elif Şafak - pinhan

120
www.e-kitap.us sunar. Tüm kitap severleri Saklı Kütüphane’ye bekliyoruz. Kâhin & Orodruin  Not: Saklı Kütüphanede ki e-kitaplar t anıtım amaçlıdı r. Sevdiğiniz yazarlar ı n zarar görmesini istemiyorsanız lütfen kitaplar ın orijinallerini sat ın alın.

Upload: trallesli

Post on 30-May-2018

276 views

Category:

Documents


5 download

TRANSCRIPT

Page 1: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 1/119

www.e-kitap.us sunar.

Tüm kitap severleri Saklı Kütüphane’ye bekliyoruz.

Kâhin & Orodruin

 Not: Saklı Kütüphanedeki e-kitaplar tanıtım amaçlıdır. Sevdiğiniz yazarlar ın

zarar görmesini istemiyorsanız lütfen kitaplar ın orijinallerini satın alın.

Page 2: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 2/119

 

Metis Yayınlar ı İpek Sokak 980060 Beyoğlu, İstanbul

Metis Edebiyat PİNHAN Elif Şafak

© Metis Yayınlan, 2000 İlk Basım: 1997, İletişim İkinci Basım: Ocak 2001

Yayın Yönetmeni: Müge Gürsoy Sökmen

Kapak Tasar ımı: Emine Bora

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.

Kapak ve İç Baskı: Yaylacık Matbaacılık Ltd.

Cilt: Sistem Mücellithanesi

ISBN 975-342-297-0

ELÎF ŞAFAK

PİNHAN

METİS YAYINLARI

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 3: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 3/119

 

Zifiri bir halka idi toprak, Y ı ld ı zlara s ığı n ı rd ı bazen...

BU BAB TOPRAK AHVALİN BEYAN EDER Kİ TABİATI SOĞUK VEKURUDUR

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 4: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 4/119

Page 5: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 5/119

yazılmış dört ayr ı ibare göze çarpardı. Bir tek o, gece meclislerinin dışındakalıyor; ne daha küçük ne daha büyük, her neyse o olarak duvarlara yansımayı yeğliyordu. Sandık, gölge oyunlar ının sırnaşık çağr ılar ına kulaklar ını tıkıyor;omuzdaşlar ının laubali ve mürai tavırlar ından hiç mi hiç hazzetmediğini her f ırsatta beyan ediyordu.

Yıllar var ki sandığın ağzı kilitliydi. Kilidin anahtar ı, vakt-i zamanında,

tekkenin yakınlar ında gürül gürül akan suyun ellerine teslim edilmiş, selâmetleyoluna gönderilmişti. O gün bugündür oymalı ceviz sandık suskun, külçe gibiağır ve taş kadar hareketsizdi.

Ola ki bu sırra vakıf biri çıkıp da, sulardan, çoktan pas tutmuş anahtar ı geriisteseydi, ve onu yuvasına oturtup üç kez sola döndür-seydi, ve ağır mı ağır,bağr ı kırmızı kadifeyle kaplı kapak kendini koyverip sonuna kadar açılsaydı, veokunaklığını çoktan yitirmiş Kufi yazılar kış günü güneş görmüş gibi parlamaya,harflerini açık seçik etmeye r ıza gösterseydi.... yani olsaydı bütün bunlar,olabilseydi, işte o vakit sandık hatırlayacaktı. Hatırladığında kahrolacaktı. Derinderin iç geçirip, boynunu bükecekti.

İşlemeli ceviz sandık haf ızasına küs, yerinde ağır, var iken yok idi.

Derviş, odanın eşiğinin bir adım gerisinde dikilmiş, kâh dalgın dalgın,kandillerden cesaret alan gölgeleri süzüyor; kâh memlû bir nazarla kar şısındakiadamı seyrediyordu. Bir pervasızlık ederek odadaki efsunu bozmaktançekindiği için, çıt çıkarmamaya gayret ediyordu. Hiç kıpırtısız öylece bekliyordu.Neyi ya da kimi beklediğini bilmeden, bilmeyi dahi istemeden, sadece vesadece orada, o anda bulunmanın tadına var ıyordu. Gölgelerse dervişinkıpırtısızhğıyla, ürkekliğiyle alay edercesine, fettanlıkta sınır tanımıyor; pür neşegerdan kır ıp göbek atarak, açık açık cilve yapıyorlardı. Derken, içlerinden biri,daha da ileriye gitmeye karar vermiş olacak ki, kar ındaşlar ını ite kaka önünüaçarak hızla sağa yöneldi; yılan gibi kıvr ıldı; imbiklerden geçti; dervişin meraklave hayranlıkla seyretmekte olduğu adamın kirpiklerinden aşağıya damla damlasüzüldü.

Damlalardan biri düştüğü yeri deldi geçti.Dürri Baba olan bitenin farkında görünmüyordu. Ağladığını bilmeden ağlıyor 

olabilir miydi? Dikkatini tamamıyla önündeki işe vermiş, sudan ve renklerden,hakettikleri itinayı ve sabr ı esirgemeden ebru yapmaktaydı. Damlalar, yer yer ağarmış, keçe gibi sert, göğüs kafesine kadar uzanan kıvır kıvır sakalındanaşağı pıtır pıtır düşerken, o başını kaldırdı; eşikte soluğunu tutarak dikilen gençdervişe baktı. Nicedir sımsıkı kapalı tuttuğu dudaklar ını aralamaya çalıştığında,o altlı üstlü iki erguvanı çizgi buna direnmek istedi; yapışan deri hoyratça kalktı;ince ince kan aktı. Dudaklar birbirlerinden ayr ı düşerken, Dürri Babanındişlerinin arasından kelimeler tane tane döküldü.

"Ebru neyi hikâye eder, bilir misin ya Pinhan?"

Sessizce bakıştılar. Dervişin iri, simsiyah, doğuştan sürmeli gözleri, DürriBaha'nın birer çizgi halinde çekilmiş mavi bulutlu gözlerine takıldı. Kar şılaştıklar ı gün geldi Pinhan'ın hatır ına; o masmavi, incecik bulutlar ı ilk kez gördüğü gün. îçi cız etti.

Küçüktü Pinhan; henüz ufacık bir çocuktu. İsmi, yani bu dünyaya gözleriniaçışının üçüncü günü, dedesi taraf ından ezan-ı şerifin okunduğu sağ kulağınatam üç kez üflenen eski ismi, şimdi çok uzaklarda kalmış; çoktan sırra kadembasmıştı. Eski ismini, kır ılmasından korktuğu billur bir  şişe gibi dikkatlekuşağında taşıdığı günlerde, gün boyu oradan oraya arkadaşlar ıyla koşturarak,on kişinin çıkaramayacağı gürültü ve patırtıyı tek başına çıkartırdı. Aklınakoyduğunu yapar, yapamadığında da ham meyva dişlemiş gibi günlerce kar ınağr ısı çeker, kıvranırdı. Ekseriyya alaycı, kır ıcıydı. Kulağı ne kadar çok ve ne

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 6: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 6/119

kadar sert çekilirse, o da o kadar azmakta, bildiğini okumaktaydı. Dili sivri,hayalleri hudutsuz, gönlü gamsızdı; ama sadece gün batımlar ına kadar. Çünküo, gündüzleri, arkadaşlar ına parmak ısırtacak kadar korkusuz vevurdumduymaz; geceleriyse, yavrusunu yitirmiş bir ceylan gibi yaralı vemahzundu. Gece çökünce, beş kardeş birbirlerine sokularak yattıklar ı yer yatağında, karanlığı f ırsat, yalnızlığı kılıf bilen hüzün, arz-ı endam ediverirdi.Çocuğun etraf ında naralar atarak birkaç kez f ır ıl f ır ıl döndükten sonra, arsızca

üstüne çöreklenir, acımasızca boğazını sıkar, sesini soluğunu keserdi.Çocuksa, hüzünle hesaplaşması sona erdiğinde, bir umutla ellerini vücudundagezdirir; ama her seferinde bu karabasanın hakikat olduğunu görerek yattığı yerde tortop olur, kendi içine kıvr ıhrdı. O vakit, toprağın yar ılmasını, doğduğugünden bu yana kendisine musallat olan bu ikibaşlı illetle beraber yerin dibinegeçip yok olmayı ne çok isterdi.

Gündüz ve gece,

güneş ve ay,

ayr ılmışlardı uçurumdan hudutlarlave o,

kâh orada, kâh burada,

konargöçer, ölür dirilir umutlarla

sırr ını canından âlâ bilerek korumakta,

ağyar ın gözlerinden,

yavuz dilden sakınarak yaşamakta

ve deli gibi korkmakta idiuçurumun üzerinden her atlayışında.

Ta ki o güne, o mavilikle buluşana kadar.

O gün yedi çocuk, her zamanki gibi bir araya gelmiş, kendilerine keyifli bir meşgalearamaktaydılar. Kar ınlar ım doyurur doyurmaz evlerinden f ırlamış; dikenlerin, çalı çırpının yırttığı, toz toprak içindeki minik ayaklar ıyla dünyayı ar şınlamaktaydılar. Buniyetle aylak aylak dolaşarak rasgele kuş avlarken, peşinden gittikleri bir serçeyikaçırdıklar ı yetmezmiş gibi, kendilerini civardaki tekkenin yakınında buldular. Başkazaman olsa oralı olmaz, etraf ı kerpiç duvarlarla örülü bu mekâna bir adımdan fazlayaklaşmazlardı. Ortalıkta hiç kuş görünmese bile, oralarda oyalanmak yerine gider atlanbaç, ya da bızdık veya durtut, o da olmadı allı dikli oyunu oynarlardı. Başkazaman olsa, içten içe çürümüş duvarlar ı aşmaya teşebbüs etmeyi akıllar ından dahigeçirmezlerdi. Tekkeden ya da içinde yaşayanlardan korktuklar ı, çekindikleri için değil;ne de içeride neler döndüğünü merak etmediklerinden. Fazla yaklaşmamalar ı sadeceve sadece, oradan etrafa yayılı-veren ve her daim, yani gece gündüz, yaz kış demeden yükselen tuhaf seslerin üzerlerinde bıraktığı tesiri, yüreklerinde doğurduğuyankıyı pek sevmemelerinden. Ne de olsa, bağdaş kurarak oturmak yerine dallardanyapma atlara binip doludizgin koşturmak, tek kelime konuşmadan uzun uzun, içli içlisöyleşmek yerine külhani naralar atarak etrafa korku saçmak, kendi içine doğru sonumeçhul bir yolculuk etmek yerine adı duyulmamış kıtalara yelken açmak varken,elbette ki, tekkenin kâh durgun, kâh kasvetli havasını cazip bulamazlardı. Madem kidünyayı fethetmeye, en zalim hükümdarlar ı dize getirmeye, peri kızlar ını atlar ınınterkisine atıp kaçırmaya namzet bıçkın bir ordu teşkil etmekteydiler, onlar ınnazar ında, tekkeden yükselen seslerin hiçbir kıymeti olamazdı.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 7: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 7/119

 

Yeni serüvenlere at koşturmak için oradan uzaklaşmaya hazırlanırlarken,çocuklardan hafif  şehla ve fazlasıyla şirret olanı, daha önce eşine benzerinerastlanmamış bir kuş gördü. Onun çığlığı üzerine hepsi birden başlar ını yukar ı kaldır ıp, tekkenin bahçesindeki ağaçlardan birinde dinlenmekte olan bu acayip amabir o kadar da füsunkâr yaratığa baktılar. Siyahlı sar ılı gövdesinin üzerinde mavi

şeritler ve şarabi lekeler bar ındıran bu kuşun boynunda f ındık iriliğinde, parlak, beyazbir boncuk asılıydı. Çocuklar kafa kafaya verip, bu boncuğun olsa olsa, deniz aşır ı diyarlardan, belki de ta Çin-i Maçin'den yürütülmüş paha biçilmez bir inci tanesiolduğunda karar kıldılar. Derin bir nefes alıp, boncuğun yaydığı yosun ve nem vemacera kokular ını ciğerlerine doldurdular. Madem ki kuşkuya yer yoktu, artık bu tuhaf kuşu haklamak, inci tanesini satıp yol boyu çil çil altınlar saçarak köylerine avdetetmek, ve ebeveynlerinin gözlerini yaşartmak boyunlar ının borcu olmuştu.Ganimetlerine tez elden kavuşabilmek için sapanlar ını hazırladılar. Aralar ındahelalleşip, vakur bir edayla tekkenin bahçesine daldılar.

Lâkin duvar ın öte yanma vardıklar ında, o emsalsiz kuş yerinde yoktu. Yaklaşanatlılar ın art niyetlerini anlamış olsa gerek, göz açıp kapayıncaya kadar ortadankaybolmuştu. Aradılar, seslendiler, bildikleri tekmil kuş seslerini çıkardılar; uzun uzun,

nazlı nazlı, kızgın kızgın, kesik kesik, küskün küskün öttüler, şakıdılar. O vakit, avolmayınca, avcının ne denli naçar kaldığını anladılar. Yürekleri sıkıştı; içleri burkuldu.Kimisi burun kanatlar ını titreterek hüngür hüngür ağlamaya koyulurken, kimisi de olanbitene sessiz sedasız tanıklık eden meyva ağaçlar ını gammazlıkla itham etti; kimisimağlubiyeti çabucak hazmedip gerisin geri eve dönmeye hazırlanırken, kimisi de ta-mamıyla çileden çıkarak, ellerinden kaçan ava yakası açılmadık küfürler savurmayı yeğledi.

İşte o esnada, sonradan Pinhan adını alacak olan çocuk, keskin bir bakış f ırlatarak öfke ile hüsran arasında gidip gelen omuzdaşlar ına, madem ki bunca yoluteptiler elleri boş dönemeyeceklerini, ve hiç olmazsa şuracıktaki meyva ağaçlar ını talan etmekte yerden göğe kadar haklı olduklar ını, umduklar ına değil bulduklar ına elkoyacaklar ını, adeta emir verircesine anlattı. Ötekiler, bu fikri tuttular. Tekkeninbahçesinde devran süren meyva ağaçlar ına tırmanarak başlar ına gelen talihsizliği

unutmaya, o baha biçilmez inciye olan açlıklar ını yağmaladıklar ı meyvalarlabastırmaya çalıştılar. Öylesine pervasız, öylesine kaygısızdılar ki çıkardıklar ı gürültünün ta nerelerden rahatlıkla işitilebileceğini hiç hesaba katmadılar.

Böyle olacağı ta başından belliydi zaten; hırsızlık yaparken enselendiler.

Yedi çocuktan altısı topuklamanın, yakalanmadan sıvışmanın bir yolunu buldu.Sonradan Pinhan adını alacak çocuk ise, hem ağaçlara arkadaşlar ından daha iyitırmandığı hem de ortaya attığı fikrin ne denli isabetli olduğunu gösterme hevesinekapıldığı için, bir elma ağacının en yüksek dalından aşağıya inmeye f ırsat bulamadı.Kucağına topladığı, yar ım yar ım dişlediği elmalara sımsıkı sar ılarak, bildiği tekmildualar ı peşpeşe sıralamaya başladı. Eğer yakayı ele vermezse, eğer bu melun günükazasız belasız atlatabilirse, sapanını evlerinin bahçesindeki kuyuya atmaya ve bir daha kuş avına çıkmamaya yemin etti. Lâkin yeminden anlamayan ve son bir gayretlekuşağına tutunmaya çalışan sapanın daha fazla dayanamayarak aşağıya düşmek üze-re olduğunu çok geç fark etti. Sapan, elma ağacının dibine, boyundan büyük bir patırtı çıkartarak düştü. Aşağıda hırsız aramakta olan dervişlerden biri eğildi, sapanı aldı vebaşını yukar ı kaldırmadan oradan uzaklaştı. Çocuk, soluğunu tutmuş, dallar ın,yapraklar ın arasından olan biteni gözetlemekteydi. Sapanı alan derviş, bir müddetsonra, yanında yaşlı bir adamla çıkageldi. Çocuk, adamın suratında, kendisine revagörülecek cezanın nişanelerini aramaktaydı. Oysa bu suratta ne öfkeli, ne gaddar; nemuhakkir, ne de cabir bir ifade vardı. Adeta sabah gezintisine çıkmış veyahut namazadurmuş gibi sakin ve telaşsızdı. Yaşlı adam, ötekileri bir el işaretiyle bahçedenuzaklaştırdıktan sonra, bağdaş kurarak, çocuğun dallar ına tünediği elma ağacınasırtını dayadı. Ne gariptir ki bu ağaç, çok değil az evvel, o eşi benzeri görülmemiş kuşun üzerinde soluklandığı ağaçtı.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 8: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 8/119

Yaşlı adamla beraber gelen sükûnet, uzunca bir müddet mevcudiyetini korudu.Rüzgâr esti, yapraklar hışırdadı, hava iyiden iyiye söğüdü.

"Dilersen bizdeki emanetini al," dedi yaşlı adam, elindeki sapanı evirip çevirerek.Yüzü rüzgâra dönüktü, sanki çocukla değil de rüzgârla konuşuyordu. Öyle ki çocuk,söylenenleri harfiyyen işittiği halde, hâlâ yakayı ele verdiğinden emin olamıyordu.Daha da sindi kaldı olduğu yerde. Teni ağacın kabuğunun rengini alırken, yanaklar ı 

elma kokular ıyla taravetlenirken, her bir uzvu elma ağacının bir parçası,budanmamış bir dalı oldu.

"Dilersen kal orada," dedi adam. "Sen nasıl dilersen, gönlün ne yöneakarsa..."

O vakit çocuk anladı ki, ağaca sırtını yaslayıp oturan bu adam rüzgârla değilkendisiyle konuşmakta. Anladı ki ne olacaksa olmalı bir an evvel. Beklemenin,korkmanın, yürek çarpıntılar ının faydası yok. Hafifçe doğruldu yerinden.Üzerinde oturduğu dal çıtırdadı. Yaşlı adam bu ses üzerine başını kaldır ıpyukar ı baktı.

İşte o zaman, çocuk gördü. Mavi bulutlu, incecik çizilmiş gözlere takıldı 

gözleri. O gözlerde yağmuru, f ırtınayı, ebemkuşagını ve Nuh tufanını gördü.Tepeden tırnağa ürperdi.

İşte o zaman, yaşlı adam gördü. İri, simsiyah, doğuştan sürmeli gözleretakıldı gözleri. O gözlerde göğe yükselen dumanlar ı, alevleri, karanlıktan istifadeeden yangınlar ı, ve yangınlardan son anda kurtar ılan kenarlar ı tutuşmuş bir sırr ı gördü. Velhasıl, çocuğun gündüzlerini değil, gecelerini gördü. Derin bir hüzünle,başını başka yöne çevirdi.

Çocuk elma ağacının bir dalında donakalmıştı. Yaşlı adam elini uzatıpinmesine yardım etmeseydi orada öylece kalakalacak, maviliğin içinde hiçkıpırtısız, hiç telaşsız, öncesiz ve sonrasız soluklana-caktı.

Sonradan adı Pinhan olacak çocuğun, Dürri Baba tekkesine var ışının

hikâyesi işte böyleydi.Vardı ve bir daha hiç ayr ılmadı. Zaten, yıllar evvel dul kalmış anasının canı 

her daim burnundaydı. Sofradan eksilen boğazın, kamını tekkede doyurduğunubilmek, haytalığa bir son verip günbegün, senebesene olgunlaştığını,durulduğunu görmek, kimselerin bilmediği derdinin dermanını belki de oradabuluvereceğini düşünmek kadını hoşnut ediyordu. Hayır duasını eksik etmiyor,oğlunu sevdiği kullar arasına sokması için Rabbine her kuşluk vakti dua ediyor;ardından günün hayhuyu demini sürüp, açlık ve fukaralık kapıya dayandığındadualar ının topunu birden geri alıyor; oğlunun, anasını bir başına, dört yetimlebırakıp gitmiş olmasına içerliyor, köpürdükçe köpürüyordu. O vakit kadın, kuşlukvakti hayır dualar ını, akşam yemeği öncesi beddualar ına çeviriyor, dur durakbilmeksizin söyleniyordu.

"Ters nallanmış ata dönesin! Uyuz olmuş ite dönesin! Kansız bite dönesin!Kilisede puta dönesin! Akıbetin kavm-i Lut'a benzesin! Şeriat kılıcına gelesin!..."

Kadının beddualar ı her akşam, ocakta kaynayan tencerenin fokurtular ına,ortaya konan tek kap aşın dumanına, yetimlerin velvelelerine kar ışıyor, sofrayakatık oluyordu. Ve her akşamın sabahında bu katık, yerini derin bir pişmanlığabırakıyor, tek göz evin her bir köşesine bir kez daha hayır dualar ı yayılıyordu.

Çocuk ise olan bitenden bîhaber, yüreğinin neden her kuşluk vakti ferahlayıp,akşamlan daraldığını anlayamadan Dürri Baba tekkesinde yaşamaktaydı.Çalışkandı. Verilen her işi eksiksiz tamamlıyor, üstelik bundan keyif alıyordu.Mutfak işlerine yardım etmeyi, reçeli tam kıvamında pişirmeyi, ortalığı süpürmeyi, tütün sarmayı, mangalda bol köpüklü kahve pişirmeyi, elma

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 9: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 9/119

Page 10: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 10/119

gammazlar ın, münaf ıklar ın, hilekârlar ın ve cümle erazil taifesinin çanınaafiyetle ot tıkadığı; vaktiyle pek biçimli olan burnunun da işte böyle bir kavgadayamulduğu; şer'an haram, aklen fena ne bulursa yaptığı; nice sonra bir Kıptigüzeline gönlünü fena halde kaptırdığı; kadının ona olmadık oyunlar ettiği; busebepten ötürü elâleme madara olduğu; şanına yakışmayacak bir yufkayüreklilik gösterip arkasından türlü türlü dolaplar çeviren Kıpti güzelini her daimkoruyup kolladığı; sonunda biricik âşığını paşa konaklar ına kaptırdığı; onun ar-

dından kendi canına kastederek intiharlara yeltendiği ortalıkta deveran edenşaibeler arasında en çok revaçta olanlar ıydı. Velhasıl kimsecikler KülhaniHasan'ın hangi sebepten ötürü tasını tarağını toplayarak, senebesene ekmeğiniyediği, suyunu kuruttuğu şehr-i şehiri terk ettiğini, Dulhani Hasan namıyla DürriBaba tekkesinde kapılandığını tam olarak bilmemekteydi. Sebep her ne olursaolsun Dulhani hoş gelmiş, sefa getirmişti. Bir elinde sagar ı, bir elinde çubuğukuruldu mu bir köşeye, ondan hoşsohbet, ondan âlâ olamazdı kimse. Tatlı tatlı konuşur, içli içli ağlar, en yüksekten uçanı bile insafa getirir, hüngür hüngür ağlatırdı.

Çocuk, korkuyla kar ışık hayranlıkla seyrederdi onu. Kahvesini tamkıvamında pişirdiğinde, Dulhani Hasan durduk yerde heybetle-nir; onun körpeomuzuna okkalı bir  şaplak indirir; farkında olmadan salıverdiği küfrü elinin

ayasıyla yakalayıp bastır ır; kendince "ellerin dert görmesin!" demeye getirirdi.Çocuk da omuzunun ağr ısına aldırmaz; gözlerinin içi gülerek sağ elini solgöğsüne yapıştır ır; boyun kırar; kendince, "afiyet, bal olsun!" demeye getirirdi.Gizli bir hukuk vardı adeta aralar ında. Dulhani Hasan'ın, en şirret, en hodbinolduğu anlarda dahi, veyahut çocuğun en patavatsız, en ham olduğu anlardadahi bozulmayan, bozulmamasına itina gösterilen, kuytularda saklı, güneş yüzügörmemiş, adı konulmamış bir hukuk.

Dertli Hagopik'e gelince, çocuğun onunla tanışıp kaynaşması hayli zamanaldı.

Havalar adamakıllı soğumuştu. Köhnebahar, usul usul çekilirken, karakış dasefer hazırlıklar ını tamamlamaktaydı. Çocuğun elleri çabuk çatlamış,tırnaklar ının kenarlar ındaki etler yer yer kalkıp, kanamaya başlamıştı. Hiç

durmadan soluğunu avuçlar ına üfleyip ellerini ısıtmaya, tırnaklar ına oturanmorluklar ı pembeye çevimıeye çalışıyordu ama nafile. Bir sabah, bahçedekikuyudan bir kova su çekerken, soğuk bir yel akma hançer gibi kesti ellerini. İpitutamaz oldu, kova gerisin geri aşağı yuvarlandı. O vakit, kıllı bir el uzandı kuyuya, kovayı çekti yukar ı. Ardından, kıllı elin sahibi kuşağından bir çift yüneldiven çıkartıp çocuğa uzattı. Tam geldi eldiven çocuğun ellerine. Çocuk,derdine derman bulan Dertli Hagopik'le işte böyle tanıştı, böyle kaynaştı.

Dertli Hagopik, hemen hemen hiç konuşmazdı. Sesinin neye benzediğini bilen pek azdı. Gözpınarlar ı her zaman dolu dolu olur, birazdan kendini koyverip ağlamaya başlayacakmış sanılırdı. Gene de ağ ladığını gören olmamıştı bunca zaman. Gün boyu elinden kitap düş mez, ve satırlar ın, kelimelerin, harflerin deryasında dalıp dalıp gider di. Hem oradaydı hem de başka başka yerlerde; hem gözle görülürdühem de elle tutulmaz. Sanki anlatacak çok şeyi vardı da, kelimelereitimadı yoktu. Bir tek boşluğa ve boşlukla konuşurdu. Sessiz sedasız,kendince devran sürerdi. Akşamlan, bir kandilin ışığında, işlediği siyah minelere veyahut evvela yontup ardından üzerlerine gümüş teller kakıdığı tahta parçalar ına sülünler, güvercinler, bülbüller, serçeler nakşederdi.Çalışırken, devamlı kuşağında taşıdığı reyhan, ceviz ve tarçından mürekkep bir keseyi ikide bir çıkartıp, uzun uzun koklar ve derin derin iç geçirdikten sonra,gözpınarlar ı dolu dolu tekrar işine dönerdi. Dertli Hagopik kuşlar ı pek sever,korur kollardı. Bu sebeptendir ki, köy çocuklar ının tekke bahçesinde koşuşturupkuş avlamaya kalktıklar ı günden kalma yetime, sapan ehlini etraf ında görmek is-temediğini kanıtlarcasına yüzünü buruşturup bakmış ve o gün bugündür çocuktan uzak durmuştu.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 11: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 11/119

Zaman geçtikçe, çocuğun o eski fitne ve fesadını tamamıyla bıraktığına,artık o canım kuşlar ı avlamayı aklından dahi geçirmediğine kanâat getirip, onudaha bir merakla ve şefkatle izler olmuştu. İşte o zaman Dertli Hagopikçocuğun ellerinin nasıl çatladığını, morar ıp kuruduğunu görmüş ve ona bir çifteldiven örmeye başlamıştı. Dostluklar ı geç başlamış, derine kök salmıştı.Gözleriyle konuşur, gözleriyle ağlaşır, gözleriyle gülüşürlerdi. Çocuk, gayretegelip, ondan tahta parçalar ına, siyah minelere hayat üflemeyi, türlü türlü kuş 

resimlerini nakşetmeyi öğrenmişti. Bu işte giderek ustalaşmaktaydı ya Hago-pik'in keyfine diyecek yoktu. Biliyor, bekliyordu. Bir gün gelecek, çocuğunnakşettiği kuşlar ötecek, şakıyacak, kanat çırpıp semalarda süzülecekti. Kuş yavrular ım canlar ından etmeyi nasıl terk ettiyse, vakit tamam olduğunda, ölükuşlara hayat vermeye de muvaffak olacaktı. Dertli Hagopik, o mesud gününgelmesini sabırsızlıkla bekliyor; senelerdir göz pınarlar ına dolan yaşlaradayanmalar ını, belki de o vakit, sular seller gibi akabileceklerini f ısıldıyordu.Bütün bunlar olurken karakış fena bastırdı. Koç başlar ıyla kapılara dayandı. İçeribuyur ettiler onu. İkramda kusur etmediler. Her sene böyle zorbalıkla gelmesinelüzum olmadığını, kapılar ını çalanın başlar ının üzerinde yeri olduğunu dilleridöndüğünce anlatmaya çalıştılar. Dinlemedi. Dinlemektense tepeden bakmayı,konuşmaktansa gürlemeyi, alttan almaktansa üste çıkmayı yeğledi.

Çocuksa, karakışla alakadar değildi. O, tekkede yaşayanlar ı yakındantanımaya başlayıp, kimini can u gönülden severken kiminden de pek o kadar hazzetmediğinin ayr ımına var ırken, Dürri Baha'yı görememenin sıkıntısını daçekmekteydi. Meyva bahçesinde yakalanışından sonra, o mavi bulutlan bir daha görememiş; nerede olduklar ını kimselere sormaya cesaret edememişti.Bazı bazı, Dürri Baha'nın ayak seslerini ayırdedebiliyor, her  şeyi göze alarakarkasından gitmek için atılıyor, fakat daha ikinci adımda soluğu tükendiğinden,yerine dönmekten başka çare bulamıyordu. Dürri Baha'nın maviliğini kendi-sinden esirgediğini düşünüyor, neden bunca zamandan sonra affedilmediğinianlamaya çalışıyor, içten içe kızıyor, öfkesini zaptetmek için yeni öfkeler ediniyordu. Dürri Baha'nın selâmını almak, onu selâmlamak, ve muhabbetindeyer almak için can atsa da içinde kabar ıp duran bu dalgalar ın taşmasına mâniolmayı başar ıyordu.

Gün geldi; Dürri Baha'yı tekrar görebildi.Gene bir sabah rüyalar ında kovaladığı maceralar ı düşünerek ve kanatlar ının

olmayışına hayıflanarak, dalgın dalgın, sıkıntılı sıkıntılı ortalıkta dolanmaktaydı.Kanatlar ı olsaydı, rüyalar ındaki gibi gece gündüz uçar; denizlerin, dağlar ın,köylerin, şehirlerin üzerinden süzülerek kimselere görünmeden, herkesi, her şeyi görmeyi başarabilirdi. Kanatlar ı, hem hercai renkleriyle tavuskuşununtüylerine benzemeli, hem f ırtınalara dayanacak kadar sağlam, hem de bir buluttan başka bir buluta değecek kadar uzun olmalıydı. Maviliklerde süzülürkendenizlerden balık, topraktan solucan çıkartarak beslenmeli; kendisiyle aynı sırr ı paylaşanlar ı bulup, onlar ı da kuşa çevirmeliydi. Kalemlerin yazamadığı,kitaplar ın taşıyamadığı, insanlar ın dillerinden düşüremediği bir efsane olupağızdan ağıza, kulaktan kulağa aktar ılmalıydı. İşte o sabah çocuk, bunlar ı hayaledip iç geçirirken, bir zamanlar bahçeden çıkartıp döşeklerin arasınayerleştirdiği tırtılı hatırladı. Onu orada bırakmış, unutup gitmişti. Akıbetinin neolduğunu merak etti. Koştu, döşekleri hırpalamak pahasına kaba saba davranarak bir an önce tırtılı bulmak ve vefasızlığını örtmek istedi. Lâkin döşeklerin arasında hiçummadığı bir  şeyle kar şılaştı. Ölü bir kelebekti bu. Kimbilir ne vakit kozasındançıkmış, döşeklerin arasından çıkış yolu bulamamış ve orada son nefesini vermiş bir kelebek.

Çocuk, vakti zamanında döşeklerin arasına yerleştirdiği o çirkin tırtılın, rengârenkkanatlar ıyla adeta ölümü inkâr eden bir kelebeğe dönüştüğünü görünce, öyleheyecanlandı, öyle büyük bir patırtı kopardı ki, arkasında durup merakla onu izleyenyaşlı adamı çok geç fark etti. Birbirlerini görmeyeli bir hayli zaman olmuştu ama DürriBaba, sanki az evvel yar ım bırakılmış bir sohbeti kaldığı yerden devam ettirmekteydi.Öylesine ortadan ve ortaya konuşuyordu ki, çocuk, söylenenlerin muhatabı 

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 12: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 12/119

olduğundan bir türlü emin olamıyordu. Tanıştıklar ı gün, elma ağacının dallar ı arasındayaşadığı o sıkıntılı tereddüt anını bir daha yaşıyordu. Çıkan gürültüye yetişen ötekidervişler de arkalara dizilmiş, ne olup bittiğini anlayabilmek için, Dürri Baba'yı cankulağıyla dinlemekteydiler.

"Görünenle yetinirsen eğer sadece tırtılı bilirsin. Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez.Görünenin ötesine geçmek istersen eğer, aradan örtüyü kaldır ıp da gönül gözü ile

bakarsan, kelebeği bulursun kar şında. Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar. Lâkingönül gözünle görürsen eğer, kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın."

Çocuk tereddütlerini defetmiş, pür dikkat dinliyordu. Duyduğu kerimelerden çokmavi bulutlara vermişti dikkatini. O bulutlar gitmesin, yağmur yağmasın, bir f ırtına çıkıpda bu efsunu hallaç pamuğu gibi savurmasın ve gece olmasın diye oracıkta canını verirdi.

"Sade tırtıl ile kelebek değil elbet. Sakın ola horgörme Pinhan; canlan horgörme.Bak bu gayb âlemine, bir kendini gör. Bak kendine, cümle mahlûkatın özünü gör. Devritamam olan gelir, devri tamam olan gider. Gelen, gidende saklıdır; giden gelendesaklı."

"Saklı," dedi çocuk gönülden tekrar ederek."Pinhan!" dedi Dürri Baba. Sesi yaprak kımıldatmayan sabâ rüzgâr ı gibi doldu

odanın içine.

"Pinhan!" dedi çocuk üst üste üç kere. İlk kez bu ismi söylerken, farkında olmadanel çırptı; omuzlar ı sevinçle oynadı; yüzünde gonca güller açtı. İkinci kez söylerkenduruldu, az evvelki taşkınlığından utandı. Üçüncü kez söylerken, ateş bastı dilini,damağını; dudaklar ında buruk bir tad kaldı. Beti benzi kül kesildi. O zaman DürriBaba, kollar ını iki yana açıp, olan biteni izleyen dervişlere doğru dönerek,

"Nicedir adım bekler dururdu. Velhasıl adı da onu. İşte bugün kavuştular birbirlerine. Adı Pinhan olsun bundan böyle," dedi.

Dulhani Hasan, atıldı hemen. "Pinhan ya, Pinhan elbet!" dedi dersini ezber edercesine. Dürri Baha'dan çekinmese çocuğu tuttuğu gibi havaya f ırlatacak, oaşağıya düşene kadar da zincirleme beş-on küfür luısacaktı. Baktı olacak gibideğil, zaptedemiyor kendini, en yakınındakine dönüp, zavallının sırtına meşhur şaplaklar ından birini indiriverdi. Dertli Hagopik'ti bu şaplaktan nasibini alan.Gözlerinde yaşlar, ağladı ağlayacak bir halde oracıkta dikilip, kimbilir aklındangene hangi hicran yarasını geçirirken, aniden sırtına inen şaplakla kendinegeldi. Başına gelenin hayır mı  şer mi olduğunu anlamasına f ırsat kalmadan,Dulhani Hasan odayı terk etmişti.

O günden sonra bir haller oldu çocuğa. Büyümeye, durulmaya başladı.Halîmâne tavırlar ı herkesin merakını celbederken, onun dikkati bahçedeki börtüböcekten tekkedeki kitaplara kaymaktaydı. Tez zamanda harflerle ahbaplıkkurarak istidadını ispatladı. Şimdiye değin tekke yaşamı keyifli bir dostlar meclisi olmuştu onun nazar ında. Burada çalışmış, hikâyeler dinlemiş, hayaller kurmuş, dostlar edinmiş, yalnızlık nedir bilmemiş, hor görülmemiş, hor görmemiş, ağız dolusu gülmüş, ve ömrünün en hoş, en tasasız demlerinigeçirmişti. Ha-sıl-ı kelâm, sırr ını fâş etmeden, yüreğini yağmalatmadan, sakin vehuzurlu bir hayat sürmüştü. Def ü ud ü kudüm ü ney ile iştigal eden veyagününü ibadetle geçiren ya da aralar ında münazara eden veyahut içli nefesler koşan dervişleri hayran hayran seyretmiş, lâkin onlar ın arasına katılmayı istemek bir yana, aklından dahi geçilmemişti. Şimdiye kadar uzaktan uzağaseyretmekle yetinmiş; deryaya dalmamış, tuzlu suyu vücudunda ağırlamamıştı.Ne var ki, eski isminin yerini Pinhan aldığında her şey hızla değişmeye başladı.

İsim dediğin, Hz. Adem'den bu yana, kendini taşıyanı kâh usul usul yoğurur,kâh efsunlu iplerle sıkı sıkı bağlardı.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 13: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 13/119

İsim dediğin, yüksekte uçanın belini bükecek, alçaktan geçenin başını doğrultacak; pervasıza perva, korkusuza korku katacak kadar kudretli idi.

İsmi Pinhan olduğunda. Bildiği ne varsa unutmakta, Tırtıla kanmayarak Cangözünü açmakta, Mânâsın veremediğinde Muhabbetin tadına ağu katmamakta;

Bu vakte kadar da,

Tek başına

Bir kendine sığınmakta

Karar kıldı.

Henüz farkına varamasa da,

Aşıki pek haklıydı.

Aşk üzerine yazılanlar kara, kapkaraydı.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 14: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 14/119

NOKTA

Katreyiz âlemde, lâkin Dilde derya olmuşuz.

Î.H. Erzurumi 

Karakış, taht şehrini taşıma hazırlıklar ını savsakladıkça savsaklamakta, yolaçıkış tarihini erteledikçe ertelemekteydi. Bilcümle mahlûkat, kar tabakasının altındanboyunlar ını uzatabilmek için onun çekip gitmesini bekliyordu. Hâlâ soğuk, hâlâbeyazdı ortalık. Hep soğuk, hep beyazdı.

Erbain kırkını çoktan doldurmuş; hamsin ellisini aşmış; erken açan çiçeklere donvurmuş; göç eden ilk kuş kafilesi yollarda telef olmuş; hiç şüphesiz, evvelbahar, yoldaharamilerle kar şılaşmış, engellere takılmıştı.

Dürri Baba tekkesinde erzak sıkıntısı baş göstermişti. Günlük nevaleleri iyideniyiye azalmış; o canım ve cömert bahçe, ayaza yenik düştüğünden, imdadayetişemez olmuştu. Yaz-bahar aylar ında göz alıcı renkleri, mest eden kokular ı,

birbirinden leziz yemişleri, remizleri ve latifeleriyle tekkedeki her bir ferdin neşesineneşe katıp büyük bir ihtişam içinde yaşayan bahçe şimdi bembeyaz bir kar tabakasıyla kaplanmış; bir başına bırakılmıştı. Sonsuz kıpırtısızlığında tek bir zi-yaretçisi vardı. Zaman zaman, siyahlı sar ılı gövdesinde mavi şeritler ve şarabi lekeler bar ındıran, boynunda f ındık iriliğinde bir inci tanesi taşıyan bir kuş, kar ın sar ıpsarmaladığı dallara tüneyerek, uzun uzun, mahzun mahzun ötmekte; feryadını duyanlar ın içlerini burkmaktaydı. Açlıktan çok yalnızlıktı onu bu kadar kahreden. Kuruayazdan çok içindeki çalkantılardı onu böylesine içli içli söyleten. Gurbet diyar ındabikes garip gibi tek başına dolanıyor; bir an evvel bir dost sıcaklığının çıkıp dayüreciğindeki buzlar ı damla damla eritmesini bekliyordu. Onu bekliyordu. Bulur bulmaz kaybettiği o dosttan bir haber, bir selâm bekliyordu.

O dost kapısını çaldığında, senelerdir boynunda taşıdığı inci tanesinigagasıyla çekip koparacak ve bu hazineyi, sessiz sedasız, onun sıcacık

avuçlar ına sıkıştıracaktı.Kuşun tasası tekkenin duvarlar ına varamadan dağılıyor, havada bin pareye

ayr ılıyordu. İçerde bambaşka bir telaş, bambaşka kaygılar hüküm sürüyordu.Bunca senedir mutfağı çekip çeviren Tokatlı Lütfi ile Kul Yusuf, ne yapıpedeceklerini şaşırmış; salladıklar ı kepçelerin, küplerin diplerine vurup kuru kuruyankılanmasından usanmışlardı. Gene de öteki dervişlere durumun vehametinibelli etmemekte, ertesi günü nasıl çıkaracaklar ının hesabını mümkünolduğunca içlerinden yapmaktaydılar. Dürri Baba tekkesi, kuruldu kurulalı beri,nevaleden yana böyle büyük sıkıntı çekmemişti. Sıkıntı çekmek bir yana, şimdi-ye değin, hem de hiç aksatmadan, civar köylülerinin dar günlerine erzakyetiştirmiş; yüzlerini güldürmüşlerdi. Oysa şimdi açlıktan sararan kendi yüzleri,feri kaçan kendi gözleriydi. Üstüne üstlük, asırlardır bu tekkenin koruyucusu,kollayıcısı olan; vakti zamanında, tam da tekkenin şimdi kurulu olduğu tepede,cüzzamh olduğu halde kendisinden bir tas suyu sakınmayan genç bir köylükadınına "artsın, eksilmesin; taşsın dökülmesin" diye hayır dualar eden; o günbugündür, o köylü kadınının üzerine titrediği bahçesinde kurulmasına önayakolduğu tekkeden rahmetini bir kez olsun esirgemeyen; mutfaktaki küpleri bal vepekmez ve yağ ile dolup taşıran; erzak çuvallar ını tıkabasa dolduran; ve dahaçok ihsanda bulunabilmek için iki yerine tam sekiz kol, on yerine seksenparmak taşıyan Gönlübol Baba da nicedir uğramaz olmuştu.

Asırlar ın vefalı dostu Gönlübol Baha'nın uğramaması hayra alâmetsayılamazdı. Saymadılar da.

Günbegün katmerlenerek, nihayet ar şa çıkan açlık sıkıntısı herkesi derindenetkilemekte, sarsmaktaydı. Yine de hiç şüphe yok ki bu durumdan en çok

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 15: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 15/119

mustarip olan Dulhani Hasan idi. Pek çok derviş, midesinin gurultusunubastırmak, hayli aç iken Halil İbrahim sofrasından yeni kalkmış gibi uyumak vebu kara günleri tevekkülle kar şılamak çabasında iken; Dulhani Hasan her önüne gelene saldırmakta, durduk yerde tatsızlık çıkartarak çatır çatır gönülkırmaktaydı. Sebebi malûmdu. Yollar karla kaplı olduğundan, kahvesi de dibevurduğundan, asabı fazlasıyla bozulmuş; bunca zaman keytmi çıkardığı yemek üstüsohbetleri şimdi tam bir kâbusa dönüşmüştü. Bir müddet sonra oraya buraya

saldırmaya dahi takat bulamaz oldu. Gün boyu pencerelerin önünden ayr ılmadandışar ıyı gözlüyor, karakışın bir an evvel çekilip gitmesi için sızlanıyor; derin derin içgeçiriyordu. Kan çanağına dönmüş gözlerinin etraf ı simsiyah hâlelerle çevrilmiş; oheybetli ve kabına sığmayan vücudu bir yaprak gibi kurumaya başlamıştı.

Topu topu birkaç kahve tanesi kaldığında, Dulhani Hasan'ın canına tak etti.Madem ki beklemekle başından atamayacaktı bu belayı, olaya bizzat el koymayakarar verdi. Sar ındı, sarmalandı; kendini dışar ı attı. Bahçeye çıkıp, ellerini iki yanaaçarak, karakışa açıkça meydan okumaya başladı. Ona , yüreğinde az biraz cesaretvarsa tez elden kar şısına çıkmasını, dilediği silahı seçebileceğini, dövüşün adil olma-sında ısrar ettiğini, mağlub olanın haddini hatırlamakla yükümlü olduğunu, devritamam olduğundan bu mekânı evvelbahara bırakması lâzım geldiğini, aksi takdirdebir illet gibi yapışıp kalacağını, haddini hatırladığı takdirde bütün bunlar ı  şıp diye

fehmeyleyeceğini, şimdiye değin kendisine hürmette kusur etmemek için sesiniçıkarmadığını, lâkin artık canına tak ettiğini, mühür kimde ise Süleyman'ın o olduğunu,o mührü er ya da geç bulacağını, Dürri Baha'nın da sıkça dile getirdiği gibi zatenherkesin kadrince kadir olduğunu ve kendisinden zerre kadar korkmadığını, korkmakbir yana karnını deşip, çarkını tersine çevirmeye kararlı olduğunu, mertçe davranıpçıkıp gelmediği takdirde burada donarak ölmeyi göze aldığını, zaten kahvesiz kal-maktansa canını vermeyi yeğ tuttuğunu bir bir anlattı. Dulhani Hasan, vaziyeti hikâyeettikten sonra, karakışa, kavgayı müteakib, mağlub olanın cümle hakkını helal edipbu diyar ı mertçe terk etmesi gerektiğini bir kez daha hatırlattı; ve susup beklemeyekoyuldu.

İlk gün gelen giden olmadı.

Dulhani Hasan soğuktan neredeyse düşmek üzere olan burnunu çeke çeke

beklemeyi sürdürdü. Yanma giderek, aklını başına devşirmesini isteyenleri tersliyor;daha da olmadı küfür f ıçılar ına batınp çıkartarak gerisin geri gönderiyordu. Dürri Babatekkesinde her türlü faaliyet durmuş; herkes pürdikkat Dulhani'nin akıl almaz halleriniizliyordu.

İkinci gün tipi başladı.

Herkesin aksine, Dulhani Hasan, korkunç bir hızla yağan leblebi iriliğindeki kar tanelerini hayra yorumlayıp, her birini kavganın çetinliğine ve kendi galibiyetinebirer burhan addetti. Demek ki karakış teklifini kabul etmiş, kar şısına çıkmayakarar vermişti. Öncü kuvvet olarak da şu tipiyi göndermişti. Varsın göndersindi;ne gam. Yakında kendisi de bahçeye gelecek, şanına yaraşır şekilde arslanlar gibi dövüşecekti. Bunca senenin karakışından da zaten bu beklenirdi. Kar ısınınetekliği altına saklanıp, laf ını sözünü bilmez Dulhani kuluna meydanı boş bırakacak değildi ya.

Dulhani Hasan vakit yitirmeden içeri koşup seneler evvel, bir daha elinealmamaya yemin ettiği yatağanını aramaya koyuldu. O aranıp dururken kimseyanma ilişmeye cesaret edemiyordu. Dürri Baba da gelmemişti üstelik. "Oyanımızda olsaydı, şu delinin soğuktan donmasına mâni olurdu" diye düşündüPinhan. Lâkin anlaşılan, bu korkunç velvele bir tek Dürri Baha'nın ilgisiniçekmiyordu. Pinhan içten içe kızmaktaydı. O mavi bulutlar ın, en zor günlerdekendilerinden böyle uzak durmasına ve sadece kendi gönlü istediği zaman orta-ya çıkmasına içerliyordu.

Dulhani Hasan yatağanı elinde tekrar bahçeye koştu. Tipi hızlanmış, dışar ıdagöz gözü görmez olmuştu. İçeriden bakanlar Dulhani'nin karaltısını seçmekte

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 16: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 16/119

dahi büyük zorluk çekiyorlardı. Bir zaman sonra, hızlanan kar tanelerinebakmaktan sıkılıp, işlerine güçlerine döndüler. Geride birkaç kişi kaldı. Pinhanda aralanndaydı. İnatla Dulhani Hasan'ın akıbetinin ne olacağını kavramayaçalışıyorlardı. Sürekli kar tanelerine bakmaktan başlan dönmeye, gözlerikararmaya başladı. Geceyi öyle geçirdiler; uykusuz ve kaygılı. Tan yeri ağar ır-ken, Pinhan, "artık ne olursa olsun" deyip, Dulhani'yi geri getirmek için dışar ıyaf ırlamak üzereyken, gözleri kendisine bir oyun etmiyorsa eğer, tuhaf bir karaltı 

gördü. Gözlerini ovuşturup, tekrar dışar ı baktı. Dulhani'ye ait olduğunu sandığı karaltının az biraz ötesinde f ır ıldak gibi hızla dönen, kül renkli, şekli şemailimeçhul başka bir karaltı daha vardı.

Fır ıldak dönüyordu.

Üçüncü gün kavga adil, karakış mağlup oldu.

Yollar açıldı; civar köylüleri tekkeyi ziyarete geldi; dervişler iade-i ziyarettebulundu; bahçedeki toprak gayrete geldi; kadir şinas Gönlübol Baba nihayetocaktaki kazanın başında görüldü; küpler yeniden doldu; Tokatlı Lütfi ile KulYusuf derin bir oh çekti.

Dulhani Hasan, Pinhan'ın elceğiziyle pişirdiği bol köpüklü kahvesine kavuşur kavuşmaz arkasına yaslanıp, bıraktığı intihayı  şöyle bir gözden geçirdi.Suratındaki tebessümden kendisiyle nasıl iftihar ettiği hemen anlaşılıyordu.Keyiften sermesi olmuştu. Ne de olsa herkesin gözü onun üzerinde, ikidudağının arasındaydı. Bir süre öylece durarak, kendini yar ı hayranlıkla, yar ı korkuyla seyredenleri seyrey-lemenin tadına vardı. Sonra, Pinhan'ın kulağınaeğilerek, etrafa duyurmadan, "çaktırmadım amma Allah biliyor ya, dizleriminbağı çözüldü!" diye f ısıldadı. Tekrar eskisi gibi arkasına yaslanarak, höpürdetehöpürdete kahvesini yudumladı. Dürri Baba tekkesinde bir daha kimse buvukuatı konuşmaya, hatta hatırlamaya yanaşmadı. Belki bir gün. Budala Tosunile Kul Hüseyin, başka başka mekânlarda, o üç zorlu günün hikâyesini dilegetirir; dinleyenlerin dudak büktüklerini görünce birbirlerine muzip muzip gözkırparlardı. Anlattıklar ı, hoş bir latife olarak havada asılı kalırdı. Belki de sadecesusar, bu sırr ı kendilerine saklamaktansa tez vakitte unuturlardı.

Her ne olursa olsun bahar yeşil ve ıpılıktı.

Evvel bahar tekkede hüsnükabul görüp, lâyıkıyla ağırlanırken, Pinhan pekhuzursuzdu. Dulhani'nin bir fincan kahve uğruna kellesini koltuğuna alarak,karakışı bileğinin hakkı ile mağlup ettiği günün gecesinde tuhaf bir rüyagörmüştü. Nereden bilsin ki bu rüya, doğduğu günden bu yana taşıdığı sırr ınartık saklandığı yerde duramadığına işaret ediyordu. O karanlık dehlizden ikiayr ı ses, iki ayr ı inilti yükseliyor; geride bir yerlerde, özgürlüğüne susamış serkeş bir yürek deli dolu çarpıyordu.

