteğiyle bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu Osmanlı Devleti için yine toprak kaybı ve iç huzursuzluğa neden olmuştur.

Yabancı devletlere tanınan kapitülasyon-larla birlikte, yabancı tüccarların ülkeye ver-gisiz girişi garanti edilirken, yerli tüccarların şehirden şehre geçerken dahi vergilendirilme-si, yerli malı satışını olanaksız kılmıştır. Bu da yerli üretimin sonlandırılması anlamına gelir ki artık ülkede yabancı devletlere olan borcu ödemek için gelir elde etme olanağı kalma-mıştır. Sonuçta devlet artık bu borçlarını öde-yemeyeceğini ilan eder ve 1881’de Düyun-u Umumiye adı verilen Osmanlı Devleti’nden alacaklı devletlerin temsilcilerinden bir kurul oluşturulur. Osmanlı Maliyesi’nin gelir kay-nakları arasından tuz ve tütün tekelleri, dam-ga resmi, balıkçılıktan ve alkollü içeceklerden alınan vergiler, ham ipekten toplanan öşür ile Doğu Rumeli Vilayeti’nin ödediği yıllık vergi

Düyun-u Umumiye İdaresi’ne teslim edi-lecektir (PAMUK, 2002, s. 209). Düyun-u Umumiye İdaresi’yle birlikte gelişmiş ülkeler Osmanlı Devleti’nin finansal kaynaklarını ve piyasasını kontrol etmeye başlamışlardır.

Osmanlı Devleti’ni Kurtarma Çabaları

Osmanlı Devleti’nin eski gücünü yitir-mesinin nedeni başlarda ordudaki yetersizlik olarak görülmüş ve askeri alanda reform süre-cine gidilmiştir. III. Selim ile başlayan reform sürecine baktığımızda, ülkenin ileri gelen dev-let adamlarından oluşan bir Meşveret Meclisi (Danışma Meclisi) kurulmuş, buradan çıkan layihalarla bir dizi reforma girişilmiştir (AK-YÜZ, 1997, s. 17). 1794 yılında yeniçerile-rin yanında modern ve donanımlı bir ordu kurulmuştur: Nizam-ı Cedid adını alan bu ordu, aynı zamanda döneme de adını ver-miştir. Fakat yapılan değişiklikler ordu içinde kalmış, diğer kurumlarda görülmemiştir.

Orduda yapılan yeniliklerin devleti kur-tarmaya yetmediğini gören Osmanlı yöne-timi, daha geniş çaplı bir yenilik hareketine girişerek, batılı düzende eğitim veren yeni teknik okulları bu dönemde açarak, toplu-mun kılık-kıyafetine yönelik düzenlemeler yapmış, memurlar için bir ceza kanunu ha-zırlamış, ayrıca ticaret ve idare hukukları

batılılaştırılmaya gidilmiştir. “Tanzimat” adı verilen bu dönemde kişinin mal, can, ırz ve konutunun korunması temelinde, yönetimi hukuk çerçevesine alma çabaları görülmüştür. Bu yenilikler bazı aydınları heveslendirmiş; devletin kurtulması için, her şeyden önce hukuk kurallarının bütün yönetimde tam anlamıyla egemen olması gerektiği düşüncesi yavaş yavaş zihinlere yerleştirilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform: Tanzimat Fermanı

Sultan Abdülmecid Dönemi’nde Mus-tafa Reşit Paşa tarafından 3 Kasım 1839’da Gülhane Parkı’nda okunan Tanzimat Fermanı’ndan 1876 yılında Kanunî Esasî’nin ilan edilmesiyle başlayacak olan I. Meşrutiyet Dönemi’ne kadar geçen süre “Tanzimat Dö-nemi” olarak adlandırılır. Kişisel özgürlükler ve gayrimüslim tebaaya tanınan hakların fer-manla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk defa gündeme getirilmesi; modernleşme sürecinin ya da İmparatorluk içinde ki dönü-şümün başlangıç noktası olarak değerlendi-rilebilir. Fermanın ilan edilmesindeki sürece baktığımızda Avrupa baskısından ziyade, Tanzimat girişiminin düşünsel ve siyasal arka planı II. Mahmut döneminin Avrupa eksenli seküler-merkeziyetçi dönüşümleri ve yenilik-çi siyasal beklentileri çerçevesinde oluştuğu söylenebilir (KUYAŞ, 2006, s. 130). Mısır’ın Suriye ve Adana vilayetlerini işgal edip Os-manlı ordusunu Nizip’te yenilgiye uğrat-masıyla aynı dönemde ortaya çıkan ferman; İmparatorluk’un siyasal yapısını değiştirirken; yenilikçi kanadı içinde barındırarak diğer re-formların önünü açmıştır. Ferman, her ne kadar muhafazakâr kesimin tepkisini almak-tan çekindiği için şeriata bağlılığını gündeme getirse ve bu kaygıdan dolayı geleneksel ve modern yapıları bir arada tutsa da, ferman di-ğer reformların hazırlanmasında temel faktör olmuştur. Geleneksel ve modern kurumların bir arada olmasından doğan ikilem yeni ku-rumları işlevsiz kılsa da düşünsel açıdan İm-paratorluk, aydınlanma çağına girmiştir.

Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda yapılan reformların amacına bakacak olursak; vergi sisteminin düzenlenmesi, askerlik hizmetinin zorunlu hale getirilmesi, modern bir devletin işleyişi için zorunlu olsa da yerine getirileme-miştir. Üçüncü maddeyi kapsayan tüm Os-manlı tebaasının can, mal, namusunun ka-nunlar tarafından güvence altına alınması ise yeni bir toplum anlayışının oluşmasına öncü-lük etmiştir (KUYAŞ, 2006, s. 132). Ferman, padişahın mutlak otoritesinin azaltılmasında etkili olamamış fakat padişahın tam eşitlik ilkesine bağlı olacağını belirtmesinin manevi boyutta kayırmacılığın önüne geçmesi nede-niyle seküler bir devlet yapısının yavaş yavaş oluştuğu söylenilebilir.

İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Değişim İçinde Devamlılık

Osmanlı Devleti 17. yüzyılın sonlarından itibaren yürütülen savaşlardan yenilgiyle çıkmış, fetihlerin durmasıyla beraber, toprak kaybetmeye başlamıştır. Kaybedilen bu topraklardan göç edenler için ikamet edecek yer bulunamamış, mevcut toprak düzeni bozulmuştur. Askeri bir yapıya hükmeden Osmanlı padişahları bu durumdan kurtulmak için, daha fazla savaş kararı vermiş, bu kararlar zaten ekonomik anlamda kötü durumda olan Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya borçlanmasına neden olmuştur.

Page 44: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

42

II. Abdülhamid ve Kanun-ı EsasîTanzimat döneminde ortaya atılan re-

formlar anayasacılık akımının oluşmasına zemin hazırlamış ve “Genç Osmanlılar” ola-rak bilinen bir kesim padişahın yetkilerinin kurulacak bir meclisle sınırlandırılması için meşruti bir monarşiye geçilmesini talep et-mişti (ÖZBUDUN, 2005, s. 26). Bu doğ-rultuda Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olarak kabul edilen Kanun-î Esasî 23 Aralık 1876 yılında kabul edildi. Parlamenter siste-min temellerinin atıldığı bu anayasayla bir-likte “Meclis-i Umumi” adında iki meclisten meydana gelen bir parlamento kurulmuştur. Heyet-i Ayân ve Heyet-i Mebusân meclis-lerinden oluşan bu parlamentoda Heyet-i Ayân’ın tüm üyeleri padişah tarafından ha-yatlarının sonuna kadar görevde kalmak üze-re seçilirken Heyet-i Mebusân üyeleri halk tarafından iki dereceli seçimle seçilmektedir (ÖZBUDUN, 2005, s. 26).

1876 Anayasası’nın ilk olmasından do-layı modernleşme ürünü olarak sayılabilirken anayasanın parlamentonun yetkilerini sınırla-ması hala padişahın mutlak otoritesinin de-vam ettiğini ve son sözün ona ait olduğunu göstermektedir. Her iki meclisin kabul ettiği tasarıların padişahın onayı olmadan yürürlü-ğe girememesi ve parlamento üyesinin kanun teklifinde bulunması için öncelikle padişah-tan izin almak zorunda olması, padişahın istediği zaman Meclis-i Mebusan’ı feshede-bilmesi bunun kanıtıdır. Zaten “93 Harbi” olarak bilinen Rusya’nın 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş açması sonucunda yenilen Osmanlı Ordusu, II. Abdülhamit’in anayasa-yı 1878’de askıya alması için bahane olacak-tır. Abdülhamit’in II. Meşrutiyet’e kadar uy-guladığı baskıcı politikalardan dolayı dönem ‘İstibdat Dönemi’ olarak adlandırılmış ve 33

yıl süren iktidarı boyunca devleti mutlakıyet-le yönetmiştir.

II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Uzanan Süreklilik Öğeleri

Yukarıda, II. Meşrutiyet dönemine kadar uygulanmaya çalışılan reformlar ele alınarak Osmanlı Devleti’nin Batıyla olan ilişkisinde çeşitli aktörlerin öncü olduğuna ve Batı tarzı bir modernleşmenin getirilmesi için ortaya attığı temel fikirlere değinilmiştir. Daha çok ekonomik kaygılarla gelişen bu süreçte, ikili kurumların bir arada olmasından dolayı yeni kurumlar işlevsiz kalmış ve ulaşılmak istenen amaca hizmet edememiştir. Anayasacılık hareketleri; Sened-i İttifak, Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve Tanzimat Dönemi’nde baş-lamış; gayrimüslim tebaanın can, mal ve ırz güvenliğinin kanunlarla güvenceye alınması ve padişahın mutlak otoritesini sınırlayıp rejimin meşruti monarşiyle yönetilmesi, Os-manlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kanun-î Esasî’yle gündeme gelmiştir.

İmparatorluğun yapısı gereği iç ve dış tehditlerle karşı karşıya olması, çeşitli bölge-lerin bağımsızlıklarını ilan ederek devletten ayrılmaları, iktidardakilerin hırsı ve İmpa-ratorluğun böyle bir ortama hazır olmama-sından dolayı bu gelişmeler yarıda kalmış, II. Meşrutiyet dönemine kadar uygulamaya konulmaya cesaret edilememiştir. Osman-lı Devleti’nde yaşayan farklı etnik kökenli grupları bir arada tutmak ve imparatorluğa bağlı kılmak için çeşitli akımlar ortaya çıkmış fakat etkili olamamışlardır. Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık ve Türkçülük alanında ortaya atılan görüşlerin temelinde tebaaya birtakım haklar ve özgürlükler verilip, Fransız Devrimi’nin getirdiği milliyetçilik akımıyla savaşarak tebaayı bu temalar üzerinden bir arada tutmak amaçlanmıştır.

II. Mahmut ve III. Selim Dönemleri’nde başlayan yenilikçi hareketler, Tanzimat Döne-mi aydınları olan Genç Osmanlılar ile devam etmiş ve Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında rol oynayan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) üyelerinde süreklilik göstermiştir.

II. Meşrutiyet’in İlanı ve Süreklilik Bağlamında Çok Partili Hayat

II. Meşrutiyet’in ilanı ve Kanun-î Esasî’nin yeniden yürürlüğe girmesinde 8-9 Haziran’da Britanya Kralı ve Rus Çarı II. Nikolay’ın Osmanlı Devleti’nin geleceği ve boğazlar sorunuyla ilgili Reval kentinde yaptı-ğı görüşmenin etkisi vardır. Görüşme sonun-da Makedonya’da reform yapılması önerilmiş ve ülkenin istikrarsız ortamı sonucu birçok kentte 23 Temmuz günü meşrutiyet yeniden ilan edilmiştir (KUYAŞ, 2006, s. 196). Ertesi gün olan 24 Temmuz’da ise gazetelerin san-sür memurlarına verilmeden çıkartıldığı ilk gün olduğu için Fatih Rıfkı Atay tarafından gazeteciler günü olarak kutlanılması isten-miştir. Bu istibdat döneminde uygulanan baskıcı politikalarının geride kaldığını göste-ren en güzel örnektir. Devrim 1908 yılında İmparatorluk’un dış tehditler karşısında bir çözüm olarak gördüğü meşrutiyetin yeniden ilanıyla başlamış ve radikalleşerek devam et-miştir.

II. Abdülhamit, meşrutiyeti ilan eder-ken İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gücünü zayıflayacağı kanaatinde olmasına rağmen, seçimlerde İTC zaferle çıkmıştır. Burada sü-reklilik unsuru bakımından seçimlerde yer alan İttihat ve Terakki ile Ahrar Fırkası’nın altını çizmemiz çalışmanın konusunu aydın-latması bakımından önem taşımaktadır. Aynı şekilde değerlendirecek olursak 21 Kasım 1911 de kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası, II. Meşrutiyet Dönemi’nde iktidardaki İTC’ye karşı kurulmuş ve 23 Ocak 1913’te “Babıâli Baskını” ile sona ermiştir. Bu iki muhalefet partisi cumhuriyete geçişteki sürekliliği kap-samaktadır.

Cumhuriyet tarihinin Tek Partili yöne-timinde gerçekleşen 21 Temmuz 1946 se-çimleri çoğu kişinin çok partili hayata geçiş olarak değerlendirdiği bir yanılgıdır. Cum-huriyet Halk Partisi’nin içinden çıkan De-mokrat Parti’nin yanı sıra seçimlere Çiftçi ve Köylü Partisi, Türkiye Sosyal Demokrat Par-tisi, Türkiye Sosyalist Partisi gibi partiler ka-tılmıştır. Açık oy gizli sayım ilkesiyle gerçek-leşen seçimler anti-demokratik bir ortamda gerçekleşmiştir. II. Meşrutiyet Dönemi’nde gerçekleşen seçimlerde iki farklı partinin yer alması bize 1946 seçimlerinin çok partili sis-teme geçişte ilk olmadığını göstermektedir. Bu nedenle çok partili sisteme “geçiş” yerine “dönüş” sözcüğünün kullanılması daha doğ-

Merve AKSU

Page 45: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

43

rudur (KUYAŞ, 2008). Ayrıca meşrutiyet döneminde ortaya çıkan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Cumhuriyet’in kurucu aktörleri arasında yer almaktadır. Bu bağlamda da ak-törler açısından bir süreklilik mevcuttur.

1909 Anayasa Değişiklikleri “Genç Türkler” olarak tanınan aydın

kesim, II. Abdühamid’in baskıcı politika-larını eleştirirken Genç Osmanlılar’a kıyas-la daha etkin bir muhalefet olmuş ve 1876 Anayasası’nın tekrar yürürlüğe konmasın-da rol oynamışlardır. Abdülhamid’in taht-tan indirilmesiyse, meşrutiyete karşı olan muhafazakâr kesimin gerçekleştirdiği 31 Mart Vak’ası, Hareket Ordusu tarafından bastırılmasıyla gerçekleşmiş, Anayasa daha demokratik bir parlamenter sistem yönün-de değişikliklere uğramıştır (ÖZBUDUN, 2005, s. 27). 1876 Anayasası’nın ilk şek-linde yer alan, Âyân Meclisi ve Meclis-i Mebusân üyelerinin kanun teklif edebilmek için padişahtan izin alma zorunluluğu kal-karken, padişahın meclisi feshetme hakkı, Âyân Meclisi’nin onayının alınması ve ilk 3 ay içinde yeni bir seçim yapılma zorunlulu-ğuna dayandırıldı. Anayasa değişikliğe uğra-madan önce padişah istediği zaman meclisi feshetme hakkına sahipti. Bunun yanında, eski anayasaya göre Mebusân Meclisi’nin gö-rünürlüğü, Bakanlar Kurulu’nun Mebusân Meclisi’ne karşı sorumlu olduğunu açıkça belirtmesiyle arttı. Meclislerce kabul edilen kanunlarda ise, padişah tarafından 2 ay içe-risinde onaylanması ya da bir defa görüşül-mek üzere meclislere gönderilmesi hükmü konuldu. Geri gönderme halinde bu metnin kanunlaşabilmesi için meclislerin 2/3 çoğun-luğu gerekliydi (ÖZBUDUN, 2005, s. 27). II. Meşrutiyet’in anayasacılığın gelişmesinde önemli bir yeri olduğu ve 1909 anayasa de-ğişikliğiyle demokratik bir meşruti monarşi anayasasına gidildiği aşikârdır.