Rüyasında Pinhan, üzerine ayak basılmaması lâzım gelen bir eşikte öylecedurmaktaydı. Eşik, uçsuz bucaksız bir denizin üzerindeki ufacık bir karaparçasıydı. Orada duramayacağını, eşiğe basmanın çiğlik olduğunu gayet iyibilmekte, lâkin suda batmaktan, boğulmaktan korktuğu içinkıpırdayamamaktaydı. Sanki, sakin sakin, doğru bellediği yolda yürürken,birdenbire her şeyi, kim olduğunu dahi unutmuş, haf ızasını boşaltmış, yönünüşaşırmıştı. Şimdi, kuzeye ya da güneye mi, doğuya yahut batıya doğru mu adımatması gerektiğini bilemiyordu. Bilemediği için de basmaması gereken eşiğeolanca ağırlığıyla basıyordu. "Büyük haksızlık bu" diye düşündü. Eşikler,varacak yeri, gidecek yuvası olanlar, yüreğinde sıla hasreti taşıyanlar içinyapılmıştı. Yeri yurdu olmayanlar, yönünü şaşıranlar içinse, eşik dediğin, ne bir eksik ne bir fazla, tam bir azaptı. Çaresizlik içinde kıvranırken, eşiğin her ikiyanında, yakından tanıdığı, gönülden sevdiği iki dost yüzü belirdi. Onlar ı gördüğüne sevindi.Eşiğin bir yanında, en okkalı küfürleri, kulak çınlatankahkahalar ı, itinayla burulmuş bıyıklar ı, kızıl siyah sakalı ile Dulhani Hasan du-ruyordu.Her zamanki gibi gözü pek ve heybetli görünüyordu. Denizin üzerine

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 17: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 17/119

serdiği bir Acem halısında oturuyor; Pinhan'a el ediyor, göz kırpıyordu. Afyonçubuğu, badesi, sagar ı, mangalı, cezvesi venargilesi halının köşelerine özenle konulmuştu. Eşiğin öte yanında,Dürri Baba vardı. Mavi bulutlu gözleriyle, güleç ve ışıl ışıl yüzüyle,her zamanki gibi hayranlık uyandır ıyor, soluk kesiyordu. Dalgalar ın üzerinekoyduğu işlemeli bir minderde bağdaş kurmuş, baş kesmiş, çıt çıkarmadanPinhan'ı seyrediyordu. Titrek alevli kandilleri, el yazması kitaplar ı, toprak

boyalar ı, tabirnameleri, kamış kalemleri ve mürekkep hokkalar ı, hemenarkasında, havada, rafta diziliymişçesine derli toplu durmaktaydılar.

Pinhan, denizin derinliğine bakmamaya çalışarak Dürri Baba'ya doğru bir adım attığında, sırtına ani bir  şaplak yedi. Dengesini kaybetti, düşeyazdı.Dönüp baktığında Dulhani Hasan'ın, elindeki kahve fincanını denizedaldırdığını, o mavilikten bol köpüklü kahveler çıkardığını dehşetle gördü.Dulhani'nin bulunduğu yerde deniz maviden kahverengine dönüşmüş; tuzlar şeker, dalga köpükleri ise kahve köpüğü oluvermişti. O vakit Pinhan karar değiştirdi. Böylesi bir kerametin kar şısında eğilip, Dulhani'nin bulunduğu tarafayönelmek istedi. Lâkin bu sefer de Dürri Baha'nın eli onu saçlar ından kavradı,hızla kendine doğru çekti. Dönüp baktığında, Dürri Baha'nın, eşiğin öte ya-nındaki denize elini daldırarak, denizin dibinden rengârenk kuşlar çıkardığını;

kuşlar ın gökyüzüne doğru kanat çırparak uzaklaştıklar ını gördü.Pinhan hangisine yönelirse, öteki ona mâni oluyordu. O da çaresiz arada

kalıyor, beyhude debeleniyordu. Eşik üste durmak olmazdı. Eşik üste durmakyakışık almazdı. Pinhan naçar kalmıştı.

Haykırmaya, yardım istemeye başladı. O, çığlık çığlığa bağır ırken, DulhaniHasan ile Dürri Baba, evvelki cazip hallerinden tamamıyla sıyr ılarakbayağılaşmış, küstahlaşmışlardı. İkisinin de suratına yılışık bir tebessümoturmuştu. İşi daha da azıtarak, Pinhan'ın giysilerini çekiştirmeye hatta yırtmayakoyulmuşlardı. Yırtılan parçalar ı, eşiğin iki yanında uzanan kahverengi deniz ilemavi deniz oracıkta yutuyor, mideye indiriyorlardı. Sonunda Pinhan, tam ortayerde çır ılçıplak kaldı. Hava soğudu, kar yağmaya başladı. Pinhan telaşla bir kartopu yapıp, önünü onunla kapadı. Ama ne fayda; birazdan güneş çıkacak,

soğuktan morarmış sırr ını ele verecekti. Utanç evvela boynunu, daha sonradudaklar ını ve en nihayetinde bütün vücudunu yaladı. Oysa Dulhani Hasan ileDürri Baba güneşin çıkmasını beklemeye dahi lüzum görmediler. Ortadaçekiştirip yırtarak kendi denizlerine kurban edecek giysi parçası kalmadığını idrak ettiklerinde, aynı anda, Pinhan'ın iki başlığına yapıştılar. İkisi birden,olanca güçleriyle asıldılar.

Koptu. Kan akmadan, acı bırakmadan, ne olup bittiği anlaşılmadan koptu vebillur bir şişe gibi ses çıkartarak eşik üstüne yuvarlandı. Pinhan elleriyle yüzünükapadı. Ağlayamadı.

Uyandığında gördüklerini unutmak, ömür boyu hatırlamamaktı tek dileği.Yüzünü yıkamadan kalktı, giyindi ve dışar ı çıktı. Tekkenin yakınlar ında akandereye kadar dilini, dudağını  ısır ıp, ağlamamaya gayret ederek yürüdü. Dere,onu görünce şahlandı, selâm verdi. "Hoş-geldin ya Pinhan. Ne iyi ettingelmekle," dedi. Sesi incecikti; görücüye çıkmış bir kızın utangaç sesiydi. "Anlatbana," dedi. "Karabasanla-rmı bir bir anlat bana ki, topunu birden alıp götüreyimuzaklara, gözden ırak gönüller içre diyarlara. Bırak yükünü ben taşıyayım.Çekinmeden, sakınmadan, saklamadan anlat ki ferahlasın yüreğin; sen kuşlar gibi hafifledikçe, senin yerine ben ağırlaşayım. Yalanım yok, inan ki bunu seveseve yapar ım. Her kâbusun sabahında, kapımı çalanlar ı ellerimle yuğar,sular ımla pür ü pak eder, tek bir sözümle elemlerinden ar ındır ır ım. Bil ki benher rüyayı hayra yorar ım."

Derenin sesi giderek kalınlaşmakta, yavrusuna kanat geren, sar ıpsarmalayan şefkatli bir ananın sesini andırmaktaydı şimdi.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 18: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 18/119

Pinhan derenin yanı başına çömeldi. Hiç nazlanmadan evvelki gecegördüklerini bir bir dile getirdi. Medet umdu, aman diledi. Ağzından dökülen her bir kelimeyi serin sular ın ellerine verdi. Sular, derdini tasasını, gamını kederiniüst üste istifleyip omuzlar ına yüklerken, yavaş yavaş rahatladığını, ferahladığını hissetti. Anlatmayı bitirdiğinde, güneş tam tepesindeydi.

Dere, yükünün tamamını teslim aldıktan sonra, delikanlının rüyalar ının

tabîrini yapmaya koyuldu. Sular ını ikiye ayır ıp, yüzyüze bakan iki ayna oldu.Aynalardan birinin açtığı kapıyı öteki kapadı; birinin kazdığı çukuru ötekidoldurdu. Öbek öbek kumlar, tunç tokmaklar orta yere yığılırken, dere,Pinhan'a, gördüklerini aktardı. Ona tırtılı hatırlattı. Tıpkı o tırtıl gibi ikibaşlılığınında vakit tamam olduğunda güzellikte yekta bir kelebeğe dönüşeceğini, utanıpsıkılmasının mânâsız olduğunu anlattı.

Suyun dediğine göre, Dulhani'nin gözüpekliği, neşesi, hayata ve ölüme olanderin iptilası, tek bir kadehten, tek bir nefesten, tek bir gülüşten böylesine büyüktadlar alması ikibaştan birini büyülüyor, cez bediyordu. Suyun dediğine göre, bir de işin başka yüzü vardı. Zira Dürri Baha'nın yumuşak, sessiz adımlar ı,yürürken bastığı yerdeki kar ıncalar ı, taşı toprağı kollaması ve kendisiyle bir tutması; mavi bir yel olarak eserken uzaklardan buram buram çiçek ve yabani

ot kokular ı taşıması; dilindeki sükûnet, gözlerindeki şetkat de öteki başı mes-tediyor; kendi âlemine buyur ediyordu.

Su dedi ki eşik üste durmak olmazdı. Bir adım atmak icap ederdi. Pinhankaygılı kaygılı başını salladı, hak verdi.

Su dedi ki, velev ki, Pinhan yanlış saymıştı. Akıl gözüyle iki parmağa denkdüşenin sakın gönül gözü hesabı bir olmasındı? Hem tekmil harfler, kelimeler veayetler bir noktadan çıkmaz ve yine o noktaya kavuşmak için yanıp tutuşmazmıydı? Madem ki adı Pinhan'dı, zahiride saydığını batınide tekrar tekrar hesaplamalıydı. Zira, eşiğin iki yanına serdiği, iki apayr ı renkteki denizler,aslında tek ve hudutsuz bir ummandı. Hal böyle ise iki yürek tek bir vücuttapekâlâ bağdaşır, kucaklaşırdı. O vakit husumet gider, ayr ı gayr ı kalmaz,kâbuslar tutunacak dal, kurulacak taht bulamazlardı. Ta kaalübeladan bu yana

yazılan destanlar bunu anlatırdı. Canansız can, cansız canan olamazdı. Âşığında maşuğun da gıdası, mayası aşktı. İki yürek bir çarpardı. Pinhan o zamanitiraz edip, heyecanla atıldı:

"Lâkin o yüreklerden biri benim yüreğim; de bana, ya öteki kimin? Ben kiminpeşindeyim?"

Gökyüzü aniden karardı, bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı,aynalar boydan boya çatladı. Tekkenin yanından geçen dere yatağına sığamadı,taştı. Pinhan o velvelede bir türlü işitemedi verilen yanıtı.

Yağmur geçene kadar bir sığınak aramayı aklına dahi getirmeden,sır ılsıklam olma pahasına dolaşmaya çıktı. Henüz küçük bir çocukken vebambaşka bir isim taşırken durmaksızın ar şınladığı tepeleri, bayırlar ı, ağaçkovuklar ını, leylek yuvalar ını keşfe çıktı. Her gördüğüne sevinçle sar ıldı, halhatır sordu. Ne çok olmuştu buralara gelmeyeli, ne kadar özlemişti avareliği.Yabani otlar, irili ufaklı parlak taşlar, kır çiçekleri ve biraz da rüzgâr topladı.Tekkeye döndüğünde hava kararmış, vakit hayli geç olmuştu.

Kerpiç duvar ı aşarak, bir hırsız gibi bahçeye süzüldü. Bağdaş kurarakoturdu; gene o ağacın altında. Bir zamanlar dallar ına tünediği, elma aşır ırkenenselendiği ve mavi bulutlarla ilk defa gözgöze geldiği ağacın altında. Ürperdi;çünkü hatırladı. Eski adı, eski hali dalda oturmakta, çıt çıkarmadan neyapacağını gözetlemekteydi sanki. Serçe parmağını dudaklar ına götürdü.Öpmeye, emmeye başladı. Yaladı. Sonra ısırdı. Hafifçe canı yandı, hepsi okadar. "Kerem eyle!" Sözler döküldü ağzından; derinden kopan bir feryat,umutsuz bir yardım çığlığıydı. Ardından olanca gücüyle ısırdı serçe parmağını.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 19: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 19/119

Yakaladığı deri parçasını kopardı, tattı, tükürdü. Kan önce usul usul, ardındanhızla akmaya başladı. Pinhan çıkan kanı damla yapıp toprağa damlattı. Bir nokta oluştu toprağın bağr ında; kırmızı, şiddet ve şehvet kokan bir nokta. Onugözden ırak kılmak istedi Pinhan. Çevresine bir halka çizerek etraf ını ördü.Yetmedi; bir halka daha, sonra bir halka daha. Kale içinde kale, duvar içindeduvar, sırlar içre sırlar inşa etmişti. Uzaktan bakan göremezdi ortadaki noktayı.  îlk duvar ı geçebilen, ikincisine takılır, o da olmadı bir üçüncüsü zebani gibi

dikilerek geçit vermez, sır saklardı.

O tek noktanın sırr ına, halka içre halkalar ın canlar ı feda.

Birden bir kuş  şakıması işitildi. Elma ağacının dallar ında kalbi korkuylaçarpan çocuk, elma ağacının altında yüreğini sorgulayan delikanlı aynı andabaşlar ını kaldır ıp kar şılar ında duran kuşa baktılar. Oydu. Aynı kuştu. İncili kuş.

İncili kuş 

Pinhan, bir kuşa baktı, bir toprağa; bir inciye baktı, bir noktaya. Geceninkaranlığından sıyr ıldı, ayıldı. Halka içre noktanın bağr ına, her bir harfe ayr ı bir itinagöstererek, Dürri Baha'nın ismini kazıdı.

O zaman incili kuşun gagasından bir damla kan aktı, kan noktayı canevindenvurdu.Kuşun kanı, topraktaki noktanın içine süzülüp, Pinhan'ın kanına kar ıştı.Pinhan,ömrü elverdiği sürece o geceyi yüreğinde saklayacaktı.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 20: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 20/119

HAFIZA 

Biz sevdik âşık olduk,

Sevildik maşuk olduk.

Her dem yeni doğar ız

Bizden kim usanası.

Yunus Emre 

İsimler büyülüdür. Sade büyülü mü, isimler hem de büyücüdür.

Bir isimle ol ismi taşıyan, evvela hemnâm; bir zaman sonra hem-sıfat vehemmeşrep; derken hemdil, hemkadeh ve hemsohbet; en nihayetinde de

hemsefer oluverirler.Sefer vakti kapıya dayandığında, yolcu yolunda, hancı hanında gerektir.

Evvelbahar, dağlar ı, bayırlar ı, meyvaya durmuş dallar ı, kuşlar ın kanatlar ını,hatta hızını alamadığından olsa gerek, yakaladığı kirpi yavrular ının dikenlerini,evvela parlatıp ardından hercai renklere boyamakla haşır neşirdi. O bunlar ı yaparken, Dürri Baba tekkesinde hummalı bir faaliyet, telaşlı bir koşuşturmayaşanıyordu. Biri köhnebahar-da, diğeri evvelbaharda olmak üzere senede ikikez düzenlenen Ruz-ı Muhabbet yaklaşmaktaydı. Tekmil tekke ahalisiköşelerine çekilmiş haf ızalar ına çekidüzen verme ve hayallerini doludizginkoşturma telaşı içindeyken, bir tek Pinhan olan bitenin tamamıyla dışındaydı.Gene aynı  şeylerin başına geleceğini gayet iyi bildiği için kendini tamamıylakapatmış, etraf ındakilerin umursamazlığına benzeri bir umursamazlıkla yanıt

vermeyi kafasına koymuştu. Zira şimdiye değin her Ruz-ı Muhabbet öncesisorduğu sualler yanıtsız bırakılmış, kısa süreliğine de olsa yabancılığı bir şamar gibi yüzüne vurulmuştu. İlk senelerde küçüklüğüne vermişti. Öyle ya henüzküçüktü, büyüdüğünde elbet o da Ruz-ı Muhabbet'e alınacaktı. Lâkin nevücudunun büyüyüp serpilmesi, ne üzümünün çiğ yeşili terk ederek yavaş yavaş sararması, ne de delikanlı tüylerinin giderek sertleşmesi durumunda bir değişiklik yaratmıştı. Senelerdir Ruz-ı Muhabbet kapılar ı Pinhan'a sırlanmıştı.Buna dayanamıyor, içten içe kahroluyordu. Umutsuzdu; yalnızdı; yabancıydı.

Hal böyle iken.Dertli Hagopik uzaktan uzağa Pinhan'ı gözlemekte,delikanlıyı solduran derde çareler aramaktaydı. İşin aslı epeydir Hagopik aynı şeylere kafa yormakta, lâkin vaktin tamama erdiğinden bir türlü eminolamamaktaydı. Delikanlının tekkede görünmediği, belli ki dışarlarda dolandığı o uzun günün gecesinde, Hagopik, onun artık büyümekte olduğunu anladı.Hagopik'e göre büyümenin alâmeti gözlerde saklıydı.

Bu sebepten ötürüdür ki, Dertli Hagopik, Pinhan'm gözlerini ar ıyordu.

İsmi Pinhan olalıberi durulan, her seher vakti ferahlayan yüreğinin akşamoldu mu daralmasına ses çıkarmayan bu çocuk, ten suretinde artık yeterinceserpilmişti. Üstelik, serpilirken adamakıllı güzelleşmiş, çocuksu yüzünümühürleyen iri, kara ve doğuştan sürmeli gözleri, incelmiş delikanlı çehresinintam ortasına bir yangın alevi gibi düşmüştü. Bakanlar ın içini titretecek kadar güzelleşmişti Pinhan. Güzeldi güzel olmasına da, bunu kendi göremediktensonra neye yarar? Hâlâ, sularda aksini aramayı aklından dahi geçirmeden,içinde yüzdüğü şişeyi derya sanmaktaydı. Dertli Hagopik bunlar ı görüyor,gördüklerini "al gönlüm doya doya seyreyle" diyerek üst üste istifliyordu. Ne var 

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 21: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 21/119

ki, delikanlının dışarlarda dolandığı gün, ona, şimdiye değin gönül gözüyle negördüyse bir bir anlatmaya karar vermişti. Şimdi, en münasip zamanı kollamaktaydı.

Bir akşam üstü, tuttu, Pinhan'dan koyu, bol şekerli ve bol köpüklü bir kahveistedi. Bu istek Pinhan'ı epey şaşırttı. Zira Dertli Hagopik ağzına iptila yaratacakhiçbir şey koymaz; böylesinin aklı ve yüreği pek tuttuğuna körükörüne inanırdı.

Körükörüne demekte fayda var zira Hagopik ne kahveyi, ne afyonu, ne şarabı,ne de tütünü tatmıştı. Demek bu akşam kendi hudutlar ına savaş açacaktı.Savaş toprağın altında ve üstünde süredursun, o, altın yaldızlı bir fincana taksimedilen kahvesini, kırk yıllık tiryaki imişçesine höpürdeterek içmekten, dilinikeyifle şapırdatmaktan geri durmadı. Pinhan o vakit gülümseyerek, gayetsamimi bir coşkuyla, "Aşkolsun!" dedi.

"Aşkın cemal olsun," dedi Dertli Hagopik delikanlının gözlerinin içinedosdoğru bakarak.

"Cemalin nur olsun," dedi Pinhan, başını hafifçe eğip, hürmetini göstererek.

"Nurun âlâ nur olsun," dedi Dertli Hagopik iki yudum arası.

Sonra, her daim dolu dolu olan gözpmarlar ını  ışığa çevirerek, "bilirsinPinhan. Ben seni yıllar var ki uzaktan seyreder; bir eksiğin, bir derdin olduğunuanladığımda da yambaşında yabani ot misali biti-veririm. Başka zamanlardailişmem yanına. Ne zaman ki geniş dünya dar gelir sana, bu yürek senin içinatar, bilesin," diye ekledi. Tane tane, ağır ağır konuşmaktaydı. Pinhan bu anisohbeti hayra yorduktan sonra, yar ı uyanık yar ı uykuda dinlemeye koyuldu.Dinlerken de ara sıra gözlerini iri iri açarak kar şısında oturan adamın ne vakitve nasıl eski vasıflar ından ar ındığını ve bu ani değişikliğin baki olup olmadığımanlamaya çalışıyordu. Zira Dertli Hagopik, yani kahvenin kokusuna dahikatlanamayan; ağzını değil bıçak akma hançerler bile aça-mayan; insanlardanköşe bucak kaçıp boşlukla derileşen; gün boyu başım kaldırmadan siyah mineüzerine türlü türlü çiçekler, kuşlar işleyen; gözpınarlannda taşıyabileceklerindenfazla gözyaşı biriktiren Dertli Hagopik değil de, bambaşka biriydi sanki. Ve

mütemadiyen konuşmakta, kelimeleri bir dil üstadı kadar rahat ve yerindekullanarak sorulmayanı yanıtlamaktaydı.

"Bana neden Dertli derler hiç düşündün mü Pinhan? Neden her daim böyleağlamaklı gezdiğimi, günlerimi dostlar ın arasında değil de karanlık kuytulardabir başıma geçirdiğimi hiç merak edip sordun mu kendine veyahut bir başkasına? Sorsan da fark etmezdi zaten, çünkü hiç kimse tam manâs ıylabilmez benim hikâyemi. Bir tek Dürri Baba bilir, o da bildiğini dilinden,gördüğünü gözlerinden sakınır, saklar. Sır vermez."

Pinhan evvelki uykulu halinden tamamıyla sıyr ılmış, Dürri Baha'nın adını duyduğu an irkilmiş, toparlanmıştı. Dürri Baba ile bir sırr ı paylaşabilmek, ona hiçolmazsa bu vesileyle yakın olabilmek için can atıyor, hikâyenin devamını sabırsızlıkla bekliyordu. Lâkin Dertli Hagopik, kar şısında merakla yanıp tutuşangözleri adeta hiçe saymakta; gene öyle ağır ağır, tane tane, yudum yudumkonuşmaktaydı. "Benim memleketimde, doğduğum, taşını toprağını kar ış kar ış gezdiğim, havasını soluduğum yerde, dört kitabın ehli bir arada yaşardı. Bir arada dediysem, mahallelerimiz ayr ı; yediğimiz, içtiğimiz, âdetlerimiz ayr ı;esvaplar ımız ayr ı; lâkin soluduğumuz hava, gördüğümüz güneş ve ay birdi.Kuru yerlerin ahalisi pek kederli olurmuş derler, yalan değil. Kederimiz birdi.Aynı gökkubbeye yakınırdık. Aynı yıldızlara bakıp bakıp efkârlanır; aynı yıldızlar ı hesap etmeye çalışırken uyuyakalırdık. Yan yana dizilmiş kapalı kutular gibiydik. Bizim oranın soğuğu pek meşhurdur. Kuru ayaz din, millet ayr ımı bil-mez tabii; iliklerine işler adamın, her kim olursan ol. Kış çöktüğünde kapalı kutular birbirine sokulurdu ama hudutlar ın korunmasına da ayr ı bir itinagösterilirdi. Hukukumuz vardı. Öyle hem yan yana, hem de birbirimizedokunmadan, el sürmeden ısınmaya, ısanamasak bile hiç olmazsa donmadan

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 22: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 22/119

bir kışı daha geçirmeye çalışırdık.

"Biz kuşaklardır sarraflık ederdik orada. Babam da, dedem de, dedeminbabası da aynı mesleğin erbabıydı. Babama Ohannes usta diye seslenirdiherkes. Dükkânda benim de böyle seslenmem icap ederdi. Eve döndüğümüzdebabam, dükkâna gittiğimizde ustam olurdu. Benden evvel sırada agbim vardı aslında, ama Dikran doğuştan sakattı. Elleri, bacaklar ı tutmazdı. Küçüklerle de

aramda epey yaş vardı. E, geriye bir tek ben kalıyordum işte. Ohannes ustabildiği her şeyi bana öğretip, dükkâna beni usta yapmak istiyordu. Çok da dikka-falıydı. Aklına koyduğunu illa ki yapacak, yapmazsa hem kendi uykusunu hemde bizimkileri haram eder. Bana gelince, ben, değil sarraflık etmek, gümüş tellerini, altın yapraklar ını oradan oraya koymayı bile beceremezdim. Aklım bir kar ış havada, gözüm gurbet ellerin-deydi. İnan ki, o daracık, loş dükkân banazindan gibi gelirdi. Dışar ı çıkmaktan, gün boyu avare avare dolanmaktan,keyfimin kâhyalığını sürdürmekten başka maksadım yoktu hayatta. Ta ki ogüne kadar."

Uzun uzun sustu Dertli Hagopik. Pinhan çaresizlik içinde kıvranarak, onunfincanın dibindeki telveyi yalamasını, daldığı yerden dönmesini bekledi.

"O gün ben dükkânda bir başıma idim. Bütün gün öylece oturmuş, içimidaraltmıştım. Ohannes usta olsaydı dükkân konuklarla dolup taşar, koyu bir muhabbet kaynatılırdı. Lâkin babam olmadığında konuklar, ya yokluğunubilirmişçesine dükkâna hiç uğramaz ya da başlar ını içeri uzatıp şöyle bir baktıktan sonra çekip giderlerdi. Anlayacağın, babam varken bir edebi mahfilolan dükkân onun yokluğunda bir başına bırakılmış, metruk bir mekân olurdu.Dükkânda tek başıma olduğum günlerde hemen hemen hiç müşteri gelmezdi.Varsın gelmesindi, bunu dert edecek halim yoktu ya. Öylesine vurdumduy-mazdım ki. Neyse işte o gün de yine öyle boş boş geçip gitmişti."

Pinhan genç Hagopik'i gördü önünde. Gün boyu haytalık etmek isteyen butasasız ve pervasız surete çabucak ısınıverdi. Gülümsedi.

"Akşam ezanı okunduğunda dükkânı kapatmak üzereydim ki içeriye

müslüman bir kadın girdi. Bir gölge gibiydi. Beraberinde reyhan, ceviz, tarçınkokular ı getirdi. Başı öne eğikti, ne yüzünü bilebildim ne de gözlerini. Tezgâhınüzerine bir kese bıraktı ve bir adım geri çekildi. Gene öyle sessiz, başı önünde.Kadife keseyi açtığımda içinden bir firuze çıktı. İşte o vakit ürkek ürkekkonuşarak benden ne istediğini anlattı. Sesi bir kuş cıvıltısıydı sanki,kınlacakmış gibi incecik, öylesine nazenin. O konuştukça yüzümün kızardığını,yanaklar ımı ateş bastığını biliyordum. Ama o bilemezdi. Bir kez olsun başını kaldır ıp bana bakmamıştı ki, nereden bilsin. Telaşlıydı, meramını çabucak an-lattı. İkimiz de dükkânda görülmemesi gerektiğini gayet iyi biliyorduk. İkimizinde yüreği ağzındaydı.

"İşte böyle Pinhan, o kadın benden bir yüzük yapmamı, yüzüğün içinekimselerin fark edemeyeceği bir kutu kondurmamı, kutunun kapağının kolayaçılacak surette hazırlanmasını istedi. Üç gün içinde yüzüğün tamam olması gerektiğini de ilave etti. Zira o gün gerdeğe girecekti. Ve geldiği gibi sessiz,geldiği gibi ürkek gitti. Ben ardından bakakaldım. Elimde o firuze, dükkândareyhan, ceviz, tarçın kokular ı, kulaklar ımda kuş cıvıltılar ı... öylece kalakaldım."

Pinhan, kahve kokusunu bastıran reyhan, ceviz ve tarçın kokular ını derinderin içine çekti. Daha ilk nefeste başı dönmeye, gözleri seğirmeye, yüzügülmeye başladı. Keyiflendi. Daha derin soluyarak bu bahtiyarlık deryasındaboylu boyunca uzandı. Bir tüy kadar hafifti. Varsın dalgalar alıp götürsündübedenini; götürüp ıssız kıyılara alsalardı. Nasıl olsa o kıyılarda reyhan, ceviz,tarçın kokular ı bulacaktı.

"O gece hiç uyuyamadım. Kıvrandım durdum. Ben ki yıllardır sarraflıkmesleğine hiç itibar etmemiş, babam Ohannes ustanın maharetine dudak

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 23: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 23/119

bükmüş idim, şimdi kalkıp bir yüzük yapacaktım. Hem de ne yüzük... Aklımı başıma devşirmekten başka çarem yoktu. Ertesi sabah erkenden babamı uyandır ıp dükkânı açma vaktinin geldiğini söyledim. Baba oğul, benim inadımyüzünden sabahın kör karanlığında yollara düştük. İhtiyar neden böyle durdukyere gayrete geldiğimi bilemezdi elbet, şaşırdı ama tek kelime etmedi.Anacığım endişeyle, ağbim Dikran da buruk bir tebessümle arkamdanbakmaktaydılar. Küçüklere bile bir haller olmuştu. Artin ile Nuritza

başparmaklar ını emerek aynı kaygıyı paylaşıyorlardı sanki. Bana o gün öylegeldi. Bir parça kızdığımı da hatırlıyorum; zira sevinmeleri gereken yerde kay-gılanıyorlardı. Senelerdir benden ısrarla istediklerini işte bugün yapıyordum veonlar sadece kaygılanıyorlardı. Oysa anacığım, oğlunun gayrete gelmesimünasebetiyle şöyle bol pekmezli malezi önüme koysaydı, 'ye evladım, ye kizihnin açılsın, kollar ına kuvvet gelsin' deseydi fena mı olurdu ya? Ben babamınyanında bunlar ı düşünüp kös kös yürürken, baktım Artin peşimizden koşuyor.Elinde içi ceviz dolu pestil, yetişti, bana uzattı. Utandım o vakit. Demek anamşaşkınlığından kurtulunca oğluna cevizli pestil.yollamıştı. Hem utandım hem desevindim. Çok severdim cevizli pestili.

"O gün, sabahtan akşama kadar babamı seyrettim. Seyretmeyi işte o zamanöğrendim. İnsanlar ı izlerken, daha evvel hiç görmediklerini görebilir, hiç

hissetmediklerini hissedebilirsin Pinhan. İnsanlar ı uzaktan seyrederken, onlaraher zamankinden yakın olabilirsin. Eğer bakmayı bilirsen gözlerin sana oyunetmez, dosdoğru görürsün. İçte saklı olanı, acıtanı, kanatanı görürsün. O vakitanlarsın ki o dediğin sensin, seyrettiğin kendi bedenin, kendi suretin; ağladığınkendi acılar ın. İnan ki, ben yıllar ın tembelliğinin acısını o gün çıkardım. Ba-bamın terazi başında nasıl en hassas hesaplan yaptığını, gümüş telleri tahtaparçalar ına kakarak o canım telkarilere nasıl hayat verdiğini, ocağınbaşındayken alnında biriken boncuk boncuk terlerden nasıl kıvanç duyduğunu,çekici indirirken altında yatanı incitmekten nasıl kaçındığım, maharetinde şefkatve merhamet yattığım o gün fark ettim. İster inan ister inanma ama Pinhan benbu kıymetli mesleğin sırr ına bir günde vakıf oldum. Senelerdir yapamadığımı,bir kısa güne sığdırdım."

Pinhan dikkatle dinlemekteydi. Cevizli pestili duyar duymaz başını keyifle

sallayarak. Dertli Hagopik'in damak zevkine tamamıyla katıldığını göstermişti.İkisinin de aynı anda gözleri ışıldamış, dişleri kamaşmıştı.

"İkinci gün kafamda yüzüğün şeklini şemailini tasarlamakla geçti. Bu pekhassas, pek çetrefil bir meseleydi. Hesaplar ımı kusursuz yapmalı, firuzeye halelgetirmeden etraf ına altın halkalar örmeli, halkalar ın kavuştuğu yere gözden ırak,ufacık bir çıkmtı kondurabilmeli, çıkıntıya basıldığında firuzeyi omuzlayankapağın kolayca açılmasını sağlayabilmeliydim. En ufak bir hatayatahammülüm yoktu. O kadın, kokusu, sesi, edası yanımdan bir an olsunayr ılmayan o kadın, madem ki kimselere benzemiyordu, yüzüğü de hiçbir yüzüğe benzememeliydi. Yapacağım yüzük ona lâyık olmalıydı. Bu yüzük onundüğün hediyesiydi. Bir ömür boyu onu parmağından çıkartmayacak ve baktıkça,dokundukça beni hatırlayacaktı. Birbirimizden ayr ı düşsek de, benden bir parçahep onun yanında olacaktı. Yüzük parmağından çıkmadıkça, ben de onunaklından çıkmayacaktım. Bu fikir aklımı başımdan alıyordu.

"Üçüncü gün geldiğinde kalbim yerinde duramıyordu artık. Yüzüğü o günyapacaktım."

Pinhan kıyıya varamadan ayıldı. Etraf ını ören sermestlikten sıyr ıldı;heyecanlanmıştı. Yüzüğü tasavvur etmeye çalıştı; olmadı. Dikkatini yenidentoplayarak, Hagopik'i dinlemeyi sürdürdü.

"Sabah erkenden dükkâna var ıp arka odaya geçtim. Bütün gün oradançıkmadım. Acıkmadım. Susamadım. Hacetimi gidermek için dahi oradançıkmadım. Ohannes usta dükkânı kapama vakti geldiğinde bana şöyle bir baktı ve kapıyı çekip gitti. Soru sormaması, beni sorguya çekmemesi içimi nasıl

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 24: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 24/119

rahatlatmıştı bilemezsin. Ona öyle müteşekkirdim ki. O gece, firuzenin ellerimdenasıl hayat kazandığını, nasıl güzelleşip serpildiğini, altın halkalar ın nasıl eğilipbükülerek bana yol verdiğini anlatamam. Hepsi bana yardım etmek için didini-yordu sanki. Dükkânda yaşayan envai çeşit eşya insafa gelmiş, evvelkivurdumduymazlığımı gençliğime vermiş, beni affetmişlerdi. Tıpkı Ohannes ustagibi şefkatle, merhametle yaklaşıyordum onlara. Konuşuyorduk; muhabbetediyor, ara sıra birbirimize sataşıyorduk. Yalnız değildim. Pirimiz Davud

peygamber de bütün gece yanıbaşımdaydı. Beni dikkatle izliyor, ara sıra başını sallayarak memnuniyetini ifade ediyordu. Öyle büyük bir keyif alıyordum kiyaptığım işten. O yüzük Pinhan, bana baba mesleğimi sevdirdi."

Pinhan, babasını hatırlamaya çalıştı. Bir sis perdesi örttü üzerini. Uzaklardanbelli belirsiz bir su şır ıltısı geliyordu. Bir ara sislerin içinde bir karaltı görür gibioldu. Karaltı ona doğru gelmekteydi; ağır ağır, adım adım. Tam yüzünü açığaçıkaracaktı ki, arkasını getiremedi. Sular dondu. Sis, olanca ağırlığıyla çöktü.Hagopik bunlar ı nereden bilsin, o şimdi bambaşka bir âlemde yüzüyordu.

"Ne var ki Pinhan, o kadın sebeb-i felâketim oldu, ben de onun. O zamanlar bunu bilemezdim elbet. Kendimi tamamıyla yaptığım işe vermiştim, gayr ısındagözüm yoktu. O kadına mahcup çıkmamak için uğraştım, olanca kuvvetimle

işime asıldım. Tan yeri ağar ırken yüzük avuçlanmm arasmdaydı. Sımsıkı tuttum. Soluk alıp veriyordu. O yüzük Pinhan, vücudumun bir parçasıydı.Kalbimiz bir atıyordu."

Dertli Hagopik'in sesi titremeye başlamıştı. Gözpınarlar ında bir patırtı, bir koşuşturma, bir isyan... O hengâmede bilinmez ki kim dost, kim düşman.

"Sabah erkenden geldi. Ne hikmetse o sabah babam dükkâna gelmemişti.Sanki olan biteni biliyor ve uzak duruyordu. Gene dükkânda yalnızdım ve geneo kokular, o endam ve o billur ses yanıbaşımdaydı. Yüzüğü tezgâhın üzerinebıraktım ve bir adım geri çekildim. Önce yüzüğe baktı, sonra bana, dosdoğrugözlerime. O vakit gözlerini gördüm. Gözlerinde iki dipsiz, karanlık kuyu vardı.İki elem kuyusu. Tepeden tırnağa ürperdim. Bir süre öylece bakıştık. Sonra oyüzüğe uzandığında, nasıl yaptım hâlâ bilemiyorum, ellerini tuttum. Ellerimiz

kavuştu, kenetlendi, uzun uzun hasret giderdi. Titrediğini, korktuğunugörüyordum. Ben de korkuyordum. Yüreklerimiz kafeslerinden f ırlayacakmış gibi deli deli atıyordu. Korkulmayacak gibi değildi Pinhan. O halde bizi bir görenolsaydı, halimiz dumandı. Bağışlanacak suç değildir bilirsin. Ama ellerimiçekmedim. Ona zar zor, 'lâkin bir  şartım var' dedim. Güzel gözleri bulutlandı.'Bana bu yüzüğü ne niyetle istediğini söyle. Senden ne para isterim ne başkabir şey. Bir tek maksadını söyle.' BuluUar çoğaldı. Yağdı yağacak. Titriyordu, tit-riyordum. Anlattı."

Pinhan gözlerini Dertli Hagopik'in gözlerinden alamıyordu. Her daim doludolu olan gözpınarlan taşmak üzereydi. Pinhan orada hüznü gördü. Görür görmez tanıdı onu, ürperdi. Bir çatlaktan başını uzatmış, sonra doğruca içerisızmıştı. Pinhan gayriihtiyari elini boynuna götürüp, hüznün boğazınaçöreklenmesine mâni olmak istedi. Hago-pik bunlar ı nereden bilsin; o şimdi,dolaşan dilini çözmeye, boğazına atılan düğümleri açmaya çabalıyordu.

"O firuze yüzüğü kapaklı, kutulu, sırlı istiyordu çünkü içine zehir koyacaktı.Zifaf gecesinde bu zehiri bir dikişte içecek, kocasına cansız bedeninisunacaktı."

Pinhan gözlerine inanamadı. Dertli Hagopik ağlıyordu. Demin-denberigözpınarlar ında tutunamayan, giderek kırmızıya çalan damlalar, şimdi hızlaaşağılara süzülüyor, bunca senenin esaretine son veriyorlardı. Dertli Hagopik ilkdefa ağlıyordu. Pinhan şaşkınlığından sıyr ılıp yere dökülmek üzere olan kandamlalar ım avuçlar ında topladı. Soluğuyla kuruttu onlar ı.

Avuçlar ında asi,

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 25: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 25/119

iri iri,

erguvanı,

cam taneleri.

"Ben o Müslüman kadına âşık olmuştum Pinhan. Kim olduğunu, nereden

geldiğini, hangi surat yoksununa yar edilmek istendiğini ve bu işlere nedenkalkıştığını hiç bilmiyordum. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Yüreğimkafesini parçalıyor, kanıyordu. Aşkımı, uğruna canımı vereceğim aşkımı, kendiellerimle öldürecektim. Benim ellerimde hayat bulan firuze ona ölüm getirecekti.Bir feryat koptu bağr ımdan. Hiç kimse, hiçbir şey umrumda değildi. O feryadabütün çar şı esnaf ı başımıza üşüşebilirdi ama ne gam. Değil çar şı esnaf ı padişah efendimizin cellatlar ı gelse, ipi boylasam, boynum vurulsa umurumdadeğildi. Sevdiğim ölüme gidiyordu ve ben gafil, ben ahmak herif buna sebepoluyordum."

Pinhan, Dertli Hagopik'e acıyla baktı. Ona sar ılmak, az evvel yaşlarlaıslanan yanaklar ını, yüzünü, dudaklar ını uzun uzun öpmek istedi. Yapamadı.Hagopik öylesine uzaklaşmıştı ki, ona el bile sallayamadı.

"Bana bir daha baktı. O iki dipsiz kuyu ağzına kadar kanla doldu. Acı çekiyordum Pinhan, yüreğim sıkışıyordu. Bana baktı, parmaklar ını dudaklar ımagötürdü. Yumuşacıktı. Parmaklar ı orada salına salına gezdiler.Kıpırdayamıyordum. O vakit anladım ki onun da gönlü bana akmıştı. Ama nefayda. Sevdiğim, sevenim toprağa yar olacaktı. O surat yoksununun koynunagitse, orada ömür tüketse ve bir daha gül yüzünü bana göstermese inan ki içimböyle acımazdı.

"Ona mâni olamadım. Çıktı gitti; giderken reyhan, ceviz ve tarçın kokular ını da beraberinde götürdü. Bana hiçbir  şey bırakmadı; ismini bile. Gene öylesakin, gene öyle bir gölge gibi sessiz ölümüne gitti. Sade kendi ölümüne değil,bir de benim ölümüme."

Pinhan, erguvânî cam tanelerini dikkatle taşıyan iki elini şakaklar ınabastırmış, düşünüyordu. Adeta Dertli Hagopik, ağzından çıkan her kelimeyle,biraz daha yaşlanıyor, yıpranıyordu. Sanki teninin, saçlar ının ve gözlerinin rengianlattıklar ının tesiriyle koyulaşıyor, taravetini kaybediyordu. Bir ara atılıp onususturmak istedi. Eğer konuşmanın bedeli bu ise, varsın ödemesin Hagopik; eğer böyle yaşlanıp çökecekse gözlerinin önünde, varsın anlatmasın, ağzını bıçak aç-masın, gene o eski sükûnetine gömülsün daha iyi. Bir anlık tereddütten sonramüdahale etmekten vazgeçip, uzun uzun, dostunun yüzündeki derin çizgilere baktı.Orada kendine bir geçit, bir yol aradı.

Bulamadı.

"Artık oralarda duramazdım, bar ınamazdım. Doğduğum, büyüdüğüm şehir banamezardı bundan böyle. Evden ayr ılırken, Ohannes usta siyah mineler, anacığımcevizli pestil, Dikran keçi kılından bir heybe, kardeşlerim de topaçlar ını verdiler.Heybemi boynuma astım; yol boyu cevizli pestili kemirdim; mola verdiğimde, bir ağaçgölgesinde yahut bir handa, siyah mineleri işledim; yeniden yola koyulmadan evveltopacı var kuvvetimle çevirip yönümü öğrendim. Dürri Baba tekkesine varana değinböyle kaç menzil tükettim, kaç diyarda konakladım bilemem. Buraya vardığımda bitapdüşmüştüm. Kapı sırlıydı. Kapının tokmağında incili bir kuş durmaktaydı. Onu görünceanladım ki bunca zamandır aradığım yer işte burasıdır. İncili kuş gözlerimin içine baktı;sırlanmış kapı ardına kadar açıldı, beni içeri buyur etti. Buraya var ışımın hikâyesiişte budur Pinhan."

"Neden bana verdin sırr ını?" dedi Pinhan f ısıltıyla. "Bunca zaman kendinesakladığın bu sırr ı neden şimdi açık ettin?"

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 26: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 26/119

Pinhan tedirgindi bunlar ı sorarken. Ama ağzından kaçırmıştı bir kere. Gene decevabı duymak istemiyordu sanki, yaklaşmakta olanı kokusundan tanımış olabilir miydi? Cevabı bilmese de, duymasa da olurdu belki. Belki...

"Sana anlattım çünkü sen bize benzemezsin. Seni seyretmemin sebebi de budur bunca zaman. Etraf ına dikkatlice bir bak hele Pinhan. Buradaki her bir can, her bir nefes nice hikâyelerden geçerek, damla damla süzülerek varmıştır bu tekkeye.

Bilirsin Pinhan, tekkeye boş giren boş çıkar. Buraya eli boş gelinmez. Memlekettekiher bir tekkeye kar ınca karar ınca bir ikramla var ılır. Lâkin bu tekkeyi farklı kılan dabudur. Buraya kıymetli mücevherat, bir sepet dolusu yemiş yahut bir yeşil yapraklagirilmez. Bu tekkeye girmek isteyen, beraberinde hikâyesini getirir. Dolu girer doluçıkar buradan. Etraf ında gördüğün, bunca senedir omuzdaşlık ettiğin her bir nefesburaya böyle varmıştır. İşte bir sen farklısın. Sen buraya vardığında mini mini bir çocuktun. Yanında hikâyen değil, sapanın vardı. Hatırladın, değil mi?"

Hatırladı.

Hatırlamaz olur mu hiç?

"Dürri Baba ona emanet dedi. Emanet dediğin bir vakit sonra geri alınır 

Pinhan. Hikâye dediğin emanet değildir. Demem o ki, sen daha hikâyeniyaşamadın Pinhan. Yüreğin daralmakta kaç zamandır bilirim. Kendine yollar,akacak mecralar aramaktasın onu da bilirim. Dürri Baha'nın neden sanagörünmediğini, neden böyle uzak durduğunu merak edersin, buna içten içeüzülürsün. Oysa bizler Dürri Baha'yı her gün her gece görür, onunla uzun uzunsohbet eder, avuç dolusu güler, hüzünleniriz. Hikâyelerimiz ortaktır, birdir.Biliriz. Hikâyelerden alâmetler derleriz. Senin defterinse henüz boştur Pinhan,boş olduğunu bilirsin sen de. Doldurmaya gayret edersin. Lâkin bunu yanlış yerde yaparsın. Burada yeni hikâye yazılmaz. Bizim nazar ımızda zaten her hikâye, ta Kaalübeladan kalma eski bir hikâyedir. Gel gör ki hikâyesiniyaşamamış olanlar bunu bilmez, onlar yeni bir hikâye arar durur kendilerine. Eldeğmemiş olsun, tadına bakılmamış olsun isterler. Çünkü bir olmayı değil, tekolmayı arzu ederler. Sana daha başka ne söylesem ki Pinhan? Bunlar ı fehmeylemen için yeni sandığını yaşaman icap eder. Seninle burada ayr ı düşer 

yollar ımız. Elbet bir vakte kadar, o zaman yeniden kavuşur, kucaklaşır ız^"Pinhan, yüzünü basan ateşe aldırmadan zihnini toparlamaya, en doğru

kelimeleri ayıklamaya çalışıyordu. Böyle bir f ırsatı belki bir daha bulamayacaktı.Nicedir içini kemirerek, yakın zamanda tam bir tebelleş halini alan endişelerleyüzleşebilmek için zihnini toparladı. Hagopik'in gözlerine, gözlerini mıhlayaraksordu.

"Peki ya Ruz-ı Muhabbet? O yüzden mi yerim yok orada?"

"Doğrudur," dedi Hagopik başını sallayarak. "Elbet ya. Bu yüzden Ruz-ı Muhabbet'e alınmaz, çağnlmazsın Pinhan. Senenin iki günü, sadece iki günübiliriz ki bize benzemezsin. Bu yüzdendir ki o meclise giremezsin. O meclistebiz haf ızalar ımızı yere serer, hayallerimizi ortaya koyar, hikâyelerimizin falınabakar ız. Hayalle haf ıza ateşle su gibidir. Her biri ister ki bir tek kendi kalsın ortayerde, öteki kaybolsun. Hayal dediğin haf ızayı boğmak, haf ıza dediğin de hayaliyakmak ister. Onlar didişirken, biz de deriz ki 'bu yaptığınız gaflettir. Zira sadebu demde değil başka başka demlerde yaşamışlığımız var. Aslında sizkar ındaşsınız.' O vakit onlar kavgayı keser. Anlarlar ki ha düşünüp, dudaklar ını cezalandır ırcasına ısırdı. Bir başınaydı işte. Bir başına, hiç bilmediği bir mekânda, iki zıt yaradılışlı kapıyla. Ne bir eksik, ne bir fazla.

Yüz yüze durmuş iki kapı.

Biri içeri, öteki dışar ı.

Birinin muhatabı yer üstü,

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 27: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 27/119

Ötekininse yeraltı.

Pinhan kendisini içeri aljp, bu odada sıkışmasına sebep olan saz benizlikapıya sırtını dönüp, al yanaklı kapıya yaklaştı. Kanatlar ındaki minyatürlere,beyitlere uzun uzun baktı. Kimisi o kadar silik, kimisi de o kadar karmaşıktı ki,onlardan bir şey çıkaramadı. Lâkin minyatürlerden birini gördüğünde donakaldı.Orada yedi çocuk, bir meyva bahçesi, sapanlar, dal üstüne tünemiş incili bir kuş 

ve yere düşmüş bir elma resmedilmişti. Minyatürün hemen yanıbaşında da şumısralar hakkedilmişti.

Beni böyle tutma.

Ben avcı kuşum, alıcı doğanım.

Kalamam artık bundan başka.

Baykuş gibi viranede.'

Pinhan korkuyla bir adım geri çekildi. Yoksa, yoksa bütün bu minyatürler vebeyitler onu mu anlatıyordu? Tekkeye gelişini, burada yaşadıklar ını ve belki...belki bundan sonrasını? Daha fazla bakmak, daha fazlasını görmek fikrinetahammül edemedi. Öfkesinden zangır zangır titredi. Önceden yazılanaharfiyyen uyan, varla yok arası bir mahlûk değildi ki. Bir sonraki adımını kendi

başına hesap eder, kendi yolunu kendisi çizerdi. Hem, seneler evvel, daha ilkkar şılaşmalar ında, Dürri Baba da öyle dememiş miydi? Gönlün ne yöne akarsadememiş miydi? Gönlü bu yöne aktığı için ağaçtan inmiş, tekkede yaşamaktakarar kılmış değil miydi? Hal böyleyken, eğer bu minyatürler bugündensonrasını da göstermeye cüret ediyorlarsa, bu düpedüz hakaretti. Yeterincekızıp köpürdüğünde Pinhan, üzerine çullanan bu iç-karartıcı, meşum fikirleri bir darbede yere serdi. Yine de, bir kez daha kapının kanatlar ına eğilip fikirlerinindoğruluğundan, hakikaten sonrasının anlatılıp anlatılmadığından emin olmakistemedi.Göreceğini görmüş, dilini yeterince zehirlemişti.Tokmağa asıldı; kapıyı zorladı. Nafile. Kapı açılmadı. Korkarak ve korkmaktan korkarak, olduğu yerdebüzüldü. Ana rahminde bebek gibi ve tekkeye varmadan evvel her gece yaptığı gibi, tortop oldu, kendine kıvr ıldı. Biraz evvelki sertliğinden eser kalmamıştı.Kâbuslar ında bile bugünkü kadar alt üst olmamış, yüreği bu kadar sıkışmamıştı. Evinde, tek göz odalar ında, onca boğaz yan yana dizilip, boş 

tencerelere kaşık salladıklar ı günlerde bile bugünkü kadar umutsuz olmamıştı.Omuzlar ı ince, taşıması gereken yük ağır mı ağırdı. Hem şaşkın, hem denaçardı. Doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyordu. Sencbesene avuçavuç mutluluk veren, demadem kadeh dolusu dostluk ve muhabbet sunan butekke neden durup dururken onu böylesine kıstırmış, hapsetmişti? Oysasenelerdir burada ne kadar bahtiyardı. Burada büyümüş, bıyıklar ını terletmiş,serpilmiş, ve gene burada kocamakta karar kılmıştı. Zaman zaman aklını kurcalayan, kendini bildi bileli ellerini bacaklar ının arasına her götürüşündekorkuyla geri çekilmesine sebep olan o iki başlılığı susturmaya, gerisin geripüskürtmeye burada muvaffak olmuştu. Bunca zaman, kapılar ardına kadar açıkken çıkıp gitmeyi bir kez olsun aklından geçirmemiş; burada sevmiş,sevilmişti. İsmi Pinhan olalı beri durulmuş, çoğu zaman içine kapanmış; lâkinen hüzünlü, en ıssız yollarda bile ayağı hoyrat taşlara takılmamıştı. Dururkende yürürken de kimseleri incitmemiş, incitilmemişti. Akşamlar ı daralan yüreğiher seher vakti ferahlamış ve iki zıt halet-i ruhiyye arasında mekik dokurken, bir kez olsun "of" dememiş, halinden şikâyet etmemişti. Oysa şimdi adımını atacakbir kar ış toprak dahi bulamıyor, hazan yaprağı misali oradan oraya savrulup,yalpalıyordu. Dostlar ından biri çıkıp gelse; "amma yaptın Pinhan" dese; sıcacıkgülümsese; sonra, hep beraber, içini kemiren bu yersiz endişeleri sille tokatdışar ı atıp, ağız dolusu gülseler... Pinhan kapısını çalacak, cemalini seyredecekbir dost için yanıp tutuşuyor; havaya savrulan küllerini endişeyle izliyordu.

Kül dediğin buydu, ne fayda;ta devr-i Yusuf tan beri yaptığındanşaşacak değildi ya.Bir başına kalmıştı işte. Ne bir eksik, ne bir fazla. Kapılar sırlı, dostlar 

vefasız, yollar tıkalıydı. İlânihâye devam edeceğini sandığı muhabbette artık

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 28: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 28/119

yeri yoktu. Bir esre bile bırakmadan geçip gitmişti tekke hayatı. Şimdiyse pilinipırtısını toplamadan, ardına dönüp bakmadan çıkıp gitmek, yollara düşmek vebir yerlere varmak değil, sadece gitmekti dileği.

Varmak değil sadece gitmek; gitmek....Dayanamadı; h ıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ağladıkça bir parça da olsa

ferahladı. Erguvanı cam taneleri geldi aklına; onlar ı kırdığı için, kırdıktan sonraorada boylu boyunca bıraktığı için pişmandı.

O vakit zorbalık etmekten vazgeçip, o heybetli kapıyla dosdoğru konuşmayakarar verdi."De bana, kapu hakkı ne dilersin?" diye sordu.Kapı, demindenberi yüksekten uçan, kibirinden yanına var ılmayan, doruklar ı 

karlı bir dağ gibi olanca heybetiyle önünde dikilen ve geçit vermeyen kapı, birazolsun gevşedi. "Kıllar ını ver," dedi.

Pinhan, soyunmaya başladı. Üzerinde ne var ne yoksa ç ıkardı, bir kenaraf ırlattı. Elifi şalvar ı, deve yününden gömleği, tennuresi birer birer uzaklaştılar.Üzerinde teninin kokusunu, derisinin rengini taşıyan ne varsa eksiksiz bir bir çıkardı. Sonunda kapının kar şısında çır ılçıplak kalmıştı. Senelerdir üzerinetitrediği, kimselerin görmemesi, duymaması için boyunca uğraş verdiği sırr ı bukibirli kapının bilmesinden en ufak bir endişe duymadığını hayretle fark etti. Artıkne korku, ne endişe. Sırtını dik tutup, elleriyle örttüğü apış arasını açığa çıkardı.

Bunlar ı yaparken bir kez olsun da dönüp kapıya bakmadı. Göreceğini görsün,gülecekse gülsün, kınayacaksa kınasın. Bu iki başlılık duyulacaksa duyulsun.Daha evvel hiç olmadığı kadar vurdumduymaz ve tasasızdı. Nasılsa gidecektiburadan. Gidecek ve bir daha geri dönmeyecekti. Arkasından neler konuşulacağı, sırr ının kapıdan tokmağa, tokmaktan toprağa, topraktanduvarlara ve oradan tekmil tekke ahalisine yayılması umurunda bile değildi.Artık ne çocukluğunda iliklerine kadar ürperten "ya görürlerse" korkusu, ne detekkeye geldikten sonra zaman zaman bedenini yalayan "öğrendiklerindeacaba kapının önüne koyarlar mı?" kaygısı... artık hiçbirine yer yoktu. Sabr ı taşmış, tahammülü, metaneti kır ılmıştı. Olacaklara göğüs germeden,hüsnükabul göstermeden uzaklaşacak, başka başka diyarlara kaçacaktı.Ellerini vücudunda dolaştırarak ve ayaklar ından başlayarak, rast ladığı her kılı yolmaya koyuldu. Apış arasına vardığında elleri yavaşladı, yaralı bir yüreğedokunurcasına, bir teselli kır ıntısı sunarcasma usul usul dolaştı. Orada da

rastladığı her bir kılı kopardı; ama daha yavaş ve çok daha insaflıca. Göğüskafesini geride bırakıp, başına vardığında, ayaklar ının dibine yığılan kıl kümesiadamakıllı büyümüş, semirmişti. Hiç tereddüt etmeden, cılız cılız çıkmayabaşlamış olan sakallar ını, yeni yeni terleyen bıyıklar ını; ardından kaşlar ını, uzunve kıvr ık kirpiklerini; ve en nihayetinde saçlar ını yoldu. Çıkan çatır çatır seslere,kıllardan yükselen feryatlara kulak asmadı. Canının acısına da aldırmadı.Tepesinde sadece bir tek saç teli bıraktı. Onu eliyle şöyle bir yoklayıp,mevcudiyetinden iyice emin olduktan sonra, avuçlar ına tükürdü. Tükürüğünüvücudunun her bir noktasına usul usul yaydı.

Artık vücudunda bir daha kıl çıkmayacaktı.Pinhan yapraklar ı dökülmüş bir ağaç gibi yar ı utangaç yan civanmert

kar şısında dikilirken, kapı, onun ne kadar güzelleştiğini gördü; irkildi.Kıpırdamaya bile cesaret edemeden, delikanlının tüysüz yüzünde giderekbüyüyen, doğuştan sürmeli gözlerine, gözlerindeki korlara, dudaklar ının kankırmızısına, buğday tenine, bacaklar ının arasından uzanan ikibaşlılığa ve solyanağında daha evvel hiç dikkat çekmediği halde şimdi şaha kalkan noktabenine baktı. Demek içeri girdiğinde ne yapacağını bilmeyen, çaresizliğiniöfkesiyle bezeyen bu delikanlı ne erkek ne de kadındı... Yahut, hem erkek hemde kadındı. Peki ona nasıl davranacak, bu sim nasıl saklayacaktı? Kapı, şaşkınve kararsızdı; ne olursa olsun, artık yükseklerden uçamaz, tepelerdenbakaınazdı. Gayet iyi anlamıştı; fazla söze ne hacet. Madem ki haf ızasını,alnındaki teri siler gibi elinin tersiyle silemezdi, bu serencâm, kolay kolay peşinibırakmazdı.

,Pinhan kapının aklından geçenleri, sırr ıyla düşmanını nasıl allak bullak

ettiğini ve kıllar ını döktükten sonra ne denli güzelleştiğini ner-den bilsin? O da

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 29: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 29/119

böyleydi işte. Bu ıladar güzel... ve güzelliğinden bu kadar bihaber...

Pinhan hiç telaş etmeden giyindikten sonra, ayaklar ının dibindeki kılyumağını aldı, eliyle şöyle bir tarttı, harmanladı. Nefesini üfledi onlara ve hamur yoğurur gibi yoğurdu. Üç uzun sicim çıkardı hamurdan. Ördü. Saç örüğünü,daha evvel vücudunda taşıyıp kendinden

bildiği, kokusunu buram buram taşıyan saç örüğünü, kapıya teslim etti.Dağlar ın doruklar ındaki karlar usul usul eridi, kayalıklar ın arasından mini miniçiçekler boyverdi. Kapı, çoktan bir yana koyduğu kibirini üzüm ezer gibi ezdi;delikanlıya hemen geçit verdi.

Ardına kadar, ağır bir nağmeyle açıldı. Pinhan, kendinidışar ı attı.

Kendini dışar ı atmasıyla, gözlerinin kamaşması bir oldu. Tepede yakıcı bir güneş, ortalığı kasıp kavurmaktaydı. Bir süre gözlerini aça-madan, neredeolduğunu çıkarmaya çalıştı. Burnuna yabani ot ve kır çiçeği kokular ı geliyordu.Yavaş yavaş gözlerini açıp, güneşi altetti-ğinde bir mezarlıkta olduğunu gördü.Hayrete düştü. Mezarlığın etraf ı çitlerle çevrilmişti. Mezarlar ın üzerinde,yanında, yöresinde yabani otlar, kır çiçekleri gülümsüyordu. Etraftaki çitlerden

hâlâ Dürri Baba tekkesinde olduğunu tahmin edebiliyor, lâkin daha evvel böylebir mezarlıktan haberdar olmayışına mânâ veremiyordu.Usul usul ilerleyerek, mezar taşlar ına baktı. Her biri bir başka âlem, her biri

farklıydı. İrili ufaklı, hüsrevâne ya da alabildiğine sade, destarlı ya da dal sikkeli,mukarnesii, dört, yedi ya da oniki dilimli, kitabeli veyahut yazısız, tasvirlitasvirsiz, seyfi külahlı, kalenderi taçlı, rûmî tezyinatlı, serpuşlu, hotozlu... türlütürlü mermerden mezar taşlar ının yanısıra bir de başsız taşlar vardı. Pinhanbunlar ı görünce hafifçe ürperdi; biliyordu zira. Başlar ı vurularak öldürüldükleriiçin mezarlar ına baş koymayan Melamileri gayet iyi biliyordu. Hem başsız hemayaksız, bi ser ü pa.

Baş taşlanndaki kabartma sikkeler, usul usul açığa çıkar ıyordu toprağınaltında kimin yattığını. Yahut küçük bir tasvir, bir serpuş, birkaç kelime... her birisürülecek bir iz, birer nişandı. Ölümün değil hayatın nişanlar ı. Mezartaşlar ındanbirinde kabartma harflerle şu mısralar ı okudu Pinhan.

Miskin ademoğullar ı Ekinlere benzer gider Kimi biter kimi yiter Yere tohum saçmış gibi.Yunus Emre.

Mezarlığın içlerine doğru ilerlerken, mermere işlenmiş örtüleri, hotozlar ı, saçörgüleri ile, bol tezyinath kadın mezar taşlar ı gördü Pin-han. İçlerinden birinderahle üzerinde Kuran okuyan çekik gözlü bir kadın tasvir edilmişti. Yüzününyar ısı aydınlık, yar ısı gölgeliydi. Sanki yan gözle Pinhan'a bakmakta; bellibelirsiz, sessiz sedasız onu gözetlemekteydi. Dört yanını aynkotlar ı, hatmiçiçekleri bürüyen mezar taşma şu mısralar düşülmüştü.

Bi mekânım bu cihanda

Menzilim durağım andaOnun biraz ilerisindeki mezar taşı, yan yana durmuş, kolkola girmiş bir dağ 

ile küçük bir tepeyi andırmaktaydı. Tepe hafifçe yana yatmış, adeta o narinbaşını dağın eteklerine yaslamıştı. İşte o mezar taşının altında karnında bebeğiile ölen bir anne sırlanmıştı. Başı önünde, derin bir üzüntüyle o mezardanuzaklaştı.

Pinhan aheste revan dolaşırken, otlar ın arasında telaşla koşuşturan bir kertenkelenin hızını alamayıp ayaklar ına çarpmasıyla sendeledi. Bir an içingözgöze geldiler. Kertenkelenin sar ıya çalan yosun yeşili gözleri donuk,par ıltısız ve fersizdi. Her an, her şeyi yapabilmenin iddiası, yüze gülüp arkadanhançerlemenin mayası, aç bitlerin kuduz pirelerin arsızlığı ve bir kancıklıksusması vardı o gözlerde. Öylesine çiğ, öylesine melun. Pinhan, arkasından

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 30: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 30/119

bakıp anlamaya çalıştı nereye gittiğini, ne için böylesine telaş ettiğini. Ama dörtyanı bürüyen yabani otlar, ok geçirmez, nazar işlemez, efsunlu bir kalkan kesilipvargüç-leriyle korudular kertenkeleyi. Onlar ın sayesinde gözden kayboldu.

Pinhan başını yerden kaldırdığında bir başka kadın mezar ı dikkatini celbetti.Ayaklar ı o tarafa doğru kendiliğinden sürükleniverdi sanki. Dört bir yanında mor menekşelerin boy verdiği bu mezar ın iri, mavi damarlı sütbeyaz mermer taşında, ki|içücük bir oyuk vardı.

Pinhan bu oyuğun ne için yapılmış olabileceğini çıkartamadı. Belki deeskiden oyukta saklı olan şeyi birileri çekip çıkartmıştı; yahut tam aksine, o şeyhenüz yerine konmamıştı. Oyuğun etraf ında kalın ve kızıl bir saç örgüsügenişçe bir halka çiziyordu. Saç örgüsü, güneşe meydan okurcasına etraf ınakızıl ışıklar saçıyor, buram buram gül kokular ı yayıyordu. Pinhan merakla, bir bu kızıl ışık huzmesine, bir oyuğa, bir de altındaki mısralara baktı.

Periden güzel huriden müstesnaSebeb-i enva-i bela türlü cefâTam üç tane ismin var iken,Sonuncusu CanfezaYedi düvel çehrene müptelâBen garip âşık-ı şeydâ iken

Terk-i can etmen reva mı banaMüsterih ol sırr ını vermem ağyaraSırr ın da senle beraber kar ıştı toprağa

Bî-vefâ, bî-vefâ, bî-vefâ

Pinhan bu mezar ın başına vardığında içinin bir tuhaf olduğunu, yüreğininsızım sızım sızladığını fark etti. Hiç bilmediği birinin mezar ı kar şısında nedenböylesine allak bullak olduğunu anlayamadan, mısralar ı tekrar tekrar okudu,iyice ezber etti.

Gözlerini kapadığında, kızıl saçlar ı beline kadar dökülen Canfeza nam şuhbir dilber, gerdan kır ıp, göz süzmekteydi. Pinhan tepeden tırnağa ürperdi, titredi.Bu kadının mezar ının telekenin bahçesinde ne aradığını kendine sormadan,onu görememiş, tanıyamamış olmanın hüznünü iliklerine kadar hissetti. Bir 

kadın... hem de kızıl saçlı, ak gerdanlı, utanma sıkılma nedir bilmeyen, yedidüveli kendine müptela ve ar ü namus şişesini tuzla buz eden, baktığı yeri delipgeçen bir kadın... Pinhan bir kadına hiç dokunmamıştı ki nerden bilsin? Gözle-rinin önündeki Canfeza, kanlı canlı, etli butlu bir kadın değil; füsun-kâr bir suret,şerefine kadeh kaldır ılacak hoş bir resimdi sadece. Resim dediğin kayıp giderditenin üzerinden; yağ damlası gibi kayar; keçi yollar ı gibi incecik, daracık izler bırakırdı peşisıra. Hoş bir resim gülümsetirdi adamı; o kadar. Tene işlemez, etebatmaz, kanatmazdı. Oysa Pinhan teninde kayan yahut buğu olup göğe ağan bir suret değil; etini morartacak, naralar ı gece gündüz yüreğinde yankılanacak; ba-caklar ının arasında hoyrat bir sancı, zaptedilmez bir çarpıntı bırakacak;ikibaşlılığını yüzüne vurmak bir yana güleryüzle kar şılayacak; açtığı yaralar ınkapanmasına zinhar razı olmayacak; yavuz dile, kem nazara pabuçbırakmayacak; gündüz vakti düş gördürtüp gecelere uykuyu haram edecek bir 

mahbub, bir maşuk ar ıyordu kendine. Onu bulduğunda silahsız, savunmasızdikilecekti kar şısına; "işte gönlüm, işte sen," diyecekti. "Vuruşun gayri"Utanmalı mıydı aklına üşüşüveren fikirlerden? Yoksa onlar ın peşinde iz sürüp at

koşturarak; dağlar, denizler, köprüler aşıp yedi başlı ejderhalara kılıç mı sallamalıydı?Bir zamanlar Kul Hüseyin ile Budala Tosun'dan dinlediği, dinlemeye doyamadığı, solukkesen hikâyeleri hatırladı. Tekkede geçen çocukluk yıllar ını hamur gibi yoğuran, her gece rüyalar ına girerek cılız kollar ını cengaver bir delikanlının sert pazulannaçeviren hikâyeler... Onlar ı geride bıraktığını, çoktan unuttuğunu sanırken, şimditekrar dirilmiş, kar şısına dikilmişlerdi. Acaba şu Canfeza'yı tanısaydı. Kul Hüseyin ileBudala Tosun'un ağızlar ına lâyık bir maceraya atılır mıydı? Belki o vakit anlı şanlı bir hikâyeye gözünü kırpmadan baş koyup, Dertli Hagopik'i bile utandır ır, Ruz-ı Muhabbet'te salına salına boy gösterirdi.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 31: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 31/119

Pinhan daldığı hayal âleminden çabuk sıyırdı kendini. Ne kadim dostlar vardı yanında, ne de o kızıl âfet Canfeza. Buradaydı işte; bir mezarlıkta tek başına.

Ne bir eksik, ne bir fazla.

Acı acı gülümseyerek yürümeye devam etti. Genç yaşta ölenlerin mezar taşlar ında, açmadan solmuş goncalar, kır ık kadehler tasvir edilmişti. Kimininetraf ında mavide karar kılmış kantaron çiçekleri, sar ı sar ı papatyalar, kan kırmızı 

gelincikler kol kola girerek, yıkılmaz bir duvar örmüştü. Bir başka mezar taşında bir testi ve yar ıya kadar mey dolu bir peymane resmedilmişti. Altındaşunlar yazılıydı.

Bizi ta'n eden olursa bilsin ki. Harama el sürmedi Ballı Behram Seninle içtiğim şarap helaldi. Sensiz içtiğim subile haram.''

Ömer Hayyam'dan. Orijinali  şöyle:Kim demi ş haram nedir bilmez Hayyam? Ben haram ı helali kar ışt ırmam: Seninle içilen şarap helaldir. Sensiz içti ğ im su bile haram 

Pinhan, her biri başka başka mecralardan akan ve muhtemelen birbirlerini hiçtanımayan bunca insanın neden Dürri Baba tekkesinde

Bir arada yattığına bir anlam veremedi. Mezartaşlar ı tekke erbabına ait olsaaklı yatacaktı. Öyle ya, her tekke kendi ulular ını, susanlar ını yanıbaşma sırlardı.Gel gör ki, Dürri Baba tekkesinde her telden, her f ıtrattan insan bir aradayatmaktaydı. Pek çoğunun, tekke adabıyla, erenlerin kıldan ince yoluyla hiçbir alakası olmadığı gün gibi aşikâr olan bunca insanın ne işleri vardı burada?Neden ait olduklar ı yerlerde, kendi diyarlar ında, ailelerinin yanında değil de buücra mekânda gömülmüşlerdi?

Pinhan, mezarlıkta bulunmaktan en ufak bir korku duymak bir yana, buradaolduğu için ferahlamış, kaygılar ından tamamıyla ar ınmıştı. Ne de olsa buradatürlü türlü insan, tıpkı kendisi gibi kâh aciz kâh kudretli, kâh hırslı kâh kani, kâhriyakâr kâh sebatkâr, kâh habis kâh muhlis, kendince devran sürmüş nice insanvardı. Hiç kimse her daim kudretli yahut her daim naçar olamazd ı. Yüksektenuçar ılar ın boyun eğdiği, alçaktan kanat çırpanlar ın da şimşek hızıyla mavilik-

lerde gözden kaybolduğu zamanlar muhakkak ki vardı. Madem ki, hemAdemogullar ının hem de Havvakızlannm huylar ı oldum olası ikibaşlıydı, kendivücudundaki ikibaşlılık da belki utanılacak bir kusur, üzeri örtülecek bir ayıpdeğildi.

BelkiDevr ü teslim edenler burada sırlanmış, sır olmuşlardı. Pinhan, burada,

onlar ın arasında, huzurlu ve rahattı. Sızlayan kemikleri, ağr ıyan beli ona günboyu ne denli yorulduğunu, ne kadar yıprandığını hatırlattı. Bağdaş kurarak,otlar ın arasına oturdu. Sırtını, bir Kalenderi dervişinin mezartaşına dayarken,otlar ın arasından ürkek ürkek boynunu uzatan kertenkeleye türlü muziplikler yaptı. Biraz evvel gördüğü melun kertenkele olamazdı bu; muhakkak ki bir başkası, çiğ süt emmemiş bir kar ındaşıydı. Onunla oynarken buradan nasılçıkacağını, mezarlığın nerede ve nasıl sona erdiğini düşünmedi bile. Bir ömür boyu burada yaşayabilir, ve yine burada sırlanabilir, sırra kadem basabilirdi.

Yorgunluktan uyuyakalmak üzereyken, önce ne olduğunu kesti-remediği,ardından davul sesine benzettiği seslerle kendine geldi. Giderek yükselen,menşe-i meçhul sesleri takip ederek mezarlar ın arasından kayarcasınailerlemeye başladı. Kabartma sikkeli büyükçe bir mezar taşını kendine siper ederek, izlemeye koyuldu.

İnsan bazen ağır ağır, kademe kademe görür. Bir resmin eteklerindekiayr ıntılardan başlar görmeye ve orda burda yalpalayan, kıvr ılan bakışlar ı usulusul var ır resmin merkezine. Pinhan'sa önce hiçbir  şey görmedi; sis vebuğudan başka. Sis yoğun; buğu arsızdı. Ne zaman ki aradan çekildi perde, nezaman ki çır ılçıplak kaldı olduğu yerde, her şeyi birdenbire gördü.

Tekmil tekke ahalisi mezarlıkta toplanmış, bir halka çizmişlerdi vücutlanyla.

Hal-ka-hal-ka-hal-ka

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 32: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 32/119

Halka, bir nokta idi başlangıçta/ ne küçüktü ne büyük/ ne yerdeydi ne ar şta/çünkü sadece o vardı/ nokta dediğinse ısır ılmamış, dişlenmemiş bir elma/ elmadiri, elma sulu ve kan kırmızıydı/ ne zaman ki diş geçirildi elmaya/ ne zaman kio kırmızı cevher oldu ikipare/ ben, sen davası çıktı ortaya/ ayr ı düştük gayr ı düştük/ vakit yitirmeden dönelim dersen sılaya/ bir iken çok olduk/ çok iken bir olalım dersen hatırla/ haf ıza elmayı hikâye eder kuytularda/ kuytularda işimizne/ varalım dersen meydana/ var ıp da konuşturalım dili olmayan kitabı/ bil ki

dervişlik dediğin ne hırkadadır ne taçta/ inci sedef lâl ü gevher beri dursun/nasılsa kar ışacak ten türaba/ yeter ki sen seni bil sen seni/ ne de olsa deryaummandır balığa/ kendinde gör onsekizbin âlemi/ feh-meylemekse maksadınbu sim/ badehu duralım dara/ vuslatın yolu nedir bir de biz bilelim dersen/lüzum yoktur yola yordama/ ne kadar çok yürek varsa çarpan/ ne kadar çokgönül gözü varsa dost cemaline müptela/ o kadar çok yol yordam var demektir/var kendin hesapla/ Kimileri hesap kimileri feryat ederken/ döner durur halka/halka dediğin tepeden tırnağa aşktır/ orada yer yoktur gazaba/ ben dönerim odöner halka döner/ öyle bir halkadır ki bu kimsecikleri bırakmaz dışında/ haber salın börtü böceğe, kurda kuşa/ yedi iklim, köşe bucağa/ ve burnumuzundibinde gizlenen Kaf dağına/ kardeşiz cümle mahlûka/ madem ki âlem adem,adem de âlem içindedir/ yetmişiki millete bakar ız aynı nazarla/ ballar balını bulmak için/ kolkola girip bir öne bir arkaya/ kovanımızı yağma etmek için/ "hu"

çekmek her nefes alışta/ la-mekânız, bî-mekânız/ kâh orada kâh burda/ el,ayak, baş; suret ile kaş değil/ adem mânâya derler/ mânâ ki noktada saklıdır/nokta ki kadrince kadirdir/ ve dahi dört kitabın elifbasıdır/ dervişlik davası gü-dene/ r ıza lokmasını zoraki sindirene bir çift laf ımız vardır/ Hızlanır nokta/ döner nokta/ bir feryat kopar bağr ından/ kül oluruz yana yana/ ben sen gider/ Cancanan gider/ âşık maşuk biter/ nokta halkaya devreder/ öyleyse ne başlangıç,ne son/ sadece bir orta nokta... / adını ne koyarsan koy/ ister elma/ ister nokta/ister haf ıza/ ister halka...

Halka içre halkalar halinde dönüyorlardı. Dürri Baba, halkalar ın tamortasında, hiç kıpırtısız durmaktaydı. Ayaklar ının altından çıkan yeraltı sular ı kâhusul usul fokurdamakta, kâh gazaba gelip sakallar ına kadar f ışkırmaktaydı.Gözleri sımsıkı kapalı, dudaklar ı kıpır kıpır-dı. Müzik hızlandı.

Kudüm neredeyse orta yerinden çatlayacak; öylesine gergin. Ney neredeysehüngür hüngür ağlayacak; öylesine içli. Halka neredeyse tarumar olacak;

öylesine kendinden geçmiş. Ve hep bir ağızdan, tek yürek, tek nefes oluphaykırdılar. "Allahım, AUahım!""Allahım,Allahım!"O vakit halka içre halka içindeki tek nokta kollar ını havaya kaldırarak kendi

etraf ında dönmeye başladı. Ayaklar ının dibindeki çatlamış toprağa gayriihtiyaridökülüyordu sakallar ından aşağıya süzülen su damlalar ı. Döndükçe daha damavileşiyor; mavi ise, suya bırakılan toprak boya gibi yayılıyor, kendinekıvr ılıyordu. Pinhan saklandığı yerde, bir yandan soluğunu tutmuş merakla,hayretle izliyor, bir yandan da deli gibi çarpan yüreğine tehditler savuruyordu.Büyülenmişti; dilini yutmuştu.

Her şey birdenbire oldu.

Pinhan hızla çarpan yüreğini susturamayacağını anlayınca pek yanlış bir iş yaptı. Sağ elinin parmaklar ını sımsıkı kenetleyip, göğsüne okkalı bir yumrukindirdi. Lâkin yumruk pek sertti. O yumruğu yer yemez dengesini yitirdi.Birdenbire yerinden f ırladı kuşağında sakladığı son erguvânî cam tanesi. Yerdesekip, kalenderi taçlı mezar taşına çarptı ve orada bin pareye ayr ıldı. Ne kadar ses çıkarabilir ki bir cam tanesi kır ılırken? O ses nasıl duyulabilir ki böylesi bir hengâmede? Ama duyuldu; Ruz-ı Muhabbet halkası tarumar oldu; Dürri Babaaniden durdu. Kaldırdı başını, kaldırdı mavi bulutlu gözlerini. DosdoğruPinhan'a baktı. Kaşlar ının arasında kıpkırmızı bir nokta vardı. Pinhan, eliayağına dolaşmış, kalbi küt küt atan Pinhan, noktayı görür görmez donakaldı. Ogece, elma ağacının dibinde, halka içre halkalarla koruduğu, duvar içreduvarlarla ördüğü o kıpkırmızı noktayı görür görmez tanımıştı. Buram buramşehvet ve şiddet koktuğunu sandığı için saklamaya karar verdiği o nokta, şimdiDürri babanın iki kaşının arasındaydı. Ama nasıl olur, nasıl böyle birdenbire,böyle destursuz, pervasız...? Çizdiği sınırlar, ördüğü duvarlar, sakladığı sırlar 

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 33: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 33/119

içre sırlar, ve yaptığı kapı içre kapılar birdenbire aşılmış, toprağa çizdiği okıpkırmızı nokta, parmağından, bağr ından kopardığı damla açığa çıkmış,çır ılçıplak kalmıştı. Çır ılçıplak kalması demek, ikibaşlılığının açığa çıkması demekti. İkibaşlılığının ortaya çıkması demek, senelerdir bir kendine sakladığı,çocukluğunda arkadaşlar ının arsız bakışlar ından, sırnaşık gülüşlerindenkoruduğu ve biraz evvel, nasıl olsa buralardan çekip gideceğini düşündüğü içino kibirli kapıyla paylaşmaktan hiç gocunmadığı, lâkin şu anda herhangi bir 

insanın, hele hele Dürri Baha'nın bilmesini hiç mi hiç arzu etmediği sırr ının faş edilmesi demekti ki, işte Pinhan buna dayanamazdı.Dayanamadı da. Keskin bir çığlık kopardı bağr ından. Yere yığıldı.Kudüm tam orta yerinden çatladı.Ney koyverdi kendini; hüngür hüngür ağladı.Erguvanı cam tanesi bütün bunlara sebep olduğuna inanarak, kahr ından

kendini yedi bitirdi. Ondan geriye minicik bir kır çiçeği kaldı. Kalenderi taçlı mezartaşının yanıbaşında nasılsa her sene boy-veren bir çiçek. Adına nicesonra "sır küpü" denecek.

Kendine geldiğinde Dürri Babanın eşiğindeydi.Oraya buraya yerleştirilmiş kandillerin titrek alevleri devasa gölgeler 

doğuruyordu tekkenin bu en kuytu, elma ağaçlar ına nazır odasında. Bir 

kenarda haf ızasına küs, yerinde ağır, var iken yok, işlemeli bir ceviz sandıkvardı. Bir tek o boyundan fazlasına soyunmuyor, gölge oyunlar ına itibar etmiyordu. Derken duvardaj^i gölgelerden biri, kar ındaşlar ını ite kaka önünüaçarak hızla sağa yöneldi; kıvr ıldı; imbiklerden geçti; dervişin merakla vehayranlıkla seyrettiği adamın kirpiklerinden aşağıya damla damla süzüldü. DürriBaba hiçbir  şeyin farkında değildi sanki; sakin sakin ebru yapmaktaydı.Ağladığını bilmeden ağlıyor olabilir miydi?

Nicedir sımsıkı kapalı tuttuğu dudaklar ını aralamaya çalıştığında, o altlı üstlü iki erguvânî çizgi buna direnmek istedi; yapışan deri kalktı; ince ince kanaktı. Dudaklar birbirlerinden ayr ı düşerken, Dürri Babanın dişlerinin arasındantane tane sözler döküldü.

"Ebru neyi anlatır bilir misin ya Pinhan?"

Sessizce bakıştılar. Dervişin iri, siyah doğuştan sürmeli gözleri, Dürri

Babanın birer çizgi halinde çekilmiş mavi bulutlu gözlerine takıldı. Kar şılaştıklar ı gün geldi Pinhan'ın hatır ına. O mavi, incecik çizgileri ilk kez gördüğü gün geldiaklına. İçi cız etti.

"Sen kendini küçük zannedersin. Halbuki en büyük âlem sende toplanmıştır.Ebru bunu f ısıldar bize. Bir tek nokta, en ince f ırçanın ucuyla suya bırakılanminnacık bir nokta, olur sana umman u derya. Yayılır, kıvr ılır, lamelif misalidolanır. Katreyiz âlemde, lâkin unutma ki tek bir nokta Pinhan, tekmil s ırlar ı içinde bar ındır ır."

Bunlar ı söylerken bir yandan da toprak boyalar ı suya serpmekteydi. Bir arabaşını kaldır ıp "yaklaş" diye f ısıldadı, "yaklaş da hele bir bak". Pinhan çıtçıkarmadan odanın orta yerine geldi ve eğilip ebruyu temaşa etmeye başladı.Mavi bulutlar aralandığında keman kaşlar çıktı ortaya. İnce, nazenin çizgiler kıvr ılarak halkalara, içice geçmiş halkalar katmerlenerek güllere, uçuk pembe

güller dillenerek bülbüllere dönüştü. Ve bülbüller katre katre dağılıp, ennihayetinde bay-kuşlu viranelere terk etti yerlerini. Baykuşlar ın uğursuz seslerivasıtasıyla, haberi kendinden önce gelen devanası, çok geçmeden boy gös-tererek ve bastığı yerleri zangırdatarak yoluna çıkan her  şeyi ya ezdi ya daçiğnemeden yuttu. Bir müddet sonra, memeleri yerlerde sürünen ve buramburam belsuyu, ekşi ekşi ter kokan devanası, bolca hırpaladığı vücudununsızılar ına daha fazla tahammül edemeyerek, yorulduğunu kabullenmekdurumunda kaldı. Her  şeyi pervasızca yok ettiği için üstüne oturacak ne bir kaya, ne de yemyeşil çimenler bulabildi. Korkunç bir gürültüyle, külçe gibi yereyığıldı. İşte o zaman, kız mı yoksa oğlan mı olduğu anlaşılamayan bir çocuk,kılıcıyla devana-sınm şişkin ve yağlı karnını yararak ortaya çıktı. Oluk oluk akankan, yağan yağmurla kar ışıp bir kez daha yerini mavi bulutlara bıraktı. Suyunüzerinde süregiden bu amansız kavga, Pinhan'ın aklını başından almış,soluğunu kesmişti. Öyle ki Dürri Baha'nın sesini tekrar işittiğinde, nerede

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 34: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 34/119

olduğunu çıkartmakta bir an güçlük çekti."Anlatmana lüzum yok Pinhan. Anlatmasan da olur. Unuttun mu gönlün ne

yöne akarsa demiştim. Hâlâ öyle. Gönlün ne yöne akarsa Pinhan."Dürri Baba ağırdan aldı sözlerini, mavi gözleri çakmak çakmaktı. Baktı 

Pinhan'a, baktı ebruya, içi acıdı. İçi kanadı. Ancak o zaman dudaklar ındakuruyup kalmış kanın, gözlerinden aşağıya yol çiznıiş yaşlar ın farkına vardı.

"Ben dostumu gökte ararken yerde buldum Pinhan. Lâkin bulur bulmaz dayitirdim. Senin yüreğine gurbet düşmüş bir kere, kavli karar etmişsin göçmeye.Gönlün o yöne akmış Pinhan, elden ne gelir. Sana verebileceğim topu topu ikihediyem var sadece. Birisi kulağına küpe olsun diye. Her ne yöne gidersen git,kaç menzil tüketirsen tüket sakın ola kendinden utanma. Vücudun şehrine gir Pinhan; onu sey-rcyle. Hem de doya doya seyreyle. Biz nefsimizi silmektendeğil, bilmekten yanayız; unutma. Birinci hediyem budur sana. İkinciye gelin-ce..."

Dürri Baba uzandı Pinhan'ın elini tuttu. Pinhan soluğunu tutmuş, bayıldı bayılacak, donuk gözlerle ellerine bakmaktaydı. Elleri sanki vücudunun bir parçası olmaktan vazgeçmiş, aniden başlar ını alıp uzaklaşmışlardı.

Dürri Baba Pinhan'ın eline f ındık iriliğinde bembeyaz bir inci tanesi bıraktı.Pinhan şaşkın, Pinhan ağlamaklıydı.

Dürri Baba sözlerini bitirmeden havada bir kandil peydahlandı. Titrekti aleviama esen rüzgâra bana mısın demeden göz kırpıyordu Pinhan'a.

"Bu kandil sana yol göstersin. Adını fasl-ı hazan koyalım. Söndüğü yerdearadığını bulasın"

Pinhan, sırdaşı olan dereyi geçmeden önce, tekkeden ayr ılalj beri avu-cunda sımsıkı tuttuğu inci tanesini havaya kaldırdı. Güneşin altındaher zamanki gibi sütbeyaz, pır ıl pır ıldı. Başında bıraktığı tek saç telini kopardı. Kuşağının arasında taşıdığı sahtiyanı açığa çıkardı. İncitanesini ve yol boyu kendine eşlik eden mavi kokuyu derinin içinekoydu. Saç teliyle deriyi dikip, ufacık bir kese yaptı. Sahtiyan keseyiboynuna asarken, son bir kez geriye dönüp baktı. Tuz kesilmedi, nede taş. Geriye dönüp baktı ve ol vaziyette şehr-i şehir-i İstanbul'a vardı.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 35: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 35/119

 Firuzefam bir halka idi hava, Güne şi perdelerdi bazen ...

BU BAB HAVA AHVALİN BEYAN EDER Kİ TABİATI SICAK VERUTUBETLİDİR

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 36: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 36/119

EMANET

Kır ılmamak için bükülDüz olmak için eğril.Dolmak için boşal,Parçalan ki yenilenAzşeye sahip olanlar Çoğa kavuşabilirler Çok şeyi olanlar ın zihni kar ışır.TaoTeChing 

Nakş-ı Nigâr mahallesinin Babafingo yokuşu ile Kesikbaş sokağının bitiştiğiyerde güçbela ayakla duran iki katlı ahşap evden, elinde yoğurtlu ekmek,

gözlerinde yaşlarla bir kız çocuğu f ırlayıverdi. Sol bacağının sağ bacağındandaha kısa olması, koşarken hızını kesmekteydi. Benzi hasta yatağından yenikalkmışçasına sapsar ı ve içindeki çalkantı önüne çıkanı yutabilecek kadar devasa idi. Sümüğünü çeke çeke, topallaya topallaya, rakik vücudunusürükleyerek biraz koştuktan sonra yavaşladı; civardaki evlerden birininbasamaklar ına oturdu. Bir süre, boş gözlerle, etraf ını, geleni geçeni seyrettiktensonra yerdeki kar ıncalara verdi dikkatini. Topraktaki bir oyuktan sırayı bozmadan peşpeşe çıkan; siyah patikalar halinde evlerin mutfaklar ınadadanan; küçümen gövdelerinde boylar ından büyük yükler taşıyarak har ıl har ılçalışan ve uzaktan bakıldığında yürüyen çörekotlar ını andıran kar ıncalara...Çocuk, bir süre, sanki daha evvel hiç kar ınca görmemiş gibi dikkatle ve meraklaizledi onlar ı. Tam bu oyundan sıkılıp kalkmak üzereydi ki, onu gördü; topraktakioyuktan en son çıkan kar ıncayı.

Topraktaki oyuktan en son çıkan kar ınca ötekilerden pek farklıydı. Öylesineemsalsiz, öylesine bir basma... Onlar ne kadar kara ise, o da o kadar akt ı.Doğar doğmaz un çuvalına düşmüş ya da süt kazanına dalmışçasına...

Topal kız çocuğu, ak kar ıncayı görür görmez, mahalledeki bütün çocuklar ınyağmur yağdıktan sonra söyledikleri şarkıyı mır ıldanmaya başladı. Aralar ındaki enufak çocuğun etraf ında bir çember örerek ve elele tutuşarak, döne döne söyledikleri obildik şarkıyı.

Ak kar ınca, çıkma kar şıma Sakın yaklaşmaebemkuşağına Cinlerin ayağına basarsın Çarpık çurpukolursun sonra

Ak kar ınca, çıkma kar şıma Boğulursun yağmur yağıncaNamazını kimseler kılmaz Ağlar sızlanırsın mezar ında

Ak kar ınca, çıkma kar şıma Ak kar ınca, çıkma kar şımaİşte o zaman sol bacağı sağ bacağından daha kısa olan kız çocuğunun aklına

müthiş bir fikir gelmiş olacak ki, suratında muzip bir ifadeyle ayaklandı. Kesmetaşlarla örülü sokağın bir kenar ından usul usul akan yağmur sular ına daldırdı avuçlar ını. Topladığı sular ı, kar ıncalar ın güzergâhlar ı üzerine dökerek, hemenhepsinin istediği yerde toplanmalar ını sağladı. Çamurdan bir çember çıktı ortaya.Çemberden paçasını kurtarmaya kalkışan olursa, vay haline; çocuk hemen suyubasıyordu. Su, bütün yollan kapıyor; firar kır ıntılar ını, kurtuluş umutlar ını yakaladığı yerde elleriyle boğuyordu.

Kapılar ın kilitli, dağlar ın geçit vermez olduğunu anlayan kar ıncalar çarnaçar çemberin içinde sıkışıp, korkuyla birbirlerine sokuluyorlardı. Topal kız çocuğu içlerindeen iri ve en kara olanın padişahlar ı olduğunu düşündü; tahtından edilmiş, bir başına

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 37: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 37/119

bırakılmış, mahzun ve garib bir padişah... Muhasara çemberinin dışında bıraktığı akkar ıncaya son bir kez göz attıktan sonra, büyük bir  şevkle yeryüzündeki tekmilkar ıncalar ı ona benzetmeye karar verdi. Gazasını cümle âleme ilan edercesineetraf ına tepeden bir bakış f ırlatarak, kollar ını sıvadı; sırtını dikleştirdi. Kar ınca ırkımkaralığından kurtaracak cen-gaver nihayet çıkıp gelmişti. Böylesi çetrefil bir vazifeyeelbette ki kar ıncalar ın padişahıyla başlamalıydı. Parmağını, ekmeğe sürülü yoğurdaçalıp, iri kar ıncanın her yanını bununla bir güzel sıvadı. O orada debelenedursun,

öteki kar ıncalar, padişahlar ının yardımına koşacaklar ına, beyhude bir inatla çemberidelip sıvışmanın yollar ını ar ıyorlardı hâlâ. Çocuk, son bir kez baktı onlara ve yoğurtluekmeği tepelerine indiriverdi, muzaffer bir kumandan edasıyla.

Topraktaki oyuktan en son çıkan ak kar ınca cenk çemberinin dışında kalmıştı.Hızla oradan uzaklaşırken, bir an için durup kısık gözlerle geriye baktı; kardeşlerininakıbetine değil, uzaklara, çok uzaklara ve yakınlara, çok yakınlara baktı. İn cin topoynayan sokaklara, hıncahınç dolan cami avlular ına, sızım sızım sızlanan ahşapevlere, gıcır gıcır gıcırdayan beşiklere, sus pus olmuş mezarlıklara, buram buramlavanta kokan çeyiz sandıklar ına, tıklım tıklım kahvehanelere, sıkış pıkış meyhanelere, güm güm atan yüreklere, f ır ıl f ır ıl dönen dolaplara, satır satır okunandualara, demadem büeylenen beddualara, günbegün artan yoksulluğa, gözalıcı renkleriyle pır ıl pır ıl parlayan mücevherlere, o mücevherler için işlenen cinayetlere veoluk oluk akan kanlara baktı. Gurubun ilk şulesi altında, AdemoğuUar ımn Hav-

vakızlar ının türlü türlü huylar ına, öfkeyle, hasedle, kinle baktı. Sonra, nilfam damarlı mermer bir taşın altına girerek sırra kadem bastı.Rakik vücutlu kız çocuğu ak kar ıncanın yokluğunu fark etmeden, çemberin içini

beyaza boyamakla meşguldü. Kar ıncalar yoğurda bu-landıkça, kapkara, küçümengövdeler ak pak inci taneleri gibi yerde yuvarlandıkça, çocuğun gözlerinde rengârenkpar ıltılar dolaşıyordu. Gece vakti bir görünüp bir kaybolan havai fişeklerini andıranpar ıltılar. Zaman zaman, belli belirsiz iki beyaz leke, hercai par ıltılar ın arasındansıyr ılıp başlar ını uzatıyordu. O iki beyaz leke henüz vaktin gelmediğini anlayarakgerisin geri kovuklar ına saklanıyordu.

Çocuk, öylesine kendinden geçmişti ki, gözleri yoğurtlu kar ıncalardan gayrisinigörmüyordu. Tek başınaydı bu âlemde; bir başınaydı. Her şeyin tam ortasındaydı;adına dünya denilen, beyhude koşuşturmalardan, mânâsız itiş kakışlardan mürekkepkoskoca bir boşluğun tam ortasında. Durmadan bileylediği öfkesinin karanlıkta

parlayan sipsivri ucuyla, boşluğun karnını boydan boya yarmaya çoktan hazırdı. Bir kalabalığa sığınıp yalnızlıktan sıyrümak istediği için değil; yarattığı her korkuda, sebepolduğu her çığlıkta, bozduğu her güzellikte, soldurduğu her gülümsemede, aslolanınkendi yalnızlığı olduğunu kendine, sade kendine ispat edebilmek için. Lâkin, işeonlardan başlamak üzere yoğurtlu ekmeği siyah kar ıncalar ın üzerlerine iyice bastır ıp,topunu birden ezerken, gözlerindeki o iki beyaz leke füsunkâr renklerde havaifişekler altından boy gösterirken, o esnada yoldan geçmekle olan ve senelerdir arağı ucuza, dedikoduyu pahalıya satan Ceviziçi Tahir'den okkalı bir tokat yedi.

Ceviziçi Tahir, tam teşekküllü ve vazifesini büyük bir ciddiyetle yapan l)ir ayaklı meyhaneydi. İncecik, titrek bacaklar ı ile iri, şişkin karnı müthiş bir tezatlıkteşkil ederdi. En büyük derdi, sert, siyah sakalının çenesinin etraf ında sankisarp bir hududa toslamışçasına gerisingeri dönerek, yağız, esmer suratınınkısmen köse kalmasına sebep olmasıydı. Bir müddetten beri, mahallekocakar ılar ının tavsiyelerine uyarak, suratındaki sakal bar ındırmayan kısımlar ı ateşle ucunu yaktığı f ındığın karası ile boyayıp, yağı ile beslemekteydi.Sakallar ına dair en ufak bir laf dahi zülf-i yare dokunup, heyhcylcnmesinekifayet ettiğinden, Akrep Arif mahalleliler, mahallenin yegâne ayaklı meyha-nesinin bu husustaki hassasiyetine saygı göstererek, onun yanında bu mevzuyukatiyyen açmazlardı.

Ceviziçi Tahir, her Allah'ın günü, güneş tepeye yaklaştığında sermayesiniomuzlar, yollara koyulurdu. Daha erken işe başlamasına iki malûm sebeptenölürü imkân yoktu. Birincisi, hem geç saatlere kadar taban tepip, muhtelif köşelerde arak sattığından, hem de eve vardığında o gün işittiği tümdedikodular ı ballandıra ballandıra uyku mahmuru kar ısına anlatmayı huyedindiğinden, sabahın ilk saatleri dışında uyumaya vakit bulamıyordu.Kadıncağıza gelince, her gece çektiği bu eziyeti iyiden iyiye kanıksamış görünüyordu. Her gece, uykusunun tam orta yerinde, yani gündüz gözüyle

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 38: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 38/119

göremediklerini rüyalar ında tatlı tatlı, doya doya görürken, evvela arakkokulanyla, sonra dürtüklenerck uyandır ılıyor; ve çuval çuval dedikoduyu,cinlerin bile uykuda olduğu saatlerde zihnine buyur etmeye mecbur kalıyordu.Ceviziçi'nin gayesi kar ısının uykular ını haram etmek değildi elbet. O sadece,gün boyu işittiği ve oraya buraya kır ıntılar ını serpiştirdiği dedikodular ı, evinedöndüğünde, hem kar ısına hem de kendine, noksansız, mübalağasız anlattığı takdirde, unutkanlık denen illetin önünü alabileceğini sanıyordu. Yani her gece

tekrarlanan bu merasim, Ceviziçi'nin haf ızasına takviye maksadı taşıyordu. Zirabir dedikodu hammaddesinin iyi para edebilmesi için, seneler sonra bilerahatlıkla satışa sürülecek suretle işlenerek, haf ıza mahzeninde itinaylasaklanması şarttı.

Velhasıl Ceviziçi Tahir, dedikodu satarken, oldum olası, bildiğiher  şeyi anlatmaktan kaçınır; büyük bir ustalıkla laf ı kıvırtıp, ortaya ufak ufakyemler atarak, ganimetin büyüğünü sonraya saklardı. Oltaya takılanlar,dedikodunun devamını öğrenebilmek için, kendini ağırdan satıp naza çekenayaklı meyhaneyi kovalamaya, kovalarken de keselerinin ağzını açmayamecbur kalırlardı. Lâkin Ceviziçi'nin dimağında toplanan ganimetler bir arayageldiklerinde ortaya öyle kelli felli bir yekûn çıkardı ki, kazara içlerinden biriniunutmak işten bile değildi. Ee, madem ki unutmamak için bildiği her şeyi yükseksesle ve noksansız anlatmalıydı, bunu yapabilmek için de kar ısından başka ki-

me itimadı vardı ki...Ceviziçi Tahir'in, işine güneş yükselmeden çıkmamasının ikinci sebebi,kadim müşterilerinin huylar ının ve meşakkatli mesleğinin gereğiydi. Zira ehl-iişret, onca eziyet çektirip bolca hırpaladıklar ı çilekeş midelerini delmeyi, delipde su bile içemez hale gelmeyi asla arzu etmediklerinden, her ne olursa olsun,bir-iki lokma alıştırmadan demlenmeye başlamazlardı. Onlar kar ınlar ını doyurana ve bir gece evvelinin sermestliğini f ırlatıp atana kadar da güneş yükselmiş olurdu. Hal böyle olunca da, Ceviziçi Tahir, bölük pörçük uykusunualdıktan sonra, başına takkesini, omuzlar ına Bursa işi peştemalini yerleştirir;arağını, o kesif kokuyu içine çeke çeke hazırlar; bir nargile marpucunu üçedörde katlayan bir ucu musluklu bağırsağı beline sımsıkı dolar; kadehinikuşağına dikkatle yerleştirir; uykusuzluktan gözaklar ı torbalanmış kar ısını neşeyle öper; ve besmelesini çekip işe başlardı.

Ondan sonrası, yürü babam yürü... Dedikodulardanmürekkep saatler boyu...

Ceviziçi Tahir, gün boyu, sokaklarda müşteri kokusuna göre yöndeğiştirerek taban teper, uzaktan seğirte seğirte yaklaşan gediklileri sebzecidükkânlar ının önlerinde yahut içlerinde bekler; bir iki hoşbeşten sonra senelerintecrübesiyle önünü arkasını kollar; bağırsak musluğunu açarak, kuşağındançıkardığı kadehe sapsar ı arağı boca ederdi. Dükkân sahipleri de, ayaklı meyhanenin ya kesesini yahut arağını sık sık tırtıkladıklar ından, bu gidişataaçıkça göz yumar, ses çıkarmazlardı.

Müşterileri, ayaklı meyhanenin kadim müdavimleriydi aynı zamanda. Süratleiçerken, sebzeci dükkanındaki bir lahana ya da marul yaprağını, veyahut turpu,emsaline az rastlanır bir tevazuyla meze ya par; atıştıracak bir  şeybulamadıklanndaysa, ağızlar ını ellerinin tersiyle silerek "ağız mezesi" ile yetinirlerdi.İçkilerini yuvarlarken, bir yandan da ayaklı meyhane ile ayak üstü sohbet etmeyi huyedinmişlerdi. Bu sohbetler esnasında Ceviziçi Tahir, huylar ını gayet iyi bildiğimüşterilerini mümkün olduğunca lafa tutar ve en canalıcı sualleri destursuz sıralardı.Bir yandan arağın, bir yandan da Ceviziçi'nin suallerinin adamakıllı sersemlettiğimüdavimler de dillerini tutamaz; ilk üç kadehten sonra bülbül gibi ötmeye, keyifli keyiflişakımaya başlarlardı. İşte o vakit hudutlar aşılır; en hafi sırlar mahfazalar ından çıkar-tılır; dilin kemiğinin olmadığı bir kez daha ispatlanırdı.