Cumhuriyete giden sürece baktığımızda ise, Mustafa Kemal, Ankara’da olağan üstü yetkilere haiz bir meclisin yani kurucu bir meclisin oluşacağını bildirmiş ve Büyük Mil-let Meclisi 23 Nisan 1920’de açılmıştır. Yü-rütme kuvvetini kendi bünyesi içinden oluş-turan meclis, 20 Ocak 1921 tarihinde ilan edilen 24 maddeden oluşan Teşkilat-ı Esasiye Anayasasını benimsedi (ÖZBUDUN, 2005, s. 28). Anayasanın içeriğine baktığımızda, yasama ve yürütmenin mecliste toplanması, meclisin gerektiğinde Bakanları değiştire-bilme yetkisi ona meclis hükümeti özelliği-ni vermektedir. Bu yöntem demokratik bir hukuk devletinde olması gereken “kuvvetler ayrılığı” ilkesine, yasama ve yürütme erkleri-nin mecliste toplandığı ve bunun sonucun-da “kuvvetler birliği” ilkesini benimsemesi nedeniyle bu duruma ters düşmektedir. Bu

bağlamda II. Meşrutiyet’le hayata geçen Meclis-i Umumî, 1. TBMM’nin süreklilik öğesi olarak nitelendirilebilir. Tek farkı mec-lis hükümeti özelliklerini taşıyan yasama ve yürütmenin yasama kanadında birleşmesi kabul edilebilirken, üç erkin birbirinden ay-rılmaması sonucunda kuvvetler ayrılığına ters düşen yönü demokratik bir hukuk dev-letinin gerekliliklerine uymamaktadır. Diğer bir süreklilik unsuru olarak ele alabileceğimiz kavram “hâkimiyet-i milliye” ilkesinin ilk kez 1908 anayasa değişikliğiyle gündeme gelme-sidir (KUYAŞ, 2008, s. 55). Bu bize ulusal egemenliğin 1919’da getirilen bir yenilik ol-madığını ve devlet biçiminden ziyade güçler dengesiyle alakalı olduğunu gösterir.

Süreklilik Unsuru Olarak Laiklik ve Kanunlar

Tek Parti yönetiminin “enkaz devraldık” üslubu Medeni Kanun’a dolayısıyla da laikliğe ilişkin olarak cumhuriyet yönetiminin tek ol-madığını göstermiştir (KUYAŞ, 2008, s.55). Cumhuriyet dönemiyle karşılaştırıldığında din-devlet ilişkilerinde ve diğer kurumlarda ortaya çıkan laikleşme girişimleri olmasına rağmen, bu girişim Tanzimat’tan sonra ortaya çıkmış ve sınırlı kalmıştır. 1840 yılında Ceza, 1850 yılında ise Ticaret Hukuku Avrupa’dan benimsenen kanunlar çerçevesinde oluşturul-muştur. Burada önemli bir nokta olan şeri-at mahkemelerinin gücünü kısıtlayan yeni kurumlar oluşurken, Tanzimat Dönemi’nin başlıca sorunu olan ikililik meselesi, yani yeni kurumlarla eski kurumların bir arada olmasından doğan sorun tekrar gündeme gelmiştir. Bir yandan Şeriat Mahkemelerinin sınırları daraltılırken diğer yandan da Şeriat Mahkemelerinin Şeyhülislama bağlanması sorun teşkil etmiştir (KUYAŞ, 2006, s. 80). Burada şeriat mahkemelerinin yetkilerinin daraltılması laikliğin oluşumunda cumhuri-yet dönemi için süreklilik unsuru sayılabilir-ken, cumhuriyet döneminin uyguladığı poli-tikalarda bu ikiliği sonlandırma isteği ayrılık gösterir.

Kanunları inceleyecek olursak Tanzimat Döneminden sonra Ahmet Cevdet Paşa tara-fından hazırlanan İslam Hukuku’na dayanan ve şer’i mahkemelerde kullanılan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin Osmanlı Devleti’nde modernleşmenin temellerini attığını söyle-mek mümkündür. Mecellenin dışında bırakı-lan Medeni Hukuk, 1917 yılında Hukuk-u Aile Kararnamesi’yle ele alınmıştır (KUYAŞ, 2006, s. 80). Bu yasayla birlikte tek eşliliğin kabulü, kadınların boşanma haklarının ge-nişletilmesi ve müslim- gayrimüslim ailelerin aynı yasalara tabi olması dinsel kimliklerin bı-rakılarak laik bir düzenlemenin getirisi olarak sayılabileceğinden süreklilik arz etmektedir.

SonuçCumhuriyetin ortaya çıkış sürecini de-

ğerlendirirken Osmanlı Devleti’nde yaşanan modernleşme çabalarının yeni bir devlet olu-şumunda yarattığı etkinin göz ardı edilmeme-si gerekir. Bu çalışmada askeri alanda başlayan reformların, Tanzimat, Islahat, 1. ve 2. Meş-rutiyet dönemlerinde yeni boyutlara ulaştığı, İmparatorluk’un içinden çıkarak oluşan yeni ulus - devletin yaratılma sürecinde süreklilik unsurlarının olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Bu sürekliliğin olması doğal bir gerekliliktir. Hiçbir ulus geleneklerinden, kültürlerin-den tamamen sıyrılıp geçmişinden bağımsız olarak yaşamayı başaramaz. Toplumların dinamik yapıları gereği değişimin kaçınıl-maz bir unsur olmasının yanında geleneksel yapılardan devralınan ve onu devam ettiren boyutları vardır. Türkiye’nin kuruluş aşama-sındaki geçmişle olan hesaplaşma sürecinde, geçmişin silinip bir kenara atılmasından zi-yade, geçmişi kabullenip ileriye yönelik de-ğişim süreçlerini oluşturmak amaçlanmalıdır. [email protected]

1- AKYÜZ, Y. (1997). Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi: Türk İnkılabını Hazırlık Dönemi ve Türk İstiklal Savaşı. Ankara: YÖK.

2- ERDOST, M. İ. (1989). Osmanlı İmparatorluğu’nda Mülkiyet İlişkileri: Asya Biçimi ve Feodalizm. Ankara: Onur Matbaası.

3- İNAL, H. (1941). Prof. Dr. Halil İNALCIK Makaleleri. Ağustos 6, 2013 tarihinde http://www.inalcik.com/indexTr/halil_inalcik_makaleleri.asp: http://www.inalcik.com/images/pdfs/89230630TANZiMATNEDiR.pdf adresinden alındı

4- İNAL, H. (1941). Prof. Dr. Halil İNALCIK Makaleleri. Ağustos 6, 2013 tarihinde http://www.inalcik.com/indexTr/halil_inalcik_makaleleri.asp: http://www.inalcik.com/images/pdfs/89230630TANZiMATNEDiR.pdf adresinden alındı

5- KUYAŞ, A. (2008). II. Meşrutiyet “100.YIL”. Doğu Batı , 45, 50.

6- KUYAŞ, A. (2008). II. Meşrutiyet, Türk Devrimi Tarihi ve Bugünkü Türkiye. Doğu Batı , 45, 41-56.

7- KUYAŞ, A. (2006). Tarih:1839-1939. İstanbul: TÜSİAD.

8- MUMCU, A. (1996). Tarih Açısından Türk Devriminin Temel-leri ve Gelişimi. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.

9- ÖZBUDUN, E. (2005). Türk Anayasa Hukuku. Ankara: Yetkin Yayınevi.

10- PAMUK, Ş. (2002). 100 Soruda Osmanlı - Türkiye İktisadi Tarihi 1500 - 1914. İstanbul: Gerçek Yayınları.

İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Değişim İçinde Devamlılık

Page 46: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

44

KANLAR KİMİN İÇİN AKIYOR?Bayram günü Mescid-i Aksa, diğer

günlerin aksine, dünyanın çeşitli yerlerin-den gelen ziyaretçilerle dolup taşıyordu. Orada bulunan herkes, din, dil, ırk vb. farklılıklara aldırmadan birbiriyle bayram-laşıyor; birbirlerine tebessüm ediyorlardı. Biz de bu coşkulu kalabalığın içerisindey-ken biri Gazze’den diğeri ise Abu-Deis’ten gelen iki üniversite öğrencisiyle tanıştık. İsrail kimliğine sahip olmadıkları için Mescid-i Aksa’ya alınmayan bu iki Filis-tinli kardeşimizle sanki yıllardır birbirimizi tanıyormuşuz gibi sohbet ettik; hatta dost olduk.

“Eski Kudüs” adı verilen surlarla çevrili alan; Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Hris-tiyan bölgelerinden oluşuyor. Müslüman bölgesine yapılan giriş ve çıkışların kont-rolleri, İsrail askerleri tarafından yapılıyor. Filistinlilerin Mescid-i Aksa’yı ziyaret ede-bilmesi için İsrail nüfusuna kayıtlı olması-nın gerekli olduğunu öğreniyoruz Filistinli dostlarımızdan. Eğer İsrail kimliği olmayan bir Filistinli, Mescid-i Aksa’yı ziyaret eder ve yakalanırsa, tamamen İsrail askerlerinin insafına kalıyor ki bu kişilere acımasız iş-kenceler yapıldığını ve daha başka insanlık

dışı muamelelere maruz bırakıldıklarına şa-hit olduklarını söylüyor dostlarımız.