Neler, neler anlatılmazdı ki bu ayak üstü sohbetlerinde? Sakız mahbublar ınınhangi meclislerde boy gösterip kimlere gümüş çanak tuttuğundan, mahalledeki ensofu zatın aslında su katılmamış bir münkir olduğuna; hangi aşüfte kar ının kendini onabuna peşkeş çektiğinden, civardaki herif-i naşeriflerin habis huylar ına; çengi avratlar ınkonaklarda hemcinsleriyle ne dolaplar çevirdiğinden, taze fidan kar ısını mesudedemeyen bir herifin, kimbilir hangi akla uyarak tenasül uzvuna merkep kuyruğundan

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 39: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 39/119

Page 40: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 40/119

Akrep Arifin nâmına toz kondurtanın tövbekârlığının samimi ifadesi, doğru yoladöndüğünün sarih işaretiydi. Burada aşurelikler, çeşm-i bülbüller, altınbilezikler, gömleklik bezler, yaldızlı toprak lüleler, çiçek saplı mühürler, lohusaşerbetleri, cep saatleri, kunduz kürkleri, testiler dolusu şarap, enfiye kutular ı,kama kınlar ı, zemzem sulan, Medine hurmalar ı, sedef kakmalı Kuran-ı Kerimmahfazalar ı, terkibi meçhul macunlar, sorguçlar, kurutulmuş meyvalar, camhumbaralar, maşrapalar, yaldız pullu kâseler, kehribar teşbihler, horoz derisi

gerili dümbelekler, kıymetli taşlar, fildişi taraklar, halkârî billur kutular, tombaksahanlar, gülabdanlar, lâledanlar, buhurdanlar... hatta ve hatta kimbilir hangievliyanın sandukasının, sırma iplikle ayet işlemeli, kıymetli örtüsünü dahibulmak kabildi. Hem âdet yerini bulsun hem de ibret-i âlem olsun diyesergilenen bu nedamet nişanlar ına mahallede kimse el sürmezdi.

Sanduka örtüsünün hikâyesi, hiçbir zaman tam olarak açığa çı-kartılamamışsa da, ağızlara sakız olmuş, bire bin katılarak evden eve, kulaktankulağa nakledilmişti. Elbette işin en doğrusunu, olsa olsa Ceviziçi Tahir bilebilirdi. Gene de bu şaibeli hikâyeni" hakikate en yakın hali muhtemelenşöyleydi:

Yakın zamana kadar, Akrep Arif mahallesinin mürai ve laubalidelikanlılar ından, ve dolayısıyla da yüzkaralar ından biri olan Sefih Ali,

konukomşudan gizli hırsızlık eder, çalıp çırptıklar ını da evinde istiflermiş. Habishuylar ı açığa çıkmasın diye mesleğini icra etmek için İstanbul şehrinin en uzakköşelerini seçermiş. Gel zaman git zaman. Sefih Ali hem h ırsızlığı, hemlaubaliliği ve mürailiği öyle ilerletmiş ki, latife ettiğini sanırken herze söyler;kargayı bülbül, merkebi düldül diye satar; kafasında kırk tilki besler, kırkına daayr ı vaatlerde bulunur; gözden sürmeyi, kaştan rastıkı çalar; tavuskuşu görseyolacak kaz beller olmuş. Sade bununla kalsa gene iyi. Çaldıkça çalmak,çırptıkça çırpmak, paralandıkça paralanmak hırsı bürümüş gözlerini.

Sefih Ali'nin gözlerine, çiğ sebze yeşili çöreklenmiş.Hal böyle olunca da, karnı doysa dahi gözü bir türlü doymayan Sefih Ali,

şchr-i İstanbul'un meşhur yangınlar ını birer ganimet f ırsatı belleyip, yangınyerlerine dadanmaya başlamış. İşte ne olduysa, yine böyle bir yangın zamanı olmuş zaten. O yangın oracıkta, tam da o vakitte çıkmasaymış. Sefih Ali de

civardan tesadüfen geçiyor olmasay-mış, Nakş-ı Nigâr mahallesindeki nedametçeşmesinin üzerine örtülmesi kabil olamazmış o pek kıymetli, ayet işlemelievliya örtüsünün.

Dinleyin feleğin zulümatını Oldu İstanbul'da bir nişaneGörün bu mahallin harabatını Yandı dükkân evler kaldı virane'

2. Âşık Çevlani, Kerestecideki Yang ın ın Destan ı. 

Yangın Defterdar Celal mahallesinde çıktığında, bir başka kıyamet dahakıyam eylemiş şehr-i İstanbul'da. İstanbul dediğin, varlık âlemine gözlerini açtığı günden bu yana ne kıyametler atlatmış, çarnaçar bunu da atlatacak. Atlatacak

ama öyle sessiz sedasız, süklüm püklüm değil; ayyuka çıkan feryadıylafiganıyla, yüreğini güm güm attıran telaşıyla korkusuyla, ve küllerindendoğabilmek için her daim yanında taşıdığı bir pişirimlik Eyub sabr ıyla.

Kıyamet dediysek, alevlerin meali herkes için bir olacak değil elbet. Malûmya, her yangın nice insanı inim inim inletirken, bir de bakmışsın ki kiminin deyüzünü güldürür. Belki de budur bu işlerin hikmeti. Ne safi kötülük, ne de safiiyilik. Ne de olsa, kötünün en okkalısı bile, bazı bazı, bazılar ına, mucizevi bir merhem terkip eyleyip, cılk yaralar ı iyileştirir. İnanması ne denli zor olsa da,kiminin ruz-ı mahşeri, kiminin ruz-ı hızın oluverir.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 41: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 41/119

Ne safi kötülük; ne safi iyilik...

Her daim, her yerde,

İ-ki-baş-lı-lık...Velhasıl, o gün Defterdar Celal mahallesine sayısız bela ve cefa veren, dört

yanı dağdar edip inleten alevler, bazılar ının yüreğine de kova kova su serpmişti. Ve

şeytana pabucunu ters giydirecek kadar kurnaz, mahallelisinin yüzkarası hırsız vemürai Sefih Ali, minnetle aldığı bu suyu salt yüreğine serpmekle yetinmemişti. Tekmilkemiklerini, ve vücudunun her bir karesini onunla yıkamış, sıvamıştı. Hal böyleolunca da, evleri yakıp, canlara kastederek, usul usul tüten ocaklar ı bir fiskedesöndüren yangın, Akrep Arif mahalleli Sefih Ali'ye acil şifa vermişti. Zira onun içinyangm demek ganimet demekti. Bu sebepten ötürü Sefih Ali, Defterdar Celalmahallesinden göğe yükselen alevleri görür görmez, sevinç naralar ı atmamak içinkendini zor tutarak, hemen o yöne seğirtmişti.

Oysa, Sefih Ali'ye kalburdan eleğe kadar yağma f ırsatı muştula-yan yangın,pençesine geçirdikleri için felâketlerin en büyüğü idi. Defterdar Celal mahallesininsakinleri sokaklara dökülmüş, feryad u figan ederek mallar ım mülklerini alevleringazabından ve bu renk fevvaresini takip eden küllerin siyahından kurtarmak içincanlar ını dişlerine takmış uğraşıyorlardı. Malûm ya, İstanbul yangını, Anadolu isesalgını ile nâm salmıştı. Söz itibar ıyla alışkındılar dört mevsim, gece gündüz, vakitlivakitsiz kapılar ını çalan alevleri içeri buyur etmeye. Alışkındılar alışkın olmasına da,gelen misafirin iyiden iyiye arsızlaşıp evlerinde ne var ne yoksa götürmeyekalkmasına razıgelecek halleri de yoktu elbet.

Duyunca ahali heman yetişdi Birkaçı da yolda bayılubdüşdü Birdenbire bir yer tutuşdu Çıkdı duman ar şa taasmane

Böyle zamanlarda, bir başka mahalle ahalisinin tuzlar ının kuru olduğunusanmalar ı kadar büyük bir gaflet ve de cehalet olamazdı. Birbirine pek benzerdi ahşapevler; sadece kisvede değil, kaderde de. Boyasız tahtalar ı güç bela bir arada tutmayı kotaran çiviler, yangın çıktığında, huy değiştirir; umulmadık bir anda ok gibi f ırlayarakuzaktaki bir başka ahşap evi rahatlıkla tutuşturabilirdi. Komşuluk bir ka-derdaşlık

demekti; ister mecburiyetten olsun, isterse can u gönülden.

Heman alev her yana sıçradı Dörtbeş dükkân ve konaklar ı sardı Şiddetle rüzigar aldıkça aldı Başladılar evden kaçan kaçana

Âşık Çevlani, Kerestecideki Yangının Destanı.

Kendi canını, malını kurtarmaya çalışanlar ın ya da Sefih Ali gibikıyametlerden parsa toplayanlar ın dışında, alevlerin pençesinden uzak olduğuhalde başkalar ının imdadına koşanlar da bulunurdu her zaman. İşte o gün de,

Defterdar Celal mahallesinde yangın çıktığını haber alan kuzeydeki çar şı esnaf ı da yardıma koşmuş, bağıra çağıra orta yere yığılmıştı. Dükkân üstü bekâr odalar ında ikamet eden delikanlılar, her yangının üstüne yürümeye namzet,gönüllü ve bıçkın bir ordu teşkil etmekteydiler. İşin aslı, ara sıra kendilerinin dekazara yangın ç ıkartıp, çar şı boyundaki köhne dükkânlar ı ölümle burun burunagetirdikleri de olurdu. Ve böylesi yangınlar ın dedikodusu da bol olur; bekâr uşaklar ının yüreklerinde yanan ateşin zaptedilemeyecek bir hal aldığından, gizligizli, odalar ında, -günahlar ı boyunlar ına- fi-il-i şeni ve fiil-i livata işlediklerikulaktan kulağa, ağızdan ağıza dolaşırdı. Böylelikle bekâr uşaklar ı ile yangınmünasebeti pek ikircikli bir hal alır, aynı zatlar, hem nice yangının söndürücüsü,devası olurken, hem de kimi zaman, sebeb-i vücudu oluverirlerdi.

Yine de, istisnasız her yangında canla başla koşturup, kelle koltuk serbazlık

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 42: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 42/119

eden bu yiğitlere nankörlük etmemekte fayda görürdü civar halkı. Zira gayet iyibilinirdi ki onlar, var ı yoğu, sadece tek şilteli, tek yorganlı, tek yastıklı bir yer yatağından ibaret olan daracık odalar ında, dükkânda işe yaramadıklar ına karar verilen envai çeşit hırdavatın arasında yatıp kalkar; şikâyet yahut itiraz etmedenboğaz tokluğuna çalışıp didinir; ve hiç kar şılık beklemeden, hiç tanımadıklar ı insanlar ın, hiç bilmedikleri eşyalar ını omuzlarda taşımak suretiyle alevlerdenkurtar ırlardı.

Defterdar Celal mahallesinin gördüğü geçirdiği kim bilir kaçıncı yangındı bu.Her yangın gibi bunun da velvelesi boyundan büyüktü. Yangın zedelerin huylar ı türlü türlüydü. Sokaklara dökülenler, tutuşmasın diye evlerinin damlar ındanaşağıya kova kova su dökenler, baygın baygın alevleri seyredenler, feryat edendul kadınlar, zır ıl zınl ağlayan çocuklar, şaşkın çocuklar, yeni bir oyun f ırsatını gülücüklerle kar şılayan daha küçük çocuklar, kıymetli mallar ını alevlerin ellerin-den kurtarmaya çalışanlar, yardıma koşanlar, canını zor kurtaranlar, ayılıpbayılanlar, Allah'a yakaranlar, yangım çıkaran meluna lanet okuyanlar...

İşte böyle bir gulgulenin tam ortasında, mahallelisinin yüzkarası, nâm-ı diğer Sefih Ali, keyifle, olan biteni izlemekteydi. Hiçbir f ırsatı kaçırmamak için f ıldır f ıldır dönen gözleri, çok değil, birkaç adım Ötesinden geçen bir karaltıyı seçinceiri iri açılarak, fener alayı gibi parlamaya başladı. Karaltı, telaşla yangın yerinden

uzaklaşmaya çalışan genç bir kadına aitti. Sürekli yanını yöresini kolaçanederek yürüyen, yüreğinin gümbürtüsü o hengâmede bile rahatlıkla duyulabilenkadının bir  şeyler sakladığı, birilerinden korktuğu her halinden belliydi.Göğsünün üzerinde taşıdığı küçük bir kutuyu, sanki her an birileri çıkıp daelinden almaya kalkacakmış gibi, kollar ıyla sıkı sıkı sarmıştı. Sefih Ali'yegelince, onun aklı, kutunun içinde ne olduğundan çok kadının kıvrak vücuduna,her adımda hopur hopur hoplayan yusyuvarlak kalçalar ına takılmıştı. Lâkinyangın alevleri kulaklar ına kucak kucak ganimet muştuladığından, ifrat-ı hissiyat'a gem vurarak, kadını takip etmemekte karar kıldı. Karar ındandönmeyeceğini ispat etmek istercesine, buram buram fitne kokan kadındanyana bakmamak için kafasını çevirdi.

Tam o esnada, yangının patlak verdiği yerde, çivileri çoktan f ırlamış ahşap bir ev gürültüyle çöküverdi. Sefih Ali, herkesin dikkatinin oraya toplanmasını f ırsatbilerek, etraf ım kollamaya dahi lüzum duymadan, yakınlardaki bir evdenkurtar ılmış ve üst üste istiflenmiş mallara yanaştı. Onlar ın arasmda ışıldayan bir gerdanlığın gözüne çarpması için kısacık bir an kifayet etti. Gerdanlığı almasıyla, gidip bir kuytuya saklanması bir oldu. Pek bereketli olacağı dahaşimdiden aşikâr olan bir günün siftahını işte böyle yaptı. Geri geri çekilip, bir du-vara sırtını verdi. Orada avını kollayan atmaca gibi gözlerini kısıp etraf ı seyretmeyi sürdürdü. Oynak kalçalı genç kadını gözden yitirdiğine üzülenyüreğini avutmaya muktedir ganimetlerin ufukta görünmelerini beklemeyekoyuldu. Sefih Ali'nin gördüğü geçirdiği, soyduğu yağmaladığı, kenar ındanköşesinden tırtıkladığı kimbilir kaçıncı yangındı bu. Sırası geldiğinde sabretmeyide bilirdi, ok gibi f ırlayarak en münasip f ırsatı ensesinden tutup yakalamayı da.

Sefih Ali dişini sıkıp, etraf ı temaşa ederek oracıkta aleste bekle yedursun,hiç mi hiç hesapta olmayan bir hadise patlak verdi.

Yangında sade mallar ını mülklerini değil, edeblerini de yitirdikleri anlaşılan

iki dul kadın saçsaça, baş başa dövüşmeye başlamışlardı. İçlerinden biri,yekdiğerini gerdanlığını çalmakla itham ediyor; itham edilen de ağzaalınmayacak küfürlerle ona cevap veriyordu. Birbirlerine bakışlar ındaki adavet,ortalığı  ısıtmakta, yangın alevlerinden çok daha iddialı görünüyordu. Kançıkmasına ramak kalmıştı.

"Rabbim aklım sana emanet. Ayağını denk al mandagöz kan, sonra bilmemha!"

"Haydi oradan gudubet. Kaşla göz arasında iç ettin gerdanlığı. İnşallah elavuç açasın. Yüz okka ibrişim boyu yerin dibine gecesin."

"Arlık hu! Allahtan kork. Bana torbanın ağzını açtırma. Hem gerdanlık neararmış senin gibi bitli kar ıda?"

"Aman dostlar, aklıma heyheyler geliyor. İliği murdar kar ı. Çaldı canımgerdanhğı, çaldı da koca kıçıyla üstüne yattı. Yetişiiiin!"

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 43: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 43/119

İki dul kadının çıkardıklar ı patırtı öylesine büyüktü ki herkes bir andabaşlar ına toplandı. Velhasıl ortalık fazlasıyla kalabalıktı ve böylesi bir arbededeher ne kadar kimsenin kimseyi görecek takati yahut niyeti olmasa da ortayerden mal aşırmak cüret değil, olsa olsa cehalet isterdi. Bu kavi sebeptenötürü, adımını atacağı toprağı yoklamadan ayağını uzatmayan Sefih Ali, oradansıvışmaya ve külleri beklemeye karar verdi.

Külleri severdi. O siyahlığın arasından yangına yenik düşmemiş pirinç

şamdanlar, mücevher kutular ı, burma bilezikler, gümüş yahut altın takılar...velhasıl envai çeşit ganimet çıkabilirdi. Kar ın altından boyunlar ını uzatançiçekler misali, küllerin içinden sıyr ılıp gelerek... Sefih Ali'ye gerdan kır ıp,çapkın çapkın gülümseyerek... Telaşa lüzum yoktu. Sular durulunca tekrar gelir, küllerin arasında oynayan çocuklar ı münasip bir bahaneyle uzaklaştır ır veKaarun hazinelerini aramaya koyulurdu.

Gelgelelim, kani olmayı da beceremiyordu bir türlü. Ne de olsa topu topu bir gerdanlık ile oradan uzaklaşmayı hazmedecek bir adam değildi. Yıllar ın hırsızı,nâm-ı diğer Sefih Ali ise eğer, f ıldır f ıldır dolanan gözleri elbet kısa günün kâr ını bir yerlerde bulacaktı. Böyle düşünürken, sırtını yasladığı duvar ın öte yanındauzanan evliya türbesini fark etti.

Türbe demek üç kollu gümüş şamdanlar, pirinç fiske şamdanlar ve hatta evliya şöyle büyüklerden biri ise, sandukanın üzerinde kıymetli bir örtü

demekti ki. Sefih Ali pek severdi böylesi hazineleri. Hiç kuşkusuz, itikatsız değildi.Çarpılmaktan, ömür boyu çarpık çurpuk dolanmaktan ödü kopardı kopmasına da,korkusuna rüşvet sunardı işin ucu ballı olunca. Korkusu hık demiş Sefih Ali'ninburnundan düşmüş; çarçabuk teslim olurdu bir iki tatlı lokmaya. Dilini keser, hemmunis hem de selis oluverirdi. Sobanın etraf ında kıvr ılan kedi misali keyiflemır ıldayarak Sefih Ali'nin saçlar ının arasına kuruluverir; sözlerin tutulmasını, vaatlerinyerine getirilmesini beklerdi.

Böyle zamanlarda Sefih Ali ile korkusu canciğer bumbar sarması oluverirlerdi.İşte o gün de. Sefih Ali korkusunu pışpışladıktan sonra sağa, sola, göğe, toprağa bir 

göz attı. Ne yazık ki sığınabileceği bir karanlık yoktu ortada. Dört yana ışık saçanalevler duvar ın ötesini de inatla aydınlatmaktaydı. Ne gam; omuzlar ını silkip güldüSefih Ali. Kıyıda köşede kalmış gölgeleri kendine siper edinerek, duvar ı aştı. Serçepeşindeki kedi adımlar ıyla türbeye yaklaşıp, alacağını alarak oradan sıvıştı.

Tam da o esnada, gerdanlığı çalman dul kadın, bir eliyle öteki kadının başından

yolduğu saç tutamını tutarken, bir eliyle de usulünce dövüşebilmek için bir tahtaparçası yahut bir taş ararken. Sefih Ali'nin karaltısını seçti. Kadıncağız, donakalmakyerine, önce bir besmele çekip, ardından yanındaki yöresindeki insanlara ve bilhassa,bir dakika öncesine kadar tavuk boğazlar gibi boğazlamayı düşündüğü dul kadınakaraltıyı gösterdi. O vakit kavga sona erdi. Zira herkes görmüştü ki, evliya, yangın vekavga yerinden uzaklaşmakta idi. O ulu kişi, pilini pırtısını toplamış, alevlerden,arbedelerden uzak ve sakin bir köşe bulmak üzere karanlığa dalmakta idi. Dul kadın,gerdanlık yüzünden çıkardığı patırtıdan dolayı af temenni eder gibi, ağlamaklı bir ifadeyle karaltının ardından fatiha okudu.

Rivayet budur ki. Defterdar Celal mahallesinin yekpare mermer bir sütundan ibaretmeşhur sadaka taşı işte o müstesna günün anısına konmuştur türbe duvar ınınyamacına. Türlü âfete bana mısın demeyen bu sadaka taşı, yolu buradan geçenlerinbaşlar ının gözlerinin sadakası olarak, ömürlerinde hiç görmedikleri ve görseler detanımayacaklar ı AdemoğuUar ına, Havvakızlanna bıraktıklar ı nafakayı, ihtiyacı olanlara, usulca, usulünce teslim ederdi. Para, üzerindeki çukurda durur, hali vakti iyiolmayanlar, semte yollar ı düştükçe taşın üzerini yoklar ve bir miktar ını geri bırakmayı ihmal etmezlerdi. Fakir fukara. sefaleti bir kendinin çekmediğini gayet iyi bilir,paranın bir kısmını daha sonra gelecek kaderdaşlanna bırakırdı. Yangınçıktığında şamdanlar ı ve örtüsüyle gözlerden ırak ama gönüller içre bir mekânataşınmayı daha münasip bulan evliyanın adı kazınmıştı sadaka taşına. Onu ilkgören dul kadın bu işe önayak olmuştu; sevabına. Kadıncağız nereden bilsinkaranlığa kar ışıp terk-i diyar eden evliya hazretlerinin, gerdanlığını aşıran harisve habis huylu Sefih Ali'den başkası olmadığını...

Sefih Ali'ye gelince, o, sebep olduğu ve olacağı hadiselerden bihaber yükünü yüklenmiş, yolunu tutmuştu. Lâkin mahallesine avdet etme işinimümkün olduğunca ağırdan alıyor, hiç telaş etmiyordu. Ne de olsa, sanduka

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 44: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 44/119

örtüsünü, şamdanlar ı, ve gerdanlığı evine sağ salim ulaştırabilmek için geceninkaranlığının bastırmasını beklemek zorundaydı.

Beberuhi Rıza nefesini avuçlar ına üfleyerek ısınmaya çalıştı. Bu gece havaçok soğuktu. Üstelik nöbeti devredebileceği başka bir bekçi yoktu mahallede.Oysa eskiden üç bekçisi vardı Akrep Arif mahallesinin. Nöbetleşe kollarlardı mahalleyi. Ne var ki. Kabakulak Reşo, iki sene evvel mahallenin evli barklı 

kadınlar ından biri ile kaçıp gitmişti. Sabırküpü Sabri ise artık bekçilikyapamayacak kadar yaşlandığından yakın zamanda köşesine çekilmişti.Söylediklerine göre her gece gün ağarana kadar tek göz odasında kalınsopasını yere vura vura dolaşacak ve şikâyete gelenleri tutuklamaya kalkışacakkadar bunamıştı. Hal böyle olunca da Beberuhi Rıza tek başına kalmıştı. Lâkinbu meşakkatli vazifeyi bir başına ifa edemeyeceğini gayet iyi bildiğinden bir bekçi ar ıyordu yanına. Yeni bekçi. Kabakulak Reşo gibi utanmaz arlanmazınteki çıkıp elâlemin kar ısına kızına göz dikmemeli; ve Sabırküpü Sabri gibi ahigitmiş vahi kalmış biri olmamalıydı. Bu sebeple Beberuhi Rıza yanına dürüst,sözüne sadık, gücü kuvveti yerinde bir bekçi aramakta idi.

Ar ıyordu aramasına da pek de acele ettiği söylenemezdi. Ne de olsaRamazan-ı  Şerif yaklaşmaktaydı. Beberuhi Rıza, ramazan bahşişlerininbölünmesini istemediğinden, yeni bir bekçinin hemen gelmesini istemiyordu.

O gece hava çok soğuktu. Beberuhi Rıza, soğuktan parmaklar ı donmuş ellerine ikide bir hohlayarak ısınmaya çalışıyordu. Ucu demirli meşeden yapmakalın sopasını arada bir yere sertçe vurarak, çıkan sesin yankısından güçtopluyordu. Bu ses kafasının içinde dolanan tilkileri şaşırtıp, birbirlerininkuyruklar ına basmalar ına yol açlığından, ramazan bahşişlerini nerelereharcayacağını mütemadiyen silbaştan hesaplıyordu.

Beberuhi Rıza, adı üstünde, o kadar kısa boylu bir adamdı ki, attığı her adıma dikkat eden Sefih Ali gecenin karanlığında onu fark e-demedi.

Beberuhi Rıza'ya gelince, o üstüne üstüne gelen eciş bücüş karaltıyı farketmekte gecikmemişti. Fakat iyi saatte olsunlar ın ziyaretine uğradığını sanarakbildiği tüm dualar ı peşpeşe sıralamaya başlamıştı. Bir duadan ötekinegeçerken, birden içine bir kurt düştü. Belki de Ke-poz'du bu. İsmihan Kadın'ınmeşhur ve zararsız Kepoz'u işte bu sefer de bu tuhaf kılığa girmeyi, girip debekçi babayı .şaşkına çevirmeyi kafasına koymuş olabilirdi. Eğer hal böyle ise,

Kepoz'u sol bileğindeki çuvaldızdan rahatlıkla tanıyabilirdi.Beberuhi Rıza cesaretini toplayıp karaltıya pusu kurdu. Bir duvar ın arkasınasinip, tam önünden geçtiği esnada karaltının üstüne atla-yıverdi. Fakat kıskıvrakyakaladığı buz gibi soğuk bilekte çuvaldıza rastlayamayınca, Beberuhi'yi bir korku raşesidir aldı. Neyse ki aynı anda, yangın yerinde aldığı rüşvetle sesinikesen Sefih Ali'nin korkusu da itaat etmekten vazgeçip, boygöstermişti. Bir müddet, iki adam kar şdıklı tir tir titrediler. Ama birden Beberuhi Rıza, sandukaörtüsünün altındakinin, ahvali ve eşgali meçhul bir yaratık değil de. Sefih Aliolduğunu anladı. Onu, gözlerine çöreklenen çiğ sebze yeşilinden tanımıştı.

Beberuhi Rıza, Sefih Ali'nin ağzını şöyle bir yokladıktan sonra ona ilişmedi.Fakat gördüklerini, arak kokusunu takip ede ede bulduğu Ceviziçi Tahir'eyetiştirdi. Ceviziçi duyar da, mahalleli duymaz olur mu hiç? Sandukahikâyesinin bundan sonrası çorap söküğü gibi geldi. Hemen mahalle şurası toplandı. Sefih Ali elpençe divan yeminler ederek bir kendini bilmezin iftirasınakurban gittiğini, meleklerden daha pakize ve masum olduğunu ispat etmeyeçalışadursun, sade ev uyanın sanduka örtüsü değil şimdiye değin tüm çalıpçırptıklar ı evinde bir bir tespit edildi.

Önce kötek, sonra nasihat.

Kolaysa yola gelme!

Sefih Ali tövbeler ederek kendini nedamet çeşmesinin önünde buldu.Yediden yetmişe bütün mahallelinin gözleri önünde bir güzel yıkanıpcürmlerinden ar ındıktan sonra da, başına bela olan sanduka örtüsünü orayaserdi.

Bu kıymetli hediyeyi alan nedamet çeşmesi keyfinden bir güvercin gibi gurul

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 45: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 45/119

gurul sesler çıkartıp, sular ını taşırdı.Sittinsenenin Akrep Arif mahallesinde işler böyleydi. Böyleydi ama

mahallenin adı Nakş-ı Nigâr olalıberi ortada bir tuhaflık vardı. Ne Akrep Arifinanlı şanlı adını terk etmeye, ne de Nakş-ı Nigâr'a olan minnet borçlar ını inkâr etmeye yürekleri elveriyordu. İki taraftan çe-kiştirilmekte ve iki taraf ı dameninun edememenin huzursuzluğunu duymaktaydılar. O eski mesut günlerinebir an evvel geri dönmeyi arzulamakta, fakat bunun nasıl mümkün olabileceğine

dair en ufak bir hal çaresi bulamamaktaydılar.Yoksa, sittinsenenin meşhur ve emsalsiz mahallesini kem gözlerin nazar ı mı kakalamıştı?

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 46: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 46/119

HIYANET

Yaşlı kadın gerekli özeni gösterip onu kendinegetirmiş; .sonra da kendisine "Neyin var oğlum? Budenli alt üst olacak ne gördün ki?" diye sormuş.

Binbir Gece Masallar ı Hasan-iil-Ba.sri'nin Serüvenleri 

Akrep Arif mahalleliler, kabadayılar şahı, gönül adamı, İstanbul âlemlerinde nâmını okutmuş demini sürmüş Akrep Arifin kutsal emanetine canla başla sahip çıkarken,sittinsenedir demadem artan şöhretlerini, mahallenin dört kapısından esen dört ayr ı rüzgâr ın muhabbetine borçluydular. Demirden dökülmüş kuzey kapısından püfür püfür esen rüzgâra bâd-ı şahbaz denirdi. Bu soğuk rüzgâr Akrep Arif mahallelilere cesaretaşılardı. Kur şun kaplama güney kapısından ılık esen bâd-ı pîçân mahalle halkının

çehresine güzellik katardı. Bâd-ı berin namıyla, bakırdan yapılmış batı kapısındansalına salına ve sıcacık esen rüzgâr da mahalle ahalisini mülayim kılar; onlara hüsn-iadab bahşederdi. Tepeden tırnağa gümüşe kesmiş doğu kapısından esen nemlirüzgâr ise bâd-ı pürgû diye anılırdı. Bu rüzgâr mütemadiyen, ya konuşur yahut ıslıkçalardı. Onun tesiriyle mahalle ahalisi küfürbaz olmuştu.

Dört ayr ı kapıya, dört ayr ı rüzgâr ın mührü vurulmuştu. Her mühürde bir harf tahtkurmuştu. Kuzey kapısının, kenarlar ı yabani sarmaşıklarla çevrilmiş mühründe selviboyuyla elif, güney kapısının papatyalarla bezenmiş mühründe karnında noktasıylacim, batı kapısının sümbül süslemeli mühründe buruk gülümsemesiyle ze ve doğukapısının menekşe biçiminde kesilmiş mühründe ağzını bıçak açmayan mim harfiintizar ederdi. Demir, kur şun, bakır ve gümüş... Serbazlık, güzellik, hüsn-i adabve küfürbazlık... İşte bu dört hususta, şimdiye değin kimsecikler Akrep Arif mahallelilerin ellerine su dökememiş, onlarla boy ölçüşeme-mişti.

Dört ayr ı rüzgâr ın çok uzak diyarlardan taşıyıp getirdikleri tılsımlar,mahallenin yedi kocakar ısının ellerinde yoğurulur, okunur, sırlanırdı. Ortayaçıkan cevher, kıymetli taşlarla bezenmiş gümüş bir mahfazanın içinde, kemgözden yavuz dilden sakınılır saklanırdı. Kocakar ılar cevherden kimselere, enyakınlar ına dahi söz etmezlerdi.

Bâd-ı pîçân'ın taşıdığı güzellik pek müstesna bir güzellikti. Onun sayesindeAkrep Arif mahallesinin güzeli boldu. Bâd-ı pîçân'ın yetiştirdiği evlatlar ın ab ütablan görenlerin ağızlar ını öyle bir açık bırakırdı ki, bu açık ağızlara sinekgirse, girmekle kalmayıp bir de orada yuva kursa, adamın ruhu duymazdı. Kızolsun erkek olsun, bu rüzgâra gözlerini açıp onunla serpilenler, gelincik yanaklı,mestane gözlü, fidan boylu, nazik endamlı, hokka burunlu, ok kirpikli, billur tenli,nokta benli ve lâl dudaklı olurlardı. Kimilerine göre Allah onlar ı özenip deyaratmıştı. Kimilerine göre de vakti zamanında bu mahalle peri kızlar ınınakınına uğradığından, onlardan geriye, güzide bir neseb kalmıştı; yoksa

keramet rüzgârda falan değildi. Sebep her ne olursa olsun, Akrep Arif mahalleliler güzellerini elâlemin nazar ından korumak için, mahallekocakar ılar ının ellerinden çıkma nazar boncuklar ı ve muskalar taşırlardı. Her yeni doğan perizad bebeğin başında yine bu kocakar ılar üç gün nöbet tutar;hem bebeklere hem de lohusalara dadanan cinleri savarlardı. Kocakar ılar üçgün üç gece boyunca uyumadan, gözlerini dahi kırpmadan tetikte bekler; ciğer söken, kan emen, zulmü keyif edinen Pirelik'e, Pirabok'a, Alkar ısı'na meydanokurlardı. Mahallede doğan her bebek ve doğum yapan her kadın, hayatlar ını bu kocakar ılara borçlu olduklar ını gayet iyi bildiklerinden onlara saygıda aslakusur etmezlerdi.

Burada, azıcık boy atan oğlan, hemen yeni yeni terleyen bıyıklar ını fiyakalı fiyakalı burmaya soyunur; memeleri tomurcuklanan kızlar da gerdan kır ıp, göz

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 47: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 47/119

süzme telaşına kapılırlardı. En mühimi, Akrep Arif mahallesinin sâkinleriningözleri pır ıl pır ıl parlardı. Beşikten mezara kadar, burada yaşayan herkesingözlerine, mahallenin kocakar ılar ı sabah akşam limon damlattığından, enfersiz, en inatçı ve donuk göz bile bir zaman sonra pes eder, gece gündüzfener alayı gibi parlamaya başlardı. Lâkin şu da var ki, Akrep Arif mahalleliler güzellikkonusunda pek muhafazakâr, pek titizdiler. Dışar ıda istisnasız her haltı kar ıştır ır amazinhar dışar ıdan kız alıp, dışar ıya kız vermezlerdi. Soylar ı bozulmasın, sütlerine ağu

katılmasın diye mahalle dışını Dâr-ül Gudubet ilan etmişlerdi.Mahalle evlatlar ı, mehpare çehreleriyle olduğu kadar serbazlıkla-nyla da yedidüvele nâm salabilmiş olmalar ım, kuzeydeki demir kapıdan giren ve mütemadiyensoğuk esen bâd-ı  şahbaz'a borçluydular. Akrep Arif mahallesinin delikanlılar ı kabadayılığı ustalar ından öğrenir; icazet alana değin de ustalar ının sözünden bir adım olsi|n dışar ı çıkamazlardı. Kâfi derecede bıçkınlaştığına, nara atarken dizlerininve de sesinin titremediğine, üzümünü iyiden iyiye sararttığına inanılan delikanlı,hemen yediden yetmişe herkesin gözü önünde imtihana tabi tutulurdu. Bu imtihanaMim, imtihana girecek olanlara da Mim-dar denirdi.

Mimdarlar, Alikız kuyusu, Kancıklık dehlizi, Şişe-i Rindan olmak üzere, üçü debirbirinden belalı, birbirinden çetrefil üç safhadan geçerlerdi.

Alikız kuyusu, içi yar ıya kadar gülsuyuyla, yar ıya kadar da bezir yağı iledoldurulmuş, geniş ağızlı bir kuyu idi. Her iki sıvı da, aradaki huduta hürmet gösterip,

birbirlerine kar ışmadan, kuyunun yan dairesini kaplarlardı. Alikız kuyusuna indirilenMimdar evvela, gülsuyu ile doldurulmuş kısımda, yukar ıdan sallanan halatlaratutunarak dururdu. Gülsuyu buz gibi soğuk olduğundan, bir yandan iliklerine kadar titrer, bir yandan da metanetini yitirmemeye çaba gösterirdi. Bir müddet sonra,kuyunun etraf ını ören mahalle sakinleri aşağıdaki Mimdar'ıövmeye, göklere çıkarmayabaşlarlardı. Mimdar söylenen her iltifata, şımarmadan, kendini koyvermeden cevapvermeye mecburdu. Daha sonra, gene halatlar ın yardımıyla bezir yağı ile dolu kısmageçen Mimdar, bu sefer de yergi yağmuruna tutulurdu. Mahalle ahalisi az evvel öveöve göklere çıkardıklar ını, şimdi yere yere yerin dibine ge-çiriverirlerdi. Üstüne üstlük,bezir yağı adamın yüreğini sıkıştıracak kadar sıcak olurdu. Mahalle sakinleri onunhakkında her türlü fena laf ı söylediklerinde, Mimdar bozulmadan, gocunmadan,üstüne üstüne gelen her saldır ıyı usulünce kar şılamak durumundaydı. Bir de şu var ki,kuyunun ağzından atılan her söz Alikız kuyusunun duvarlar ında yankılanır, münasipbir cevap gelene kadar da bu yankı durmak bilmezdi. Bir zaman sonra övgüler de

yergiler de can acıtır, kan akıtırdı.Eğer Mimdar panzehirini yanında taşımıyorsa, çabucak kelimelerin zehirineteslim olur; yukar ı çıkartılmak için feryad ederek ağlamaya başlardı. Alikızkuyusunda çuvallayanlar öteki sınavlara girmeye hak kazanamadıklar ından,kâfi derecede pişmediklerine kanaat getirilerek salıverilirlerdi.

Kuyudan alnının akıyla çıkanlar ise bir gece dinlendikten sonra, ertesi günen pak, en şık kıyafetlerini giyerek Kancıklık Dehlizi'ne sokulurlardı. Dehlizindışar ıya açılan kapaklar ından biri mahalle camii-nin içindeydi. Gülfam camiininavlusundaki ceviz ağacının dibinde bulunan ve kilidinin anahtar ı sadece camiimamında duran ağır ve hantal taş kapak bu istisnai günlerde açılır ve Mimdar işte buraya sokulurdu. Dehliz mahallenin tam altından dolanır; çatal çatalyollara ayr ılırdı. Sınav esnasında, yollardan pekçoğunun ya ağızlar ı duvarlarla,taşlarla, kalaslarla örülü olduğundan ya da nereye çıktıklar ı alabildiğine meçhulolduğundan, sadece birkaçı kullanılırdı. Kullanılan yollarda her taraf boy boy,türlü türlü ayna ile donatıldığından Mimdar nereye bakarsa baksın sade kendinigörür; bir vakit sonra da kendi suretiyle hesaplaşmaya koyulurdu. Bu dehlizdekiaynalar Mim-dar'a paha biçilmez hediyeler teklif edip, kar şılığında da ondan,herhangi bir mahalle sakinini tufaya getirmesini isterlerdi. Teklifler öylesinegözkamaştır ıcı, hediyeler öylesine akıllara durgunluk verici olurdu ki, pek çokMimdar içinde kabaran tuğyanı zaptedemeyerek çok geçmeden kancıktıketmeye razı gelirdi. Ve işte böyleleri, mal mülk için eşine dostuna halelgetirmeyi korkunç bir züll addeden mahalle sakinleri taraf ından hemenimtihandan çıkartılırlardı. Dehlizden de alnının akıyla çıkarak, kancıkhğasonuna kadar direnebilenler ise, gene bir gece dinlendikten sonra Şişe-i Rindansafhasına hak kazanmış olurlardı.

Şişe-i Rindan aşamasına varan Mimdar, Akrep Arif mahallesinin orta yerinekurulan ziyafet sofrasında, mahallelinin kendi elceğizi ve ayakcağızıyla yaptığı 

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 48: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 48/119

testi testi şarabı kafasına dikmekle işe başlardı. Böyle böyle hem Mimdar'ınmeykeşliği ölçülür; hem de çakırkeyif olduğunda dilinin dolanıp dolanmadığı,huylar ının değişip değişmediği anlaşılırdı. îlk iki imtihanı başar ıyla vermiş pekçok Mimdar testiler dolusu şarabı mideye indirdikten sonra yılışarak ağızlar ınageleni söyledikleri, çiğlik edip lüzumsuz patırtı kopardıklar ı ve muhabbetintadına damla damla ağu kattıklar ı için tam da dananın kuyruğunukopartacaklar ı sırada elenmişlerdi. Kaybettiklerine kani olmayan ve nerede hata

yaptıklar ını sarhoş kafayla bir türlü idrak edemeyen Mimdarlar ın, durduk yerehırgür çıkartmamalar ı için de her türlü tedbir alınmıştı.Şişe-i Rindan'da da kendini ispatlayan Mimdar, demirden dökülmüş kuzey

kapısının önünde, has ipekten serbazlık kuşağı kuşandıktan sonra yedidenyetmişe herkes taraf ından bir güzel öpülür, tebrik edilirdi. O vakit mahallebüyükleri ona yeni bir isim verir; ve bu yeni ismin kazındığı bir akma hançerikuşağına yerleştirirlerdi.

Böyleydi işte;Akrep Arif mahallesinde serbazlık, dışar ıya hücum etmekten değil, içeriyi

fethedebilmekten geçerdi.

Mahallenin şöhretini şehr-i İstanbul'un surlar ından aşır ıp yedi düvele gümbür 

gümbür duyuran bir başka husus da, sıcak esen bâd-ı be-rin'in taşıdığı hüsn-iadabtı. Kar ıncayı incitmemek için toprağa yumuşak basmaktan, densize haddinien münasip zamanda, en münasip şekilde bildirmeye; zayıf ın omzunaçıkmamaktan, uzatılan her eli öp-memeye kadar envai çeşit hususta en isabetlitavr ı takınmayı şart koşan hüsn-i adabın kaideleri, bir bir saptandıktan sonra, her yeni doğan bebeğin kundağına yazılırdı. Edep ve terbiye esasına göre kalemealınan hüsn-i adab kaideleri, ağır ve hüzünlü bir şarkının nağmeleri gibi sindiresindire, tadına vara vara icra edilmeyi talep ederdi. İncecik bir dere misaliheybetli dağlar ın arasından kıvr ılıp önünü açarak; dalından düşmüş bir kuş misali her yürek atışında sılanın kadrini bilerek; rüzgârda savrulan kuru bir yaprak misali ayr ılığın hüznünü iliklerinde hissederek; güneş altında katre katreeriyen kar parçası misali zamanla hesaplaşarak; çamura düşmüş inci misalikaranlığın ortasından ışıl ışıl bakmakta inad ederek; ve kırkbir çeşit baharatınınkırkbirini de bağr ına basan mesir macunu misali ayr ı gayr ı tanımadan edîbâne,

ha-kîmâne, rindâne yaşamayı, yaşayabilmeyi öğütlerdi hüsn-i adab kaideleri.Mahallelinin indinde, işte bu kaidelere kulak asmayanlar ı, bâd-ı berin'in sıcaknefesinden çok, kendi vicdanlar ı yakardı günün birinde.

Akrep Arif mahallesinin dört ayaklı meşhur cevherinin dördüncü ayağı ise,gümüşe kesmiş doğu kapısının içeri buyur ettiği bâd-ı pür-gü'nun marifeti olansivridillilik ve küfürbazlık idi. Bu geveze rüzgâr sayesinde mahallenin küfür veargo lügati öylesine genişlemişti ki, kazara yolu Akrep Arif mahallesininmeyhanelerine düşen bir yabancı buralarda işittiği her bir kelime ile biraz dahaafallayıp, mânâsını çözemediği lakırdılar ın meyanında sıkıntılı anlar yaşayabilirdi.

Mahalleliler kocakar ı yerine cazır, cangoloz, dudu; hafifmeşrep kadına f ırkıtma,kınklı, totomlık, yalık, sagar-ı gerdan; fahişelere ayakkar ısı, yalama, paçoz, süflü,löpçük; tombul kadına bıldırcın, ho-şor; çirkin kadına kakanoş, gurabi, mırmırik boza;

evde kalmışa küflü küpecik, patlıcan tur şusu, kalık, köhnemiş peymane; metresyerine zamazingo, gaco, vmgır; ay yüzlü delikanlılara sakız muhallebisi, mahlep,zencefil; sofulara çerağ, davlumbaz, dü-âlem; harfendazlara kavruk, yalpa, dil iti;saraylılara kafes bülbülü, şazkaz, karakuşi; sözünde durmayıp riyakârlık edenleremedd ü cezir, kıvırdak, ehl-i nâr; gözünü budaktan esirgemeyenlere fitil otu, koçbaşı;pintilere fukara devesi, hurda akçe; nazik tabiatlılara hanım iğnesi, iğne oyası, yassı kadayıf derlerdi.

Bâd-ı pürgü'nun verdiği ilhamla mahallenin neferlerinin ağızlar ına pelesenk olanküfürler ise teeddüben buraya yazılmamışlardır. Yalnız, şu da var ki Akrep Arif mahalleliler bu külliyatı salt kendilerine saklamayarak, bir de bunun bir kısmını memalik-i Osmaniyye'nin dört bucağına ihraç ederlerdi. Akrep Arif mahallesindedantel oya misali işlenen küfürler memleketin en ücra köşelerinde dahi kapış kapış 

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 49: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 49/119

Page 50: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 50/119

kafalar ına sağlı sollu darbeler indirdikçe, zaten sıcaktan mayışmak üzere olanküçümen vücutlar daha da sersemleşirdi. Böylelikle defalarca keselenip,sabunlanan ve kaynar sularla yıkanıp, iri memelerin darbeleriyle hırpalanan ço-cuklar, sıcaklıktan adeta sürünerek dışar ı çıktıklar ında, tepeden tırnağakızarmış ve iki kat derilerini geride bırakmış olurlardı. İçlerinde yaşça dahabüyük ve dolayısıyla daha tecrübeli olanlar, feryatlar ın, ağlanıp sızlamalar ın kâr etmediğini gayet iyi bildiklerinden, dişlerini sıkıp sabrederlerdi. Üstelik uslu

duranlar muhakkak ödüllendirilirlerdi. Üzerleri sabunlanmış liflerle gerili gümüş taslar, üflemeleri için ellerine tutuşturulur; çıkan rengârenk balonlar canlar ınınacısını unuttururdu. Gerçi balonlar hep kısa ömürlüydü; birazcık yükselip, etrafaışık saçtıktan sonra aniden yok olurlardı. İçlerinde kubbeye ulaşmayı başaranolmamıştı. Onlar sessizce patlarken, belli belirsiz kıvılcımlar görünürdü havada.Büyük çocuklar kıvılcımlara sinirlenip, 'daha iri, daha uzun ömürlü balonlar yapabilmek için birbirleriyle kıyasıya yar ışırlardı. Ne var ki balonlar, bu yar ıştahiçbir zaman onlar kadar hevesli, onlar kadar inatçıolmazlardı.

Daha küçük çocuklar ise bu ödüle burun kıvır ıp, beyhude ağlayıp tepinirlerdiyıkanırken; ama çok geçmeden burunlar ını çeke çeke, sabundan yanan gözlerini ovaova teslim bayrağını çekerlerdi. Bazen, neftî renkli irice bir sabun kalıbı kadınlar ınellerinden ok gibi f ırlar, engellerin arasından ustalıkla kıvr ılarak ta kirli sular ın aktığı kanallara kadar kaymayı başar ırdı. Küçük çocuklar yaşlı gözlerle bu sabun kalıplar ına

bakıp imrenir, onlar gibi kayıp kurtulmayı hayal ederlerdi. Aslında bu çocuklar,göbektaşına uzanıp da kendilerini tellaklar ın ellerine bırakan büyüklerinden çok dahaşanslı olduklar ını bilmezlerdi. Zira Nida hamamının çamyarması tellaklar ı sert köseleyizımparalar gibi kese yaparlardı.

Büyükçe ve bir uçtan öbür uca kırmızıya kesmiş bir kubbe, göbektaşına kol kanatgererdi. Aşağıdan yükselen ve ardı arkası gelmeyen sesler kubbeye vardıklar ındaparçalara ayr ılıp, su damlalar ı olarak geri dönerlerdi. Damlalara refakat edipkubbeden nazlı nazlı süzülen güneş ışıklan ise, kenarlar ı işlemeli taşlarla örülü geniş,sütbe-yaz göbektaşını aydınlatırken, sıcaklığın geri kalan kısmını loş bırakırlardı.Böylelikle göbektaşında uzananlar sıcaklığın her köşesinden rahatlıklaseyredilebilirken, göbektaşını çevreleyen kısımlar esrarlı bir karanlığa bürünürdü.Tellağın elinden kurtulanlar pestilleri çıkmış bir halde göbektaşına uzanırken bukaranlığa boş gözlerle bakarak, uğultular ın, çınlamalar ın, yaygaralar ın vekahkahalar ın ortasında kendilerinden geçerlerdi.

Nida hamamının hem erkekler hem de kadınlar kısmının her köşesi ince bir işçilikle dantel gibi işlenmişti. Güzeldi hamam; bambaşka bir âlemdi. Geniş vebereketli bir rahim gibiydi; kapısına varanlar ı sessizce içine çeker ve ancak canı istediğinde salıverirdi.

Hamamda yıkananlar son suyu dokunurken Nakş-ı Nigâr'ın ruhuna fatihaokumayı ihmal etmezlerdi.

İşin aslı, Nakş-ı Nigâr'ın böylesine mutantan bir hamamı pek de durup dururkenyaptırmadığı, bu işin altında muhakkak bir bit yeniği olduğu ağızdan ağıza, kulaktankulağa yayılmıştı. Ama böyle durumlarda bilip de bilmemekte fayda gören mahallehalkı diline kilit vurmuş, gözünü kapamıştı. Böylesine müstesna biri kalkıp da bu kadar büyük bir ihsanda bulunurken onun hakkında dedikodu yapmak, mahallenin gözbebeğiCivan Ömer'e sevdalandığını, sevdasından verem olup döşeklerde yatarken sonarzusunun, asla kavuşamadığı, zira zinhar mahallesinden kopartamadığı sevgilisine şaşalı bir yadigâr bırakmak olduğunu konuşacak değillerdi ya. Halböyle olunca, bilip de bilmemek en doğru, en isabetli karardı.

Bu işin ardında yatan sebep her ne olursa olsun, Nakş-ı Nigâr nâm paşa kızı kalkıp da mahalleye hamam yaptır ınca ve bu hamamın külhanlar ında evsizbarksız nice insan soğuk kış günlerinde kemiklerini ısıtma imkânına kavuşunca,mahallenin adının Nakş-ı Nigâr'a çevrilmesi genel kabul görmüştü. Gerçi bupek zarif isim mahalle kabadayılar ının pek hoşuna gitmiyor ve sokak isimleriylekayda değer bir zıtlık taşıyordu ama olsun varsın. Bu mermer kurnalı, her daimsıcak sulu, görenlerin yüreğini ferahlatan, buram buram ıtr-ı sahi kokan ve sadekirden değil kederden de ar ındıran hamam, mahallenin veletlerini bitlerindenpirelerinden, evsiz barksızlar ını kış ayazında donma derdinden, evinde rahatduramayan fettan kadınlar ını da cansıkmtı-sından kurtar ıyordu ya.

Gene de mahallelinin içi pek rahat değildi. Hem nasıl rahat olabilirlerdi ki,

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 51: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 51/119

Akrep Arif, davudî sesi, kulaklara şenlik külhani naralar ıy-la rüyalar ına giripherkesten teker teker hesap sormaya başlamışken?

Herkes hal çaresini başka başka yerlerde ararken, akşamcılar, neredeolurlarsa olsunlar ve nasıl bir halet-i rahiyye içinde bulunurlarsa bulunsunlar,içtikleri ilk kadehi Akrep Arifin şerefine kaldırmayı âdet edindiler. Kendilerinibiraz olsun bağışlatmak, mahallenin adını Nakş-ı Nigâr'a çevirmenin vebalini bir nebze olsun hafifletebilmekti tüm gayeleri. Böylece kadehler tokuşturulurken,

keyif ehli yeni bir akşama daha hazırlanırken şu sözler yankılanırdı havada:"Hey gidi babayiğit Akrep ağbimizin şerefli ruhu şad olsun!" Masada bir yabancı olduğunda, dürtüklemek ya da ayağına basmak suretiyle onun da katılması sağlanır, bu merasim titizlikle yapılırdı. Hep bir ağızdan "âmîn" diyerekkadehleri başlar ına dikerler; suratlar ını buruştururken de ağızlar ına bir iki lokmabir  şey atmaya çalışırlardı. Akrep Arifin şerefine kaldır ılan kadeh öyle yudumyudum değil, tek nefeste dibini bulmalıydı. Böylelikle Akrep Arif, dudaklardanyola çıkarak hızla aşağılara süzülür, genizleri yakar, göğüsleri tırmalar ve bir mızrak hızıyla indiği mideleri delmeye kastederdi. O kadar da olsundu hani.Madem ki bir kusur etmişlerdi; affedilmek için ne lazımsa yapacaklardı.

Hiçbiri fayda etmedi.Hasıl-ı kelâm mahallenin adı Nakş-ı Nigâr olalıberi her şey ters gidiyordu.

Ayın son cuması dükkânlara asılan ve kimsenin görmemesi için ters çevrilen

Karia suresi; kar ınca yuvalar ından alınarak dört köşeye serpilen topraklar; bir diş sar ımsak, çörekotu, pavurya dişi, çatallı mercan, kurt dişi, Hintkar ıncası boynuzu ve mavi boncuktan meydana gelen nazarlık kümeleri; dökülenkur şunlar; okunan dualar kâr etmemekte ve mahallenin beti bereketi günbegünazalmaktaydı. Akrep Arif mahalleliler, bu işin içinde bir iş olduğunukestirmekte, mahallelerinin adını Nakş-ı Nigâr yapmalar ının vebaliniödediklerini sezmekte; lâkin duruma müdahale edememekteydiler. Senelerdir kulak hırsızlığı yapan yedi kocakar ı dahi melekleri işitmekte güçlük çekmeyebaşlamıştı.

Ve ar ıyorlardı.Ne yardan ne de serden geçebildiklerinden, iki ismi birden taşımanın

yollar ını ar ıyorlardı. Bu iki ismin birbirleriyle geçinemediğini, er ya da geçiçlerinden birinin yekdiğerinin boğazına sar ılacağını, çıkan kanlı kavgada

kurunun da yaşla beraber yanacağını bile bile.. İsimlerin hem büyülü hem debüyücü olduklar ım bile bile.

Ve korkuyorlardı.Akrep Arifin hayaleti gece vakti evlerin damlar ında dolaşıyor; ayak sesleri,

yataklar ında kıvranan mahalle sâkinlerinin yüreklerinde güm gümyankılanıyordu. Merhumun hayatta iken elinden düşürmediği kehribar teşbihiilmik olup boğazlar ına geçtiğinde, tekmil mahalle ahalisinin elleri ayaklar ınadolaşıyordu. O vakit yediden yetmişe hepsi şıpır şıpır ecel terleri döküyorlardı.

Ve bekliyorlardı.Neyi ya da kimi beklediklerini bilmeden, bilemeden bir alâmet bekliyorlardı. Bir-a-lâ-met!

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 52: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 52/119

FELAKET 

Devir döndü; Zaman yine piç olduTeslim Abdal

Ceviziçi Tahir, topal kız çocuğunun yanından, suratında meyus bir ifade ileayr ılmıştı. Kara haberi işitince ne yapacağını bilememiş; çocuğun gönlünüokşayacak birkaç tatlı laf dahi söyleyememişti. Kar ınca vakasını aklındantamamıyla çıkartarak, yetim kalmış çocuğa hakikati bilmeden attığı tokatınhicabıyla kızararak oradan uzaklaşmıştı. Şimdi, hiç vakit yitirmeden ölüyüçıkartan evi ziyaret etmeliydi. Babafingo yokuşu ile Kesikbaş sokağının bitiştiğiyerdeki iki katlı ahşap eve gidip, başsağlığı dilemeli; bir ihtiyaçlar ı varsa omuzvermeliydi. Ama evvela kendi evine uğramalı, kar ısını da bu elim hadisedenhaberdar etmeliydi.

Ceviziçi Tahir daha evvelki akşam kendisinden arak alan, keyifli keyiflisohbet edip, bol bol dedikodu malzemesi veren bu genç ve heybetli veküfürbaz adamın nasıl olup da ertesi günü çıkartamadığı-na akıl sır erdiremedi."Takdir-i İlahi!" dedi içinden bir ses. "Lâkin çok içerdi rahmetli" diye ekledi başkabir ses. "Acep ne vakit ölmüş?" diye merakla sordu bir üçüncü ses. Derin bir sessizlik oldu. Ceviziçi bu sessizliğe teslim olurken, bir yandan da en sonsorulan suale bir cevap bulmaya çalışıyordu. Eğer gece vakti göçüp gitmişse, oküçücük çocuk geceyi bir ölüyle tek başına geçirmiş demekti bu. Tepeden tır-nağa ürperdi. Oldum olası korkardı ölümden ve ölülerden.

Ceviziçi Tahir ne zaman böyle dalgın dalgın yürüse, gözlerini bastığı yerdenayıramazdı. Gene böyle ikibüklüm yürürken, yerde yatan nilfam damarl ı mermer bir taş dikkatini çekti. Babasını yitirmiş küçük bir çocuğa attığı tokadınacısını ondan çıkartmak ister gibi hışımla bir tekme savurdu taşa. Nilfam damarlı 

mermer taş havada birkaç takla atıp, uzağa düşerken, onu gördü. Gözleriyuvalar ından f ırladı. O şaşkınlıkla öyle ters bir hareket yaptı ki, dilini ısırdı. Tuzluydukanın tadı.

Pürdikkat eğilerek, kendine yeni bir sığınak arayan kar ıncanın hakikaten ak olupolmadığını anlamaya çalıştı. Öyle ya, topal kız çocuğu bu kar ıncayı da yoğurtlamış olabilirdi. Ceviziçi Tahir, kar ıncanın hakikaten ak bir kar ınca olduğunu görünce,korkudan titremeye başladı. Kendini bir nebze olsun toparladığında. Babafingoyokuşunu çıkıp. Kara Nara sokağına daldı telaşla. Sokağın ortasındaki, üç katlı,sarmaşıklarla örülü ahşap eve vardığında nefes nefese kalmıştı. Kapının sapsar ıpirinçtokmağını hızla çalmaya başladı. İçeriden çilli, zeytin gözlü, saçlar ı sıf ıra vurdurulmuş bir oğlan çocuğu çıktı.

"Ninen evde mi?" diye sordu. Çocuğun başını salladığını görür görmez de, geniş avluyu geçip, hızla en üst kata yöneldi. Titrek bacaklar ıyla yukar ıya çıkarken her bir basamakta giderek daha da kuvvetlenen yabani ot kokular ı bir an için sersemleyipduraklamasına sebep oldu. Başka zaman olsa hoşuna gidecek olan bu baygınkokulara şimdi tahammül edemiyordu.

Kevser nine yukar ıda, peykede oturmakta, evdeki yabani otlan birer birer gözdengeçirmekteydi. Her sene üç kadına toplattığı yabani ot çuvallar ının gelmesine dahaepey vakit olduğundan elinin altındaki malzemeyi dikkatli kullanması gerekiyordu.Fakat bazı otlar ya tamamıyla bittiğinden ya da bitmeye yüz tuttuğundan asabı bozuktu. Selâmsız sabahsız içeri dalan Ceviziçi Tahir'i görünce kınalı ellerindekikarabaş otlar ını kucağına bıraktı. Ayaklı meyhanenin durup dururken evinedamlamayacağım gayet iyi bildiğinden, sebeb-i ziyaretini merak etmişti.

"Hayrola Ceviziçi?" diye sordu."Hayır mı şer mi sana akıl danışmaya geldim ninem. Ben... Ben mahallede ak

kar ınca görmüşüm."

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 53: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 53/119

Kevser nine telaşlanmadan, sıradan bir haber almış gibi sakin sakin arkasınayaslandı. İhtiyarlığına rağmen, pembe-beyaz çehresi, hafif kalkık bumu, sütbeyazdişleri ve hâlâ sarkmamış yanaklanyla hayli dinç görünüyordu. Eğer yaşını eleveren bir şey varsa, o da her kıpır-dayışmda çatır çatır eden kemikleriydi. Bir yandankucağındaki uçuk mor karabaş otlar ını kurdela ile bağlarken, bir yandan da sordu."Dosdoğru baktın mı, esah mı, gözün sana oyun etmiş olmasın?" "Yok nine,dosdoğru baktım. Yalanım yok. O'dur. Erda'dır. Bildim."

E-r-d-a! Kevser nine her bir harfi, yere düşürmekten korktuğu billur bir şişeymişçesine dikkatle taşımıştı kulaklar ına. Harfler tamam olduğunda, birazevvelki müsterih ifade yerini, bütün simasını gerim gerim geren bir endişeyebıraktı. Son bir kez daha sordu Ceviziçi Tahir'e.

"Sakın gözün sana oyun etmiş olmasın?"Sol bacağı sağ bacağından daha kısa olan kız çocuğu Babafingo yokuşu ile

Kesikbaş sokağının bitiştiği yerdeki evine vardığında, derin bir sessizliklekar şılaştı. Evden çıkarken kulaklar ını tırmalayan feryatlar tamamen dinmiş;geride mütemadiyen iç çeken, haykırmaktan sesleri kısılmış kadınlar bırakmıştı.Lâkin çocuğun içeriye adımını atmasıyla onu gören kadınlar ın hep bir ağızdanmüthiş bir yaygara koparmalar ı bir oldu. Evdeki tekmil kadınlar bahtsız çocuğa

sar ılmak için birbirleriyle yar ışmaktaydı adeta.Topal çocuk pis bir paçavraya bakar gibi donuk gözlerle, kendisinikucaklamak için atılan kadınlar ı süzdükten sonra, "karnım açtır" diye seslendi.Adeta seslenmedi de buyurdu; talep etmedi de emretti. Zaten, anası KabakulakReşo ile kaçıp gittiğinden beri, acınarak se-vilmektense hiç sevilmemeyi, haltaherkesin nefretini üzerinde toplamayı yeğ tutmuştu. Şimdi bu duygu daha daperçinlenmiş, güçlenmişti. İşte bu yüzden, kimseyi muhatab kabul etmediğiniispatlamak için ortaya konuşmuştu. Ama komşu kadınlar oldum olası acımayı severdi. Acımak, onlara gizli bir haz verir, yeknesak hayatlar ını kısa bir müddetiçin de olsa cazip kılardı. Bir başkasına acımaktan kendilerine pay çıkartırlardı.Öylesine kanıksamışlardı ki bu işi, çocuğun gözlerindeki serkeşliği farkedemediler; hepsi birden onun karnını doyurmak için atıldılar. Bu yar ışta galip

gelense, Nevres'in halası oldu.Mutfakta külbastılar, karnıyar ıklar, testi kebablar ı, yağdan kaçınılmadanpişirilmiş pilavlar, etli dolmalar, zerdeler, kavurmalar, tavuk yahnileri, kıymalı börekler, yassı kadayıflar, lokma tatlılar ı, baklavalardan mürekkep mükellef bir sofra duruyordu. Çocuk, birbirinden güzel, birbirinden iştah açıcı buncayemeğin ortasında ne tarafa saldıracağını şaşırmış aç tavuk gibi kalakalmıştı.Şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra, oburluğuna hudut çizmeden yemeyekoyuldu. Halası, bir yandan çocuğun iştahını yar ı hayret yar ı şefkatle izlerken,bir yandan da iç çekip duruyordu. Samimi bir sevecenlikle başını okşadı-ğı çocuğun çenesinden aşağıya sızan yemek yağlar ını sildikten sonra, yumuşacıkbir sesle,

"Başın sağ olsun Nevres," dedi. "Bundan gayr ı bizim de kızımız sayılırsın."Çocuk yaprak sarmalar ını mideye indirmeye ara verdi ve ağzını açıp

yemyeşil dilini göstererek, alabildiğine soğuk bir sesle konuştu."Evine mi alacan beni?"Bu ani sual kadının kulaklar ında top gibi patlamış, suratındaki eğreti

gülümsemeyi silmişti.Nevres baktı ki cevap alamıyor, omuzlar ını silkti umarsızca. Baklava

tepsisine yürüyüp, iştahla üç-dört baklavayı götürdükten sonra, ağzı dolu dolumutfaktan çıktı. Evlerinde bu kadar güzel yemeği bir arada görmeyeli ne kadar çok olmuştu. Kadınlar ın toplaştığı birinci katta durmasına imkân yoktu. Ağır ağır merdivenleri çıktı. Sağ taraftaki odada Kuran-ı Kerim okunmaktaydı. Onunhemen yanındaki odada ise öd ağacı yakılmıştı. Sol tarafta, hâlâ arak kokanoda, babasının odası vardı. Kapıyı aralayıp içeri baktı. Ölünün başında mahal-leden erkekler vardı; bir de müezzin.

İçeride babası hiç kıpırtısız, ama sanki her an ayağa kalkabilirmiş gibi

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 54: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 54/119

uyumaktaydı. Suratı çamur rengini almıştı. Ayaklar ı bitiştirilmiş, kollan yanayatır ılmış, çenesi simsiyah bir kuşakla bağlanmıştı. Gözleri kapalıydı.Göbeğinin üzerine kara saplı bir bıçak yerleştirilmişti. Nevres kulağını kapıyadayayıp, hâlâ odayı terk etmeyen hır ıltılar ı dinledi; arak kokusunu içine çekti.Evvelki geceyi düşünmek istemiyordu. Nasıl olsa olanbiteni sabah erkendenkalkıp nedamet çeşmesinden gürül gürül akan suya aktarmıştı. Babasınınakşam yemeğini yedikten sonra zangır zangır titremeye başlayan genç ve

heybetli vücudunun birdenbire nasıl kaskatı kaldığını, son nefesini vermedenevvel beyhude bir yakar ışla kızından nasıl yardım istediğini, kızının gözlerindekikorkunç öfkeyi dehşetle gördüğünde son sözleri olarak bastığı amatamamlayamadığı yakası açılmadık küfrü, yatağın kenar ına düşen elinin nasılbuz gibi soğuduğunu; bir de bütün geceyi bir ölüyü seyrederek geçirdiğini vehiçbir şey hissetmeden öylece bakıp durduğunu anlatmıştı suya. Su, işittiklerinialıp götürmüştü uzaklara. Nevres rahatlamıştı o vakit; bütün bunlar bir rüya idiçünkü. Uyumadığı müddetçe gördüğü her şey uçsuz bucaksız bir rüya idi nasılolsa!

Keyfini bozup da evinden gözyaşlar ıyla kaçmasına sebep, haberi alıp daferyat figan dövünmeye başlayan kadınlar güruhuydu. Onlarla aynı havayı teneffüs etmeye dahi tahammül edemiyordu.

Kapıyı kapatıp yan odaya yöneldi. Dün gece yüreği donmuştu sanki. Hiçbir 

şey hissetmiyordu; değil iğne çuvaldız dahi batırsalar eti acımaz, kanı akmazdı.Boş gözlerle etraf ına bakarken, gayriihtiyari o kelime geldi dilinin ucuna. Amasöylemedi; söylememek için elleriyle ağzını kapadı. Anası birkaç sene evvelmahallenin bekçisi Kabakulak Reşo ile kaçtığından beri Nevres onun isminiağzına almamıştı. O zamanlar parmak kadardı. Babası, hadiseyi öğrendiktensonra iki katlı ahşap evin her taraf ını deli gibi sabunlu sularla yıkayıp, annesineait bütün izleri ortadan kaldırmıştı. Nevres de zamanla, hayal meyal hatırladığı bu kadını tamamen unutmuş, aklından çıkarmıştı. Bazı bazı hiç olmadıkyerlerde bölük pörçük bir  şeyler hatırlar gibi olur; ama parçalar ı yan yanadizdiğinde hiçbir mânâ veremezdi kar şısındaki bulanık resme. Annesininyüzünü hatırlayamıyordu. Sadece bir koku kalmıştı geriye. Kova kova sabunlusulara rağmen çıkmamakta inat eden gülbeşeker kokusu. Nevres kokular ı iyihatırlardı.

Nevres'in kokular ı haf ızasına istifleme dışında pek tuhaf ve kimselerin

bilmediği bir kabiliyeti daha vardı: gözleri. Bu onun küçük sırr ıydı. Bir tek sularaaçtığı sırr ı. Nevres gözleriyle türlü türlü oyunlar oynardı. Bir keresinde kendinisınamak için gözlerini perdenin kıvr ımlar ına mıhlamış; ve epey bir müddet ter döktükten sonra nihayet perdenin ucunu tutuşturmayı başarmıştı. Gerçi küçükbir kıvılcımdı, ama olsun varsın. Kıvılcımlardan yangınlar çıkartacağı günler degelecekti elbet.

Eline küçük, yuvarlak aynayı alıp dikkatle kendine baktı. Bir aynadakidudağına dokundu, bir suratındaki dudağa; bir aynadaki gözlerine dokundu, bir suratındaki gözlere; bir aynadaki saçlar ına dokundu, bir başını çevreleyensaçlara. Bir tuhaflık vardı ortada. Aynaya dokunduğunda nasıl parmaklar ımhissetmiyorsa, yüzüne dokunduğunda da hissetmiyordu.

Nevres, artık hakikat diye bir şeye inanmıyordu.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 55: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 55/119

KEFARET 

Korku duydu, çünkü yalnızlık korku yaratır. "Benden başka hiçbir şey yoksa niçinkorkayım?" diye düşündü. O zaman korkusu geçti. Korkacak hiçbir şey yoktu; çünkükorku ikinci bir varlık olduğu zaman gelir.İ .Ö. 700'den kalma Hint ömegi Brit ıadaranyaka Upani şad 

Kevser nine, Ceviziçi Tahir'i uğurladıktan sonra, yabani otlar ı ayıklamaya bir müddet daha devam etti. Ama aklı tamamıyla başka yerdeydi. Erda'nınmahallede kolgezdiği haberi yüreğini ağzına getirmişti. Uçuk mor karabaş otlar ım, kat kat yükselen ballıbabalar ı, mis kokulu kekikleri, keskin kokulupelinotlar ını, zehirli banotlanm, her derde deva sar ısabırlar ı, kırmızı-maviışıldayan kantaron çiçeklerini, hafakanlar ı kovan sığırdiUerini, sar ı çiçekli

mayasıl otlar ım, ağız kokular ını bastıran besbaseleri, pul pul kabaranşahtereleri, üstüne cennetten damlalar düşen hindibalar ı ve uzun, siyah saçlı baldır ıkaralar ı gelişigüzel ayır ıp, renk renk kurdelalı demetleri aceleyleortalıktan kaldırdı. İdris'e seslendi. İdris, Kevser ninenin en küçük torunu,gözbebeğiydi. Gerçi Kevser nine, öteki üç torunu, en büyük oğlu ve gelini ilemünasebetlerinde de her zaman samimi bir sevecenlik içindeydi ama, herkesbilirdi ki, onun gönlünde İdris'in yeri apayr ıydı. Aralar ındaki bağ, İdris'inkundaktan çıktığı günden bu yana, günbegün perçinlenerek, en nihayetinde,başka kimsenin içine sızamadığı, hatta yanına dahi ilişemediği, demirden bir zırha bürünmüştü. Bu küçük oğlan, yaşlı kadının gözü kulağı, var ı yoğuolmuştu.

Kevser nine, İdris'in bitlenmesin diye saçlar ı kazıtılmış yumurta biçimlikafasını şefkatle okşayıp, onun vasıtasıyla altı kocakar ıya haber yolladı,

İdris koştura koştura evden çıkarken, Kevser nine, avludan uzanan asmayapraklar ının nazlı nazlı sürtündüğü penceresinin önünde, kuş tüyü yastığınayaslanıp kara kara düşünmekteydi. Bir yandan da ağr ıyan beline, sızım sızımsızlanan ayaklar ına, çatır çatır eden kemiklerine söyleniyordu. "Yağmur yakındır!" diye geçirdi içinden.

"Ama ne fayda. Ettiğimiz hıyanetin züllünü değil yağmur, Nuh'un tufanı dahiyıkayamadıktan sonra..."

İşin aslı, Kevser nine nicedir bir nişan bekliyordu. Sittinsenenin Akrep Arif mahallesi, Nakş-ı Nigâr diye anılmaya başlandığında buna şiddetle kar şı çıkmış, ama belki de ömründe ilk defa sözünü dinle-tememişti. Ta, Nidahamamının temelinin atılmasından bu yana, elini kolunu bağlayan ve gittikçederinleşen bir kaygı batağına saplanarak bekliyordu. İlk zamanlar mahallesakinleri sık sık kapısını çalıp, cebrî bir incelikle hamamın ne kadar faideliolduğunu, Akrep Arif gibi bir gönül adamının mezar ında rahat rahat uyuduğunu

ve olan bitenden gocunması için kavî bir sebep bulunmadığını dilleridöndüğünce anlatmışlardı. Belli ki bu yaşlı kadının inadını kıramadıkça içlerirahat etmeyecekti. Kevser nine ise ne vakit laf dönüp dolaşıp bu mevzuyavarsa, meşhur sabr ını taşırarak onlar ı bir güzel paylamış; emanete hıyanetetmenin vebalinin büyük olduğunu kaşlar ını çatarak haykırmıştı. Mahalledekipek çok kimse bu meselenin böylesine dilhıraş mânâlara çekilmesini yaşlı kadının mübalağa sanatındaki ustalığına verirken, o, her geçen gün,korkular ında ne kadar haklı olduğunu görerek, mahallenin betinin bereketininazalmasını kendi köşesinden, içi kan ağlayarak izlemişti. Sonunda, işte onlar da dediğine gelmişlerdi. Gelmişlerdi ama ne fayda.

Bir müddetten beri Kevser nine ısrarla bir nişan, bir alâmet bekliyordu.Bekliyordu beklemesine de Erda hiç hesapta yoktu. Ak kar ınca Erda, ölümünve kıyametin habercisiydi. Kevser nineye göre durumun vehameti gün gibi

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 56: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 56/119

aşikârdı; ama acaba mahallede kaç kişi bundan haberdardı? Ve koskocamahallede kaç kişi, lâzım geleni tereddüt etmeden üstlenebilecek kadar civanmert çıkacaktı? Hoş, lâzım gelenin ne olduğunu kendi de bilmiyordu ya!

Kevser nine dostlar ı gelene kadar istihareye yatmaya karar verdi. Halçaresine dair emareleri düş falı ayan eyleyecekti.

Alt kattan gelininin sesi geliyordu. Severdi onu. Bugüne değin aralar ında enufak bir kötü söz dahi teati edilmemişti. Her biri yekdiğerinin alanına hürmet

eder, oradan içeri sokulmayı aklından geçirmezdi. Kevser nine, sofraya konanyemeklerin yağından, tuzundan, üç torununun aldığı terbiyeye kadar evinçekipçevrilmesinin tamamıyla gelinine ait olduğunu bilir ve onun kurduğunizama katiyyen müdahale etmezdi. Kar şılığında gelini de, evin üçüncü katınınKevser ninenin topraklar ı olduğunu ve oğlu İdris'in onun gözündeki yerini teslimeder; kendi hudutlar ının dışına taşmazdı. İşte, tek mekânı çoğaltarak bar ışı muhafaza eden bu hukuk sayesinde, senelerdir gül gibi geçinip gidiyorlard ı.Pazarlık sıkıydı. Kevser ninenin kaynanalık haklan kar şılığında evin en küçükçocuğu ona verilmişti. İdris, kendi annesinden ziyade Kevser ninenin oğluydu!Kaynana dırdın çekmeyen, mutfağının ve evinin tartışmasız tek hâkimi olangelin de bu durumdan memnundu. A.slında, bu pazarlık genç kadının içineöylesine işlemişti ki, bazen İdris'i seyrederken, yakından tanıdığı ama kendikanından canından bellemediği bir varlığa baktığını düşünürdü. Onu karnında

nasıl taşıdığını, doğururken çektiği zahmetleri ne zaman hatırlamaya çalışsa,gözünün önünde bölük pörçük canlananlar, öteki üç çocuğundan herhangibirinin doğum hatıralar ına kar ışıp, unufak oluverirdi. Senelerdir ara sıragördüğü bir rüyada, İdris'in kundağını eline alıp, örtüyü açtığında, altındanKevser ninenin pembe-beyaz yüzü çıkardı. Her şeye rağmen, genç kadın hiçde şikâyetçi görünmüyordu halinden.İdris'e kar şı hürriyet!

Alt kattan gelen gürültüler kesilmişti. Kevser nine düş falına yatmadan evvelbir de Kuran'a danışmakta fayda gördü. Kuran-ı Kerim'i rasgele açtı; yedi sayfageriye gitti; o sayfa üstünde parmağını herhangi bir yere yerleştirdikten sonraokumaya başladı:

E ğ er yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizin hepinize e şit içimde aç ıklad ım. Art ık tehdid edildi ğ iniz şeyin yak ın m ı, yoksa uzak m ı oldu ğ unu bilmem."  (Enbiya suresi, 109. ayet)

Kevser nine ayetin her bir kelimesini, her bir kelimenin her bir harfini içineçekip, bilmiş bilmiş başını salladı. Sonra, istihare duasını da edip, usulcakıvr ılarak uykuya yattı. Neyse halleri bir bir çıkacaktı düş falında.

Dere. İncecik, ipil ipil, nazlı nazlı akmakta. Kevser nine, karbe-yazı kayığını bir kayaya bağlayıp, dere boyunca yürümeye koyuluyor. Başında allı pullu bir yemeni; ayaklar ında ise, yürümesini bir hayli güçleştiren sedef kakmalı takunyalar var. Zar zor yürürken, bir taraftan topladığı yabani otlar ı bir taraftanda suya atıyor. Suya düşen otlar renk renk dumanlar çıkartarak erirken, her yabani otla rengi biraz daha değişen dere ne olduğunu elevermeyen bir karaltıyı sürüklüyor. Kevser nine adeta büyülenmişçesine gözlerini ayıramadığı bu karaltıyı rehber ediniyor kendine; o ne tarafa giderse oraya gitmekte karar 

kılıyor. Fakat karaltı birdenbire derenin içine gömülüp gözden kayboluyor.Kevser nine de, hiç düşünmeden onun peşinden dereye atlıyor. Buram buramreyhan çiçeği kokan sular hızla köpürerek, bir girdabın içine çekiyorlar onu. Bubaşdöndürücü yolun sonunda kendini, metruk ama vaktiyle ne denli güzelolduğunu saklayamayan bir meyva bahçesinde buluyor.

Elma ağacı. Elmalar ı kıpkırmızı, sulu, davetkâr; kökleri yukarda, dallar ı aşağıda. Kevser nine tam uzanıp bir elma koparacakken yerde yatan sapanı fark ediyor. Sapanı elinde evirip çevirdikten sonra avazı çıktığı kadar bağırmaya başlıyor. "Kimindir bu sapan? Kiminse gelsin alsın benden!"Bağır ırken kendi sesini yadırgıyor; sesi bir başkasının sesi sanki, çatal çatal.Ortalıkta in cin top oynasa da, kulaklar ına çocuk sesleri, şakalaşmalar, küfürler,sataşmalar geliyor. Dikkatle bakmıyor yanına yöresine; seslerin neredengeldiğini çözmeye çalışarak. Bir ara İdris'in ağladığını duyar gibi oluyor; ama

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 57: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 57/119

İdris ortada yok. Korkuyor. Adeta kendini yukar ı çekmesi için Allah'ayalvar ırcasına kollar ını havaya kaldır ıp, mavi-gri gökyüzüne son bir umutlabakıyor.

Kayık. Onu bu garip diyara taşıyan karbeyazı kayığın, kayayı daberaberinde sürükleyerek batmış olduğunu görüyor tekrar yukar ı çıktığında.Üstüne üstlük o nazlı dere şimdi delidolu akmakta, neredeyse taştı taşacak;bentlerini yıkıp, ortalığı kana bulayacak. O munis dere şimdi hırçın ve asabi.

Kevser nine, onun öfkesini yatıştırmanın kabil olmadığını anlayınca kar şıyageçip, kurtulmanın çarelerini ar ıyor; ama nafile.Asâ. O vakit elinde sımsıkı tuttuğu sapan bir asâ oluveriyor. Asâ upuzun;

asâ bükülmez, asâ dostcanlısı. Asaya abanıp, kendini f ırlatarak kar şıyageçmeyi başar ıyor. Dönüp tekrar bağır ıyor:

"Kimindir bu asâ? Kiminse gelsin alsın benden!". Sesi yankılanıyor;yapraklar hışırdıyor; çalılar kıpırdıyor. Sanki birisi çıkı verecekmiş gibi. Amakimse çıkmadığı gibi aniden, f ındık iriliğinde dolu taneleri yağmaya başlıyor.Kevser nine, dolu tanelerinin istisnasız her birinin sadece derenin üstüneyağdığını görüyor hayretle. Reyhan çiçeği kokulu dere, dolu tanelerinden aldığı kuvvetle taşarken, Kevser ninenin allı pullu yemenisini de kapıp götürüyor.

Kapının sesine uyandı.

İlk gelen Sidikli Safiye idi. İki kocakar ı ötekiler gelene kadar bir taraftanhoşbeş ederken bir taraftan da mangalı yakıp, kahve öğüttüler. Kahveyebirazcık da dövülmüş kakule katmayı ihmal etmediler.

Çok geçmeden Bedrenk Asiye, her zamanki çığırtkan renkleri ve yanpıriyürüyüşüyle çıkıp geldi. Ardından, aralar ında sözleşmişçesine birer-ikişer dakika arayla, Hoyrat Hacer, Şcbgir Kamer ve İsmihan Kadın teker teker damladılar Kevser nine, kadim dostlar ının hallerini hatırlar ını sorarken, kısa bir müddet için de olsa kaygılar ını defede-bilmişti. En son gelen Macuncu Makbuleoldu; erikli-limonlu bir macunu şapır  şupur yalayan İdris'i de peşindensürükleyerek. îdris hem nefis macunun, hem de vazifesini noksans ız ifaetmenin verdiği gururun tadını çıkartıyordu. Yaşını başını almış bu yedi kadınınarasında hep rahat hissetmişti kendini. Hepsini yakından tanıyor; her birininhuyunu suyunu iyi biliyordu. Onlara derin bir saygı besliyor, bildiklerini bilmek,

sırlar ına vakıf olmak için can atıyordu. Onlar da, şimdiye kadar, İdris'i ötekiçocuklardan ayr ı tuttuklar ını her vesilede belli etmişlerdi. Fakat İdris her zamanyaptığı gibi ortalar ında bir yere bağdaş kurup oturmaya hazırlanıyordu ki,ninesiyle gözgöze geldi. Kevser ninenin bakışlar ı odada durmamasını söylüyordu. İdris afalladı, kızardı, içerledi. Her an geri çağr ılmayı bekler gibiisteksiz ve ağır adımlarla vardığı kapının önünde biraz oyalanıp, en nihayetindepes ederek kendini odadan dışar ı attı.

İdris alt kata inip, atıştıracak bir şeyler ararken annesiyle kar şılaştı. Gençkadının bakışlar ında derûnî bir  şefkat vardı. Bir müddet, tek kelime dahietmeye hacet görmeden, yar ı merakla, yan sevecenlikle bakıştılar. İdris, bir an, kar şısındaki kadının büklüm büklüm saçlar ına dokunmayı geçirdiaklından. Ama birden, üst kattan yükselen yoğun kahve kokusu acelesiolduğunu hatırlatmış gibi, bu fikri savıp, koşarak avluya çıktı.

Yukarda, Kevser nine kahveleri, mavi-yeşil çiçekli fincanlara taksimederken, firari bakışlarla dostlar ının haleti ruhiyyelerini ölçüp tartıyordu. İştebugün, mahallelerine musallat olan karabelayı konuşacaklardı. Neler olupbittiğini anlamak üzre ilk adımı attıklar ında, ardında hem şifayı hem belayı, hembuhranı hem de kurtuluşu bar ındıran bir kapıyı hep beraber aralamış olacaklardı. İşleri oluruna bırakmak, bilip de bilmemezlikten, duyup daduymamazlıktan gelmek artık mümkün değildi. Vaziyetin vehametini herkesintam manâsıyla kavraması  şarttı. Bunun için de onlara Erda'yı anlatmalıydı.Lâkin söze nasıl başlayacağına bir türlü karar veremediğinden, kahve taksiminimümkün olduğunca ağırdan alıyordu. Neyse ki. Sidikli Safiye'nin şen şakrakkonuşmalar ı odaya sıkıntılı bir havanın çöreklenmesine mâni oluyordu.

Sidikli Safiye kalın kara kaşlı, kara gözlü, güleç yüzlü, elma yanaklı bir kadındı. Etli dudaklar ının kenar ında yollar açan derin çizgilerle, gözleriniçevreleyen kır ışıklıklar, suratına her zaman mütebes-sim bir ifade verirdi. İnsan

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 58: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 58/119

ona bakarken, sevimli ve tombul yanaklar ını sıkmamak için kendini zor tutardı.Lâkin bir kusuru vardı; gülmenin dozunu kaçırdığında sidiğini tutamazdı. Nevakit kıkır kıkır gülüp de kendini kaybetse, ellerini bacaklar ının arasına götürüpsımsıkı bastırarak hacetini gidermek üzere hızla bulunduğu odadan f ırlardı.Gün boyu bir bebek gibi, altı kalın bezlerle sar ılı dolaşırdı. Ama hiç şikâyetçideğildi; çünkü hayatta her hadisenin müsbet taraf ını görmekte onun üstüneyoktu. Onun nazar ında, şu varlık âleminde devasız dert bulunmazdı. Aksini

düşünmek, Allah'ın rahmetinden ve şefkatinden şüphe etmek demekti. SidikliSafiye, en ufak şeyleri birer mutluluk sebebi addedebilmek için baktığı her yerden demet demet salaha dair emareler toplardı. Adeta kendini her türlü kötüfikre kapatmıştı. Ne vakit tatsız bir hadise ile kar şılaşsa tombul vücudunu kucak-ladığı gibi mülevven bir masal diyar ına taşır; orada tazelenir, kuvvet toplardı.Şu âlemde her türlü karabasandan tamamıyla azade biri varsa, o da muhakkakki Sidikli Safiye idi.

Hoyrat Hacer ise gerek asık suratı, gerek menfî tabiatıyla Sidikli Safiye'nintam zıttıydı. En basit vakada bile muhakkak bir uğursuzluk saptayıp, felâkettellallığı yapmayı bir borç bilirdi. Ortada fol yok yumurta yokken, en kötü, enolmadık ihtimalleri aklma getirir; cehennemi kargaşalıktan, fitne ve fesaddan,iflah olmaz dertlerden, onulmaz yaralardan dem vururdu. Aslında, bu bir bakıma Hoyrat Hacer'in müdafaa taktiğiydi. Nefs-i müdafaa. Zira en feci

ihtimalleri düşünüp, birer birer dile getirdiğinde, bunlardan hiçbirinin başınagelmeyeceğine inanırdı. Onun nazar ında, her zaman en kötüyü düşünmek, tamda kötüyü defetmek için elzem olan bir tılsımdı. Zaten baş yaran taş, ummadıktaş değil miydi her zaman? Demek ki, aslolan her türlü ihtimale kar şı tedarikliolmaktı. Böylelikle, adı bir kez konan, yüksek sesle bir kez telaffuz edilenkötülük, başa gelmez; insan hiçbir ukubete duçar olmadan yaşayıp giderdi.

Hoyrat Hacer ile Sidikli Safiye'nin arasında, kendilerinin bile görmekistemedikleri, son derece kuvvetli bir bağ vardı. Ustura sokağının tam ortasında,öne doğru ikibüklüm eğilerek neredeyse birbirine değen iki ahşap, köhne evdekar şılıklı otururlardı. Evleri nasıl gün-boyu bakışıp durursa, onlar dabirbirlerinden ayr ılamazlardı. Her biri, yekdiğerini adeta bir ayna gibi kullanırdı;ne olduğunu değil, ne olmadığını gösteren bir ayna. Her ikisi de çok güzelkahve falı bakardı; elbette, aynı fincandan tamamıyla farklı mânâlar çıkartarak.Sidikli Safiye kahve telvelerinin içinden güzel şeyleri çekip çıkartırken. Hoyrat

Hacer'in oltasına hep fena tesirli kelimeler takılırdı. Bundan dolayıdır ki falhakuranlar, aynı fincanı evvela Hoyrat Hacer'e, hemen ardından da SidikliSafiye'ye uzatırlardı. Bu sayede iyi kötü ne varsa çıkardı ortaya. Halkatamamlanırdı. İşin garip taraf ı, sanki aralar ındaki derin fikir ayr ılıklar ı onlar ı birbirlerine daha merbut kılardı. Kimselerin çözemediği bir münasebetti bu. Bir taraftan. Sidikli Safiye, Hoyrat Hacer'in sesinin ve sözlerinin soğukluğundanüşüyüp ürperir. Hoyrat Hacer de onun suratından eksik olmayan gülümsemeyitahammül edilemez bulurken, bir taraftan da birbirlerini görmedenduramazlardı. Her biri, kazara öteki olmadığında, kanadı kır ık kuş gibi sızlanıpkalırdı ortada. Mahalleli onlar ı "çiftekumrular" diye çağır ırdı. İkisi dehazzetmezdi böyle çağr ılmaktan, ikisi de duymamazlıktan gelirdi.

Kemerli burunlu, uzun, sivri çeneli, sert hatlı ve gözlerinin etraf ı simsiyahçukurlarla çevrili Şebgir Kamer'e gelince, şimdiye değin kaç bahar gördüğünü,kaç kış atlattığını kendi de bilmezdi. Derisi meşin gibi sertleşmişti. Tam beş kereevlenmiş; beş koca eskitmiş, hiçbirine meyva vermemişti. Çoktan ağarmış saçlar ına kına yapar, omuzlar ından aşağıya yedi tane saç örüğü bırakırdı.Yedisi birden ince.uzun, kırmızı ipler gibi sallanırlardı beline doğru. Şebgir Kamer, beşinci kocasını da gömdüğünden bu yana geceleri devamlı ayaktaydı.Uyuyamamaktan şikâyetçi değildi; tek derdi rüya görememekti. Rüya âleminiöyle çok özlemişti ki, mahalledeki çocuklar ı sık sık başına toplar; ellerine güllüakideler, bademli sucuk şekerleri, f ıstıklı lokumlar tutuşturup, onlardangördükleri rüyalar ı noksansız, mübalağasız anlatmalar ını isterdi. Kendisi rüyagöremese de başkalar ının gördüğü rüyalar ın tabiriyle beslenirdi. Şebgir Kamer mahallenin rüya tabîrci-siydi. Hep başkalar ının gördüğü rüyalar ı, yar ı gıptaederek tabîr ederdi. Bazı bazı rüya göremediği için isyan etse de, bu işin içindede bir hikmet olduğuna inanarak haline r ıza gösterirdi. Şebgir Kamer tabîr-

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 59: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 59/119

nâme haritalar ı hazırlar; geceleri bu haritalar üzerinde adım adım ilerleyerek, enson dinlediği rüyanın tâbirini yapardı. Bazen rüya haritalar ında yolunukaybeder, günlerce ortalıkta görülmezdi.

Macuncu Makbule ise, kocakar ılar ın içlerinde, yar ım asırlık ömrüyle, engenç olanıydı. Bilmediği, yapmadığı macun yoktu. Şifa niyetine yahut sırf sermestlik versin, kederi tasayı savsın diye terkip ettiği envai çeşit macunun

yanısıra, mahallenin çocuklar ı için güllü, tar-çınlı, limonlu, erikli, sakızlı, nanelimacunlar da yapardı. Macunlar ının terkibini bir sır gibi saklardı. Kendisine şifaiçin başvuranlar ı kapısından eliboş çevirmez; ama macunlar ının tarifiniisteyenleri fena şekilde terslerdi. Bu hususta pek titiz ve ketumdu. Keyfi yerindeolduğunda, sade kendisi için yaptığı afyonlu macunlan peşpeşe yutup, dalar giderdi. Yaptığı macunlar ın yanısıra, tohum ve toprak münasebetlerine dair verdiği nasihatlerle de ün saldığından, mahallenin kadınlar ı en mahremhususlarda akıl danışmak için sık sık kapısını çalarlardı. Ağzı iyi laf yapardı Macuncu Makbule'nin; harfleri, kelimeleri, tıpkı macunlar ına kattığı otlar, tatlar gibi görür, bir güzel yoğu-rur, kıvama getirirdi konuşurken. Onun indinde her sohbet başka bir macuna benzerdi. Mühim olan, macunu talep edenin neistediğini ilk bakışta fehmeylemek ve terkibi bu minval üzre hazırlayabilmekti. Ovakit kelimeler hiç sızlanmadan usul usul, damla damla eriyerek, tüm benliklerini

verirlerdi sohbete. İşte bu yüzdendir ki. Macuncu Makbule tutkunuydusohbetimsi macunlar ın ve macunumsu sohbetlerin. Her ikisinde de, aslolanm,tek bir damlanın yahut minicik bir harfin nelere kadir olduğunu hatırdançıkarmadan, kıvamı tutturabilmek olduğunu söylerdi.İsmihan Kadın'dan mahallede hemen herkes çekinirdi. Hiç evlenmemiş, bütünkısmederini geri çevirmişti. Öyle büyük bir inadı vardı ki, gençliğinde, ailesi onuevlenmeye bir türlü ikna edememişti. Aradan geçen uzun seneler bu meşhur inadı körelteceğine daha da bileylemişti. İsmihan Kadın her gittiği yerde, ikimüdhiş sebepten ötürü saygı ve korku uyandır ırdı. Bu sebeplerden birincisi,uzun, kalın kaşlar ının altındaki çivit renkli gözleriydi. Bu gözler baktığı yeri deler geçer, akıllardan geçenleri okur, gizli saklı sırlar ı bir bir ortaya çıkartırdı.Gözlerinin tılsımı diline vurduğundan, bir konuşur pir konuşurdu İsmihan Kadın.Yerin dibine geçirirdi adamı. İstediğini vezir ederdi, istediğini rezil. İkinci sebepise cinleriydi. Cinlerden, Kişniş ve Karakura adlar ını taşıyan ikisi, doğduğu

günden bu yana bir an için bile yanından ayr ılmamışlardı. Kişniş ufak tefek bir cindi; bütün gün ordan oraya sıçrar ve her vesilede, İsmihan Kadm'a yakayı eleverme-den birilerine muziplik yapmanın yollar ını arardı. Karakura ise birazsomurtkan, tepeden tırnağa simsiyah bir cindi ve ekseriya keçi kılığındadolaşırdı.

İsmi Kepoz olan üçüncü cine gelince, o ötekilerden farklıydı. İsmihan Kadınseneler evvel onu hapsolduğu bir enfiye kutusundan kurtar ıp, sol bileğinebatırdığı bir çuvaldız vasıtasıyla kendine bağlamıştı. Bu sayede kötü kalpliKepoz insanlara zerre kadar zarar veremediği gibi, İsmihan Kadının sözündendışar ı çıkamamaktaydı. Mahallede herkes Kepoz'u tanır ve hiç kimse onun solbileğindeki çuvaldızı çıkarmayı aklından dahi geçirmezdi. Kepoz da, insanlar ı şaşırtmak için her Allahın günü başka bir kılığa girerdi. Kimi zaman bir parmaktraşlı, üstü başı dökülen hımbıl bir dilenci yahut elinde çiçek sepetiyle dolaşanbir Kıpti kadın, kimi zaman mâniler söyleyerek kâğıt, keten ve susam helvalar ı satan bir helvacı yahut samur kürklü bir beyzade olurdu. Ama her ne kılığınagirerse girsin sol bileğindeki çuvaldız hemen ele verirdi kim olduğunu ve asılmaksadını.

Bedrenk Asiye ise daha henüz genç ve pek hoppa iken evini barkını vekocasını terk edip bu mahalleye kapağı atmıştı. Vardıktan sonra da mahalledendışar ıya bir kez olsun adımını atmamıştı. Bunca senelik cûşâcûş hayatı boyunca sar ı, mavi, pembe gibi bed ve cafcaflı renklerden giyinip kuşandığı içinbu adı almıştı. Bedrenk Asiye'nin kem göze bilmediği deva yoktu. Yeni dükkânaçan, azıcık paralanan, oğlan doğuran ya da kızına hayırlı bir kısmet bulan oldumu, hemen Bedrenk Asiye çağr ılırdı. O da gittiği yerlerde hem el üstünde tutul-

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 60: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 60/119

manın tadını çıkartır, hem de kâh nazar dualar ı okuyarak, kâh kur şun dökerek,kâh ateşte tuz çevirerek envai çeşit yolla nazar ı uzak tutardı. Akrçp Arif mahallesindeki yediden yetmişe herkesin omuzunda, kuşağında taşıdığı,yanından bir an olsun ayırmadığı nazarlıklar hep Bedrenk Asiye'nin elindençıkmış, onun nefesiyle okunmuştu. Bed-renk Asiye en parlak, en cart, en bedrenkleri çekinmeden giyer, nazar ın kendisini kakalamasından zerre kadar korkmazdı. Niçin korksun ki, nazar ın ilacının kendinde olduğunu bildikten

sonra?

İşte bu altı kocakar ı, durduk yerde apar topar çağr ılmalar ının sebebinimerak etmekte, durmadan önündeki mangalı eşeleyen Kevser nineyisüzmekteydiler. Artık Sidikli Safiye'nin de daha fazla konuşup, bu bekleyişitatlandırmaya takati kalmamıştı. Zoraki hoşbeş edip gül-lü-miskli akideşekerlerini şapırdata şapırdata emerken, kahvelerini höpürdetip, tütünçubuklar ını tüttürürken, Kevser nine nihayet sadede geldi. Evvela Harut ileMarufa atıflarda bulunup, ardından sihir ve efsun sanatının mesuliyetlerindenbahsetti. Sonra pencereye sürtünen asma yapraklar ına çevirdi pembe-beyazyüzünü ve ekledi:

Emanet dediğin kutsaldır/ hem kutsal hem de nazlıdır/ kudreti kendinden

menkul/ zehiri isminde saklıdır/ bir kez olsun bilinmese kadrin/ hemencecikküser, kır ılır/ gider bir kuytuda soluklanır/ göz ister görmeye/ yürek ister gerigetirmeye/ kaçmaya teşebbüs etmek nafiledir/ yol ister firar etmeye/ emanetkuytularda ilenirken/ korku salar üstümüze/ gece gündüz peşimizi bırakmazken/sonumuzdan korkar ız/ sonumuz olmasın diye diye/ böyle giderse/ zail olmazkara bahtımız/ çünkü emanete hıyanetten/ hayır gelmez kimseye/ kıssadanhisse/ şaşmaz hikmettir/ vicdan borcu para ile pul ile ödenmez/ h ıyanet ki kuzupostunda kurttur/ evvel güler yüzüne/ sonra ciğerini söker/ pare pare/ felâketdediğin başlar o zaman/ başlar rüzgâr gibi / f ır ıldak gibi dönmeye/ cila çeker keyfine/ gene de bakılır bir çaresine/ şifasız hastalık yoktur bu âlemde/kefarettir felâkete çare/ emanet ucuz bahaya gitmem der/ muntazır eder teşrifine/ ne zaman ki ödenir kefaret/ ne zaman ki sunulur gümüş bir tepsiiçinde/ emanet der ki bağışladım/ ettiğiniz hıyaneti bağışladım...

Kevser nine bunlar ı bir çırpıda söyledikten sonra, yol yol olmuş alnını dahada kır ıştırarak ağır ağır, tane tane laf ını tamamladı."Kefaret ister Akrep Arif. Ucuz bahaya gitmem diye ayak diretir. Elimizden geleni

yapar ız elbet; lâkin korkar ım ki bu iş başka."

Sustular.Yedi kocakar ı, dört rüzgâr, üç cin, gökte f ısıldaşan sayısız melek ve sokaktan

geçen yoğurtçular, siilükçüler, ciğerciler ve ciğerlerin kokusunu alıp da acı acı miyavlayan arsız kediler ve kuyruklar ına teneke bağlamak için onlar ı takip eden dahada arsız çocuklar aynı anda durup, aynı anda sustular. Sidikli Safiye bu dehşetlisessizliğin içinden bir umut nişanı çıkartabilmek için kıpırdar gibi oldu bir ara; sonra, oda kaskatı kesildi.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 61: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 61/119

 

Ş arabî bir halka idi ate ş, Kan ı na susard ı bazen...

BU BAB ATEŞ AHVALİN BEYAN EDER Kİ TABİATI SICAK VEKURUDUR

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 62: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 62/119

Page 63: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 63/119

Ağlardı ayr ılık acısıyla

Sema dediğinakde vefa, O nur yüzlü

dosta vefa...

Hezarpâre Horoz Baba tekkesinin yedi senedir postnişini olan Şeyh MehmedMühür Efendi güzel sohbeti, tatlı dili ile olduğu kadar engin tasavvuf bilgisi venükteşinaslığı ile de tanınmıştı. Hakikaten derviş vasıflı bir kimse idi. Sessizliğin veyalnızlığın kudretini de bilirdi; dost meclislerinin ve muhabbetinin kıymetini de.Kalabalıklar içinde yalnız kalmayı da bilirdi; yalnız kaldığında kalabalık olmayı da.Sikke üzerine sar ık sarmak suretiyle öteki dervişlerden ayr ılmaya gönlü elvermezdi.Kalenderane kıyafetleri, ara sıra, dostlar ının acı-tatlı sitemlerine maruz kaldığında,aslolanın içerde yatanı görebilmek olduğunu söyleyerek derhal itiraz ederdi. İlim vemarifet öğrenmeyeolan tutkusu o kadar derindi ki, tekkenin kitap odası, opostnişin ola-lıberi bir hayli genişlemişti. Şehr-i İstanbul'un sahaflar ı onun bumerakını gayet iyi bildiklerinden, ellerine geçen kıymetli el yazması kitaplar ı kâhsatmak kâh akıl danışmak için kucaklayıp sık sık tekkeye getirirlerdi. Kitapodasında senelerdir hüküm süren envai çeşit koku içeri girenlerin başlar ını döndürür, soluklar ını keserdi. Öyle ki bu odaya adımını atan kişi bir müddetkonuşmakta güçlük çeker, mekânın efsununa teslim olmaktan başka yolbulamazdı. Şeyh Mehmed Mühür Efendi zaman zaman pek müstesnakonuklar ını bu odada kabul ederek, çeşitli hususlarda onlar ın fikirlerini alırdı.Bazen öyle hararetli konuşup tartışırlardı ki, vaktin nasıl geçtiğine akıl sır erdire-mezlerdi. Sohbet sona erdiğinde gözlerinde tatlı bir yorgunluk, ağızlar ında baltadı kalırdı. Bu sebepten ötüıli Hezarpâre Horoz Baba tekkesi imparatorluğundört bucağından gelen türlü türlü insanla, bilhassa da âlimlerle dolup taşardı.

Sade âlimler değil, gezgin dervişler için de burası, emsalsiz bir yuva teşkilederdi. Şeyh Mehmed Mühür Efendi, "bülbüle gülzar, tu-tiye şeker, sarrafagevher ne ise dervişe de muhabbet odur" fikrinden hareket ederek, çok uzakdiyarlardan gelen bu insanlar ı merakla, saygıyla dinlerdi. Bir de, sık sık,"ayineye sen nasıl bakarsan, ayine de sana öyle bakar," derdi.