İsrail kimliğine sahip olmayan bu iki Filistinli dostumuz, baskılara ve kontrol-lere rağmen, Mescid-i Aksa’yı ve pek çok kıymetli tarihi, kültürel, dini yapıyı içinde barındıran bu bölgeyi ziyaret etmek için başlarına gelecek her şeyi peşinen kabul-lenmişler. Onlar gibi daha niceleri, üç din için de kutsal olan bu bölgeyi görebilmek ve dahi hissedebilmek için bu bölgeye bir şekilde girebilmek için ellerinden geleni ya-pıyorlar. Tek amaçları, tüm dinler için kut-sal olan ve yalnızca “insan” olma dışında başka hiçbir şey gerektirmeyen kardeşlik-lere sahne olan bu topraklardan mahrum kalmamak.

Dünyanın dört bir yanından gelen zi-yaretçilerin orada yaşayan insanlarla buluş-tuğu bu kutsal mekan, kardeşlik duygusu-nu iliklerimize kadar hissettiriyor. Acıları, sevinçleri; üzüntüleri ve mutlulukları bera-ber yaşatıyor.

Safa ve Sajeda Anlatıyor Mescid-i Aksa’da bir bayram sabahı ve

iki Filistinli dost… Gazze’li olan dostumuz

Safa’nın Mescid-i Aksa’ya ilk gelişi... Filis-tinli hemen herkesin savaşla ya da İsrail’le alakalı bir hikayesi var. Ayrılık, gözyaşı, öz yurdunda yaşanılan zillet ve tüm dünyaya yansıtmaya çalışılan izzet...

Safa gözyaşlarıyla paylaşıyor hafıza-sının çelik levhasına kazıdığı hatıraları. Şaşkınlık ve üzüntü içinde biz de gözyaş-larına eşlik ederek dinliyoruz: “Dört yıldır ailemi hiç görmedim. Üniversitemin bulun-duğu bölgeden çıkıp yasak bölgelerden biri olan Gazze’ye, ailemin yanına gidersem bir daha üniversiteme dönemezdim ve eğitimim yarım kalabilirdi. 2008 yılının Aralık ayını ve sonrasını hiç unutamam. O sabah bütün tıp öğrencilerinin gireceği sınav için üniver-siteye giderken şiddetli bir bomba sesi duy-duk. Otobüsten indiğimde her taraf toz duman içindeydi. Ağlayan çocuklar, imdat çığlıkları, kan kokusu, camilerden gelen yardım çağrı-ları, gökyüzünde süzülen ve ölüm kusan heli-kopterlerin gürültüsü... Neler olduğu hakkın-da en ufak bir fikrim yoktu ve ne yapacağımı bilemez bir halde etrafıma bakıyordum. Ailem geldi aklıma. Onlar da bu kan kokan, ölüm kusan yerdeydi. Hemen telefona sarıldım, ba-bamı aradım; fakat ulaşamadım. Herkes can derdindeydi ve sevdiklerine ulaşmaya çalışı-yordu. Kimden yardım istediysem onlar da

Aslı Hatice SUNGUR

Aslı Hatice SUNGUR

Acı çekmek, sanki burada yaşayan herkesin kaderi

olmuş. Herkesin Safa ve Sajeda gibi,

gözyaşlarıyla anlattığı, anlatırken tekrar

yaşadığı yürek burkan bir hikâyesi var. Maaşı

İsrail tarafından kesilen Müslümanlar,

evsiz kalan aileler, zulüm gören çocuklar,

hakaretler, dayaklar, keyfi muameleler ve

daha niceleri… “Tüm bunlar ne için?” diye

haykırası geliyor insanın…

Page 47: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

45

benimle aynı haldeydi. Aileme ulaşamayınca her şeyi göze alıp

eve gitmeye karar verdim. Uzunca bir müd-det bu can pazarının, insan selinin içinde yürüdüm. Herkeste aynı telaş ve dert vardı. Bombaların ardı arkası kesilmiyordu. Zar zor eve vardım. Elektrikler kesilmiş, telefon hatları kopmuş. Annem ağlıyor, babam çare-siz… Ailemizin diğer fertlerinin eve sağ salim dönmesi için dualar eşliğinde bekleyiş… Zira elimizden başka bir şey gelmiyordu. Allah’a şükürler olsun ki herkes sağ salim eve döndü.

Camlar, kursun ve şarapnel parçaların-dan kırılır diye mevsim kış olmasına rağmen camları indirip, pencereleri perdeyle kapattık. Ve ara ara gelen elektrikle hemen haberleri dinleyip ne olduğunu anlamaya çalıştık. Tam yirmi iki gün sürdü bombardıman. Yirmi iki gün nice ocaklar söndü. Helikopter ve uçaklar ufukta belirince, bir süre sonra her yeri sarsan bomba sesleri işitiliyordu. Bir ev daha isabet alıyor ve bir sürü kişi daha can veriyordu. Yirmi iki gün süren bombardımanın bilançosu ağırdı: 1400’ten fazla şehit ve 5000’den faz-la yaralı. Binlerce ev yıkıldı veya ağır hasar gördü. Bunun sonucunda evsiz kalan 9000 kişi yerini değiştirmek zorunda kaldı. Bu yaşanan, son yüzyılda silahsız ve savunmasız insanlara karşı yapılan en acımasız katliamdı.”

Safa daha fazla devam edemiyor, göz-yaşlarına boğuluyoruz hep beraber… Bu topraklarda yaşayan binlerce insanın his-lerine tercüman oluyor adeta Safa. Diğer dostumuz Sajeda’nın hikâyesi de en az Safa’nınki kadar yürek dağlayıcı. Can kula-ğıyla kendisini dinlemeye başlıyoruz:

“Babam öğretmendi. Ben dört yaşınday-dım. İsrail askerleri evimizin kapısına silahla vurarak içeri girdi. Beni ve kardeşlerimi hır-paladılar; babamı tutukladılar. Babamın göz-lerindeki korku kendisi için değil; anneme, kız kardeşlerime dokunmalarından ve bizlere zarar vermelerinden korkuyor. Ellerini ke-lepçeleyip gözlerini bağlayıp götürdüler ba-bamı; bizse sadece arkasından çaresizce ba-kakaldık. Babam için çocuklarının, ailesinin gözleri önünde bir cani gibi tutuklanmanın ve dayak yemenin; bizim açımızdan için ise ba-bamıza gözlerimizin önünde yapılan insanlık dışı muameleye ses çıkarmamanın ne kadar acı olduğunu anlatamam. Sonra babamı ha-pishanede ziyaret ettik. Annemin girmesine izin vermediler. Bizi aldılar o korkunç hapis-haneye. Yarım saat görüşmemize bile zor izin verdiler. Babam bir müddet sonra serbest bı-rakıldı. Ancak her an tutuklanma korkusunu ne babam ne de biz üzerimizden atabildik.”

Acı çekmek, sanki burada yaşayan her-kesin kaderi olmuş. Herkesin Safa ve Sa-jeda gibi, gözyaşlarıyla anlattığı, anlatırken tekrar yaşadığı yürek burkan bir hikâyesi var. Maaşı İsrail tarafından kesilen Müs-

lümanlar, evsiz kalan aileler, zulüm gören çocuklar, hakaretler, dayaklar, keyfi mua-meleler ve daha niceleri… “Tüm bunlar ne için?” diye haykırası geliyor insanın…

Oysa Kudüs gerek tarihi gerekse kül-türel yönden o kadar zengin bir belde ki, sanki dünyanın küçülmüş bir halini andırı-yor. Hristiyanlar hac vazifesini eda ederken Müslümanlar cumaya gidiyor. Bir yandan ezan sesi duyulurken öbür taraftan çan sesleri geliyor. Yahudiler Hz.Davud’un ba-şında Tevrat okurken Müslümanlar Kuran okuyor. Dünyanın birçok yerinde gelen; farklı dine, ideolojiye, dünya görüşüne sa-hip ve farklı dili konuşan birçok insan bu şehirde toplanıyor ve minyatür bir dünya oluşturuyor.

Kudüs’ü hayaller eşliğinde hayranlık-la geziyoruz. Filistinliler’in hemen hepsi İngilizce biliyor. İngilizce konuştuğunuz-da cevap vermeyen insan sayısı çok az. Türkiye’den gelenleri ise adeta bağırlarına basıyorlar ve dost olmak, dertlerini paylaş-mak istiyorlar. El-Halil

Yasak bölgelerden biri olan, içinde Hz.İbrahim(as.)’in başta olmak üzere bir-çok peygamberin kabrinin bulunduğu, çok büyük bir kısmı Müslümanlar’dan oluşan El-Halil bölgesine, askerlerin sıkı kontrol-lerinden geçerek giriyoruz. Fakat orayı ve orada yaşananları tam anlamıyla aktarabil-mek mümkün değil. Yollar ikiye ayrılmış; üçte biri Müslümanlara geri kalanı ise Ya-hudilere tahsis edilmiş.

Müslümanların şehre girmesine ve şehirden çıkış yapmasına izin verilmeyen, terk edilmiş, harabe evlerden oluşan, sokak lambaları bile yanmayan, kimseden çıt çık-mayan bir beldede yaşadığınız düşünün. Orada yaşayanların yaşadıklarını hayal etmeye, hissettiklerini yüreğinizde hisset-meye çalışın. Orada bir çocuk olun; orada kanı delicesine akan, yüreği göğüs kafesine sığmayan bir delikanlı ya da endişeli bir genç kız olun. Bir anne olun; evlatları için endişe eden, bir baba olun evlatlarını ko-ruyamayan. Ya da orada yaşayanların size bakışlarını hayal edin. O donuk, çaresiz, içinize işleyen, tüylerinizi ürperten bakışla-rı yüreğinizde hissetmeye çalışın.

Gördüklerinin yıkıcı etkisi altında, konuşmaya mecali kalmamış bir grup in-sanla, bünyesinde Hz. İbrahim, Hz.İshak ve eşi, Hz.Yusuf ve Hz.Yakup’un kabirleri olan Halil’ul-Rahman Camii’ne girdik. Ya-hudiler Hz.İbrahim’i ve çocuklarını kendi

peygamberleri ve ataları olarak kabul ettik-lerinden “Size ne oluyor? Onlar bizim de-delerimiz!” diye çıkışırken Müslümanlar ise “Biz de onlarla aynı inancı taşıyan torunla-rıyız” diyor. Bundan dolayı kabrin bir kıs-mı Yahudiler’e, bir kısmı da Müslümanlar’a ayrılmış. Yahudiler’in çoğu sesli ve hareketli olan ibadetlerine izin verilirken Şabat (cu-martesi) günlerinde Yahudiler’in ibadetleri dolayısıyla Müslümanlar’ın ezan okuması bile yasakmış. O günlerde ezan okumak için özel izin almak gerekiyormuş. Ayrıca dikkatimizi çeken hususlardan bir diğeri, burada yaşayan insanların, Filistin’i Yahu-dilere vermeyi reddeden II. Abdulhamid’i hâlâ anıyor ve hayırla yad ediyor olmaları. Ancak şu an orada yaşananlar dolayısıyla Abdülhamid Han’ın kemikleri sızlıyordur muhtemelen.

Sonuç YerineFilistinliler’e ait olan toprakların gün

geçtikçe azalması, Filistinliler’e ait proje-lerin İsrail tarafından iptal edilmesi, kendi topraklarında kendilerini anlatacak bir fil-mi (Five Broken Cameras) dahi çekmeleri-ne şiddet uygulayarak engel olunması, ha-vaalanlarında yaşanan onur kırıcı sorunlar ve daha nicelerini birinci ağızdan dinledik ve kimi zaman gözyaşlarımızı tutamadık, kimi zaman da öfkeyle yerimizde durama-dık.

Farklılıklara tahammül edememenin, ötekileştirme kültürünün, birlikte barış içinde yaşama algısından yoksunluğun nele-re mal olduğu bugün İsrail-Filistin toprak-larında rahatlıkla görülebilir. “Vaadedilen topraklar(Arz-ı Mevud)”a ulaşma gayesiyle hareket ettiğini iddia eden ve bunu Tevrat’a dayandıran İsrail Devleti, aslında Tevrat’ta geçen “Öldürmeyeceksin!” emrini hiçe sa-yarak kendi içinde büyük çelişki yaşıyor. Hem kutsal kitapta yazılanı gaye edinecek-sin hem de aynı kitapta yazan en önemli emri çiğneyeceksin; ne yaman çelişki! Bu açıdan bakıldığında olayın din boyutunu çoktan aştığı, artık çıkarlar için silahların devreye girdiği tüm netliğiyle anlaşılabi-lir. Uluslararası camianın da bu “orantısız savaş”a adeta seyirci kalması, ölen insan sayısının her geçen gün artmasına sebep oluyor. Uğruna kanlar akıtılan kutlu şehir Kudüs, belki de tarih boyunca hiç olmadı-ğı kadar kötü günler geçiriyor. Ve Mescid-i Aksa her bayram ağlamaya devam ediyor… [email protected]

Kanlar Kimin İçin Akıyor?

Page 48: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

46

BİLGE KRAL ALIJA IZETBEGOVICGüney Slavları’ndan bir halk olan Boş-

naklar tarih boyunca bu topluluğun men-subu diğer halklardan farklı tercihlerde bu-lunmuşlardır. Bölge halkının tercihlerinde genelde iki seçenek üzerinde yoğunlaşma mevcut olur iken Boşnaklar her zaman kendilerine bir ‘üçüncü yol’ bulmuşlardır. Bu ‘üçüncü yol’ eğilimi, din olgusunda da aynı şekilde olmuştur. Ortodoks Sırplar ve Katolik Hırvatlar arasında kalan Boşnaklar, önce teslise inanmayan ve Papalık otorite-sini tanımayan “Bogomil” mezhebini daha sonra da İslamiyet’i seçmişlerdir. Dini ter-cihlerinde olduğu gibi, Boşnaklar hemen hemen her önemli meselede aynı stratejiy-

le hareket ederek Sırplar ve Hırvatlar’dan farklı olma gayreti içerisinde olmuşlardır.

Osmanlı Devleti’nin Balkan coğraf-yasından çekilmesiyle bölgeye hâkim olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Yugoslavya yönetiminde kendilerini birçok açıdan yalnız hisseden Boşnaklar, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkelerinin gele-ceğine damga vuracak bir liderle tanışacak-tı. İleride bir neslin ‘Babo’ ardından gelen diğer neslinse ‘Dedo’ diyeceği bu kişi, daha sonra ‘Bilge Kral’ olarak anılacak olan Aliya İzzetbegoviç’ten başkası değildi.

Aliya İzzetbegoviç, 1925 yılında Bo-sanski Samats’ta İslami hassasiyetleri olan

bir ailede dünyaya geldi. Henüz iki ya-şındayken çeşitli sebeplerden dolayı ai-lesi, Saraybosna’ya taşındı. Aliya, Alman Lisesi’nde eğitim gördüğü sırada berabe-rindeki birkaç arkadaşıyla beraber Mladi Müslümani’ye (Genç Müslümanlar) katıl-dı.

Mladi Muslimani (Genç Müslümanlar)

Mladi Müslimani İkinci Dünya Sa-vaşı başlamadan hemen önce sadece Yugoslavya’da değil tüm Avrupa’da bulu-nan Balkan Müslümanları’nın katılımıyla kuruldu; teşkilatın öncülüğünü ise Boşnak

Alperen YURTOĞLU

Alperen YURTOĞLU

“Bizler özgürlük için savaşan bir halkız. Cesaret, bilgelik ve iyilikle amaca ulaşmak istiyoruz. İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İnanın bana, tüm bu acı tecrübelerden sonra bile

insanlardan nefret etmiyorum. Her şeyin güzel sonuçlanacağına ve bu cehennemden bir çıkış olduğuna yönelik umudumu diri tutan işte budur!”

Page 49: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

47

Müslümanlar yaptı. 1939 yılında kurulan Mladi Müslümani’ye Aliya 1940’ta üye oldu. Üyeliğinin ardından teşkilattaki ar-kadaşlarıyla beraber İslami fikri altyapısını geliştirme çabasına girdi. Teşkilat, Müslü-man gençler arasında, büyük saygı ve kabul gördü.

II. Dünya Savaşı başlamadan on beş gün önce, Mladi Müslimani ilk genel ku-rulunu düzenledi. Bu genel kurula, dış baskılardan dolayı yalnızca elli kişi katıldı. Savaş sürecinde Genç Müslümanlar, kısıtlı imkânlarına rağmen savaş mağduru Müs-lüman ailelere yardım çalışmaları yürüttü.