Şeyh Mehmed Mühür Efendi ayineye gönül gözü ile bakar; gönü-le bir defa

girenin bir daha asla çıkmayacağına inanırdı.Tekkeye uğrayan gezgin dervişler, elleri boş gelmediklerinden, HezarpâreHoroz Baba tekkesinin her köşesi dört iklim yedi ummandan gelen envai çeşithediye ile donanmıştı. Bu hediyeler arasında, mûsikî aletlerinin çokluğu hemendikkat çekerdi. Zira Şeyh Mehmed Mühür Efendi, mûsikîye, bilhassa tanburapek düşkündü. Tanbur çalmaktaki mahareti dinleyenlerde hayranlıkuyandırmaktaydı. Kendisi tanburu, seneler evvel, mûsikî üstadlarmdanMardiros Ağa'dân öğrenmişti. Zaman zaman beste de yapardı. Lâkin besteleriniumumiyetle kendine saklar, başkalar ıyla pek paylaşmazdı. Sabah namazındansonra, kahvaltı saatine kadar bir başına mûsikîyle iştigal ederdi. Tekkeningüney cephesinde, mutfak ile derviş hücreleri arasında kalan, bahçeye nazır oda bu iş için tahsis edilmiş ve mûsikî odası yapılmıştı. Bu odada tekkedekidervişlerin çaldıklar ının yanısıra, gezgin dervişlerin yanlar ında getirdikleri çeşitçeşit mûsikî aleti de yeralırdı. Mûsikî odasında meydan tanburlar ı, sedeftenyapılmış balık pullu defler, ravzalar, kara zurnalar, çoban kavallar ı, ağıztamburalar ı, Yemeni dümbelekleri, kudümler, Efrasiyap borular ı, dilli düdükler,kamış mizmarlar sıralanmıştı. Bunca mûsikî aletinin içinde neylerin apayr ı bir yeri vardı. Davud, Şah, Kız neyi, Mansur, Müstahsen sü-pürde, Mabeyn neyi venısfiye adlar ını taşıyan boy boy ney, mûsikî odasının baş köşesinde dizilidururlardı. Ayr ılık acısını en iyi onlar bilir; köşelerinde usul usul, içli içlişikâyetlerini dile getirirlerdi.

Dinle neyden kim hidayet etmede

Ayr ılıklardan şikâyet etmede

Şeyh Mehmed Mühür Efendi sabah namazından sonra mûsikî odasına iner,halini hatır ını sorduğu her bir mûsikî aletini teker teker okşar ve uzun uzun

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 64: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 64/119

Page 65: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 65/119

O vakit Şeyh Mehmed Mühür Efendi gözlerini alevlerden alamadan, "Hak nâr ı nur eder," demekle yetinmişti.

Bu söze hiçbir mânâ veremeyen Mısırlı  İbrahim Efendi, laf ı döndürüp dolaştır ıptekrar kitaba getirmişti. Konuşurken, bir yandan da gözucuyla Şeyh Efendi'yikollayarak, onu böylesine allak bullak edebilmenin tadını çıkarmıştı.

Şeyh Mehmed Mühür Efendi ise misafirinin yüzüne bir kez olsun bakmamıştı.Yüreği ağzmdaydı; zira bu kitabın varlığından kendisinden başka kimsenin haberi

olmadığını sanıyordu. Bu tekkede ta He-zarpâre Horoz Baha'dan bu yana, her postnişin kitaba gözü gibi bakmakla, onu canından âlâ bilerek koruyup saklamaklamesuldü. Her postnişin gibi Şeyh Mehmed Mühür Efendi de kitabı tekkenin sırr ı,Horoz Baha'nın emaneti bellemiş, gün ışığına çıkarmamıştı. Hal böyle iken bupatavatsız ve habis adam nasıl oluyordu da kitabın varlığından haberdar olabiliyordu?

Şeyh Mehmed Mühür Efendi, münasip bir dille misafirini başından savabilmek için,ona, ne yazık ki böyle bir kitaptan haberdar olmadığını, lâkin vakit yitirmeden araştır ıpsoracağmı ve bir haber alır almaz kendisine muhakkak ileteceğini söylemişti. Sonrada, hiç huyu olmadığı halde, hemen ayağa kalkarak, sohbetin sona erdiğini göster-mişti. Mısırlı  İbrahim Efendi bu hareket kar şısında daha fazla otura-mayacağını anlayarak, suratını asıp kapıya yönelmişti. Lâkin kapıdan çıkmadan evvel başını çevirip öyle bir mır ıldanışı vardı ki. Şeyh Mehmed Mühür Efendi, uğursuz misafirinin

ne dediğini duyamasa da, onu ikna edemediğini gayet iyi anlamıştı.K

A

N

C

I

K

L

I

K

Misafir çıkıp gittikten sonra Şeyh Mehmed Mühür Efendi'nin içine bir kurtdüşmüştü. Asırlardır Hezarpâre Horoz Baba tekkesindeki her postnişin son nefesiniteslim ederken dahi bu sırr ı ağyara vermemişti. Hal böyle iken nasıl olmuş da Mısırlı İbrahim Efendi gibi çiğ bir adam, kitabın varlığını bildiği yetmezmiş gibi bir de geliponu isteme cüretini kendinde bulmuştu? Bu suale bir cevap, bu derde bir deva bulanakadar mide ağr ılar ından kurtuluş yoktu. Başını ellerinin arasına alıp, derin bir şüphenin tesiri altında, tekke ahalisinden herhangi birinin bu sırr ı dışar ıyı sızdırdığına

kanaat getirdi. Bugüne değin "kancıklık" kelimesini lugatına dahil etmeyen ŞeyhMehmed Mühür Efendi, şimdi kancıklığın izini sürmekteydi. Lâkin kendi kızlar ı dadahil olmak üzere kimselerin bu hususda en ufak bir malûmatı yoktu ki... Hiç kimse,mayası bunu yapmaya müsait olsa dahi, bilmediği bir hususda kancıklık edemezdiki...

Şeyh Abdülfettah Efendi'nin vefatından bu yana kitabın varlığından sadece kendisihaberdardı. Bir tek kendisi... Birden tuhaf bir fikre kapıldı. Yoksa başka kitaplar da var olabilir miydi? Şeyh Mehmed Mühür Efendi bu fikir kar şısında tepeden tırnağaürperdi. Şehr-i İstanbul'un, hatta belki de memalik-i Osmaniyye'nin farklı farklı tekke-lerinde bu kitabın başka başka nüshalar ı saklanıyor olabilir miydi? Hal böyle ise,birileri, şu veya bu şekilde kitaptan, hatta sadece kitabın adından haberdar olmuş olabilir; ondan sonra da kitabın herhangi bir nüshasını saklayan tekkeleri tahmin etme

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 66: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 66/119

yoluna gidebilirdi. Bu mümkün müydü? Bir kitabın adı, onu eleverebilir miydi? Adlar vücutlardan önde gidebilir miydi? Şeyh Mehmed Mühür Efendi peşpeşe gelen busualleri evirip çevirmekten sıkılınca, ayağa kalkıp sinirli sinirli odanın içindedolaşmaya başladı.

Dışar ıdan kuyunun etraf ında çalışan dervişlerin sesleri gelmekteydi. Penceredenonlar ı bir müddet seyredip, içlerinden hangisinin bir gammazlık yapmaya dahamüsait olduğunu, hangisinin yüreğinde kancıklık tohumlar ı yeşerttiğini bulmaya çalıştı.

Ama çok geçmeden, böyle düşünüp gönlünü kirlettiği için, hayatında ilk defa masuminsanlar ın günahını aldığı için, kendinden utandı. Eğer ortada suçlanacak biri varsa oda kendisiydi. Ne de olsa kitabı korumak kendi vazi-fesiydi.

Korku ve telaş içinde kitap odasına çıktı. Evvela odanın içinde kimseninbulunmadığından emin olmak için her tarafa tek tek baktı.Sonra titreyen elleriylebeşiğe yaklaştı. Üç kız evladını bir kez olsun şikâyet etmeden, sırayla sallayan,avutan, uyutan beşik; ser verip, sır vermeyen beşik; kiraz ağacına midyekabuklar ından kesilen sedeflerin kakıldığı beşik; buram buram süt kokanemektar ve vefakâr beşik...

Şeyh Mehmed Mühür Efendi beşiğin üzerindeki ipek örtüleri kaldırdı.Kenarlar ı dantelli, uçlar ı nazar boncuklu, küçük, eflatun yastığı da çıkardı. Ovakit, beşiğin altındaki anahtar deliği ortaya çıktı. Teslim aldığı günden bu yanahep boynunda asılı taşıdığı anahtar ı yuvasına oturttu ve üç kez sola çevirdi.

Tam uzanıp kapağı açmak üzereydi ki, ansızın soluğu kesildi. Birileri taraf ındanseyrediliyordu sanki. Telaşla odanın her taraf ına baktı. Bir hır ıltı işittiğinisanmıştı. Kapıyı açıp bir de dışar ıya göz attı. Kimse yoktu.

Ama o hır ıltı... bir hır ıltı...Geri dönüp sakinleştikten sonra, beşikten minekârî kutuyu çekti çıkardı. Bir 

zaman, gözlerini kapayıp parmaklar ını üzerinde gezdirerek, bu kutununsakladığı sırr ın, onu geçmişine taşımasına izin verdi.

Şeyh Mehmed Mühür Efendi, babasını küçük yaşta kaybedince, amcası Şeyh Abdülfettah Efendi'nin himayesinde büyümüş; vakti gelince evlenerek,mesut bir yuva kurmuştu. Lâkin zevcesi Rabia Hanım üçüncü kızlar ı Zühre'yidünyaya getirdikten sonra lohusa yatağında vefat etmişti. Kar ısını kaybettiktensonra Mühür Efendi üç sene insap içine çıkmamış, kimselerle konuşmamış,kitaplar ının ortasında gözden kaybolmuştu. Kızlar ını da yanına alarak,

kimselere haber vermeden Amasya'ya yerleşmişti. Orada, evin alt katındatavanı basık, kagir ve ufacık pencereli bir odaya adeta kendini hapsetmiş;kızlar ına dahi yüzünü göstermemişti. Her geçen gün vicdanıyla cebelleşmiş,kar ısının ölümünden kendi nefsini mesul tutarak katre katre erimiş, adeta bir kemik yığınına dönmüştü.

Derken bir gün Mesnevihan Hamdi Dede'nin selâmını ve Şeyh AbdülfettahEfendi'nin mektubunu getiren genç bir derviş kapılar ını çalmıştı.

O dervişle beraber, kızlar ını da yanına alarak İstanbul şehrine geridönmüştü. Burada Şeyh-i Ekber-i Muhiddin-i Arabi hazretlerinin Füsus'ununoksansız, kusursuz okuyarak, zamanın âlimlerinin ve şeyhlerinin hazır bulunduklar ı bir sırada semahanede merasimle icazet almıştı. Ne var ki ondansonraki günler geceler boyu mutsuzluğu hiç azalmamıştı. Gülmeyi unutmuştuneredeyse; mecbur kalmadıkça

kimseyle konuşmuyor, konuştuğunda da aradaki perdeyi hiçbir za-jİmankaldırmıyordu. Amasya'ya geri dönmekten, tekrar odasına kapanıp kitaplar ınarasında yaşamaktan başka bir şey istemiyordu.

İstemiyordu ama gün geldi, artık bir hayli yaşlanmış olan amcası  ŞeyhAbdülfettah Efendi, ona o kitabı ve makamını teslim etti. İşte o günden sonraher şey, hızla değişti.

Şeyh Abdülfettah Efendi, onu kar şısına alıp, her bir kelimeyi yüreğinekazıyarak anlattı. İki adam birbirlerinin gözlerinin içine bakarak, birbirlerinedoğru yola çıktılar. Biri sessizliğe ve ölüme doğru ilerlerken, ötekisuskunluğundan kurtularak kelimelere ve hayata yaklaşmaktaydı her adımda.

Şeyh Abdülfettah Efendi ona ayağını bastığı toprağın, soluduğu havanın,içtiği suyun, ısındığı ateşin hikâyesini anlattı. Anlattığına göre:

Bu tekkeye adını veren Horoz Baba, Horasanî bir derviş olup asırlar evvel,

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 67: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 67/119

İstanbul'un fethine katılmıştı. Rivayete göre, muhasara devam ederken, horozgibi kanatlar ını açıp düşmanın üzerine dalarak cesaretleri kır ılan askerleripeşinden sürüklemişti. O kadar çok faydası görülmüş, o kadar çok takdir toplamıştı ki, İstanbul zaptedildiğinde hünkar ona kıymetli hediyeler ihsanetmek istemişti. Lâkin Horoz Baba, bu hediyelerin hiçbirini kabul etmeyip,gidip bir çınar ağacının altına oturmuştu. Hünkâr bu çınar ağacının etraf ındabir tekke inşa edilmesini buyurarak, burayı Horoz Baha'ya tahsis etmişti. İşte

Hezarpâ-re Horoz Baba tekkesinin kuruluş hikâyesi böyle idi.Aradan asırlar geçmiş, devir değişmiş, artık sakallar ı ağaran Horoz Babada pek çok padişah görmüş idi. Bunca zaman zarf ında kendi halinde yaşamış,etliye sütlüye kar ışmamıştı. Lâkin bu huzurlu hayat bıçakla kesilmişçesineaniden sona ermişti. Bir zaman gelmiş. Horoz Baha'nın kaderi, Çelebi Şeyh'inkaderi ile kesişmişti.

Çelebi Şeyh güzelliğinden ötürü böyle anılırmış. Çehresi ve huylar ı onugüzellikte yekta kılarken, birçok mürit peyda etmiş pay-i taht'da ve Edirne'de.Sırf mah cemalini bir kez olsun görebilmek, sesini bir kez olsun duyabilmekiçin ücra köylerden kalkıp yollara düşermiş sevenleri. O da herkese bir nazarla bakıp, gençliğinin de verdiği cesaretle fikirlerini saklamaya lüzumgörmeden, herkesle uzun uzun söyleşir, dertleşirmiş. Lâkin seveni çok olanınçekemeyeni de çok olurmuş. Ve işte bir gün, onu haksız çıkar ıp utandırmak

için nicedir f ırsat kollayanlar, hakkında akla hayale sığmayan iftiralar uyduranlar,emellerine ulaşmışlar. O gün Çelebi Şeyh divanın huzuruna yakapaça çıkartılmış.Öfke ile bakmışlar, bîgane kalmış; hırpalamışlar, gocunmamış; sual etmişler,cevaplamış. Demiş ki.

Haram da / helal de/ cennetin hurileri de/ nâr-ı cehennem de/ birdir bize/ cenneticayır cayır yakmak/ cehennemin alevlerini söndürmektir gayemiz/ bize sade senigerek seni/ kirpiğimizi kalem/ gözümüzü defter eylemişiz/ nefsimizi köreltip/ kimseninayıbını görmemişiz/gönül yapmayı/ar ş yapmaya bir tutup/gönülden gönüle/yollar kurmuşuz/ ten türap bir olunca/ her dem yeniden doğmuşuz

Ne kabir azabı/ ne zebani zulmü/ o yardan ayr ı düşmektir/ nazar ımızda en dilhıraş acı/ ne dürülür amel defteri/ ne geçilir sırat köprüsü/ rahman ve rahim olandır o dostunismi/ o sever/ o gözetir/ onun merhameti hudutsuzdur/ onun merhameti öfkesindenbüyüktür 

ÇelebiŞeyh demiş ki:Benim mekânım balçıktır/ gıdam ise safi aşk/ korku ile beslenmez imanım/ korku

dediğin safi yalandır/ korku ile yakaran/ bir kendini sever/ aşk ile yanıp tutuşan/ geçer serden/ her dem yeniden tutuşturur küllerini

Ve Çelebi Şeyh demiş ki:Benim vücudum şu varlık âlemine benzer/ şu gördüğünüz nehirler, dereler benim

içimde çağlar/ ve şu doruklar ı karlı dağlar/ bende başlar bende biter/ çok alâmetler vardır bende/ derebilen gelsin beri...

Divan tepeden tırnağa öfkeye boyanmış. Çelebi Şeyh zindanaatılmış.

Ertesi gün tekrar çıkartılmış divanın huzuruna; bu sefer en büyük din âlimlerinin

kar şısına. Öfke ile bakmışlar, bîgane kalamamış; hırpalamışlar, incinmiş; sualetmişler, suale sual ile cevap vermiş.Hüküm verilmiş.O günün akşamında Çelebi Şeyh ve onbir müridi canlar ından edilmiş.Horoz Baha'ya gelince o hadiseleri uzaktan takip etmeyi yeğlemiş. Yaşlanmış 

çünkü; zamanın hesabını günler ve aylarla değil, seneler ve asırlarla yapacak kadar;tanık olduğu hikâyelerin geçmişten kalma tozlu bir hikâyenin torunlar ı olduğunugörecek kadar yaşlanmış. Ne var ki, bir sabah alacasında, çınar ağacının gölgesindekurulan tekkenin kapısı çalındığında, artık olanbitenden uzak duramayacağını anlamış. Gelen Çelebi Şeyh'in, hadise esnasında Manisa'da bulunduğu içinkurtulabilen sağ kolu Derviş Fasih imiş. Kan ter içinde o kitabı getirmiş Horoz Baha'ya;ona gözü gibi bakmasını istemiş. Horoz Baba, perişan haldeki bu dervişi kapısındangeri çevirmeyi aklından dahi geçirmemiş. Mülhide yardım edenin kendisinin de

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 68: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 68/119

miilhid addedildiğini bile bile ona verdiği sözü tutup, sular durulana değin kitabı saklamış.

O senenin bahar ında Horoz Baba kitabı emin ellere teslim ettikten sonra tekkeyiterk etmiş. Ne nereye gittiğini bilen, ne de ölüsünü gören olmuş. Ondan geriye kankırmızısı bir horoz tüyünden başka bir  şey kalmamış. Tekkeyi terk ettiğine göreölümüne gittiği, cesedi bulunamadığına göre ölüsünün bin pareye ayr ıldığı düşünüldüğünden isminin başına bir de Hezarpâre eklenmiş:

Hezarpâre Horoz Baba. I Onu sevenler, tekkenin bahçesine bir mezar yaptınp, kan kırmızısı horoz tüyünü mezar taşına koymuşlar. Ve her sene kış geldiğinde tıpkı kar taneleri gibi bin pareye ayr ıldığına, oradan oraya savrulupestiğine, ve her bahar, parçalar ını yeniden bir araya getirip dimdik ayağa kalktığınainanmışlar. Tekkeyi ziyarete gelenlerin yanlar ında devamlı buğday getirmelerininsebebi de bu imiş; çünkü onlara göre tıpkı buğday taneleri gibi oraya buraya saçılmış Hezarpâre Horoz Baha'nın bedeni; tıpkı buğday taneleri gibi toprağa kar ışıpboyvermek üzere. Çocuğu olmayan kadınlar, şifa bulamayan hastalar, kara sevdanınpençesinde kıvrananlar, meczuplar, kimi kimsesi olmayanlar, buğday saçıp, horoztüyüne el sürmek için buraya gelmeyi âdet edinmişler. Nasıl ki Hezarpâre Horoz Babaher bahar bin paresini toplayıp ayağa kalkmaktaysa, onlar da işte öyle tazelenmeyiümit ederek.

İşte bunlar ı anlatmıştı Şeyh Abdülfettah Efendi. Sonra kitabı yeğenine teslim edip,eliyle ona odadan çıkmasını söylemişti. İki adam birbirlerine doğru yaptıklar ı yolculuğun sonuna varmış; yerlerini, birbirlerine devretmişlerdi artık.

Şeyh Mehmed Mühür Efendi, o gece kitabın kapağını açıp da ilk kelimenin, ilkharfiyle gözgöze geldiğinde birdenbire gördü ki, aşkla yoğrulan bu kitapkonuşmaktansa susuyor; anlatmaktansa dinliyor; bir sırr ı if şa etmektense aşikâr olanne varsa sırra çeviriyor; ve son satır ına gelindiğinde silbaştan yazılıyordu. Bukitap okunmuyor; o, insanın içini okuyordu.

İnsan onunla kendini okuyordu.Onun durgun çehresinden süzülen ziya tufanlar ını, sayfalar ının arasından

yayılan mest edici kokular ını ve kelimelerinin ardına saklanan hüznünükendinden bir parça bellemişti. Birlikte susup, geceye kulak vermişlerdi. Seher kırmızı ve serindi.

O gecenin sabahında, Şeyh Abdülfettah Efendi'nin vefat ettiği haberini

aldığında şaşırmamıştı. Anlamıştı çünkü. Amcası kitabı ona emanet ettiğinde,bunun birbirlerini son görüşleri olduğunu anlamıştı. Ve bir şeyi daha anlamıştı.Bu kitabın kendinden başka kimi kimsesi yoktu. Onu koruyup kollamak,üşüdüğünde nefesiyle ısıtmak, kederlendiğinde tanburuyla avutmak,sessizliğine ses katmak kendi vazifesiydi.

Kar ısının ölümünden sonra Şeyh Mehmed Mühür Efendi'yi hayata tekrar bağlayan işte bu kitap olmuştu. Reşadet postuna oturduğu günden bu yanahiçbir zaman bu sırr ın ağırlığı altında ezilmeden ve bir kez olsun şikâyetetmeden emanetini yüklenmişti. Çünkü kitap dostuydu. Zor günler geçirip nicebadireler atlatmış, ve vaktiyle incitilip haf ızasına küsmüş bir dost...

Dalıp gitmişti bunlar ı hatırlarken. Birden toparladı kendini; kaybedecekzamanı olmadığını hatırlayarak gözlerini açtı. Minekârî kutunun kapağını 

usulca araladığında kitap ışıl ışıl gülümsedi dostuna. Şeyh Mehmed Mühür Efendi acısını eleveren bir ses tonuyla, "kerem eyle" dedi "kerem eyle, neredebir kusur etti isem, haberini almışlar." Sonra minekârî kutudan çıkardı kitabı.Kapağında Çelebi Şeyh'in mührü ve mührün üstünde Kûfî yazıyla yazılmış şukelimeler vardı:

M İ N-EL-EVVEL İ L-EL-EZEL Itikad- ı Anas ır- ı Erbaa  

Şeyh Mehmed Mühür Efendi, ikibüklüm olup kitaba s ımsıkı sar ılırken,etraflar ındaki her şey hızla silinmeye başladı. Yağan yağmurun altında iki eskidost hasretle kucaklaşıp, birbirlerinden gayr ı tutunacak bir dal bulamadan,hıçkıra hıçkıra saatlerce ağladılar.Şimdi, avluya yağan yağmuru seyredip, küçük kızı Zühre'nin pişirdiği ballı,tarçınlı, ılık sütü yudumlarken, şu son bir haftadır ona çektirdikleri içinmidesinden af diliyordu. Mısırlı  İbrahim Efendi'nin ziyaretinden bu yana

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 69: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 69/119

kafasından bir türlü söküp atamadığı müzic fikirler, beynini tırmalamaklayetinmemiş, sivri dişleriyle midesini de kemir-mişlerdi. Bu bir hafta boyuncakitabı emin ellere teslim etmenin yollar ını aramış; her türlü ihtimali, kılı kırkyararak iyice düşünüp tartmıştı. Bu uğurda tekkeden ayr ılıp, kitapla beraber yollara düşmeyi de aklına getirmişti; fakat durum hemen anlaşılır, peşlerineadamlar salı-mrdı. Günlerce düşünüp taşındıktan sonra en nihayetinde, kitabı bir ulakla, pek güvendiği ve sevdiği Dürri Baha'ya ulaştırmakta karar kıldı. Bu

ulak Cenaze Mustafa olacaktı. Benzi her zaman limon sar ısı, vücudu isekemikleri sayılacak kadar zayıf olduğu için Cenaze lakabıyla çağr ılan, fakat bunarin vücudun altında demir gibi sağlam bir yürek taşıyan Mustafa'ya, ŞeyhMehmed Mühür Efendi'nin itimadı tamdı.

Cenaze Mustafa'nın yolu uzun, işi zordu. Anadolu'nun içlerinde, Denizlicivar ında sarp bir dağın yamacında kurulmuş Dürri Baba tekkesine varanadeğin, durmaksızın at koşturmalıydı. O yola çıktığında Şeyh Mehmed Mühür Efendi de. Mısırlı  İbrahim Efendi'ye haber salarak kitabı bulduğumı ve kendisiile üç gün sonra buluşmaya hazır olduğunu söyleyerek zaman kazanacaktı.

Gökyüzü puslu ve tepeden tırnağa gri idi. Avluda Hezarpâre Horoz Baha'nınkabri suya doymuş; sessiz sedasız, boyluboyunca uzanmaktaydı. Etraf ınasaçılan buğday taneleri çoktan çamur olmuş toprağa kar ışmışlardı. Alt katta,Lodos Lütfü gene tuhaf bir şarkı tutturmuştu.

Yağmur damlıyor Altın tasa doluyor Altın tasolmuş ne fayda Beylerbeyi kan tükürüyor 

Delileri bağlıyor Ölülere ağlıyor Malın mülkün nefayda Ak kefene sığmıyor 

Soğuğu biçiyor Rüzgâr ı saçıyor Arpa dar ı nefayda Eşeğin nallar ı dikiyor 

Lodos Lütfü'nün kısık, kadınsı sesi, evvela hır ıltılarla sonra boğuk öksürüklerlekesildi. Şeyh Mehmed Mühür Efendi onun hastalığına çok üzülmekle beraber, bugaraib şarkmın kesilmesine de içten içe sevinmişti. Tuhaf adamdı Lodos Lütfü.

Birkaç hafta evvel, tekkede bar ınmaya başlayan ve yağmuru pek seven bu

meczup adam, gene bir yağmurda sokaklarda dolanıp, çaldığı her kapıyı açana"lodosun gözü yaşlı olurmuş" diye diye şifayı kapmış, ciğerlerini üşütmüştü. Zaten cılızolan bedeni soğuktan ve yağmurdan epey hasar görmüştü. Elbette, sade bir kezüşütmekle açıkla-namayacak kadar büyüktü vücudundaki tahribat. Şimdi sesini boğanhır ıltılar ve göğsünü tırmalayan öksürük nöbetleri, senelerdir hırpalanmış, oradanoraya sürüklenmiş vücudunun artık isyan bayrağını çektiğine işaretti belki de. Genede ona kalsa, bildiğini okumaya devam eder; parmaklar ına, bileklerine, kollar ına vebacaklar ına bağladığı rengârenk kumaşlar, paçavralar, ipliklerle sokaklara f ırlayıp, ka-pı kapı dolaşarak lodosun gözünün yaşlı olduğunu haykır ırdı. Bu haliyle, uzaktanbakıldığında, yürüyen bir adak ağacına benzer ve görenlerin istihzalar ına maruzkalırdı. Ne var ki, söylenen kır ıcı sözlere, f ırlatılan alaylı bakışlara aldırmayı bırakalı çok olmuştu. Artık ne peşinde koşup birbirlerinden cesaret alan çocuklar ın hoyratçaitip kakmalar ı, ne büyüklerin muhakkir bakışlar ı, ne de kimsesizliği, garibli-ği... hiçbiri,

ama hiçbiri yüreğine işlemiyor; etinde iz bırakmıyordu. Her şeyi gören bir kör, her sesiduyan bir sağır gibi yaşamaktı tuttuğu yol. İşte birkaç hafta evvel, bu kimsesiz adamınvücudunun artık teklemeye başladığını gören Şeyh Mehmed Mühür Efendi,. LodosLüt-fü'den, gelip hiç olmazsa bir süre tekkede yaşamasını istemişti. Lodos Lütfüseverdi Şeyh Mehmed Mühür Efendi'yi; arada bir tekkeye uğrar, çıt çıkarmadanMesnevi'yi ve iştirak etmeden şeyhin sohbetlerini dinlerdi bir köşede. Bir gün olsunkendisini incitmeyen, hoyrat bakışlara teslim etmeyen bu adamı kırmamış ve bir müddet için tekkeye gelip yerleşmeyi kabul etmişti.

Gelirken yanında kedilerini de getirmişti. Üç tane kedisi vardı Lodos Lütfü'nün.Sabâ, uzun tüylü, duman renkli ve oldukça yaşlı bir erkek kediydi. Kuyruğunuyitirmişti. Mahallenin çocuklar ı patilerini ceviz kabuklar ına sıkıştır ınca, o dacanhavliyle takur tukur sesler çıkartarak oradan oraya koştururken, gözükarartıp bir damdan aşağı atlamıştı. Fakat o aşağıya atlarken, kiremitlerin

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 70: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 70/119

arasına sıkışan kuyruğu yukar ıda kalmıştı. Uyuşuk, bezgin ve iri bir kediydiSabâ. Öteki kedi ise simsiyah bir dişiydi; adı Felek. Gün boyu yalanıp durur;kimselere yüz vermez; sevmeye kalkanı hemen tırmalardı. Lodos Lütfü'nünüçüncü kedisi de Felek'in yavrusu olan ve siyah gövdesinin üzerindekulaklar ından başlayıp sırtında incelerek patilerine kadar uzanan beyaz bir şerittaşıyan Fitil idi. Huylar ı annesininkilere zerre kadar benzemeyen bu yavru kedi,tekkeye vardığı günden bu yana merakla her  şeyi seyredip, her gördüğünün

peşinden gitmeye kalkmakta; oyalanacak bir  şey bulamadığında da kendikuyruğunu yakalamak için bin türlü takla atmaktaydı.

Kedilerinin rahatlar ının yerinde, kar ınlar ının tok olduğunu gören LodosLütfü, Hezarpâre Horoz Baba tekkesindeki sakin ve huzurlu hayata alışmaktagüçlük çekmemişti. Bedeni hâlâ cılızlıkta inat etse de, yanaklar ına biraz renkgelmişti. Gene de huylunun huyundan vazgeçmeyeceğini göstermekistercesine yağmur gördü mü dayanamıyor, kendini sokaklara atıyordu. Ensonunda Şeyh Mehmet Mühür Efendi bu gidişata bir nokta koyup. LodosLütfü'nün yeni yeni toparlanan vücuduna f ırsat verebilmek için çareyi bir günlüğüne de olsa onu tekkeye kapatmakta bulmuştu. Lodos Lütfü de şeyhinsözünden çıkmamış, yağmurun sesine bulunduğu odadan tuhaf  şarkılarlaeşlik etmekle yetinmişti.

Şeyh, Lodos Lütfü'nün nasıl olduğuna bakmak için aşağıya indi. Ateşihâlâ düşmemiş olan bu meczup adamla biraz sohbet edip, istirahat etmesinitembihledikten sonra, kar şısına çıkan her  şeye, sanki ilk defa görüyormuş gibi dikkatle bakarak, tekkenin içinde gezinmeye başladı.

Haremi, selâmlığı, tevhidhaneyi dolaştı. Meydan odasına, derviş hücrelerine, mutfağa, kilere, kahve ocağına ve şeyh odasına, en son olarakda mûsikî odasına teker teker girip çıktı. Kitabeli dış kapının iki yanındakiçeşmelerden akan soğuk suyla yüzünü yıkadı. Her  şeye dokunmak, her şeyle helalleşmek ister gibi bir hali vardı.

Dolaşmaktan bîtap düşünce büyük kızı Züleyha'yı çağırdı yanına. Onabaktığında, annesine ne çok benzediğini fark etti bir kez daha. Züleyha'nınkömür gibi siyah gözleri, omuzlar ına dökülen siyah dalgalı saçlar ı, boyu poşu,

endamı, tıpkı annesine benziyordu. Şeyh Mehmed Mühür Efendi derin bir acı duydu yüreğinde. Hayat arkadaşını yitirdikten sonra dünyadan elini eteğiniçekip, her şeye ve herkese gönlünü kapadığı günler, seneler boyu kızlar ıyla hiçilgilenmediği için sonradan çok pişman olmuştu. Züleyha bütün bu zamanzarf ında kardeşlerine tekbaşma kolkanat germiş, analık etmişti. Bu sebeptenbüyük kızma hem çok güvenir, hem de onu her görüşünde içinin sızlamasınamâni olamazdı.

Baba kız, bir müddet hiç ses çıkarmadan kar şılıklı oturup, batan güneşinson şulelerini birbirlerinin yüzlerinde seyrettiler. Züleyha'nın gördüğü güneş,yorgun ve endişeli ve ihtiyardı. Şeyhin gördüğü güneş, inatçı ve umutlu vegençti.

Güneş battığında aynı  şeyi, karanlığı gördüler birbirlerinin yüzlerinde. Ozaman şeyh, tekkelerin de tıpkı insanlar gibi yaşlanıp ölebi-leceklerini ve tıpkı 

insanlar gibi toprağa kar ıştıktan sonra yeniden fi-lizlenebileceklerini anlattı kızma. Hezarpâre Horoz Baba tekkesinin de ilânihâye ayakta kalamayacağını söylerken boğazına bir yumru oturdu. Züleyha, babasının her söylediğini, adetaküçük bir çocuğu teselli eder gibi şeflcatle, sıcacık gülümseyerek dinledi. İri iriaçılmıştı gözleri.

"Haktan gelen haktır Züleyha," dedi şeyh. Dedi ama kızının ismini söylerkensesi titredi; ağlamaklı oldu. Züleyha ses çıkarmadan odadan çıktı. Kapıyı kapattığında dizlerinin üstüne düşerek ağlamaya başladı.

Kendini toparlayıp ayağa kalktığında kuzgunî saçlar ının yar ısı ağarmıştı; bir yanı lime lime dökülürken, bir yanı hâlâ dimdik durmaktaydı.Şeyh MehmedMühür Efendi, Züleyha ile konuşması bittiğinde kitap odasına çıktı. Minekârî kutudaki kitabı ipek bir  şala sar ıp Cenaze Mustafa'ya teslim etti. CenazeMustafa şeyhin emanetini üç kere öpüp başına koyduktan sonra, gömleğinin

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 71: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 71/119

içine yerleştirdi. Tek kelime konuşmadan birbirlerine baktılar.Sadece susup,bakıştılar. Söylenecek söz yoktu.

O gittikten sonra şeyh, boşalan minekârî kutunun içerisine başka bir kitapyerleştirdi. Minekârî kutuyu almalar ına mâni olamayacağını biliyordu; amakutunun içinden aradıklar ı kitap çıkmayacaktı. Gülümsedi; ve ilk defa,günlerden gecelerden beri ilk defa, rahat ve huzurlu bir uyku uyumak üzere

odasına çekildi.Şeyh Mehmed Mühür Efendi o gece rüyasında Hezarpâre Horoz Baha'yı gürdü. Birlikte İstanbul'un üzerinden uçtular. Evleri, sokaklar ı, mahalleleri geridebırakıp da denize vardıklar ında, aşağıda kocaman bir gemi gördüler. Çil çilaltınlarla, mücevherlerle tıkabasa dolu olan gemide yüzleri görünmeyenadamlar oradan oraya koşturmaktaydı. Birden adamlardan biri onlar ı fark etti;fark eder fark etmez de, bir taraftan arkadaşlar ına haber verirken bir taraftan danişan aldı. Ucu ateşli ok Hezarpâre Horoz Baha'nın yüreğine saplandı. Gemide-kiler ateşli okun isabet ettiğini görüp sevindiler. İçlerinden biri, onun daha çabuktutuşması için direğe çıkıp, yukar ıya üflemeye koyuldu.

Hezarpâre Horoz Baba bir ateş topu gibi döne döne direkteki adamın üstünedüştüğünde, o da yanmaya başladı. İşte o zaman hâlâ yukar ıda kanat çırpanşeyh adamın yüzünü gördü. Mısırlı İbrahim Efen-di'ydi bu. Yanıyordu.

Şeyh Mehmet Mühür Efendi korkuyla gözlerini açtı. Terden sır ılsıklamolmuştu. Bulunduğu odanm kapısından içeri süzülen dumanlar rüya ile hakikatibirbirinden ayırmasını güçleştiriyordu. Toparlandı ve ayağa f ırladı. Tekkedeyangın çıkmıştı.

Hızla büyüyüp, tekkedeki kitaplar ı, mûsikî aletlerini birer ikişer teslim alanyangın, Defterdar Celal mahallesine de sıçradı.

Herkes yangını söndürmeye çalışırken Lodos Lütfü, elinde minekârî kutuylabir köşede beklemekteydi. Çok geçmeden beklediği kadın alı al moru mor bir telaşla geldi. Genç kadın minekârî kutuyu. Lodos Lütfü kedilerini taşıyan sepetikucaklayıp, ters istikametlere doğru yürüdüler.

Sepetin içine sıkıştıklar ında hem kendi kuyruğunu hem de anne-sininkiniyakalamayı başaran Fitil, "lodosun gözü yaşlı olurmuş" diye miyavladı. LodosLütfü sevinçle başını sallayıp ona hak verdi: "He ya; yaşlı olurmuş!"

Hezarpare Horoz Baba tekkesinden geriye kan kırmızısı bir horoz tüyükaldı.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 72: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 72/119

 

RİNDÂNE

Itır gülün sesi,ışık sonsuzun.konuşur karanlıklarda.Cemil Meriç 

Emsalinur, minekârî kutuyu bakır sininin üzerine koyduktan sonra, iki adımgeri çekilerek, sessizce mükâfatını beklemeye koyuldu. Arada bir gözlerinikaldır ıp, kar şısında oturan adamın suratını kaplayan memnuniyet ifadesinebakıyordu. Değmişti işte; bunca korkuya, bunca yürek çarpıntısına değmişti.Adam gülümseyerek Emsalinur'a baktı. Öyle methedilebilecek kadar ahım şahımbir güzelliği yoktu bu kadının; onun, gönlünde taht kurmasına sebep güzelliğideğil mizacıydı. Birbirlerine ne çok benzediklerini daha ilk günden anlamışlardı.Adam, onun tamahkârlığında, kurnazlığında, yoluna çıkanlar ı birer birer ezişinde

kendini görmüş; dişisini bulmuştu.Sonunda adam ayağa kalkıp gözde cariyesininuzun, ince boynuna, söz verdiği gerdanlığı taktı. Ziynet ve debdebeye pekmeraklı olan Emsalinur, gerdanlığın büyüsüne öylesine kaptırmıştı ki kendini.Mısırlı  İbrahim Efendi'nin minekârî kutuyu alarak odadan çıktığım fark etmedibile.

Mısırlı  İbrahim Efendi kolunun altında minekârî kutu, aheste ahesteyürüyerek. Melek Murat Paşa mahallesinin Kadayıf sokağına daldı. Bu sokak,adı üstünde, kadayıflar ı ile meşhurdu. Sıra sıra dizilmiş dükkânlardan kaymaklı,yassı, f ıstıklı, yufkalı, tel kadayıf kokular ı yükseliyordu. Orada burada öbekleşeninsanlar, dün gece Defterdar Celal mahallesini yakıp kül eden yangını konuşuyorlardı. Mısırlı İbrahim Efendi bu konuşmalara kulak kabartıp gülümsedi.Buraya kadar gelmişken bir kadayıf yemeden geçmemeye, yerken de dükkândakonuşulanlar ı dinlemeye karar verdi. Kitabı yerine teslim etmeden evvel

şuracıkta biraz oyalanmasında hiçbir sakınca yoktu. Gözüne kestirdiği bir kadayıf dükkânına girmek üzereyken, birkaç adım öte¬den geçen saçsız, sakalsız,tepeden tırnağa simsiyah giyinmiş bir der¬viş dikkatini çekti. Bugün cömertliğiüstündeydi Mısırlı İbrahim Efendi'nin. Dervişe yaklaşıp, elindeki keşküle bir altınf ırlattı. Umduğunun aksine, derviş, minnetle bakıp teşekkür etmek şöyle dursun,başını kaldırmadı bile.

Mısırlı  İbrahim Efendi'nin keşkülüne para bıraktığı saçsız, sakalsız, tepedentırnağa siyahlar giyinmiş derviş Pinhan'dan başkası değildi. Şimdi kaskatı durmuş, sabit gözlerle elindeki keşküle bakıyordu.

Şehr-i İstanbul'a vardıktan sonraki ilk haftalar ını gördüğü her şeye derin bir şaşkınlıkla bakarak geçirmişti. İlk günler, âlem-i vücudun bu kadar büyük, bukadar tantanalı oluşuna hayret etmişti. Bazen gezgin dervişleri ağırlayantekkelerde, zaviyelerde, dergâhlarda konaklamış; bazen de hamamlar ınkülhanlar ına sığınmıştı. Ama ekseriya, sokaklarda dolaşarak gözüne kestirdiği

bir köşede kıvr ılıp uyumuştu. O sıralarda yaz mevsimi devam etmekteolduğundan geceleri üşümeden geçirmişti. Havalar soğumaya başlayalı beritekkelere daha sık uğrar olmuştu. Gene de bir yerde bir geceden fazla kalmıyor,aynı yastığa iki kez baş koymuyordu. Uzun müddet kaldığı tek yer Üsküdar'dakiHırpani Baba tekkesi olmuştu. Elinde taşıdığı keşkülü de burada tanışıp,ahbaplık kurduğu bir Kalenderi dervişinden almıştı.

Hırpani Baba tekkesinde, ihtiyaçlar ı kar şılamak üzere kırkbir Kalenderi dervişisıra ile dilenmekte idi. Pinhan bir müddet, kendisi gibi gezgin dervişlerin penâhı olan bu tekkede kalmıştı. Buradaki dervişler fakr ve tecerrüd esası gereğinefislerinin hâkimiyetine bir son verebilmek için dilenmeyi erkandan kabulediyorlardı. Öteki insanlarsa, onlar ı hem meczup, hem de evliya olarakgörüyorlardı. Pinhan, Hırpani Baba tekkesindeki dervişlerin arasına kar ışıp, onlar gibi yalın ayak, baş açık, elinde keşkül, belinde zillerle dolaşmaya başladığında

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 73: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 73/119

şehirlilerin ikibaşlılıklar ına yakından tanık olmuştu. Onlar, bu hırpani dervişlerehem kınayarak hem saygıyla, hem korku duyarak hem de meraklayaklaşmaktaydılar. Suratını buruşturup zemmederek bakan biri birdenbirehürmet göstermeye; adeta kötü bir hastalığın kendisine sirayet etmesindenkorkar gibi uzak duran biri ise birdenbire yaklaşıp keramet beklemeyebaşlayabiliyordu. Ne var ki, hangi tarafa meylederlerse etsinler, bunu son derecemübalağalı bir şekilde yaptıklar ından, baktıklar ında görmüyor, dokunduklar ında

hissetmiyorlardı. Onlar ın nazar ında, babayani kıyafetle dilenen bu dervişler, kâhalçalıp kendilerinden daha hakir, kâh yükselip kendilerinden daha büyükol¬maktaydılar. Hal böyle olunca da hiçbir zaman bu dervişlerle aynı topraklan,aynı su ve hava ve ateşten yoğrulduklar ını görmeye yanaşmıyorlardı.

Pinhan, Hırpani Baba tekkesinden ve orada edindiği dostlardan ayr ıldıktansonra keşkülünü bırakmamıştı. Şimdi Kadayıf sokağında donakalıp bu keşkülesabit gözlerle bakmasına sebep, daha dün sabah yaşadığı ve bugün verilenaltınla tekrar hatırladığı bir hadiseydi.

Dün sabah, bir kadın, ne denli genç olduğu gözlerinden okunan bir kadınayaklar ına kapanmıştı Pinhan'ın. Hıçkır ıklar arasında küçük kızının ne denlihasta olduğunu ve eğer onu iyi ederse sadece çaresiz bir ananın hayır dualar ını değil, bütün malını mülkünü de alabileceği¬ni söylemişti. Konuşurken Pinhan'ınayaklar ına sar ılarak onun kıpır¬damasına mâni olmuş; ve bir anlık boşluktan

istifade ederek onu evi¬ne kadar sürüklemeyi başarmıştı.Ev, tek katlı, izbe bir yerdi; her taraf ı dökülüyordu.Pinhan, içeri girdiğinde, evvela hiçbir  şey görememiş; bir müddet sonra,

gözleri karanlığa alıştığındaysa bir kedi yavrusu gibi büzülmüş minicik bir vücudukar şısında buluvermişti. Genç kadın o tüy gibi ha¬fif vücudu kaldır ıp, bir kilim gibiPinhan'ın ayaklar ına sermiş ve keramet beklemişti. Kehribar benizli hasta kızçocuğu, renkleri solmuş, saçaklar ı dökülmüş kilim, minik kedi yavrusu oracıktatortop olup, bir topaç gibi dönerken, Pinhan'ın gözleri kararmış, dizleri titremişti.Ve kadının yalvar ıp yakaran gözlerinin içine bakarak elden bir  şeygelmeyeceğini, bu derde deva veremeyeceğini lâkin Allah'tan umutkesilmeyeceğini söylerken, kendi sesine tahammül edememişti.

Kadın gülmüştü. Sadece gülmüştü. Kulaklar ı tırmalayan korkunç kahkahalar atarak, gözlerinde delilik par ıltılanyla gülmüştü.

Pinhan kaçmıştı. Sadece kaçmıştı. Arkasına bakmadan, dizlerin¬de hal

kalmayıncaya kadar koşarak ve her adımda o tiz kahkahalar ı geride bırakmayı ümit ederek kaçmıştı.

İşte o vakit elinde tuttuğu keşkül taş gibi ağırlaşmıştı.Bu hadise Pinhan'ın üzerinde müthiş bir tesir bırakmıştı. Topacın son hızla

dönüşü ve annenin vahşi kahkahalar ı, derisine işlemişti. Her an, her dakika,birilerinin çıkıp da ondan keramet beklemelerinden, yardım dilenmelerindenkorkuyordu. Olduğundan daha hakir görülmekten değil, olduğundan daha büyükgörülmekten korkuyordu. İşte Kadayıf sokağında keşküle bırakılan ışıltılı altın bukorkuyu bir kez daha yüzüne vurmuştu. Keşkülün içinde genç annenin vahşibakışla¬r ını görüyordu. Karar ını verdi; altına elini sürmeden keşkülü bir çeşmenin başına bıraktı.

Kadayıf sokağından çıktı.İnciyi görmeye, ona dokunmaya o kadar çok ihtiyaç duyuyordu ki, hiç

düşünmeden, boynunda taşıdığı keseyi yırtarak, Dürri Baha'nın hediyesinigünışığına çıkardı. Onunla dertleşmek, ona akıl danışmaktı tek arzusu. Ne var ki,o esnada oradan geçmekte olan ve günlerdir kazınan midesini avutmak için her şeyi göze almış bulunan Kayserili Kavanoz Bekir, f ındık iriliğindeki inciyi farketmekte hiç gecikmedi. Atılıp bir hamlede dervişin elindeki inciyi alıp, hızla sıvıştı.Pinhan daha ne olup bittiğini bile anlayamamıştı. Toparlanır toparlanmaz adamınpeşine düştü.

Kayserili Kavanoz Bekir kaçmadı; Pinhan kovalamadı. Aynı istikamete doğruyürüyen iki insan gibi peşpeşe kaydılar sokaklarda; ta ki o kahvehaneye varanadeğin.

Yabani sarmaşıklar ın çevrelediği sokak kapısının üzerinde, neredeyse bir insan başı büyüklüğünde, etraf ı süslemeli, yaldızlı bir fincan asılıydı. İşte bufincan. Hüner Kahvehanesinin alâmet-i fârikasıy-dı. Burada her gün ateşbazlar,

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 74: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 74/119

yumurtabazlar, çenberbazlar, şişebazlar, maymunbazlar, yılanbazlar, taklabazlar ve hayalbazlar marifetlerini sergilerlerdi.

Pinhan, Kayserili Kavanoz Bekir'in peşinden Hüner Kahvehane¬sinegirdiğinde yılanbazın sırasıydı. İçeriye adımını atar atmaz yılanın gözleriylekar şılaştı; som yeşil, par ıltılı, bî-perva gözler. Buraya ne için geldiğini unutarak,alçak, hasır taburelerden birine ilişip sey¬retmeye başladı. Yılanın acısını görmüş, o acıyı içinde hissetmişti.

Yılanbaz sırasını savıp, orta yere meddah çıktığında Pinhan birden kendinegeldi. Kahvehanenin her taraf ına, buradaki herkesin suratına teker teker baktı;ama anlaşılan Kayserili Kavanoz Bekir çoktan gitmişti. Pinhan umudunu yitiripkahvehaneden ayr ılırken, elindetuttuğu ve kılıktan kılığa soktuğu mendille terinisilen meddah, ilk hi¬kâyenin sonuna varmıştı: "Meşhur darbımeseldi: iyilik edeniyilik, kötülük edense kötülük bulurdu."

Ertesi gün, inciyi çalan adamı bulmayı umarak tekrar geldi. Bulamadı. Ondansonraki günler ayaklar ı onu hep Hüner Kahvehanesine sürükledi. Kahveci, bugenç, tüysüz, sakalsız dervişin neden her Allah'ın günü geldiğine bir anlamveremedi ilk başlarda; daha sonra, onu buranın demirbaşı olarak kanıksadı.Pinhan da giderek alışmaktaydı bu mekâna. Ama onu buraya sürükleyen şey,inciyi bulma umudu olduğu kadar, yılanın gözleriydi. Yılanbazın sırasını hiçkaçırmıyor; gözlerini ondan ve yılandan ayırmadan soluğunu tutup seyrediyordu.

Yılanın gözleri, mânâsını çözemediği bir şeyler anlatıyordu. Öyle ki Pinhan, hembu dili anlayabilmek için delice bir heves duyuyor, hem de anlamaktan ürküp, bumuğlaklıkta biraz olsun ferahlıyordu.

Yılanın gözleri...Som yeşil, par ıltılı, bî-perva gözleri...Bir gün yılanbazı seyrettikten sonra kahvehanede daha fazla du¬ramayıp,

kapıya yöneldiğinde Kayserili Kavanoz Bekir'le burun bu¬runa geldi. Öncetanımadı onu; çünkü kafasında hâlâ yılanın gözleri vardı. Bu sefer çokyaklaşmıştı; yılanın gözleriyle arasında sadece bir arpa boyu yol kalmıştı. Sonra,birden başını yerden kaldır ıp, kar şısın¬daki tıknaz, şişman adama baktı ve tanıdı onu. Ani bir hiddetle yaka¬sına yapıştı. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, nedenve nasıl böyle hareket ettiğini sonradan düşünebilirdi ancak. Şimdi tek istediği buadamı elinden kaçırmamak ve inciyi geri almaktı.

"İnciyi geri ver!" diye bağırdı.

Adam şaşkınlığını üzerinden atıp, yılışık bir sır ıtışla ona baktı. Pinhandiklendi; hayatında ilk kez bir arslan gibi kükrerken sesinin tehditkârlığına en çokkendi şaşırdı. Ondaki bu kararlılığı adam da görmüş olmalı ki, üslubunudeğiştirdi.

"Kızma be derviş. Ben ne bilirim senin gibi çetin cevize çattığı¬mı. İnci bendedeğil artık. Sattım onu, bizim gibilerinde durur mu öy¬le kıymetii şeyler? Kamımı doyurdu, gönlümü hoş tuttu senin incin."

Pinhan yeni bir öfke dalgasıyla zangır zangır titrerken, işlerin sar¬pa sardığını gören adam, paçası ne vakit sıkışıverse hızla işlemeye başlayan aklını çalıştırdı.

"Dur hele. Sattık dedikse yabancıya değil. Senin inci yakın bir ar-kadaşımdadır. Onda para çok. Lâkin pintidir biraz. Ucuz bahaya aldı. Madem bukadar mühimdir, gider konuşuruz. Sen de bir yolunu bulur geri alırsın. Bençekilirim aradan. Bundan fazlasını da yapamam bilesin," dedi. Konuşurkenboncuk boncuk terlemişti.