Hapiste Geçen YıllarSavaştan sonra bağımsızlığını kazanan

Yugoslavya’da komünist rejim başa geldi ve Aliya 1946’da ‘İslamcılık’ suçundan üç yıl hapse mahkûm edildi. Aliya, daha sonraki yıllarda, o gün mahkeme esnasında savcı-nın “Bunlara öyle bir ceza verelim ki bir daha böyle bir şeyi düşündüklerinde da-marlarındaki kanları buz tutsun!” dedi-ğini aktaracaktı. 1946-49 yılları arasında, çeşitli cezaevlerinde pranga mahkûmu mi-sali kereste işçiliği yapan Aliya, nihayetinde özgürlüğüne kavuşacaktı.

Aliya İzzetbegoviç, hapisten çıktıktan sonra Saraybosna’da Ziraat ve Hukuk eğiti-mi aldı. 1980 yılında Josip Broz Tito ölün-ce Yugoslavya’da etnik çekişmeler ve ekono-mik bunalım kendini göstermeye başladı. Bu durum yeni rejim tartışmalarını da beraberinde getirdi. Aliya, hayatı boyunca demokrasiyi savunmasına rağmen, bu sü-reçte yayınladığı ‘İslam Deklarasyonu’ adlı eseri nedeniyle 1983 yılında, ‘hâkim siste-mi değiştirmek ve Bosna-Hersek’i İslami devlete dönüştürmek’le itham edildi. Bu suçtan dolayı, 14 yıl hapis cezasına çarp-tırıldı. Sonra cezası 11 yıla düşürüldü ve artan uluslararası baskı sonucu 1988 yılın-da çıkan bir afla serbest bırakıldı. Bu hapis cezası kitabın popülaritesini daha da artır-dı. Hapiste kaldığı süre içerisinde ‘Doğu ve Batı Arasında İslam’ adlı bir eser daha kaleme aldı. Hapis hayatı sırasında dünya-nın değişeceğini öngören Aliya, daha sonra yayınlanacak bir eseri daha bu hapis döne-minde kaleme aldı. ‘Özgürlüğe Kaçışım-Zindandan Notlar’ adlı kitabı, dünyadaki değişimin hapishane duvarları ardından da fark edilebildiğini gözler önüne serdi.

Komünist ve Sosyalist rejimlerin çök-meye başladığı bir dönemde hapisten çıkan İzzetbegoviç, 1990 yılının Mart ayında De-

mokratik Eylem Partisi’ni kurdu. 5 Aralık 1990’da partinin genel başkanlığına seçilen Izzetbegoviç, partisinin katıldığı ilk genel seçimde büyük bir zafer elde ederek ikti-dara geldi.

Karadzic’e Meclis’te cevap!Takvimler 14 Ekim 1991’i göster-

diğinde Bosna-Hersek Meclisi ilginç bir diyaloga sahne oldu. Bosna-Hersek’in Yugoslavya’dan bağımsız hale gelmesi ko-nusunun tartışıldığı sırada, daha sonra bü-yük katliamlar yapacak olan savaş suçlusu, Bosnalı Sırplar’ın o zamanki lideri Rado-van Karadzic meclis kürsüsünden: “Bosna-Hersek’i itmeye çalıştığınız yer cehennem-dir. Bosna’yı cehenneme çevireceğimizin ve belki de Müslümanları tamamen yok edeceğimizin farkında değil misiniz? Müslümanlar burada savaş patladığında kendilerini savunamayacaklar!” diyor-du. Bu saldırgan üslup ve hasmane sözler karşısında Aliya İzzetbegovic’in cevabı ise şu şekildeydi: “Karadzic’in verdiği me-

sajlar aynı zamanda, diğerlerinin de niçin Yugoslavya’da kalmak istemediklerini or-taya çıkardı. Karadzic’in istediği, içinde Sırplar’dan hiçbir milletin olmadığı bir Yugoslavya’dır. Herkes Yugoslavya’dan nefret etmeye başladı; çünkü Karadzic’in metodu bütünüyle yanlış. Çünkü o tek ve takıntılı bir bakış açısına sahip. Umarız ki Sırplar kendi demokrasi geleneklerine dönmeyi başarırlar. Çünkü bu durum on-lar için prestij kaybıdır. Bizi yok etmekle tehdit ediyorlar ama bilsinler ki Müslü-manlar yok olmayacaktır”

Sırpların bu düşmanca tutumu, Boş-naklar ve Sırplar arasındaki gerilimin ar-tacağının ve Yugoslavya’nın dağılacağının habercisiydi. 1991 sonrasında henüz yı-kılmayan ama çözülme belirtilerini iyiden iyiye göstermeye başlayan Yugoslavya’da, devlet yönetim ve orduda Sırplar etkindi. Demokraside ısrar eden Boşnaklar hep bir üçüncü yol arıyordu. Ama ne yazık ki bu kez savaştan başka bir “üçüncü yol” gözük-müyordu.

Savaş Sırasındaki TavırBosna’da savaşın acımasız ve bir o ka-

dar da kuralsızlaştığı, çoluk çocuk ayrımı yapılmadan herkesin keskin nişancılar ta-rafından vurulduğu, yani insanlık dramla-rının yaşandığı günlerde, Aliya İzzetbego-vic yanındakilere ‘isyan ahlakı’ ve ‘ilke’den bahsediyordu. Yine o zamanlardan biri olan 9 Aralık 1993 savaşın en onursuz, en ilkesiz ve en sınır tanımaz gününde Aliya, Boşnak askerlerine şu şekilde sesleniyordu: “Neredeyse bütün savaş teamülleri Sırp-lar ve Hırvatlar tarafından ihlal edildi,

Bilge Kral

Neredeyse bütün savaş teamülleri Sırplar ve Hırvatlar tarafından ihlal edildi, bizim tarafımızdan değil. Bu durum Avrupa için bir sürpriz oldu. Eğer birileri kadınları ve çocukları öldürüyorsa, kutsal şeyleri, köprüleri, kültürel yapıları tahrip ediyorsa, Avrupa, bunu yapanların ancak Boşnaklar olabileceğini düşünüyordu. Avrupa’nın medeni bir biçimde davranmalarını beklediği Avrupa kökenli halklar, savunmasız insanları öldürdüler, camileri ve köprüleri tahrip ettiler. Biz bunları yapmadık. Bu nedenle yurtdışına gittiğimde başım dik yürüyorum.

Page 50: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

48

bizim tarafımızdan değil. Bu durum Av-rupa için bir sürpriz oldu. Eğer birileri kadınları ve çocukları öldürüyorsa, kutsal şeyleri, köprüleri, kültürel yapıları tahrip ediyorsa, Avrupa, bunu yapanların ancak Boşnaklar olabileceğini düşünüyordu. Avrupa’nın medeni bir biçimde davran-malarını beklediği Avrupa kökenli halklar, savunmasız insanları öldürdüler, camileri ve köprüleri tahrip ettiler. Biz bunları yap-madık. Bu nedenle yurtdışına gittiğimde başım dik yürüyorum.” Aliya daha sonra kendisinin ‘kaybetmeye mahkûm bir ordu-nun muzaffer komutanı’ olarak anılmasını sağlayacak olan şu sözlerle devam ediyor-du: ‘‘Savunmasız insanlara zulmetmeyin! Ancak halkın ordusu olduğumuzda ve insanlar bizden korkmadığında muzaffer olabiliriz! İnsanları tehdit eden bir ordu

sefildir; muzaffer olamaz!’’ Askerlerine bu ifadelerle savaştaki en temel ilkeyi ifade eden İzzetbegoviç, hiçbir insanlık anıtının taşıyamayacağı kadar yüce ve canlı bir başka ilkeyi de şu şekilde dile getiriyordu: “Bizler özgürlük için savaşan bir halkız. Cesaret, bilgelik ve iyilikle amaca ulaşmak istiyoruz. İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İna-nın bana, tüm bu acı tecrübelerden sonra bile insanlardan nefret etmiyorum. Her şeyin güzel sonuçlanacağına ve bu cehen-nemden bir çıkış olduğuna yönelik umu-dumu diri tutan işte budur!”

Aliya beyanlarından da anlaşılacağı gibi hiçbir zaman nefreti savunmamış; ak-sine barışçıl ve hümanist davranmayı her türlü insanlık dışı, onursuz ve tahrik edici faktörlere rağmen sürdürebilmiştir.

Dayton Barış Anlaşması Aliya, acı bir ilacı içmeye benzetti-

ği ve Bosna Savaşı’nı sonlandıran Dayton Barış Antlaşması’nı imzalarken yine barışta ısrarcılığını gösteren şu sözleri söylemiş-tir: “Uzun hayatım boyunca pek çok iş yaptım. Ancak bugüne kadarki en zor iş, Dayton’daki anlaşma masasına oturmak oldu. Benim derdim muzaffer bir komutan olarak anılmak değil, ülkeme koltuğumun altında makul bir barış anlaşması ile dön-mekti. Sırplar sadece benim önerilerime ters düşen önerilerle değil, aynı zamanda tüm adalet ve insanlığa ters düşen öneri-lerle çıkıyorlardı karşıma. Böyle bir barışı kabul etmek çok zordu. Ama zor olan baş-ka bir şey vardı; eve ‘Savaşa devam edi-yoruz!’ cümlesi ile dönmek. Bu yapılması neredeyse imkânsız bir tercihti ve ben ken-dimi çarmıha gerilmiş hissediyordum.”

Savaş sonrasında Bosna-Hersek Fe-derasyonu kuruldu. Aliya İzzetbegovic Bağımsız Bosna-Hersek’in Kurucu Cum-hurbaşkanı seçildi. Ardından bir dönem daha seçilen İzzetbegoviç, kapsayıcı ve ku-caklayıcı tavırlarla yönettiği ülkesinin cum-hurbaşkanlığını, sağlık durumunu gerekçe göstererek 2002 yılında bıraktı. 2 sene sonra da takvimler 19 Ekim 2003 tarihini gösterdiği gün vefat etti.

“Selam Sana Ey Halkım!” Aliya’nın yapmış olduğu son ko-

nuşma ‘Selam Sana Ey Halkım!’ nidasıyla akıllarda kalmıştır. Bu veda konuşmasında, savaş sonrasında yaşanan tüm acıları ve tec-rübeleri dile getiren Aliya, halkına öğütler verirken savaştaki kayıplarını da minnet ve şükranla anmıştır. Aktif siyaseti bıraktığını bu konuşmasında belirtmiştir. Konuşma-nın şu kısmı Aliya’nın nasıl bir insan, na-sıl bir lider olduğunu yansıtır niteliktedir: “Bu günleri gösteren yüce Allah’a hamd ediyorum. Tarihimizi kanımızla yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi, alçakça katliamlar yaptılar. Yapılan katliamları dünya şimdilerde or-taya çıkartılan toplu mezarlardan anla-makta. Bu gerçekleri haykırmıştık; ama duyan, aldıran olmamıştı. Tüm acılara rağmen çok şükür ayaktayız. Yıkılan ev ve camilerimizi yeniden inşa ettik. Şehitleri-mizi rahmetle anıyoruz. Onlarla inşallah cennette buluşacağız. Onları Allah’ın ve meleklerinin huzurunda şanlı direnişle-rinden dolayı kutlayacağız. Gelinen nok-tada her şey bitmiş değil, yeni başlıyoruz.

Alperen YURTOĞLU

Page 51: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

49

Başlattığımız mücadelede, eksiklikler ol-masına rağmen bir yerlere geldik. Bundan sonra görev sizlerindir. İlerleyen yaşım ve sağlık sorunlarım nedeniyle aktif si-yaseti bırakıyorum. Bundan sonra, geri kalan ömrümü, bir nefer olarak, halkıma hizmet etmek isteyen siyasilere destekle yaşayacağım. Allah’a hamd ediyorum ki bugün elimde dalgalanan bayrağı, gönül rahatlığıyla teslim edebileceğim, ‘inanmış yüzbinler’ var. Artık Bosna-Hersek hür! Bayrağımız kendi topraklarımızda dal-galanıyor! Selam sana ey halkım! İma-nınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın!”

SonuçSadece Bosna Hersek’te değil tüm

dünyada sevenleri olan Aliya’nın vefatıyla Türkiye’de de her kesim üzüntüye boğul-muştu. Cenaze törenine iştirak etmek için on binler Saraybosna’ya akın etmişti. Saray-bosna da delikanlısını kaybetmeye tepkisiz kalmamış; gök gözlerinden dökülen yaşla-rını, şehitlerin kanlarıyla sulanmış bereketli topraklarına bırakmıştı.

Aliya hakkında Tanıl Bora şunları söylemiştir: “Üzerinde birleşilen nok-ta, İzzetbegoviç’in düşüncesinin; çe-şitli milletlerin, dinlerin, kültürlerin, Doğu ile Batı’nın birbirine kavuştuğu

Yugoslavya’nın zenginliğinden ve ‘avan-tajlarından’ yararlanan; yaşadığı coğ-rafyanın kültürel zenginliğini yansıtan niteliğidir.” Farklılıkların bir arada barış içerisinde yaşadığı bir dünya hayal eden Aliya, bu uğurda bir ömür harcamış; ancak kendi ve bağlı bulunduğu kültürün benli-ğini tehdit edecek her şeye karşı da savaş-mıştı.

Yıllar sonra, Aliya İzzetbegoviç’in sa-vaştaki duruşuna binaen bir yazar: “Dün-yanın bütün Karadzic’lerine rağmen Aliya’lar yaşıyor!” diyecekti. Bir başka ya-zar da bir yandan Aliya’nın dünyaya erken veda edişine sitem ederken diğer yandan da kendisine bir kez bile “Komutanım!” diye-memiş olmasına hayıflanacak; Bilge Kral’a dünyanın bütün dillerinde ‘Komutanım!’ diye haykıracaktı.

Ölümünden sonra, insanlık dışı kat-liamlar yaparak savaş ahlakını hiçe sayan düşmanları. bir bir ortalardan kaybolacak ve yıllar sonra bulunarak Lahey’deki Adalet Divanı’na teslim edileceklerdi. İnsanlıktan nasibini alamamış bu mahlûkların aksine Aliya, savaştaki ilkeli ve onurlu duruşundan dolayı bir yere kaçma ya da saklanma gere-ği duymadan başı dik bir şekilde Avrupa’da her yere gidebilmişti. Yalnız bu başı dik, cesur ve onurlu lider, dünyaya buruk veda

edecekti. Binlerce Boşnak onursuzca katle-dilirken uluslararası toplum ve kuruluşların esamisinin bile okunmamış olmasına içer-leyecek ve ötelere gönlü kırgın gidecekti.

Kendisinden yıllar sonra, yine Bosna-Hersek’in yetiştirdiği sanatçı Edin Dervis-halidovic ya da sahne adıyla Dino Merlin, Aliya için şarkılar yazacak ve söyleyecekti. Hakkında, ‘O şarkı söylediğinde Balkanlar’a barış gelir.’ denen Dino Merlin’in Aliya’yı anlattığı şarkısının ismi ‘Date Nije Aliya’ yani ‘Aliya sen olmasaydın’dır. Barışı geti-ren şarkıcı, Aliya için şöyle der bir şarkısın-da: “Karanlıkları ışık bilirdim; Aliya sen olmasaydın…”

Rahat uyu Bilge Kral; “Dünyanın bü-tün Karadzic’lerine rağmen Aliya’lar hep yaşayacak!”

Bilge Kral

1- BORA, T. (1994). Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası: Bosna Hersek. İstanbul: Birikim Yayınları.

2- COŞKUN, A. H. (2004, Eylül 10). Aliya’ya Özlem. Sabah Gazetesi .

3- ELİAÇIK, R. İ. (2004). Aliya İzzetbegovic. İstanbul: İlke Yayınları.

4- İZZETBEGOVİÇ, A. (2003). Tarihe Tanıklığım. (A. Demirhan, A. Erkilet, & H. Öz, Çev.) İstanbul: Klasik Yayınları.

5- İZZETBEGOVİÇ, A. (2005). Özgürlüğe Kaçışım. (H. T. Başoğlu, Çev.) İstanbul: Klasik Yayınları.

6- YUSUF, S. (2003). Sana Dünyanın Bütün Dillerinde Komutanım Demek İsterdim. Gerçek Hayat Dergisi.

Page 52: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

50

BARIŞI HAYAL ETMEKEvrensel Kültürler Akademisi

Nitelikli konuşmacıların ufuk açıcı yorumlarıyla okuyucuyu; zor olana, yani barışın tesisi adına düşün-meye teşvik eden “Barışı Hayal Et-mek”, Evrensel Kültürler Akademisi tarafından 2002 yılının Aralık ayın-da düzenlenen uluslararası forumda yapılan konuşmaların bir dökümü. Fransa’da düzenlenen ve iki gün süren forum için, 11 Eylül saldırıları sonrası oluşan güvensizlik ortamında kulağa belki de fantastik gelebilecek bir baş-lıkla harekete geçilmiş ve ciddi emek harcanmış. Nobel Barış Ödülü sahibi Akademi Başkanı Elie Wiesel’in giriş konuşmasında sorduğu soru da as-lında toplantının ortaya çıkmasında etkili olan düşünceye işaret ediyor: “Niçin savaş bu denli kolay ve rahat başvurulan bir seçenek? Savaş cep-hesinde ölüm hüküm sürerken, barış neden gerçek bir amaç değil?”. Elie Wiesel’in yine kendi sözleriyle; sava-şın, insanlığa “sürekli yeni fanteziler üretebilen ve bir yandan mezarları doldururken bir yandan da başarıdan başarıya, hatta zaferden zafere koşa-bilen bir esin kaynağı” olarak sunul-ması, sorunun tespitinde önemli bir bakış açısı ortaya koyuyor.