Bu sözleri işitince biraz olsun yatışan Pinhan, Kayserili Kavanoz Bekir'inteklifini kabul etmekten başka yol bulamadı. Ama bu sefer onu elindenkaçırmamak için, adamın her hareketini kolluyordu. Beraber, Mısır Çar şısı'nmyanından uzanan bir yokuşu çıkıp, Kapalıçar-şı istikametine yöneldiler. Hüner Kahvehanesi çok geride kalmıştı. Bölük pörçük bir rüyaya, bulanık bir hatırayadönüşüyordu attıklar ı her adımda.

Birbirine pek benzeyen daracık ve tenha sokaklardan geçip, en nihayetindeharap bir evin önüne geldiklerinde, Kayserili Kavanoz Bekir iki elinin ortasınaüfleyip, kuş sesi çıkartarak işaret verdi. Kuş sesi karanlıkta eriyip giderken, ne bir ses ne bir kıpırtı vardı önünde dikildikleri evde. Derken, ağır ağır açılan kapıdangür saçlı bir baş uzandı.

İşte Pinhan, Cüce Cafer'in hanesi diye bilinen bu izbe mekâna böyleceadımını atmış oldu.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 75: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 75/119

Onlar ı kar şılayan delikanlı, tek kelime etmeden önlerine düşüp yol gösterdi.Genç olmasına gençti, ama gözleri,nin altındaki torbalar, omuzlar ınınçökmüşlüğü ve suratmdaki meyus ifade onu çok daha yaşlı gösteriyordu. Oğlan,bir kapının önüne geldiğinde kapıyı açıp onlar ı içeri aldı. Pinhan inciyeyaklaşmanın sevinciyle, Kayserili Ka¬vanoz Bekir'in önüne geçip, içeri daldı.

İçerde, yere serilmiş şilteler ve şiltelerin üzerine yayılmış, ken¬dinden geçmiş insanlar vardı. Oraya buraya f ırlatılmış kırpıntı min¬derler ortalığı dağıtmaktan

başka işe yaramıyordu. Odanın ortasında ise, kenarlar ı ayak dayamaktaneğrilmiş, üzerinde karanfilli, tarçınlı yeşil çay kaynayan bir mangal duruyordu.Konuşmak şöyle dursun kimsenin kıpırdadığı dahi yoktu. Buradaki herkes, her şey donmakta karar kılmıştı sanki. Odanın her köşesine yayılmış tütün dumanı bile hiç kıpırtısız, hiç telaşsız öylece durmaktaydı. Pinhan buradan bir an evvelkurtulma arzusuyla yürümeye devam edip, yan taraftaki odaya geçti.

Bu oda da, en az bir önceki kadar loş, havasız ve kasvetli idi. Ama

buranın dört duvar ı, içleri doldurulmuş kuşlar taşıyan, yere yakın ça¬kılmış raflarla çevrilmişti; yan yana dizilmiş, ölü kuşlar. Turnalar, sülünler, keklikler,yaban kazlar ı, ördekler, karatavuklar, bıldırcınlar, kılkuyruklar, çakırlar,balabanlar, atmacalar, karagözler, sungurlar, zağnoslar, tuştulunlar, şahinler vedoğanlar, korkunç bir hadiseye tanık olarak canverdiklerini göstermek istercesine

gözlerini faltaşı gibi açmışlardı. Pinhan içi doldurulmuş kuşlara bakarken, onlar ınarasında Dürri Baba tekkesinin bahçesinde bıraktığı o füsunkâr kuşu görmektenkorktu. Üzerinde mavi şeritler ve şarabi lekeler taşıyan o siyahlı sar ılı gövdeninbu kuytu mekânın tozlu bir raf ında, içi doldurul¬muş bir halde kaskatı kesildiğinigörmeye tahammül edemezdi. Neyse ki korktuğu başına gelmemişti. O garipkuşun yolu buralara düşmemişti.

Pinhan öylesine dalmıştı ki, bir müddetten beri arkasında dikilen adamkonuşmaya başladığında, boş bulunup korkuyla sıçradı. "Kuş¬lar pek ürkek olur.Her şeyden, her sesten ödleri kopar," dedi boyu Pinhan'ın dizlerine varan adam.Ve omuz hizasına gelen raflara yaklaşıp, ölü bir kekliği okşayarak laf ını tamamladı. "Sayemde korku nedir bilmeyecekler bundan böyle."

Pinhan dikkatle adamı süzdü. Aslında, küçücük elleri ve ayaklar ıyla, kısacıkboyuyla, daha çok yaramaz bir çocuğa benziyordu. Yaşını eleveren tek şeykırmızı halelerle çevrilmiş kısık gözleriydi. Pinhan o gözlere bakarken, inciyi bu

adamdan geri almanın hiç de kolay olmayacağını anladı. Etraf ına bakınıpKayserili Kavanoz Bekir'i aradı. Ama anlaşılan o çoktan çekip gitmişti; tıpkı Hüner Kahvehanesinin önünde söylediği gibi, ikisini buluşturduktan sonra aradançekilmişti. Pinhan bir başına kaldığını anladığında. Cüce Cafer'e hiçbir  şeydemeyip, ona kötü bir nazarla bakmakla iktifa etti. Ama doğuştan sürmelisimsiyah gözleriyle öyle bir bakışı vardı ki, kar şısındaki adama derdinianlatmakta uzun ve tumturaklı cümlelerden çok daha beliğ olmuştu.

Cüce Cafer, kendisine sert sert bakan bu suskun dervişten etkilen¬mişti.Onun bir sırr ı sakladığını daha ilk görüşte anlamış ve bu sırr ı keşfetmeninmerakıyla yanıp tutuşmaya başlamıştı. Bir taraftan dervişi utandırmak, sırr ını alıpsuratına f ırlatmak istiyor; bir taraftan da onun tüysüz yüzünde, doğuştan sürmeligözlerinde çoktan unuttuğu bir huzuru yakalıyor, değil onu üzmek tek bir lafladahi incitmeye kı-yamıyordu. Peşpeşe sıraladığı suallerle bu kapalı kutuyuaralamayaçalışıyor, ama her seferinde, inciyi alıp buradan bir an evvelçıkmaktan ötesini düşünmeyen Pinhan'ın kesik kesik cevaplar ıyla hüsranauğruyordu. Onun esas niyetini ve bu mekândan da, kendinden dehoşlanmadığını anlamıştı. Anlamıştı anlamasına da bu beklenmedik ziyaretçisinielinden kaçırmaya niyeti yoktu. Çünkü Cüce Cafer tanıştığı ve kaydadeğer bulduğu herkesle "boy uzatma" oyunu oynardı. Bu oyunda adımlar ını sinsiceatıp, laflar ını ustalıkla tartıp, kar şısındakinin hikâyesini, sırr ını, geçmişini çalar veposasını çıkardıktan sonra onu kaldır ıp bir kenara atardı. Oyun tamamlandığındabaşta boyu uzun olan kısalıp yere yapışmış, boyu kısa olan ise mâlik olduğubilgilerle beslenerek uzamış olurdu. Şimdi bu dervişle aynı oyunu oynamak içincanatıyordu. Bu sebepten ötürü, laf ne zaman dönüp dolaşıp inciye gelse bir yolunu bulup, araya başka laflar katarak Pinhan'ı hızla oradan uzaklaştır ıyordu.En nihayetinde baktı ki olmayacak, baktıki Pinhan inciyi dilinden düşürmeyecek,misafirine ikramda bulunmaya karar verdi.Sol yanağında irice bir ben olan, şehla

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 76: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 76/119

bir oğlan, gümüş bir tepsi içinde, üzüm tanesi iriliğinde macunlar getirdi. Pinhandaha evvel gördüğü oğlan gibi, bunun da vaktinden evvel çöktüğünü fark etti.Oğlan odadaki iki adamın önünde sırayla eğilerek, haşhaş tozu, tereyağ, bal,Hindistan cevizi ve envai çeşit baharattan terkip edilmiş macunlar ı ikram etti.Pinhan tiryak macununu ağzına aldığında, uzunca bir süre onun ekşi mi, tatlı mı yoksa acı mı olduğuna karar vermekte güçlük çekti. Sanki bütün tadlar ı bir aradabar ındır ıyordu bu macun.

Onu dilinin üstüne, kendini ise bir sermestlik denizine bıraktı. Tam da buesnada yan odadan içeriye sızan kahve kokusuna yakalandı. Bu koku, DulhaniHasan'ı getirmişti aklına. Burnunun direği sızladı; neredeyse ağladı ağlayacak.Bir tuhaf oldu içi. Şimdi Dürri Baba tekkesinde olmak varken, bu izbe mekânda,şu nursuz adamla ne işi vardı? Cüce Cafer macunlar ın tesirini göstermesinibekledi sabırla. Pinhan'ın suratına yayılan gülümseme vaktin tamam olduğunugösterdiğinde ona kendi hikâyesini anlatmaya başladı. Zira böylesine ağzısıkı birini başka türlü konuşturamayacağına, ondaki hikâyelere ancak kendihikâyelerini kullanarak kavuşabileceğine kanaat getirmişti. Onun nazar ında bir yılan gibiydi kar şısındaki derviş; ve tıpkı bir yılan gibi tatlı sözle, acı hikâyelerledeliğinden çıkacak, boy uzatma oyununda arz-ı endam edecekti.

"Kavanoz Bekir'in ağzında bakla ıslanmamış bugüne değin; Allah bilir neler 

dedi hakkımda. Çekemez beni çünkü itibar ım da var, param pulum da. Lâkinkimse bilmez buralara nasıl vardığımı, bir vakitler nasıl aç sefil dolandığımı.Sefaletim Semiz Halil nam bir paşanın konağına kapılanmamla son buldu.Konaktaki vazifemi sorarsan, maskaralık, soytar ılık etmekti. Tez zamandakaplım; anladım ki güldürürsem beni severler, severlerse karnım tok, sırtım pekolur. Muvaffak da oldum hani; pek sevdiler cücelerini. Keyfim de yerinde. Zamanzaman, bilhassa uzun kış gecelerinde kar şılar ına geçer türlü türlü hikâyeler anlatırdım. Hep gülerlerdi, ne anlatırsam anlatayım gülmek için dinlerler vegülerlerdi. Topunu birden boğasım gelirdi bazı bazı; ama biri hariç. O başkaydı.

"Paşanın bir kızı vardı; güzelliği dillere destan. Adı Nakş-ı Nigâr idi. Bilhassao pek severdi beni, yanından ayırmazdı. Sırf benim için en nadide kumaşlardanelbiseler diktirir, kendi elceğiziyle giydirirdi. Hatta hikâyelerimi daha rahatanlatabileyim diye marangoza gül ağacından bir sehpa hazırlatmıştı. Sehpanınüzerinde kuş tüyünden bir minder; yumuşacık. Oraya oturur, anlatırdım. Öyle

severdi beni. Severdi amma sanki bir oyuncağı sever gibi. Bense bir başkaseverdim onu. Rüyalar ıma girerdi geceleri. Utanır sıkılır, terlerdim. Uzun laf ınkısası körkütük âşıktım paşanın kızına. Canımı istese hiç tereddüt etmedençıkartıp verirdim."

Cüce Cafer burada susup, bir macun attı ağzına. Bir taraftan da gözucuylaPinhan'a bakıyordu. İşe yaramıştı işte. Nihayet, bu inatçı derviş inciden demvurmaktan caymış, onu dinliyordu. '

"Paşa nalet, meymenetsiz bir adam. İçine afyon konmuş kuru incirler yedirirdibana; bu merete böyle böyle alıştım. Evvela incirleri ağzıma tıkar, sonra benyalpalarken kar şıma geçip gülerdi. Bir sefe¬rinde ipin ucunu kaçırdı; zorla, yebabam ye. Ağırlaşmışım; gözümü açtığımda Nakş-ı Nigâr'ı buldum kar şımda.Başımdan ayr ılmamış; iyileşmem için dualar etmiş. Nasıl sevindim. Paşayakızmadım bile. Lâkin, artık ben de bu mereti arar olmuştum. Seneler böyle geçti.Nakş-ı Nigâr iyiden iyiye büyüdü serpildi. Baktığı yeri yakardı. Ben hep böylebodur kaldım onun kar şısında. Kederim hiç azalmadı. De-madem arttı. Gene deböyle yaşayıp giderdim velev ki bunlar olmasaydı. Bir bahar vakti sultanımhastalanıverdi. Yataklara düştü. Hekimler derdine çare bulamadılar. Gözleriminönünde eriyordu. Pembe çehresi sapsar ı kesilmişti. Konakta bir ölüm sessizliği,herkes üzgün,

Herkes perişan. Allah bilir ya, en çok da ben korkuyordum. Senelerdir kar şımda duran ve asla ilişemediğim o güzellik, eriyip gidiyordu. Her  şeyiyapmaya hazırdım iyileşmesi için. Her şeyi. Hekimler türlü türlü ilaç yazıp, bol bolfikir yürüttüler ama bir çare bulamadılar. Elimiz kolumuz bağlandı. O vakitNazikter Kalfa, paşanın zevceleri Peyves¬te Hanım'a bir kadın tavsiye etti. Kemgöze deva bilir diye. Ah, keşke tavsiye etmez olaydı. Neyse efendim, paşasevmez böyle şeyleri, nazarmış filan yok böyle itikatlar ı. İlim ve fennin

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 77: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 77/119

üstesinden gelemediği hiçbir husus olmadığına inanır ve maiyetindekilerin deböyle düşünmesini isterdi. Neyse efendim, hasıl-ı kelâm kalfa ile hanım kafakafaya verdiler. Paşayı işkillendirmeden, şu kadın hakkında malûmat topladılar.Adı Bedrenk Asiye idi. Akrep Arif mahallesinde yaşardı. Zaten o mahallede kulakhırsızı kocakar ılar ın olduğu herkesin malûmuydu. Onlar gökyüzünün ahvalinibilirdi. Bedrenk Asiye nâm kadına hemen haber salındı. Lâkin o kendini bilmezkulak asmadı. Gelmedi. Mahallemden bir adım harice çıkmam diye. Bunun

üzerine Peyveste Hanım ile Nazikter Kalfa yollara düşüp o kenar mahallesinegittiler. Yani o Bedrenk Asiye olacak kadının ayağına gittiler. Pek kıymetlihediyeler ve tatlı laflarla gittiler. İliği murdar kan inat etti. Ne hediyeleri kabul etti,ne de tatlı dile kulak astı. Nuh dedi de peygamber demedi. Kadının içi çıf ıtçar şısı derler; doğrudur. Bedrenk Asiye kaynar güğüm gibi içten pazarlıklı idi.Dedi ki hastayı evime getirin. Perisi pis kadın. Nasıl zora soktu bizi. Baktık kiçare yok. Nakş-ı Nigâr bir deri bir kemik... Çarnaçar, türlü dalaverelerle Paşaikna edildi. Biricik kızının temiz hava alıp toparlanması, felah bulması içinİstanbul dışına çıkartılması lâzım geldiği telkin edildi. Paşanın aklı yattı bu işe.Nazikter Kalfa ile ben, Nakş-ı Nigâr'a refakat edecektik. İşte böyle Akrep Arif mahallesine, o perisi pis kar ının evine vardık."

Pinhan, artık merakla, cankulağıyla dinlemekteydi Cüce Cafer'in hikâyesini.Arada bir gümüş tepsiler içinde yeni macunlar ikram edil¬diğinde, hiçbir ikramı 

geri çevirmiyordu."Allah için, iliği murdar kar ı pek iyi kar şıladı bizi. Odalar ımız daha evveldenhazırlanmıştı. Nakş-ı Nigâr ı ise en üst kata taşıdılar. Yanına varmamız katisurette yasaktı. O günler benim için tam bir azap kuyusu idi. Battıkça batmakta,düşündükçe çıldırmakta idim. Sevgili sultanım bu kenar mahallede ne idiğübelirsiz bir kadının elinde idi. Aynı mekânda idik, lâkin onun gül yüzünügöremiyor ne halde olduğunu bilemiyordum. Nazikter Kalfa da ben de BedrenkAsiye nâm kadının tüm arzular ına boyun eğiyor, çarnaçar susuyorduk. Akrep Arif mahallesine vardığımızın ikinci günü mahallenin altı kocakar ısı BedrenkAsiye'nin evine toplandılar. Topu birden üst kata çıkıp kapılan kapadılar. Kalfa ileben aşağıda kıvrandık durduk. Kalfanın derdi daha bir başkaydı elbet. O Nakş-ı Nigâr sultanımızın bu evden sağ çıkmaması halinde paşaya ne hesap vereceğinidüşünüyordu. Şimdi günahını almayayım kadının. O da pek severdi Nakş-ı Nigâr'ı. Amma kimse benim gibi sevemezdi onu. Benim hiçbir  şey umrumda

değildi; ne paşanın hiddeti, ne de konaktaki itibar ımı kaybetmek. Sultanımyaşasın, tek o yaşasın da ben ölmeye razıydım. Akrep Arif mahalle¬sindekaldığımız günler geceler boyu gözüme zerre uyku girmedi. Dolanıp durdum. Bir zaman sonra üst kattan tuhaf kokular ç ıkmaya başladı. Kesif, tuhaf kokular. Hoş desen hoş değil, amma nahoş desen o da değil. Kocakar ılar ın yukar ıda nedolaplar çevirdiğini merak da ediyorum. Bir gün dayanamadım. Süzüldüm yukar ı.Üst katta kokular daha bir keskin idi. Neredeyse nefes bile alamıyordum. Anahtar deliğinden baktım ama nafile. Bi şey göremedim. Kulağımı dayadım kapıya; nekonuştuklar ını işitemedim. Yüreğim küt küt atıyordu. Duyarlar diye korktum.Gerisin geri indim aşağı. Aşağıda bi ben, bi Nazikter Kalfa. Bazı bazı yabani otfilan taşıyan gençten biri uğruyordu eve. Adı Civan Ömer. Ah, her bi şeye osebep oldu zaar."

Cüce Cafer oynadığı oyuna kendini kaptırmış, hikâyeyi sanki sade kendisiiçin anlatmaya başlamıştı. İşte boy uzatma oyununun en tehlikeli kısmı dabuydu. Oynarken, oynadığını unutmak...

"Sana ne desem bilmem ki... Çektiğim azabı tarif edecek kelime bulamamzaten. Akrep Arif mahallesinde yedi gün yedi gece böyle geçti. Bu süre zarf ındakocakar ılar aşağıya hiç inmediler, kilitli kapılar hiç açılmadı, kesif kokular hiçeksik olmadı. Nazikter Kalfa olan-biteni kabullenmişti sanki. Bedrenk Asiye'ninmutfağına girip yemek yapmaya başlamıştı bile. Onu da suçlayamam elbet. O dayıllar yılı bu şekilde yaşamış, böyle görmüş. Eli iş tutmasa ölmekten bin beter olur.

"Yedinci gecenin sabahında kapı açıldı. Kocakar ılar birer ikişer aşağıyaindiler. Nalet kar ılar tek kelime etmeden çekip gittiler. Geride Bedrenk Asiyekalmıştı bir. Yalvardım yakardım bi şey söylesin diye ama mendebur kan tekkelime etmedi. Bana bakmadı bile. Derken merdivenlerin gıcırdadığını işittim.Başımı kaldır ıp baktım. Bir de ne göreyim... Sultanım, saz benizli sultanım

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 78: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 78/119

merdivenlerden aşağıya iniyor. Toparlanmış; kollar ına kuvvet, yanaklar ına renkgelmiş. Nasıl sevindim. Yüreğim kafesine sığmıyordu, uçtu uçacak. Heyecandanelim ayağıma dolaştı; dilim lâl oldu. Koştum ellerine sar ıldım. Lâkin bana bir tuhaf baktı. Sanki uykuda idi. Büyülenmişti adeta. Çok korktum.Büyülenmesinden ziyade beni unutmasından, aklından çıkarmasından korktum.Sultanım merdivenlerden indi. Ruh gibi ağır ağır, donuk gözlerle etraf ınabakarak. Sonra kuyulardan konuşarak 'üşüdüm' dedi., Sesi öyle garipti ki, onun

sesi değildi. Yemin billah değildi. Ben sultanımın sesini tanımam mı? Yine deolsun varsın, ayağa kalkmıştı ya. Tek derdim bana sanlmaması. 'Korkma gayr ı,bak iyi oldum,' dememesi. Oysa ben hep bunu hayal etmiş idim. O esnada kapı çalındı. Baktım Civan Ömer gelmiş. Her zamanki gibi fiyakalı bıyıklar ı, boy posdesen mevzun. İşte ne olduysa o vakit oldu. Sultanım başını kaldırdı, CivanÖmer'i gördü. Civan Ömer başını kaldırdı, içeri bakıp dosdoğru sultanımı gördü.Birbirlerine öyle bir bakışlar ı vardı ki atılıp mâni olmak, sultanımı kolundan çekipevine geri götürmek istedim. Onu bu melun mahalleden koparmak istedim amaelimden hiç bi şey gelmedi. Öyle kalakaldım. Sultanımın fersiz donuk gözleri kor kor alevler gibi parlamaya başladı. İşte her bi şey böyle başladı. Sultanımıngönlü Civan Ömer'e aktı. Nazikler Kalfa ile hemencecik toparlandık. Kapıpsultanımızı eve döndük. Paşa da hanımım da bayram ettiler biricik kızlar ını ayakla görünce. Lâkin onun yüreğinde yanan ateşi bi ben biliyordum. O ateş en

çok beni yakıyordu. Sen bunu bildin mi Pinhan? Sevdiğin, sevdiceğin gözününönünde başkasına sevdalanır... hiç bi şey gelmez elinden... bu nasıl bir azaptır bildin mi?"

Pinhan bu suale bir cevap veremedi. Hata etmişçesine hicapla kızararakbaşını eğdi. Hayır, bilememişti bunun nasıl bir azap olduğunu.

"Sultanım karasevdaya tutuldu. Lâkin Akrep Arif mahalleliler zinhar kendimahallelerinin haricinden kız almazlardı. Şu garip dünyanın işine bi bak hele.Koskoca bi paşanın kızı, dünyalar güzeli Nakş-ı Nigâr sultanım istemiş de bitlimahallenin kenar delikanlısı istememiş. Paşa bile razıydı tek kızı mesud olsundiye. Olmadı işte. Melun mahalle ayak diredi. Nakş-ı Nigâr bi sabah topladı bizibaşına. Tek tek helalleşti hepimizle. Bir buse kondurdu yanağıma; dudaklar ı buzgibi... Anladım ki gidiyor sultanım. Son nefesinde dedi ki bir hamam yaptır ın omahalleye. Adına lâyık bir hamam. Göçtü gitti işte. Ben de ayr ıldım konaktan.Kalır mıyım artık oralarda? Dedim kendi kendime, maskaralık, soytar ılık yok

artık. Kimselere kulluk etmek yok. Zamanla itibar ım arttı, param pulum arttı. Amane fayda, sultanım olmadıktan sonra. Pinti derler bana. Pintilikten değil,sultanım..."

Cüce Cafer laf ını tamamlayamadan Pinhan ayağa kalktı. Ayaklar ı dolanıyor,başı dönüyordu. Bir iki adım atıp, yere yığılırken "in-ci" diyebildi. Sızdı. O vakitCüce Cafer anladı ki yılan deliğinden çıkmıyor; en tatlı lakırdıya, en acı hikâyeyedahi tav olmuyor. Bu fikir daha da heyecanlandırdı onu. Dervişin üzerini örterkenonun tüysüz, kılsız suratını seyretti uzun uzun. O surattaki korkutucu güzelliğe, ogüzellikteki eldeğmemiş sırra takıldı kaldı.

Ürperdi.Sonra, kuşağında taşıdığı inciyi çıkartıp, raflardan birinde duran bir balabanın

sol gözüne yerleştirdi. Ölü kuş canlanır gibi oldu. Sessizce bakıştılar.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 79: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 79/119

PEYMANE

Ve O'na baktım ve ruhum titredi;çok güzeldi.Bedeni tekildi

ve sanki her bir uzvu,diğerini seviyordu.Halil Cibran 

Uyandığında güneş tepedeydi. Gözlerini kırpıştır ıp, etraf ına bakınırken,nerede olduğunu çıkarmaya çalıştı. Bunun için fazla uğraşmasına lüzumkalmadı; zira ortalığa yayılan kesif koku, evvelki geceyi fazlasıyla hatırlattı. Şimdiburadan çıkıp gitmeli ve bir daha buraya adımını almamalıydı. Ne var ki inciyihâlâ geri alamamıştı. Dürri Ba¬ha'nın hediyesi hâlâ Cüce Cafer'in elindeydi.

Gene de içinden bir ses, hemen şimdi buradan çıkıp gitmeyişinin teksebebinin inciyi geri almak olmadığını muzipçe f ısıldamaktaydı. Bu izbe, köhnemekân; bu düşkün, bî-edep insanlar; bu kesif, nahoş koku, daha evvel hiç

bilmediği ve şimdi delicesine merak ettiği bambaşka bir âleme kapı açmaktaydılar. Kapının ardında neler olduğunu görmek istiyordu. Peki, buâlemin bir parçası olmadan sade görmek, görmekle yetinmek ve o bir adımlıkmesafeyi ilelebed muhafaza etmek mümkün müydü? İçini kemiren bu sualisusturabilmek için inciyi alır almaz çekip gideceğine kendi kendine söz verdi. Omuzip ses yatışır gibi oldu.

Pinhan bunlar ı düşünürken odanın kapısı açıldı. Cüce Cafer içeri¬ye girdi.Arkasından, yüzlerini örtmeye lüzum görmeyen iki genç kadın odaya girip,kahvaltı sofrasını kurdular. Sininin üstünü çeşit çeşit reçel ile donattılar; portakal,incir, gül, çilek ve erik reçelleri yan yana dizildiler. Pinhan, bu kad ınlar ı dahaönce görmeyişine şaşırdı. İki kadın da geldikleri gibi çarçabuk odadan ç ıkarakkayboldular. Bu esnada Cüce Cafer, Pinhan'ın kadınlara nasıl dikkatle baktığını görmüş, kendince takılmadan edememişti. "Oynaşı peşinde rastığı kaşındadır böylesinin. Şahin sinek avlamaz!" Bu laflardaki kinaye Pinhan'ın kızmasına ve

cüceye zerre kadar ısınamadığını görmesine yetti de arttı bile. İkisinin de aksiliğiüstünde olduğundan, tek kelime etmeden kahvaltılar ını bitirdiler. Pinhan birkaçlokmadan sonra tıkanırken. Cüce Cafer reçel tabaklar ını sıyırmadan sofradankalkmadı.

Öğleden sonra Cevahir Bedesteni'nde dolaştılar. Pinhan burada faaliyetgösteren mücevhercilerden, billurculardan, sedefçilerden ya¬hut kutuculardanherhangi birinin inciye uzanan yol olduğunu sana¬rak Cüce Cafer'in peşindenayr ılmadı. Ama uğradıklar ı her dükkânda Cüce Cafer'in dükkân sahibiyle gizligizli f ısıldaştığını ve bu f ısıldaşmalann neticesinde bazen bir kese ile dışar ı çıktığını gördüğünde, buraya geliş sebeplerinin inciyle alakası olmadığını anladı.

Her dükkânda Pinhan geride kalıp, satılan eşyalar ı inceliyordu. Nişabur firuzeleri, Arap mızraklar ı, Bahreyn incileri, Golkonda elmaslar ı, Afgan ve Hintşallar ı, Çin ve Rodos porselenleri, Venedik kristalleri; at başlar ına mahsustombak zereleri, Arnavut tabancalar ı, cellat palalar ı, çerkez ve kazak zırhlar ı,kabzalar ı mücevherli altın iş¬lemeli tüfekler, meşin kılıflı hançerler, İran KirmanKafkasya halılar ı, Van işi savatlı tabakalar... gözlerini kamaştırsa da, içlerindenhiçbiri¬nin incinin ışıltısını veremeyeceğinden emindi.

İnci emsalsizdi. Bütün bu kıymetli şeylerin aksine, o, ışığını ken¬di içindenalıyor, yılmadan dışar ıya veriyordu.

Dükkân dükkân gezmekten bir hayli yorgun düştüklerinde Cüce Cafer Pinhan'a dönüp,

"Bereketi bol oldu bugünün. Sefasını süreriz," dedi. Pinhan'ın bu sözlerden bir şey anlamadığını gördüğünde, "meyhane" diye ekledi "her derde devadır; insaniçince evdeki çopur kar ıyı sütlaç görürmüş!"

Meyhaneci Manol yer yer ağarmış, sanmtrak pala bıyıklar ını  şöyle bir burarak, meyhanenin azametli kapısından içeriye yavaş yavaş damlayanmüşterilerini kar şılamaya hazırlandı. İriyar ı, heybetli, güleç yüzlü bir adamdı.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 80: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 80/119

Page 81: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 81/119

sadece. Meyhanenin bir köşesinde de işret tezgâhı bulunuyordu. Ayakta birikitek atıp gidenler, yani tektekçiler için fasulye piyazı, lahana tur şusu, leblebikonmuştu küçük, çukur tabaklara. Bu pürvelvele meyhanenin salaş havasına hiçde yakışmayacak kadar iki dirhem bir çekirdek giyinmiş bazı kimse¬ler işrettezgâhında biriki kadeh yuvarlayıp, etraflar ına bakmadan çı¬kıp gidiyorlardı.Tezgâhın arkasında uzanan raflardaki çengellere rakı ibrikleri, şarap testileriasılmıştı. Pinhan etrafa iyice göz gezdirdiktensonra anladı ki, nereden bakılırsa

bakılsın meyhanedeki en itibarlı ve zengin sofra onlar ın önündeydi. Birbirindenlezzetli çiroz, piyaz, muska böreği, bumbar, çerkez tavuğu, kelle gömü pastırma,topatan kavunu, tatlı soğan garnili torik lakerdası ve balık pastırması iştahka¬bartıyordu. Lâkin bunca güzel yiyeceğe rağmen Cüce Cafer hâlâ ağzına netek lokma yemek, ne de bir damla içki koymuştu. Sofra şamdanının yanmasını bekliyordu sabırla.

Hava karar ıp da, dışar ının gölgeleri meyhanenin içine vurduğunda, bir ateş oğlanı teker teker sofra şamdanlar ım yakmaya başladı. Ufak tefek, sar ışın, inceyüzlü bir oğlandı. Küçük başını çevreleyen sapsar ı saçlar ı alnında kakül,şakaklar ında zülüf bırakıyordu. Nohudî, dökümlü gömleğinin kollar ını dirseklerinekadar sıvamıştı. Gömleğin arasından süt kadar beyaz, kılsız teni göz kırpıyordu.Gömleğin üstü¬ne kenarlar ı sırma işlemeli, önü çapraz kavuşan, parlakkadifeden şebreng bir yelek geçirmişti. Belinde uçlar ı püsküllü kırmızı bir kuşak;

altında da bol, kara bezden uzunca bir  şalvar vardı. Bu bol şalvar dahibacaklar ının inceliğini saklayamıyordu. Pinhan o ateşoğlanını görür görmez,gözlerini bir daha ondan ayıramadı.

Ayaklan çıplaktı; ayaklar ı küçüktü.Ayaklar ı yere basmıyor, adeta buz tutmuş bir yokuştan aşağı kayıyordu.Pinhan ona bakarken yüreğinin bekçi davulu gibi güm güm atmasına mâni

olamıyordu. Ateş oğlanının geçtiği her yer, onunla aydınlanıyor, ışığakavuşuyordu. O bu meyhanenin güneşi olmalıydı; ama dolunay kadar solgundu.Küçük, narin, kınalı parmaklar ında taşıdığı tılsımın aynmındaymış gibi, ağır ağır hareket ediyor, insanlar ın arasından, kimselere değmeden kayıp gidiyordu. Enson, saz heyetine yakınca kurulan sofraya doğru yaklaştı. Pinhan onun attığı her bir adı¬mın yankısını yüreğinde, ta derinlerde duyuyordu. Şimdiye değin, bir tekDürri Babanın mavi bulutlu gözlerini gördüğünde yaşamıştı böylesi bir f ırtınayı.

Ateş oğlanı sofralar ına yaklaştığında Cüce Cafer neşelendi. Nihayet vakt-i

kerahat gelmişti. Boyundan beklenmeyecek kadar gür bir sesle haykırdı: "gelhele Sakız Adalı; yak şu ateşi!"Oysa Pinhan içinden yalvarmaktaydı:"Sakın ola yaklaşma. Yakma bu ateşi!"

Ateşoğlanına gelince, o hiç acele etmiyordu. Sanki Cüce Cafer'in sözleri onadeğil de bir başkasına söylenmiş yahut hedefine isabet edemeden, başınınüstünden geçip gitmişti. Gene öyle sakin, gene öyle kayarcasına yaklaştı.Pinhan artık ondan yana bakamıyordu. Telaşla gözlerini kaçırdı.

Sakız Adalı ateşoğlanı saz heyetine yakın kurulan itibarlı sofranınmüşterilerine baktı. Birini gayet iyi tanıyordu. Ama ya öteki... Bu saçsız, sakalsız,tepeden tırnağa siyahlar giyinmiş dervişi daha evvel görmüşlüğü yoktu.Rüyalar ında bile. Ona bakarken ellerinin titremesine mâni olamadı. Sonrakendini toparlayıp sofra şamdanını yaktı. Mumun alevinde baktılar birbirlerine.Alevin bir taraf ında doğuştan sürmeli, iri, siyah gözler; alevin öbür taraf ındayemyeşil, uzun kirpikli gözler. Hiç kıpırdamadan, soluk dahi almadan birbirlerinebaktılar. Pinhan'ın gözleri "gör beni!" diye f ısıldadı. Fısıltı bir çığlık oldu;derinlerden kopan, beraberinde et ve kemik parçalan sürükleyen bir çığlık.

Ateşoğlanının yemyeşil gözlerinde bir hüzün,görmüşgeçirmişliğin nişanı saklıydı.Bu efsunu bozan, cücenin, ilk yudumu içtikten sonra çıkardığı müdhiş şapırtı 

oldu. Ateş oğlanı ancak o vakit, getirdiği şamdanın sol elinin serçe parmağını yaktığını fark etti. Canhavliyle geri sıçradı. Pinhan sağ eliyle sol elini tutup, kendiserçe parmağına baktı gayriihtiyari. Su toplamıştı parmağı; aynı anda, aynı yerden. Başını önüne eğdi. Değil konuşmaya, bakmaya dahi cesareti yoktu. Nicesonra, başını tekrar kaldırdığında, ateşoğlanım hiçbir yerde bulamadı. O vakitbütün bunlar ın bir rüya olduğuna inanmak istedi. Lâkin rüya bile olsa, sofra

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 82: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 82/119

şamdanının titrek alevi, onu zihninden çıkarmasına müsaade et¬memeyeyeminli görünüyordu.

Sofra şamdanlar ı yakıldıktan sonra ikisi Rum, biri Ermeni, biri de Kıpti,birbirinden güzel dört sâkî telaşla oradan oraya koşturmaya başladılar.Meyhaneci Manol emrinde çalışanlar ın güzel yüzlü olma¬sına bilhassa dikkatederdi. Bu sebepten ötürü cennet kaçkınlar ıyla, zümre-i hûbân'la doluydumeyhanesi. Hal böyle olunca da, eğer bu meyhane her zaman böyle lebalep

dolu ise, sade bulunduğu semtin değil, İstanbul'un en gözde meyhanelerindenbiri ise, bu şöhrette, ayva tüylü oğlanlar ın mehpâre çehrelerinin payı büyüktü.

Sakız Adalı ateşoğlanı, tekrar ortaya çıktı. Sofra şamdanlar ını yaktıktansonra, şimdi de müşterilerin çubuklar ına ateş götürüyordu. Pinhan gözleriniondan alamıyordu. Ona baktıkça daha çok bakmak, hep^bakmak istiyordu.Kendini bildi bileli her akşam sıkışan yüreği, bu akşam sıkışmak şöyle dursun,kanat takıp uçmaya hazırlanıyordu. Yüreği sanki ateşoğlanını görür görmeztekmil bendlerinden sıyr ıl¬mış, bir tüy gibi hafiflemişti.

Pinhan, gözlerini ateşoğlanınm her bir hareketine mıhlamışken, her kadehtebiraz daha efkârlanan Cüce Cafer'in aklı başka yerdeydi. Pinhan'ı buraya getiriş sebebi, onu evvela bol bol içirip, sonra da boy uzatma oyununa dahil edereksırr ını açmasını sağlamak iken, kendi dili çözülmüş ve Nakş-ı Nigâr'ı 

sayıklamaya başlamıştı. Pinhan'sa ar¬tık onu dinlemiyordu. Arada bir  şarabı dudaklar ına götürüp, o buruk tatla dudaklar ını  ıslatmakla yetinmesine rağmen,testi testi şarabı de¬virmiş gibi dönüyordu başı. Öyle ki ayağa kalksayürüyebileceğinden dahi emin değildi. Her  şeyi görüyor ama hiçbir  şeyhissetmiyordu. Sabah aklına takılan suali hatırladı; görüp de bir parçası olmamakmümkün mü? Mümkün olsa gerek; zira, işte bu ateşoğlanı bunu her nasılsabaşar ıyordu. Hem buradaydı, bu kalabalığın, uğultunun orta¬sında; hem deuzaklardaydı. Gözle görülüyor ama elle tutulmuyordu. Ne kim.seler onadeğiyordu, ne de o başkalar ına. Bir suret gibiydi.

Meyhaneci Manol orta kandili yakana değin hemen herkes çakır¬keyif olmuştu. Dört bir taraftan yükselen içli şarkılar, kâh küfürlere, kâh hıçkır ıklara,kâh kahkahalara kar ışıyordu. Herkes birbirine bir  şeyler anlatırken, kimseninkimseyi dinlediği yoktu. Ötede bir mest-i müdam başını yukar ı kaldırmış; sankiiçki, duman, küfür ve nağme dolu meyhane havasını değil de yıldızlar ı seyreder 

gibi keyifle yukar ı bakmaktaydı. Herkes onun nereye baktığını görüyor, ama negördü¬ğünü kimse kestiremiyordu. Gene de her ne ise gördüğü, muhakkak kigüzel bir şey olmalıydı. Yüzüne yayılıveren gülümseme bunu ispat ediyordu.

Meyhanede demlenenlerin ortak kanaati derd-i hicrana devabu¬lunmadığıydı. Madem ki devası yoktu bu illetin, demlenmeye devam edip,gam-ı kederi ferâmûş etmekten, şu fani dünyadan kâm almaktan başka tutar yololmadığı aşikârdı. Aşikârdı aşikâr olmasına da, Ramazan-ı  Şerif deyaklaşmaktaydı. Belki de bu sebepten ötürü, şu sayılı günlerde ne kadar çokiçersek kârdır fikrinden yola çıkarak, mütemadiyen içmekte; ve böylelikle,boşalan her kadehi gül renkli şarapla doldurmak için azami çaba sarfedensâkîleri kan ter içinde bırakmak¬taydılar.

En nihayetinde Meyhaneci Manol kapının üstündeki çıngırağı çaldı. Sankibunu gönülsüzce, hatta bir mecburiyetten ötürü yapar gibi bir hali vardı. Böyleyapmasa, misafirlerine ayıp edeceğini, onlar ı kovar gibi olacağını ve gönülkıracağını düşünüyordu. Oysa onun nazar ında meyhanede gönül kır ılmaz, gönülyapılırdı.

Çıngırak tek başına çalıyordu sanki. Çalıyor ve buyuruyordu.Ehl-i işret de meyhaneciye değil çıngırağa söyleniyordu. Gene de herkes

gayet iyi biliyordu çıngırağın ardında kimin olduğunu. Homurdananlardan bir kısmı çevik hareketlerle kapıyı tutup, meyhane¬nin sabaha kadar açık kalmasını buyurduklar ını, herkesin korkudan tir tir titreyerek bu emre boyun eğdiğini, günağarana değin bir şarap deryasında yüzdüklerini hayal ediyorlardı. Ama bu tatlı hayallerin tam ortasına bir kaya gibi düşüyordu Meyhaneci Manol'ün iri göbeği. Okayanın altında ezilmemek, bu mestane meclisten tardedilmemek için çıtçıkarmadan, ayaklar ını sürüye sürüye çıkıp gidiyorlardı meyhaneden.

Şüphesiz en çok homurdananlardan biri de Cüce Cafer idi. Dut gibiydi. ArtıkNakş-ı Nigâr'ın adını sayıklamayı bırakmış, derin derin iç çekerek salya sümük

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 83: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 83/119

Page 84: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 84/119

PURYARE

İster öldür, ister alKurtar beni pür-yâredenİşte gönlüm, işte senBen çıktım artık aradan

Süreyya Efendi 

Sininin üstündeki bakır kapta salkım salkım üzüm vardı; iri, siyah ve sulu.Pinhan gözlerini oraya mıhlamış, sıkıntılı bir bekleyişe tutsak olmuştu. Zamanzaman üzümlerden birini parmaklar ının arasında evirip çevirerek eziyor; ondanakan ılık suyu teninde gezdiriyordu. Gözlerini, bir an için dahi olsa üzümtanelerinden ayırmaya cesareti yoktu. Sanki Hüner Kahvehanesinde gördüğüyılanın, buralara kadar gelip. Karanfil Yorgaki'nin gözlerine çöreklenmesinden,zehirini akıtmak için f ırsat kollamasından korkuyordu. Karanfil Yorgaki... nihayetöğrenebilmişti ateşoğlanının ismini.

Ve şimdi. Karanfil Yorgaki'nin yemyeşil gözlerine bakmaya cesaretedemiyordu. Ama ne denli korksa da bu odadan ç ıkıp gidemiyor, Karanfil

Yorgaki'yi bir daha görmemeyi göze alamıyordu. Üstelik onu görmeyi kendisiistemiş ve bunun için Cüce Cafer'in suratına yayılan o yılışık sır ıtışakatlanmışken. Mümkün değil, çıkıp gidemezdi. Zaten değil adım atmak,kıpırdayamıyordu bile. Lüzumundan fazla afyon macununu peşpeşeyutmuşçasına mayışmış, külçe gibi ağırlaşmıştı. Bu haldeyken düşünemiyor,konuşamıyor ve güm güm atan yüreğine söz geçiremiyordu.

Karanfil Yorgaki'ye gelince, onun da aklı bir hayli kar ışmıştı. Öğleye doğruCüce Cafer'in gönderdiği haberi almış; o andan itibaren de heyecanına mâniolamamıştı. Demek dün akşam gördüğü, görüp de doğuştan sürmeli gözlerindengözlerini alamadığı derviş, kendisiyle bir araya gelmek istiyordu. Karanfil Yorgakioldum olası Cüce Cafer'den çekinir, korkardı. Şimdiye değin bu ufak adamın bintürlü habisliğine tanık olmuştu.

Gene de, bu akşam buraya gelmeye r ıza göstermesinin sebebi CüceCafer'den korkması değil, o tuhaf dervişi bir daha görmeyi arzulamasıydı.

Mecburiyet değildi onu buraya sürükleyen; öyle olsa bir bahane bulur, başındansavuştururdu bu belayı. Hem öyle olsa bu kadar heyecanlanmazdı, cüceninayarladığı bu kuytu evin arka bahçeye nazır geniş odasına var ıp da, o ürkekdervişi üzüm tanelerini ezerken bulduğunda.

Usulca içeri süzülüp, onu seyretmeye koyulmuştu. Ama vakit geçtiği haldederviş başını siniden kaldırmıyordu. Üzüm tanelerinin biri gidiyor, bir başkası geliyordu. İşte o zaman Karanfil Yorgaki, hem Pinhan'ın üzüm tanelerini ezişinemâni olmak hem de bu sıkıntılı bekleyişi tamamına erdirmek için, elini onun elininüstüne koydu. İkisinin de sol ellerinin serçe parmaklar ında hafif bir yanık izivardı. Parmaklar birbirine dokunduğunda, yaralar sızım sızım sızladı.

Karanfil Yorgaki esir düşen üzüm tanesini sıkıştığı yerden kurtardı. Sonraaniden ayağa kalktı. Odada yanan kandilleri teker teker söndürüp, geride sadecebirini bıraktı. Mumlar söndükçe, dumanlan iplik iplik tüttükçe, duvara aksedengölgeler de kademe kademe büyümüştü. Sonra Pinhan'ın başını duvardan yanaçevirdi. Pinhan'ın gözleri, Karanfil Yorgaki'nin duvardaki gölgesini yakalayıncayakadar da bu saçsız, kılsız başı bırakmadı. Bu sayede Pinhan, onu değil degölgesini görecekti. Karanfil Yorgaki'ye bakmadan onu temaşa edebilecekti.

Bu sayede, Pinhan, hem Karanfil Yorgaki'ye doya doya bakabilecek, hem deona bakmanın verdiği ızdırabı yaşamayacaktı. Gölge, aslının yerini alırken,gördüğü hem Karanfil Yorgaki, hem de bir başkası olacaktı.

Pinhan bu gizli anlaşmadan hoşnut, duvardaki gölgeye bakarken. KaranfilYorgaki'nin gövdesi ve dahi gölgesi ağır ağır hareketlendi. Kollan yana açıldı;kanatlanıp uçmaya, uçup da kaçmaya hazırlanan bir kuş gibi. Sonra gölge yavaş yavaş kıvr ılmaya, her bir kıvr ım kendi içinde bölünüp çoğalmaya başladı. Sankisadece kendisinin işittiği garip bir  şarkıya ayak uyduruyordu Karanfil Yorgaki.Şarkı hızlandığında gölgesi hızlanıyor, şarkı yavaşlayıp mahzunlaştığmda,gölgesi de yavaşlıyordu. Pinhan hayran hayran bu kıvrak gölgeyi seyrediyor;

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 85: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 85/119

 bu sayede hem Karanfil Yorgaki'den uzak düşmüyor, hem de ona fazla

sokulmamış oluyordu. Gölge, uzunca bir müddet kıvr ıldı, eğildi, büküldü,şekilden şekle girdi. Derken iki ayr ı gölge daha doğurdu; bir serçe ve bir atmacabirbirlerine doğru kanat çırptılar maviliklerde. Atmaca serçeyi parçalamak üzerehızlı bir dalış yapıp da, duvardaki tekmil gölgeler tek ve kanlı bir gagayadönüştüğünde, raks birden kesil¬di. Karanfil Yorgaki yorgunluktan dizlerinin

üstüne düştü. Gölge kayboldu.O zaman Pinhan ağır ağır başını çevirip, gölgenin aslı ile yüzleşmeye cesaretetti. "Pek güzelmiş raksın," dedi. Dedi ama sesinin çıktığından bile emin değildi.

"Eskiden, çok eskiden hiç durmadan raksederdim. Öyle lâzım gelirdi. Hemraksetmeyi de severdim," dedi Karanfil Yorgaki. Sesi tıpkı gölgesi gibi kıvr ılıyor,kâh çatallaşıp kulak tırmalıyor, kâh incecik bir su şır ıltısı halini alıyordu.

"Lâkin uzun zaman var ki raksetmiyorum. Bu akşam içim kabardı, beniçağırdı sanki. Seneler var ki raksetmemişim."

"Ya niçin?""Hatırlamamak için... Ne vakit raksetsem hatırlar ım..."Pinhan meraklanmıştı. Karanfil Yorgaki ise bu mahcub dervişe uzanacak tek

köprüyü belki de bu sayede bulabileceğini gayet iyi anladığından, konuşmaya,anlatmaya karar verdi. Oturduğu yerde dizlerini yüzüne doğru çekti. Zaten ufak

tefek olan vücudu daha bir ufaldı. Lâkin konuşmaya başladığında sesi o narinvücuttan beklenmeyecek kadar davudî çıktı."Kadılardan Felekmeşreb Ferid nam bir zat vardı. Debdebeye, şatafata bir 

hayli meraklıydı. İtina ile giyinir kuşanırdı. Kar ısı altı tane kızdan sonra nihayet bir oğlan doğurmuştu. Lâkin kadıncağızın sütü kurumuştu, bir damla sütakıtamıyordu bebeciğin ağzına. Anam konaklara çamaşıra giderdi; onlar ınkonağına da giderdi ara sıra. İri yar ı, elma yanaklı, yemyeşil gözlü bir kadındı.Boyu da poşu da yerinde idi. Pek de tombuldu, yuvarlana yuvarlana yürürdü.Hani dersin ki ben nasıl böyle olmuşum, böyle ufak tefek... Velhasıl anambebeğe süt annelik etmeye başladı. Hep beraber konağa taşındık. Aradanseneler geçti; bebek büyüdü, boy attı. Anam, 'gayri gitme vakti,' dediğindebırakmadılar; 'bu çocukta hakkın büyük gitmen yakışık almaz,' dediler. Nededilerse nafile; anam dinlemedi. Kimseye el etek açmak istemezdi. 'Madem kiak sütümle büyüttüm Recebimi, madem ki fidan gibi boy att ı, gayri bana lüzum

kalmadı. Alıp kendi evlatlar ımı gitmek isterim,' dedi. O zaman Felekmeşreb FeridEfendi baktı ki anam nuh diyor da peygamber demiyor, 'hiç olmazsa Yorgakiburada kalsın,' dedi. 'Biz onu kendi evladımız belledik,' dedi. Anam hiç tereddütetmedi; razı geldi. O gitti, kardeşlerim, ağbilerim gitti; ben konakta kaldım.Onlar ın arkasından bakarken anladım ki alnıma başka türlü yazılmış. Anladım kionlardan uzakta, çok uzakta öleceğim. Ağlamadım. Ne gariptir ki anam daağlamadı. Sar ıldı bana sımsıkı, sar ıldı ve gitti. Onlar ı bir daha hiç göremedim.Şimdi ne yaparlar, ne ederler bilmem. Bilmem ki anac ığım hayatta mı; yeri yurduneresidir bilmem."

Birden sustu. Boğazına bir düğüm atılmıştı sanki, sesi hır ıltılı çıktı. Baktı kiolacak gibi değil, konuşmaktan tamamıyla vazgeçip bakır kaptaki siyah üzümleriezdi. Akan suyu bir kadehe doldurduktan sonra Pinhan'a sundu. Pinhankadehteki suyu sol elinin beş parmağına ayr ı ayr ı damlattı. Evvela baş parmağındaki üzüm suyunu emdi. Üzüm suyu dilini damağım geçip de aşağılaradoğru süzülürken, artık Karanfil Yorgaki'nin anlatmasına da lüzum kalmamıştı.Hikâye kendi başına, kendini döndüre döndüre geldi. Karanfil Yorgaki çekildiaradan. Pinhan onun hikayesiyle baş başa kaldı; yüz yüze geldi.

Felekmeşreb Ferid Efendi, anası gittikten sonra Yorgaki'yi hep el üstündetuttu. "Şehlevendim!" diye seslenirdi hep ona. "Pek güzelsin," derdi. Yorgaki deakşamlar ı rakısını, mezesini hazırlar, sofrasını kurar, kar şısında raks ederdi.Yorgaki'nin çehresine müptelâ olan adam mest olurdu o zaman. Yorgaki de onuvelinimeti bildi, bir dediğini iki etmeden, her akşam gönlünü hoş tuttu. Bazı bazı misafirler gelirdi konağa. Onlar ın önünde raks etmeyi sevmezdi; kötü bakarlardı sanki. Bakışlar ında çiğlik görür, her zamankinden kötü raks ederdi o zaman.Felekmeşreb Ferid Efendi anlamıştı oğlanın derdini. Misafirlerin önünde raksetmesi için asla ısrar etmez, onlardan biri ısrar edince de korur kollardı onu.Yorgaki'nin rahatı yerindeydi. Felekmeşreb Ferid Efendi'nin zevceleri Kerime

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 86: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 86/119

Hanım da iyi davranırdı ona. Ama kadın hemen hemen hiç odasından çıkmaz,kimselerle muhabbet etmezdi. Var ıyoğu, bunca kızdan ve bunca zamandansonra doğurduğu oğlu Receb olmuştu zaten. Oğlunun üstüne titrer, onun içinyaşardı.