Forumda “barış” kavramı, böl-gesel ve evrensel başlıklar altında ele alınmış. Katılımcılar arasında yer alan edebiyatçı ve filozof Umberto Eco’nun konuşması, küçük barışların kesintisiz büyük savaşların gerilimini azaltacağına yönelik pratik öneriler içeriyor. İsrailli roman yazarı Abra-ham Yehoshua ile beraber Filistinli Felsefe Profesörü Sari Nusseibeh de toplantının kilit isimlerinden. Zira ikisi de yıllardır süren İsrail-Filistin Sorunu’nda barışın tesisi için uzun yıllar çalışmış ve bedeller ödemiş insanlar. Cezayirli Zazi Sadou, ül-kesinde insanların maruz kaldığı te-rörizmin boyutlarını ve devletlerin sadece kendi önemli çıkarları zarar

gördüğünde terörizme karşı ortak bir tepki aldıklarını anlatıyor. Fransa’nın Sağlık ve Dışişleri eski Bakanların-dan olan ve ayrıca “Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières/Doctors Without Borders)” örgütü kurucularından Bernard Kouchner ise, gelişmiş ülkeler ve diğerleri ara-sındaki sağlık düzeyi ve buna bağlı olarak yaşam sürelerinin farklılığına dikkat çekerken, aynı zamanda biyo-terörizm kavramı üzerinde duruyor. Toplantıda defalarca anılan Kant ve onun barışı tahayyül şekli (perpetual peace-ebedi barış), katılımcılara il-ham vermiş gibi görünüyor. Kant’ın kalıcı barışın sağlanması adına madde madde ortaya koyduğu yapıcı fikir-lerin, yalnızca kendi devrinin sosyal ve politik olaylarına karşı bir çözüm arayışı olarak kalmadığı ve gelecek kuşaklara ışık tuttuğu aşikâr.

11 Eylül’den yaklaşık bir sene sonra gerçekleşen forumda, beklen-diği üzere siyasal İslam ve bununla ilişkilendirilmiş terörizm kavramı da gündem maddelerinden biri olmuş. Tansiyonun zaman zaman oldukça yükseldiği oturumlarda, bazı katılım-cılar ile özellikle Müslüman ülkelere mensup konuşmacılar arasında, inanç ve inancı yorumlama biçimine ilişkin ayrışmalar meydana gelmiş. Bu hara-retli tartışmalar, kitapta bütün detay-larıyla ve objektif bir şekilde okuyu-cuya sunulmuş.

“Barışı Hayal Etmek”, yaklaşık on sene önce düzenlenen bir forumun dökümü niteliğinde olsa da okuyucu-ya, geçen bu süreçte insanlığın dünya barışı adına ne yazık ki çok da büyük bir ilerleme kat edemediğini fark etti-riyor. Bakıldığı zaman, on sene sonra gelinen noktada insanlık; yeni savaş-lar, diktatörler ve katliamlar üretmiş durumda. Öyleyse Umberto Eco’nun konuşmasını noktalarken sunduğu “Evrensel barış, ölümsüzlük Sayfa

Sayısı: 296Baskı Yılı: 2005Dili: TürkçeYayınevi: Metis Yayıncılık

arzusu gibidir.” önermesi doğruyu mu yansıtıyor? Bizim “barış” olarak algıladığımız durum, yalnızca husu-metin yokluğunu mu ifade ediyor? [email protected]

Yasemin YAVUZ

Yasemin YAVUZ

Nobel Barış Ödülü sahibi Akademi Başkanı Elie Wiesel’in giriş konuşmasında sorduğu soru, aslında toplantının ortaya çıkmasında etkili olan düşünceye işaret ediyor: “Niçin savaş bu denli kolay ve rahat başvurulan bir seçenek? Savaş cephesinde ölüm hüküm sürerken, barış neden gerçek bir amaç değil?”

Page 53: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

51

Page 54: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

52

1993 yılında Bosna’da gerçekleşen kanlı savaşı konu alan 2001 yapımı film Avrupa ve Amerika’dan sonra 22 Mart 2002’de Türkiye’de “Tarafsız Bölge” adıyla vizyona girmiştir. Film her ne kadar savaşı konu alsa da heyecan ve-rici savaş ve aksiyon sahneleri yerine seyirciyi daha dramatik bir kompozisyonla karşı karşıya bırakmaktadır.

Tarafsız Bölge, Bosna-Hersek, Slovenya, İtalya, Fransa, Belçika ve İngiltere’den yapım-cı şirketlerin birlikte üstlendikleri bir çalışma olması itibariyle uluslararası bir bakış açısı ve objektifliğe sahip.. Filmin hem yönetmeni hem senaristi olan ve aynı zamanda müziklerini ya-pan genç yönetmen Danis Tanovic’in ilk filmi olan Tarafsız Bölge, Bosna’nın savaştaki duru-munu ve Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün olanlar karşısındaki tutumunu çok iyi bir şekil-de gözler önüne seriyor.

Başrolü paylaşan aktörler Branko Djuric ve Rene Bitorajac, Ciki ve Nino adındaki Boşnak ve Sırp iki askeri canlandırıyor. Savaşın yoğun bir şekilde devam ettiği bir gecede, Bosnalı bir grup asker Bosna-Sırbistan savunma hatları ara-sındaki askerden arındırılmış bir bölgede yolla-rını kaybeder. Gün doğduğunda Sırp askerler tarafından fark edilip üzerlerine ateş açılır. Boş-nak askerlerden Ciki yaralı bir şekilde tarafsız bölgedeki boş bir sipere sığınır; diğerleri ise ha-yatlarını kaybeder. Kontrol amacıyla aynı sipere gönderilen iki Sırp askerden biri Ciki ile çatışma esnasında ölür; diğeri ise (Nino) yaralanır. Ölü olduğu düşünülerek altına Sırp asker tarafın-dan mayın yerleştirilen Boşnak asker Cera’nın

aslında hala hayatta olması, Ciki ve Nino’yu istemeseler dahi uzlaşmaya mecbur hale getirir. Boşnak ve Sırplar BM Barış Gücü’nden tarafsız bölgede mahsur kalan askerlerinin kurtarılma-sı için yardım ister. Barış Gücü’nün komutanı bu olaya müdahale etmeye pek sıcak bakmaz; ama çatışmaların yaşandığı bölgenin yakınında bulunan çavuş Marchand duyarlı davranarak mayın üzerinde mahsur kalan askere yardımcı olmaya çalışır. Küresel bir kanalın muhabiri olan Jane Livingstone da Bosna’daki son du-rumu, katliamların devam ettiğini, BM Barış Gücü’nün umursamaz tavrını yaptığı haberler-le dünya kamuoyuna duyurarak sürecin hızlan-ması için gayret gösterir ve yüksek tansiyonlu bir bekleme süreci başlar.

Düşük bir bütçeyle çekilen Tarafsız Bölge izleyiciyi müthiş görsel efektlerle savaş sahnele-rinin içine çeken bir film olmak yerine, savaşın içindeki çaresizliği, askerlerin ruh halini yansıt-maya çalışan, mesajlar veren bir film olarak iz-leyiciyi etkilemeyi başarmıştır. Film, bu başarısı sayesinde Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü ve Cannes Film Festivali En İyi Senar-yo Ödülü başta olmak üzere ondan fazla ulusla-rarası ödüle layık görülmüştür.

BM Barış Gücü’nün Bosna’da çözüm-süzlükten yana oluşunu ve Bosna-Hersek’in kendi kaderine terk edilişini 98 dakikada, iz-leyiciyi sıkmadan ve gereksiz ayrıntılara yer vermeden çok sade bir şekilde anlatan Ta-rafsız Bölge’yi izlemeye değer. İyi seyirler. [email protected]

Mustafa ÖZPAÇACI

BÖLGETARAFSIZ

No Man’s Land

Mustafa ÖZPAÇACI

Page 55: Genç Barış Dergisi 3.Sayı

53

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K