Yorgaki işte bu konakta yaşlanıp saç sakal ağartacağını sanırdı; amailânihâye süreceğini sandığı bu hayat birdenbire sona erdi.

Hikâye kesildi. Pinhan telaşla, işaret parmağındaki üzüm suyunu yaladı;kelimeler tekrar döküldü.Deryakeş nâmı yürümüş bir kabadayı idi. Güçlü kuvvetli, gözü kara ve mertti.

Raconu çiğnemez, kahpelik etmez, arkadan saldırmaz, adabıyla işini görürdü.Yalnız bir kusuru vardı. Adı üstünde çok içki içer, son peymânede çoktanzıvanadan çıkmış olurdu. O vakit gözü hiçbir şeyi görmez, kavga çıkarmak içintürlü bahaneler arar, aradığını da her f ırsatta bulurdu. Serbazlığıyla ün salmış buadam, gecenin bir vaktinden sonra ne kadar katlanılmaz olursa olsun, ertesisabah lokum kıvamını alır; yanında yöresinde kim varsa, hem gülmekten kırar geçirir, hem de kendine hayran ederdi.

Gün geldi, Deryakeş gönlünü fena kaptırdı. Evsaf ını işitir işitmez Yorgaki'yevuruldu. Ona "Karanfil" adım taktı.

Bir f ırsatını kollayıp Karanfil Yorgaki'yi kaçırdı. Kaçırdı kaçırmasına ama

fesatından değil, başka bir yol yordam bilmediğinden. Oğlanı kar şısında titrer halde bulunca yaptığından utandı. Ne var ki ok yaydan çıkmıştı bir kere. Yeniesvaplar aldı ona, önünden kuş sütünü eksik etmedi. Tatlı dille konuşarakgönlünü hoş tuttu. Kar şılığında tek istediği oğlanın gül yüzünü seyrederek içkisiniiçmek, demlenmekti. Deryakeş, Karanfil Yorgaki'ye el sürmedi.

Oğlan da, zamanla ilk günlerin tedirginliğini, korkaklığını üzerinden attı.Böylesi namlı bir kabadayının alakasından hoşnuttu. Onu dize getirmekten,sadece kaşlar ını kaldırmak suretiyle her istediğini yaptırmaktan içten içe büyükbir haz alıyordu. Günler günleri kovaladı. Deryakeş onun cemalini seyredurmadan içemez, elde ettiği ganimetleri onun ayaklar ı dibine sermedenduramaz olmuştu. Bu mesele şehrin dört bir yanma yayıldığından KaranfilYorgaki gittiği her yerde saygı görüyor, bütün dikkatleri üstüne çekiyordu.

Bir gece, Deryakeş gene sızıp kaldığında. Karanfil Yorgaki onu uzun uzunseyretti. İçinden bir ses, külhani gövdesinin ardında bir çocuk yüreği taşıyan bu

adamı sevindirmesinin vakti geldiğini söylüyordu.Deryakeş'in yara berelerle dolu bedenini tasavvur etmeye çalıştı. Esmer yüzünü, sert sert çıkan sakallar ını, o sakallar ın ardında saklanan ve kimbilir hangi kanlı hesaplaşmalardan kalan bıçak izlerini usulca okşadı. Deryakeş topatılsa uyanacak durumda değildi. Oğlan bundan cesaret alarak bir hayvan gibi,onu koklayarak tanımaya çalıştı. Barut kokuyordu Deryakeş; kan, ter, küfür veiçki kokuyordu. Tü¬tün ve afyon ve enfiye kokuyordu. Karanfil Yorgaki tam geriçekilip uzaklaşacakken, envai çeşit tatsız kokunun arasında belli belirsiz bir başka koku daha yakaladı. Önce emin olamadı. Yaklaştı, tekrar kokladı;defalarca kokladı. Artık şüpheye yer yoktu; tanımıştı bu kokuyu. Süt kokuyorduDeryakeş; incir sütü. Tıpkı Karanfil Yorgaki'nin doğduğu, büyüdüğü SakızAdası'nda yetişen incirlerden damlayan süt gibi kokuyordu.

Kimbilir nerelerden süzülüp gelmiş. Gelip de gitmemekte inat etmiş. İncir sütükokusu...

Karanfil Yorgaki o gece hiç uyumadı. Deryakeş'ten yayılan bu tanıdık kokuonu sarhoş etmiş, şaşırtmış, yolundan saptırmıştı. Şimdiye dek sadece ilgisindenhoşnut olduğu bu adam şimdi gözüne farklı görünmeye başlıyordu. Artık ona bir iyilik etmeyi değil, onu istiyordu. Tan yeri ağar ırken. Karanfil Yorgaki karar ını verdi. Deryakeş'in üzerindeki örtüyü aralayıp yanına sokuldu. Sert ve kabaellerini avuçlar ının içine alarak uzun uzun öptü; ve huzurla uykuya daldı.

Hikâye kesildi. Pinhan soluğunu tutmuş, heyecandan ne yapması gerektiğinidahi unutmuştu. Toparlandı. Ortanca parmağındaki üzüm suyunu yaladı.Kelimeler akın etti.

Deryakeş ertesi sabah uyandığında gördüklerine inanamadı. Delikanlıyı uyandırmamak için kımıldamadan öylece durup bir önceki geceyi hatır ınagetirmeye çalıştı. Ama nafile. Hiçbir  şey hatırlamıyordu. Yine her zamanki gibiiçkiyi fazla kaçırmış, naralar ve şarkılar eşliğinde homurdana homurdana sızıp

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 87: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 87/119

kalmıştı. Hatırlayacak bir şey yoktu. Ama delikanlı yanındaydı işte. Sokulmuş,kıvr ılmış, uyumuştu. Deryakeş içini kaplayan sevinci büyük bir hoşnutluklabedeninde ağırladı. Mutluydu, hem de nasıl. "Ölsem gam yemem," dedif ısıldayarak. Dayanamadı, delikanlıya kocaman bir öpücük kondurup ayağaf ırladı. Şimdi sokaklara çıkmak, şimdi kavga çıkarmak, şimdi içip içip coşmak,şimdi gülmek ve güldürmek ve şehr-i İstanbul'un altını üstüne getirmek istiyordu.Öyle de yaptı. Bu onun sonu oldu.

Bütün gün avare avare sokaklarda dolandı. Önüne gelene çattı; uluyarakpeşine takılan sokak köpeklerine inat naralar attı; ortalığı birbirine kattı. O kadar mutlu ve hülyalı, o kadar serkeş ve uçar ı idi ki, Tannaz Mustafa ve adamlar ınınbir köşeden kendisini gözetlemekte olduklar ını fark edemedi. Tannaz Mustafa kinicedir böyle bir f ırsat kollamakta idi... Tannaz Mustafa ki çiğ süt emmiş, arkadanvurmayı huy edinmişti... Tannaz Mustafa ki karanlığı kan kardeşi ilan etmişti...Gece çöktü; kuytularda bekleyen ölüm meydana çıktı.

İki damla kan aktı incirden Kan, buram buram süt kokuyorduDeryakeş faka bastı; fena kıstır ıldı. Çıkmaz bir sokaktı girdiği; kaçamadı.

Başka zaman olsa belki de topunu birden gerisin geri püs-kürtürdü; lâkin ölümükabullenmiş gibi mesut bir ifadeyle baktı düşmanlar ına. "Kabulümdür!" dedi.Gece bekçisinin ayak seslerine kar ıştı son sözleri.

Ka-bu-lüm-dür Ka-bul-üm Ka-bul Ka...Pinhan, hikâyenin kesilmesini beklemeden yüzük parmağındaki üzüm suyunuda yaladı. Yola devam etti.

Tannaz Mustafa ve adamlar ı, Deryakeş'i hakladıktan sonra Karanfil Yorgaki'yide zorla alıp götürdüler. Yedi gün yedi gece boyunca körpe bedenini birbirlerinepeşkeş çektiler.

Sokaklar ı tuttu birkaç zebani Arkadan vurdular seni Tersine döndü çark- ı devran Kara çalı kesmeyeli üredi

Yedinci gecenin sabahında, yara berelerle, morluklarla dolu vücudunu yerdenkaldır ıp, uzak bir semtteki mezarlığa bıraktılar.

Karanfil Yorgaki kendine geldiğinde mezar taşlar ını seyretti uzun uzun.Ayağa kalkmak istemiyordu; toprak açsın ağzını, açılsın o koskoca, karanlık delik

ve içine alsın, yutsun, geride bir şey bırakmasın... Bekledi; aç susuz, perişan bir halde yutulmayı bekledi. En nihayet beklemekten usanıp umudunu yitirdiğindemezarlıktan çıktı. Çalacak bir kapısı, gidecek bir yeri yoktu. Bir zamankülhanlarda yatıp kalktı. Oralarda da pek fena muamele gördü. En kıdemliler,kulağıkesikler külhana en yakın yerde yatarken. Karanfil Yorgaki ta uçta,neredeyse kapının yanında uyumaya mecbur kaldı. Gül yüzü soldu; en ufakçıtırtıdan, her gördüğü insandan korkar oldu. Daha fazla tahammül edemedi;ayr ıldı oradan. Her gecenin sabahında, hâlâ yaşıyor olmanın ıs-tırabıyla oradanoraya savruldu, yalpaladı. Neyse ki, talihi yaver gitti ve Meyhaneci Manol'ünyanında ateşoğlanı oldu.

Aradan geçen bunca zamana rağmen, hâlâ Tannaz Mustafa ile adamlar ını rüyalar ında görüyor, kan ter içinde uyanıyordu. Meyhaneci Manol olmasa belkide canına çoktan kıymıştı. Baba adamdı Meyhaneci Manol.

Karanfil Yorgaki, Deryakeş'i hiç unutmadı. Onu her zaman minnetle, sevgiyleve incir sütü kokular ıyla andı.

Deryakeş, feryadım Deryakeş...Kelimeler tıkandığında, Pinhan kar şısında titreyen küçük, narin bedene baktı.

Karanfil Yorgaki'nin şakaklar ına dökülen altın sar ısı zülüfleri seyrederken, birazevvel üzüm sular ını ağırlayan parmaklar ına kan gitmez oldu. Hepsi beyazakestiler, biri dışında; çünkü serçe parmağı hâlâ ateş gibi yanıyordu. Tarifsizdihissettikleri. Hiçbir  şey hissetmiyordu sanki, ya da her  şeyi aynı anda, içicehissediyor ve bu karmaşadan başı dönüyor, dili dolanıyordu. Ağzında tiryakmacunu vardı sanki; tadının nasıl olduğunu bir türlü anlayamıyordu.

Elini Yorgaki'nin yüzünde gezdirdi. Onun yüzü bambaşka bir âleme açılan bir kapı gibiydi. Yabani sarmaşıklar ın arkasına saklanmış küçük, küçücük bir kapı.Teni yumuşacıktı, parmaklar ının arasında kadife gibi kayıp gidiyordu. Yüzünüyüzüne yaklaştırdı; nefesini nefesine kar ıştırdı. Sol elinin serçe parmağındaki

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 88: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 88/119

üzüm suyunu Karanfil Yorgaki'nin dudaklar ına götürdü. Gözlerini kapayıp kendinibu sermestliğe bıraktı. Sabah rüzgâr ı içeri dolmuş, tenini yalamakta, tatlı tatlı ürpertmekteydi adeta. Rüzgâr giderek daha güçlü esmeye başladı. Hava karardı;f ırtına ha çıktı ha çıkacak. Pinhan son anda geri çekildi. Öylesine ani olmuştu kibu hareketi. Karanfil Yorgaki'yi ne denli üzdüğünü ancak daha sonra, gözleriniaçtığında fark edebildi. İri, yeşil, çocuksu gözlerinde biriken yaşlar ı gördü. İşte ozaman Pinhan bağr ında sakladığı sırr ı bir hamlede çekip çıkardı. O kadar hızlı, o

kadar kararlıydı ki, yarası kanamaya f ırsat bile bulamamıştı."Ben," dedi Pinhan "ben ikibaşlıyım. Bu âleme geldim geleli böyleyim."Pinhan, Karanfil Yorgaki'nin, söylediklerinden hiçbir  şey anlamadığını 

görünce ağır ağır, tane tane anlatmaya koyuldu. Ta çocukluğundan bu yanapeşinde sürüklediği ikibaşlılığı, doğuştan hem kadın hem erkek olduğunu,geceleri üzerine çöken hüznü, gündüzlerin cengâverliğini ve sonra Dürri Babatekkesini, her kuşluk vakti ferahlayan yüreğinin akşamlar ı nasıl daraldığını,meçhul bir hikâyenin peşine düşüp oradan ayr ılışını anlattı. Karanfil Yorgaki'ye,halka içre halkalar ı ve şehvet kokan kan damlasını ve sonra, İstanbul şehrinevardığından bu yana neler yaptığını, Dürri Baha'nın verdiği inciyi nasılkaptırdığını anlattı. Arada bir kendi sesini dinliyor ve bütün bunlar ı anlatabilmiş olmasına hayret ediyordu. Lâkin yola çıkmıştı bir kere; geri dönüş yoktu. Üstelikgeri dönmeyi isteyen de yoktu. O konuşurken Karanfil Yorgaki çıt çıkarmadan

dinliyor, arada bir şakaklar ına uzanan sapsar ı zülüfleri ile oynuyordu.Pinhan sustuğunda göğsünde bir ağırlık vardı. Sanki görünmeyen bir yükünaltında eziliyor, kıpırdayamıyordu. Nefes alabilmek için ağzını araladığında,Karanfil Yorgaki tek kelime etmeden ona yaklaştı. Kar şı koymasına müsaadeetmeden, dili ile onun kurumuş dudaklar ını ıslattı. Sonra onu sar ıp sarmaladı.

Ve onu içine aldı.Pinhan o sıcaklıkta nicedir aradığı huzuru buldu; bir bebek gibi kıvr ılıp mışıl

mışıl uyudu. Rüyasında karanlık ve dar bir dehlizde korku ile ilerliyordu. Dehliz okadar alçaktı ki dizlerinin üstünde sürünmekten başka çaresi yoktu. Dehlizboyunca sağlı sollu, altlı üstlü, irili ufaklı, envai çeşit göz vardı. Gözlerden kimisiağlıyor, kimisi durmadan kirpiklerini kırpıyor, kimisi de öfkeyle bakıyordu. Pinhanbazen elini yumuşak ve sıcak bir sıvının içine daldırdığını fark ediyor ve ardındandehşetle, bunun da bir göz olduğunu anlıyordu. Böyle zar zor biraz ilerlediktensonra kar şısına bir yol ayr ımı çıktı. Ne yöne gideceğini bilemediğinden çaresiz o

çatalın ağzında durup beklemeye koyuldu. Ne bir ses, ne bir nefes. O sessizliktekarar veremiyor, kıvranmaktan başka bir şey yapamıyordu.Tam umudunu yitirmek üzereydi ki, soldaki yoldan sesler işitti. Sesleri rehber 

edindi kendine. Oraya saptığında rüzgârdan açılmış bir pencerenin durmadançarptığını ve duyduğu sesin de buradan geldiğini anladı. Pencereyi kapatmakiçin yaklaştığında aniden ayağı kaydı ve boşluğa düştü. Düşerken tutunacak bir şeyler bulmak için çabaladı ama nafile. Tam toprağa çakılmak üzereyken bir şeyonu saçlar ından kavradı. O vakit Pinhan şaşkınlık içinde elini başında gezdirdi.Uzun, upuzun saçlar ı vardı. Saçlar ı kızıl ışıklar saçıyordu etraf ına. Işıktan gözlerikamaştı evvela; sonra alıştı. Başını kaldır ıp düştüğü yere baktı; saçlar ından bir tutam pencerenin pervazına takılı kaldığı için, bu sayede toprağa çakılmaktankurtulmuştu. Lâkin şimdi de saçını oradan kurtaramıyor ve boşlukta sallanıyordu.Beyhude çabalarken, pencereden Karanfil Yorgaki'nin başını uzattığını gördü.Gene öyle güzel, Öyle büyüleyiciydi. Elinde bir şamdan vardı.

"Bekle," dedi Karanfil Yorgaki aşağıya seslenerek."Bekle beni!"

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 89: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 89/119

 Sar ı bir halka idi su, Rengiyle dala şı rd ı bazen.

BU BAB SU AHVALİN BEYAN EDER Kİ TABİATI SOĞUK VERUTUBETLİDİR

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 90: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 90/119

 

CEHENNEMİN KAPILARI

Ne ne Nermin'iÇok yeme peyniriPeynir seni öldürür Cehenneme götürür Cehennemin kapılanİstanbul'un cadılar ı Ik mıkKarakedi sen Oyundan çıkTekerleme 

Nevres gözlerini karanlığa açıp, sesleri dikkatle dinledi. Rüzgâr ın uğultusunu,döşemelerden çıkan çıtırtılar ı, yanındaki yataktan yükse¬len iç çekişlerini, hatta

bir sokak öteden geçen Beberuhi Rıza'nın her adımda yere vurduğu, meşedenyapılmış, demir uçlu sopasının yankılar ını teker teker ayıkladı; bir bir eledi.Dimağına musallat olup, uy¬kular ına kasteden ses bunlardan hiçbirine, hiçbir şeye benzemiyordu. O ses, daha evvel duyduğu seslerden değildi.

Bu eve geldiğinin ertesi gecesi tanışmıştı neye benzediğini bir türlükestiremediği o sesle. Onun yuvası karanlık olmalıydı. Her seferinde karanlıktansüzülüp, gene gerisin geri karanlığa dönüyordu. İlk birkaç gece, hiç aksatmadan,Nevres'i yoklayıp, uykular ından etmişti. Ve tam bu topal kız çocuğu hem ona,hem de uykusuzluğa alışmak üzereyken, aniden kayıplara kar ışmıştı. Aradanhaftalar geçtikten sonra tekrar ortaya çıkarak, bir kez daha kızm uykular ını kaçırmaya başlamıştı. Nevres, ilk başlarda, halasının büyük kızı Safinaz'ın buiş¬te parmağı olduğunu sanmıştı. Ne de olsa, daha ilk günden, Nevres'in bu eveyerleşmesine açık açık itiraz eden, Safinaz'dan başkası değildi.

Halası, suratında eğreti duran gülümsemesiyle çıkıp gelmiş ve Babafingo

yokuşu ile Kesikbaş sokağının bitiştiği yerde güçbela ayakta duran iki katlı ahşapevden çekip çıkarmıştı onu. Yol boyunca hiç konuşmadan yan yanayürümüşlerdi. Nevres bohçasına sımsıkı yapışarak, halasının hızlı adımlar ını takip etmeye çalışmıştı topallayarak. Akrep Arif mahallesinin kuzey kapısınanazır  İfrit sokağının tam orta yerindeki ahşap evin önüne vardıklar ında, halası kapıyı aç¬mış ve gene öyle zoraki bir gülümsemeyle içeri buyur etmişti kızı.

Ve Nevres topallaya topallaya önce eşiği, sonra avluyu geçip içeri girdiğinde,Safinaz'ı kar şısında buluvermişti. Birbirlerini görmeyeli çok uzun zaman olmuştu.Nevres'in halası, içkiye fazlaca düşkün, kadir kıymet bilmeyen küfürbaz erkekkardeşi ile görüşmeyi seneler evvel kestiğinden, aralar ında dört-beş yaş farkolan kızlar da birbirlerini tanımadan büyümüşlerdi. Ve seneler sonra bir arayageldiklerinde, sar ılıp kucaklaşmak yerine tek kelime etmeden birbirlerinisüz¬müşlerdi. Nevres'in halası alnında biriken terleri silerken, kızlara dö¬nüpbundan böyle kardeş sayıldıklar ını söylediğinde, Safinaz gayet sert bir tavırlabaşını çevirmişti. O günden beri, günler, geceler, haftalar boyu Safinaz, Nevresile ne vakit yan yana gelseler hep başını çevirmişti. Kendince yerden göğe kadar haklıydı elbet. Odasını bir başkasıyla, hem de hiç tanımadığı yabani bir kızlapaylaşmak istemiyordu. Safinaz artık büyüyüp serpildiği için kardeşlerinden ayr ı bir odada, tek başına kalıyordu. Ta ki Nevres çıkıp gelene kadar.

Bu sebepten ötürüdür ki Nevres, ilk başlarda, uykular ını yağma¬layan o garipsesin arkasında Safinaz'ın olduğundan şüphelenmişti. O ses olsa olsa, buevden, yahut hiç olmazsa bu odadan çıkıp gitmesi için tertiplenmiş bir desiseolabilirdi. Lâkin zaman geçtikçe, yani Safinaz'ın böylesi oyunlara kalkışacakkadar zeki olmadığını idrak ettikçe, eski şüphelerinin yerini yeni endişeler alıvermişti. Durduk yerde masum bir kızın günahını aldığı için değil; sesinmenşe'ini bir türlü keşfedemediği için.

Nevres, ara sıra. Babafingo yokuşu ile Kesikbaş sokağının bitiştiği yerde

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 91: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 91/119

güçbela ayakta duran iki katlı ahşap evi görmeye gidiyordu. Evin önündeki taş basamaklara çömelip, sokaktan gelip geçenleri seyrediyor ya da su birikintileriylekonuşuyordu. Eve sırtını dönüyordu her seferinde. Safinaz nasıl Nevres'i her görüşünde başını çeviriyorsa, o da eski evine sırtını dönüyordu; umursamadığını ispat etmek istercesine. Özlemiyordu o evi. Halasının evinde daha rahat, dahamutlu olduğundan değil; ne de eski evinde hep kötü günler geçirdğinden. Eğer çocukluğunun geçtiği evi bir nebze olsun özlemiyorsa, bu sadece ve sadece

artık, öfkeden başka hiçbir şey hissetmemesin¬den. Ne ıstırap, ne saadet; nenedamet, ne merhamet; ne yeis, ne de umut. Sadece öfke... Ara sıra yüreğiniyoklayan ve çekip gittiğinde geride korkunç bir boşluk bırakan ve o boşluğun tadibinde, kaynamak üzere olan su gibi ıslığıyla olacaklar ı muştulayan öfke...Yokluğunu girdaba çevirip hatıralar ın enkazını emen, varlığını tufana çeviripönüne çıkanı ezen öfike...

Öfkeyi uğurlayıp, tez dönmesi için ardından su döktükten sonra hiçbir  şeyhissetmiyor, bir çiğ damlası gibi kayıp gidiyordu geçen günlerin arasından. Etinebir iğne batırsalar, belki onu dahi hissetmeyecekti. Öylesine donuktu gözleri; bir sabah alacasında yağmalanıp tamtakır kalmıştı yüreği. Sanki bir rüya idi o ev.Sade ev değil; hatta bütün geçmişi... Nicedir Nevres geceleri rüya görmez,gündüzleri gördüklerini, gün ışığı altında tecrübe ettiklerini rüya farzederdi. Oevin her köşesini avucunun içi gibi biliyorsa eğer, bu, o evde yaşadığını değil, o

evde doğup büyüdüğünü değil, onu rüyasında gördüğünü gösteriyordu sadece.Ve gene geçmişten, yani bir başka rüyadan kalma sözler yankılanıyordukulaklar ında.

"Kötü bir rüya mı gördün, karabasanlar mı çöktü üstüne, git suya anlat. Sualıp götürür kederini tasanı. Uzaklara taşır. Su vefakârdır. Gammazlık, kancıklıknedir bilmez. Dosttur su, dostu olmayanlara."

Belki de annesiydi bunlar ı söyleyen; annesi... Ne olursa olsun çok eskidendibütün bunlar. Nevres gördüğü rüyalar ı sabah oldu mu kalkıp suya anlatırdı ozamanlar. Sabahın soğuğunu içine çekerek, kimselere görünmeden evdençıkardı. Akrep Arif mahallesinin nedamet çeşmesinden gürül gürül akan suyunellerine teslim ederdi karabasanlar ını. Nice sonra geceleri rüya görmeyitamamıyla terk ettiğinde, bu kez de suyun kar şısına geçip, gündüz vaktigördüklerini anlatmayı huy edinmişti. O vakitten sonra da rüyalar ı, karanlıktadeğil gü-nışığında meydana çıkmakta karar kılıp, tebdil-i mekân etmişlerdi. Rüya

dediğin ister gece gelsin, ister gündüz, hakikatti söylenenler. Hakikatti; zira suher daim sırdaş, her daim vefakârdı.Su, Nevres'in yegâne dostuydu.Peki ya su, kendisine yaptığı gibi başkalar ına da dostluğunu su¬nup, onlar ın

da kâbuslar ını, korkular ını alıp götürüyorsa... Su Nevres için tek iken, ya Nevressu için tek değilse...

İşte bu fikre tahammül edemiyor; suyu deli gibi kıskanıyordu.

Babasını da aklına getirdiği yoktu. Sadece, bazı bazı, kesif bir arakkokusunun yüzünü yalamasına mâni olamadığında, suratını buruşturarak hemenoradan uzaklaşıyordu. Babası için pişirilen ve konukomşuya dağıtılan helvayı,halasının bütün ısrarlar ına rağmen ağzına koymamıştı. Halası ise olan biteniuzaktan uzağa gözlüyor ve içten içe ondan ürküyordu. Kızın bu garip hallerinikimi zaman çocukluğuna, kimi zaman da anasının seneler evvel kaçıpgitmesinin, babasının yakın zamanda vefat etmesinin çocuk yüreğinde açtığı derin yaralara veriyordu. Kızm ilacının zaman olduğuna inanıyor, sabredipbeklemeyi yeğliyordu. Zamanla ıslah olurdu elbet, durulurdu taşkınlığı. Nasılolsa, herkes gibi muhakkak ki onun da yüreğinde taşıdığı fazilet, zamanla usulusul açığa çıkar; habis huylar ını önüne katıp kovalardı. O günler gelene kadar,alnının yazısı kara olan bu küçük kız şefkat ve merhamet görmeliydi ki, insanlaraitimad etmeyi öğrenebilsin. Ona iyi davranılmalıydı ki, seneler evvel mahrumbırakıldığı ana kucağını tadabilsin. Oysa halası her daim gülümseyerek onurahatlatmaya çalışırken, Nevres kadının suratına yapışıp kalan, yapıştığı yerdevıcık vıcık eriyen bu gülümsemeden iğreniyordu. Bazen halasını omuzlar ındantutup silkelemek, o aptal gülüşüne bir son verebilmek için dayanılmaz bir istekduyuyordu.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 92: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 92/119

Nevres'ingözleriağzı mühürlübir mektup idi; kimsenin,kime yazıldığını bilmekistemediği.

Tertemiz çar şaflar ın kokusunu derin derin soluyarak yatağın içine kaydı.Gözlerini yorganın dışında bırakarak Safinaz'ı seyretmeye başladı. Ne kadar dagüzeldi. Nevres, bu müstesna güzelliği karanlığın dahi örtememesine hem gıptahem de hayret etti. Safinaz yasemin kokardı buram buram; ve yasemin kokular ı bırakırdı geçtiği yahut dokunduğu yerlerde. Masmavi damarlar incecik yollar çizerdi bembeyaz teninde. Dudaklar ının iki yanına dikilen iki tane ben, mehpâreçehresini süslerdi. Ela gözlerini korumak ise uzun kirpiklerinin vazifesiydi.Yumuşacık ve tombul ve beyazdı elleri. Her gece yatmadan evvel, taramak içinaçardı rengârenk boncuklarla süslediği kestane renkli saç örüklerini. Gür saçlar ı beline kadar dalga dalga döküldüğünde Nevres gözlerini ondan alamazdı.

Safinaz güldüğünde gamzeleri açığa ç ıkardı; ç ıkardı çıkmasına da pek fazlagüldüğü yoktu. Ekseriya somurtkan gezerek, olur olmadık her şeye surat asmayı 

âdet haline getirmişti. Nevres evlerine yerleşip, odasına kurulduğundan berisomurtkanlığı iyiden iyiye artmıştı. Arada bir, çeyiz sandığında ne var ne yoksatek tek çıkartıp okşuyor, uzun uzun kokluyordu. Bir tek o zamanlar yüzü gülüyor,gamzeleri âzad ediliyordu. Çeyizi tamamlanmıştı artık. Hem de ne çeyiz! Eksiği,gediği yoktu. Ne de olsa anası, kızının güzelliğine, zarafetine yaraşır bir çeyizhazırlamak için gecesini gündüzüne katarak uğraşmıştı. Safinaz'a yakındagörücü gelecekti. Belki de evde sabah akşam ballandıra ballandıra anlatılan,eşraftan o aileye gelin gidecekti. Ailenin hali vakti bir hayli yerinde olduğundan,yediğini önünde, yemediğini ardında bularak bir ömür boyu rahat edecekti.Nevres bütün bunlar ı düşündükçe, gölge gibi peşinden ayr ılmayan öfkeningöğüs kafesini tekmeleyip, dışar ı çıkmak için sabırsızlandığını fark ediyordu.

Evlenmeyi aklından dahi geçirmiyordu. Geçirmiyordu ama, onun da şöyleağzına kadar dolu, misler gibi kokan bir çeyiz sandığı olsa fena mı olurdu ya?

Safinaz'ın yüzünü güldürüyor, gamzelerini açığa çıkartıyordu o çeyiz sandığı.

Nevres gayriihtiyari elini yüzünde dolaştır ıyordu bunlar ı düşündükçe. Ama nafile;onun gamzeleri yoktu ki... Hem sade gamze de değil, çeyiz sandığı da yoktu.Halası bir keresinde, aklından geçenleri okumuş gibi, yanağını okşayıp, Safinaz'ı başgöz ettikten sonra ilk işinin Nevres'e çeyiz hazırlamak olacağını söylemişti.Nev¬res ise her zamanki gibi omuzlar ını silkip, evlenmeye hiç mi hiç ni¬yetliolmadığını ayan etmişti. O vakit halası çocuğun küstahlığına is¬yan edercesinesert bir biçimde başını iki yana sallamış ve "zaman" demişti. Zamanla bu hırçınkız evlenip mesut bir yuva kurmayı, kendi çocuklar ını emzirip büyütmeyi her şeyden çok isteyecekti. Halanın zamandan gayri tutunacak dalı, besleyecekumudu, başını sokacak sı¬ğmağı yoktu ki. Tüm ömrünü zamana havale ederekgeçirdiğinden, en büyük ihaneti gene zamandan görmüştü. Umutlar ını bağladığı zaman, alnında ve dudaklar ının kenarlar ında derin çizgiler açmış, saçlar ına aklar düşürmüş, gözlerinin ferine el koymuş, gençliğini ve taravetini çalmıştı. Velhasıl,dost bellediği zaman, eskiden dillere destan olan ve şimdi kızına devrettiğigüzelliğinden geriye pek de bir şey bı¬rakmamıştı. Gene de kadıncağız, hâlâ, nevakit bir işin içinden çıka-masa veyahut başı sıkışsa koşa koşa gidip zamanasığınıyor, ağlana sızlana ondan medet umuyordu.

Nevres'e gelince, o kendi içinde, sade kendi için yaşamayı yeğli¬yordu.Bundan dolayıdır ki halasının nasıl olup da devamlı zamana sı¬ğınmayaçalıştığını havsalası bir türlü almıyordu. Hatta elle tutamadı¬ğı, dokunamadığı,lâkin hep adım işittiği zamanın varlığından dahi şüphe ediyordu. Var olsa dahi,Nevres'e göre, su ne kadar vefakâr ve kudretli ise, zaman da o kadar riyakâr veacizdi. Hiç kimseye ihtiyaç duymadan, kimselerden medet ummadan, kendiçamurunu, pisliğini yıkayıp da berraklaşabilen sudan başkası değildi. Bir bakmışsın tam bir acuze oluvermiş su; bir bakmışsın memeleri yeni yenisertleşen gencecik bir kız. Bir bakmışsın kötülüğü tutmuş, bir fiskede mahvetmiş ortalığı; bir bakmışsın iyi gününe denk gelinmiş, bereket yağdırmış. Su dediğin

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 93: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 93/119

Page 94: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 94/119

Page 95: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 95/119

tutmuşlardı. Lâkin son zamanlarda Macuncu Makbule'ye hususi bir alakagöstermekteydiler; zira mahallede, ebeleri dahi hayretlere garke-den, gayet tuhaf doğumlar olmaya başlamıştı. Ramazan başlar ında mahallenin güney kapısınaaçılan sokakta bir kadın altı parmaklı bir kız doğurmuş; hemen ertesi sabah dabir başkası, kaşlar ı neredeyse burnuna değecek kadar uzun ve gür bir oğlandünyaya getirmişti. Ebeveynleri âdet yerini bulsun diye, bu oğlanın göbekbağını cami duvar ına soktuklar ında, mahallenin başıboş köpekleri göbekbağını oradan

çıkartıp eve geri getirmişlerdi. Bu tatsız hadise birkaç kez daha cereyan edince,ev ahalisi göbekbağını kimselere belli etmeden toprağa gömmekten başka çarebulamamıştı. İşte bu iki garip vakadan bir hafta evvel ilk doğumunu yapan tazegelin Ganime'nin hali ise perişandı. Zira ağzında tam onbir diş ile dünyaya gelenbebeğini ne zaman emzirmeye kalksa, memeleri kan revan içinde kal ıyordu.Öteden beri bu mahallenin ebeliğini yapan Eligüzel Emine dahi bu durumkar şısında şaşırmış kalmıştı. Eligüzel Emine, âdet olduğu üzre doğan çocuğuntatlı dilli olması için ağzına bal sürerken, bebek elini ısır ıver-mişti. Zavallı ebecanhavliyle geri çekilip, bahşişini dahi almadan evden kaçmıştı. İşte peşpeşegelen bu garip doğumlardan sonra mahallede dedikodular almış başını yürümüştü. Aynı akıbete uğramaktan endişelenen gebe kadınlar ın yürekleriağzındaydı. Hele doğumu yaklaşanlar ı bir korkudur almıştı. Macuncu Makbule'yegelince o ebelikten değil, bir çocuğun hem sıhhatli hem de iyi huylu olabilmesi

için tohumunun toprağa ne vakit ve ne surette düşmesi lâzım geldiğindenanlardı. Velhasıl, mahalleli kadınlar ın son zamanlarda onun evinin kapısını dahasık çalmaya başlamalar ının sebebi de işte bu idi.

Macuncu Makbule oldum olası, efsane vü efsundan dem vurarak akıl vermeyipek severdi. Hele bir akşam, mahallenin tüm kadınlar ını etraf ında toplayıncaadamakıllı keyiflenmiş; odadaki çocuklara sakızlı, tarçınlı, limonlu macunlar ikram edip her birinin yüzünü güldürdükten sonra, soluk almadan konuşmayakoyulmuştu. Hoş, anlattıklar ı mahalle kadınlar ı taraf ından zaten gayet iyibilinmekteydi; ama varsın olsun, bilineni bir de ondan dinlemek bambaşkaydı.Ma¬cuncu Makbule, bir yandan nasihatlerini bir bir sıralarken, bir yandan dayasemin saplar ından yaptığı tütün çubuğunu tüttürmekteydi. Ortalık dumanaltı olmuş, bazı kadınlar ın dumandan gözleri yaşarmıştı. Gene de herkes büyük bir dikkatle onun dişsiz ağzından dökülen kelimeleri yere düşmeden yakalamayaçalışıyordu. Kocakar ı ise konuşurken, büyük bir ustalıkla, sesini kâh alçaltıp kâh

yükselterek, kaşlar ını kâh kaldır ıp kâh indirerek, zaten gözlerini iri iri açıp ondanışık bek¬leyen kadınlar ın kafalar ım daha da beter kar ıştırmaktaydı.Macuncu Makbule'ye göre. Ramazan bayramı gecesi cima edilirse, işte o

vakit ana rahmine düşen çocuk muhakkak isyankâr olurdu. Erbainden kalmaçocuk ise çabuk üşür, kansız gezer, bir ömürboyu melul ve mahzun dururdu. Nevakit ki cemre havaya düşerken cima edilse, çocuk güzide; suya düşerken cimaedilse, çocuk ya dildade ya¬hut delidivane; ve toprağa düşerken cima edilse,çocuk ak sütten paki-ze olurdu. Nesim-i seher çocuklar ı ise erbab-ı dil olurlardı.Per şembeler pek hayırlı günlerdi; zira, tohumu per şembeden atılan çocukbüyüyünce âlim olurdu. Gene de en nurlu gün şüphesiz ki cuma idi; zira cumaçocuklar ı muhakkak arif olurdu. Yok eğer şöyle mehpâre bir çocuk ise istenilen,o zaman hilalin göründüğü günü beklemekte fayda vardı. Hilalin ilk göründüğügece yapılan elmadan doğan çocuk, kız olsun erkek olsun, görenleri hayretedüşürecek, düşmanlar ını hasedinden çatır çatır çatlatacak kadar güzel ve Yusuf yanaklı, Azra suratlı olurdu. Bu sebepten ötürü cima için en münasip vakitlerdenbiri hilalin göründüğü ilk gece idi.

Usullere gelince, ayakta yapılan elmanın zarar ı da vebali de büyüktü; ziradoğacak çocuk seneler boyu altına işemekten kurtulamazdı. Yok eğer cimakar ıkocadan biri yahut ikisi yola çıkmadan evvel yapılırsa bu sefer de çocuk katisurette müsrif olup, asla iflah olmazdı. Ne kendine ne de ailesine bir hayr ı dokunurdu. Ve katiyyen cima ederken konuşulmaması şart idi; zira o gecedençıkma çocuk ömür boyu lâl kalırdı. Yorgansız yapılan cimadan doğma çocuk iseelmahkûm münaf ık olurdu. Bir ömürboyu nifak ve fesad peşinde koşardı.

Söyleşinin ipiyle kimseler kuyuya inemezdi. Tok karnına yapılan elmanınmeyvası ise ya mülhid yahut da mücrim olurdu. Dişi ehlinin gönlü yok ikenyapılan cima ise hepsinden de beter idi; zira toprağa r ızasız düşüveren çocuk,eğer oğlan ise harfendaz, kız ise f ırkıtma çıkıp, tez zamanda erazil taifesine dahil

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 96: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 96/119

olurdu.Kadınlar soluklar ını tutmuş Macuncu Makbule'yi dinlerken, o, tütün

çubuğundan çıkardığı dumanlan üzerlerine üfleyerek konuşma¬ya devam etti.Zinhar bir ceviz ağacının altında, yanında yahut yöre¬sinde cimayapılmamalıydı; zira cevizler her ne görürlerse onu resme-derlerdi kabuklar ına.Maalesef, ceviz kısmı sır saklamayı bilmediği gibi, bir de gördüklerini bire binkatarak dört yana naklederdi. Üstüne üstlük, bir de ceviz ağaçlar ında yaşayan

cinler vardı ki, yakınlar ında cima etmeye kalkanlar ı anında çarparlardı. Kazaracevizlerin altında elmaya teşebbüs edenler, eğer hâlâ çarpılmamışlarsa,kusurlar ını an¬lar anlamaz, hiç vakit yitirmeden beş yaprak toplamalıydılar.Sonra her bir yaprağın üstüne B-E-D-U-H harflerini kazıyıp, beş yaprağı ağacınüzerine aşmalıydılar. Ve bu mclûn hadiseyi takibeden kırkbir gün boyunca her sabah, daha horozlar ötmeden oraya gidip, her gün bir harfin yerinideğiştirmeliydiler. Harfler değiştikçe bazı günler yürekleri daralacaktı ki bunaelem-i dcmbedem denirdi. Bazı günler de kuş gibi ferahlayacaklardı; ama bunada aldanmamakta fayda vardı. Her ne olursa olsun, r ıza gösterip harflerin yerinideğiştirmeye devam edilmeliydi. Aksi takdirde, ceviz ağacının lanetinden kurtuluş yoktu.

Odada bulunan gebe kadınlar renkten renge girerek pürdikkat MacuncuMakbule'yi dinliyorlardı. Sanki akıllar ından geçenlerin yüzlerine vurmasından

endişe edercesine, istisnasız hepsi başlar ını öne eğmişlerdi. Evlilik çağına yeniadım atanlar ile taze gelinlerin bakışlar ında ise bir muziplik yatıyordu. Yaşı çokdaha geçkince olanlarsa, ekseriya, anlatılanlar ı iç geçirerek dinlemekte, ara sırada gelinlerine yahut kızlar ına kötü kötü bakmaktaydılar. Odada hüküm süren bukaşgöz işaretleri, macunlar ını çoktan bitirmiş, yapış yapış ellerini oraya burayasüren çocuklar ın iyiden iyiye huzursuzlanmalar ına sebep oluyordu. MacuncuMakbule'ye gelince, o, suratında hinoğluhin bir ifadeyle, genç olsun yaşlı olsunodadaki bütün kadınlar ın akılla¬r ından geçenleri okuyor; birilerine takılmamakiçin kendini zor zaptediyordu.

Vakit geç olunca kadınlar birer birer müsaade isteyip kalktılar. Geride bir tekŞehla Nefise ile gelini. Vesile kaldılar. Şehla Nefise, herkesin gittiğinden eminolduktan sonra Macuncu Makbule'nin kulağına eğilip bir  şeyler f ısıldadı.Konuşurken ara sıra gelinine kös kös, ters ters bakmaktaydı. Macuncu Makbuleise bilmiş bilmiş başını sallayıp, yan odadan iki küçük kavanoz getirdi.

Kavanozlardan birinde nohudî, ötekinde ise neftî bir macun vardı. Neftî olandanher akşam bir f ındık büyüklüğünde, nohudî olandan ise her sabah bir leblebibü¬yüklüğünde yutulması lâzım geldiğini izah etti. Bir de gelinine fazlayüklenmemesini, kabahatin muhtemelen onda olmadığını söylemeyi de ihmaletmedi. İki kadın konuşurken, taze gelin Vesile, gelincik tarlası gibi kıpkırmızı olmuştu. Bir an evvel yar ılmasını bekler gibi sabit gözlerle yere bakıyordu. Buesnada ellerini nereye koyacağına bir türlü karar veremediğinden, garip gariphareketler yapmaktan da kendini alıkoyamıyordu. Yaşlı kadınlar ın f ısıldaşmalar ı sona erdiğinde, kaynanasının peşine takılıp, sessiz sedasız çıktı odadan.

Onlar ı uğurladıktan sonra Macuncu Makbule'nin kaşlar ı çatıldı. Misafirlerinebelli etmese de mahalledeki tuhaf doğumlar onu da bir haylikaygılandırmaktaydı. Senelerdir verdiği nasihatlerin, bu sefer hiçbir işeyaramadığının gayet iyi farkındaydı. Farkındaydı farkında olmasına da, insanlaraduymak istediklerini söylemenin kime ne zarar ı olabilirdi ki? Ya ne deseydimisafirlerine? Boş yere tavsiye beklememelerini, mahallenin üstünde kolgezenfelâketin yaptığı macunlarla, verdiği nasihatlerle defedilemeyeceğini misöyleseydi? Bir nebze umudun kime ne zarar ı olabilirdi ki? Ya ne deseydi tazegelin Vesile' ye? Böyle bir zamanda çocuk yapamadığı için boş yere ezilipbüzül¬mek, utanıp sıkılmak yerine oturup haline şükretmesinin daha isabetliolduğunu mu söyleseydi? Ya ne deseydi odasına doluşup ondan me¬det umankadınlara? Mahallenin üstünde dolanan kara bulutlar ı yüreklerinin içine doldurup,mukadderata teslim olmalar ını mı söyleseydi? Bunca senenin MacuncuMakbulesi ise eğer, işte bunu yapamazdı; insanlar ı duymak istedikleri sözlerdenmahrum bırakamazdı. O, şimdiye değin kapısını çalanlar ın ellerini boş çevirmemiş; her birini kavanozlara doldurduğu renk renk umutla uğurlamıştı.Şimdi ise mahalle gazaba geldi diye kapısını kilitleyip otursa mıydı ya? Yakışıkalır mıydı hiç? Böyle diye diye kendini teselli etmeye çalıştı; ama nafile. Yüzü

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 97: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 97/119

gittikçe daha da beter asıldı; asabı gittikçe daha da bozuldu. Baktı ki olacak gibideğil, yasemin saplar ından yaptığı tütün çubuğunu tıka basa doldurup, dumanını havaya savurdu.

Duman, daha demin, genç yaşlı pek çok kadını rahat ettiren kabar ıkminderlerin üstüne usul usul yayıldı; ve nöbet tutar gibi bütün gece oradankımıldamadı.

Ramazanın sonlar ına doğru bir akşam, Nevres, halası ve Safinaz ile beraber 

Şebgir Kamer'e iftar yemeğine davetliydi. İçerisi bir hayli kalabalıktı. Şebgir Kamer her ramazanda olduğu gibi bu sene de sırayla, yediden yetmişe tekmilmahalle ahalisini ağırlamayı boynunun borcu bilmişti.

İftar topunu sinilerin etraf ına dizilip beklediler. Evvela sıcak elbezleri dolaştı;ellerini silip temizlediler. Nihayet top attığında oruçlar ını zeytin ve hurma ve su ileaçtılar. Ardından Şebgir Kamerle beraber akşam namazını kıldılar. Namaz bitip,seccadeler toplandıktan sonra sofraya oturdular. Sofrada işkembe çorbası,pastırmalı yumurta, kavurma, tavuk yahnisi, karnıyar ık, f ıstıklı pilav ve kıymalı börek vardı. Yemek boyunca Nevres, gözlerini Hokkagülü İfakat'tan alamadı;güzel kadındı  İfakat. Safinaz'dan bile güzeldi. Nevres onu en son Babafingoyokuşu ile Kesikbaş sokağının bitiştiği yerdeki evde görmüştü. Hokkagülü İfakatbaşsağlığı dilemek için gelmiş, gelirken yanında tepsi tepsi lokma tatlısı getiripNevres'i sevindirmişti. Alt kata doluşup durmadan dövünen kadınlar ın arasında,

hepsinden farklı, bir başına durmuş; ne onlar gibi dövünmüş, ne de bir damlagözyaşı akıt¬mıştı. O gün hayli mahzundu; ama ölüye yahut geride kalanlaraüzülmekten çok, kendine üzülür gibi bir hali vardı. Şimdi ise iri siyah gözlerindeyıldızlar yanıp sönüyordu. Sanki her an, her  şeyi yapabilirdi; yeter ki aklınakoysun. Nevres bu kadın hakkında çıkan dedikodula¬r ın mahiyetini biliyordu;gene de nasıl olup da Hokkagülü İfakat'ın hiç çekinmeden, sıkılmadan,gocunmadan, dedikodusunu yapanlarla yan yana gelebildiğine şaşıyordu. Onu,kendinden bu kadar emin yapan ne idi acaba? Sanki bir dokunulmazl ık hâlesivardı etraf ında. Kem gözler, yavuz diller oradan içeriye süzülemiyor; adetacamdan bir duvara çarpıp paramparça oluyorlardı.

Dedikodular, Hokkagülü İfakat'ın gözlerindeki yıldızlar ı değil söndürmekonlara ilişemiyorlardı bile.

Nevres bunlar ı düşünürken, sinideki tabaklar hızla boşalmaktaydi. Kar ınlar ını doyurduktan sonra tatlı bir rehavet çöktü üzerlerine. Bütün kadınlar bir köşeye

çekilip, şişen midelerini ovuşturdular. Daha yaşlı olanlar ın hemen uykusugelmişti; ağırlaşan gözkapaklar ını taşımakta bir hayli güçlük çekmekteydiler.O vakit Şebgir Kamer bütün misafirlerine teker teker rüyalar ını sormaya

başladı. Şebgir Kamer oldum olası, hal hatır sorar gibi rüya sormayı âdetedindiğinden, kimse de bunu yadırgamadı. Sırayla, en son gördükleri yahut iyihatırladıklar ı bir rüyayı anlatmaya koyuluyorlardı. Ev sahibesi de her bir rüyayı dikkatle, çıt çıkarmadan dinliyordu. Rüyalar ı tâbir ederken lafa "Şu görülen rüyaAllahu a'lem bi's-savab" diyerek başlıyordu. Mahalleli Şebgir Kamer'in Ramazanayı boyunca verdiği iftar yemeklerinden sonra yaptığı tâbirleri dinlemeyebayılırdı. Bu sebepten ötürü sırası gelen hiç nazlanmadan anlatmaya başlıyor,rüyasını  Şebgir Kamer'in maharetli ellerine teslim etmekte hiçbir sakıncagörmüyordu.

Sıra Safinaz'a geldiğinde, tombul ve beyaz ellerini kucağında bi¬tiştirip, enson gördüğü rüyayı anlattı. Rüyasında Safinaz geniş bir bahçe içindekikocaman, metruk, mutantan bir konakta tek başına dolaşıyordu. Konağın her taraf ı baha biçilmez eşyalarla donatılmıştı. Kapılarda hindi yumurtası iriliğindezümrütler, yakutlar, elmaslar asılıydı. Lâkin odalardaki eşyalar ın üstünü kalın bir toz tabakası ve örümcek ağlar ı kaplamıştı. Safinaz tek tek odalar ı dolaştıktansonra arka bahçeye çıktı. Burada içinde renk renk, çeşit çeşit balık bulunangenişçe bir havuz buldu. Havuzun etraf ını pirinçten, incecik bir yol örüyordu.Safinaz bunu görünce, patikayı takip ederek pirinçleri ayıklamaya, içlerindençıkan taşlar ı, çöpleri uzağa atmaya girişti. Böyle böyle, pirinçleri ayıklayaayıklaya havuzun etraf ında dönmekteydi. Geride bir tek taş kalmıştı; onu daayıkladığında pirinçler tama¬mıyla temizlenmiş olacaktı. Oysa o taşa elinisürdüğünde, havuzdaki balıklardan biri havuzdan çıktı ve konuşmaya başladı.Gayet sert bir ifadeyle, Safinaz'a o taşa dokunmamasını söyledi. Dillenenbalığın, uçlar ı burulmuş upuzun bıyıklan vardı. Safinaz neredeyse korkudan

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 98: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 98/119

öleyazdı; koşarak oradan uzaklaştı. Başını çevirip balığın kendisini takip edipetmediğini anlamak istiyordu ama buna cesareti yoktu. Epey koştuktan sonra,dizlerinin üstüne düşüverdi. İşte o zaman körük gibi inip kalkan göğüslerininarasında kıpır kıpır eden bir şey dikkatini çekti. Elini göğüslerine götürdüğündebalığın orada olduğunu gördü dehşetle.

Safinaz, Şebgir Kamer'e ve misafirlere bunlar ı anlattıktan sonra başını önüne

eğip, ertesi sabah uyandığında göğsünün arasından hakikaten bahk kokusugeldiğini itiraf etti. Bunu der demez pişmanlık duymuş gibi kaygıyla odadakilerebaktı. Sözlerindeki tuhaflığın kendi de farkındaydı ve yadırganmaktançekiniyordu. Ama yalanı yoktu; ertesi sabah buram buram balık kokuyordugöğüsleri.

Şebgir Kamer, Safinaz'ın anlattıklar ını başından sonuna kadar tek kelimeetmeden dinlerken, misafirler müteaddid defalar başlar ını memnuniyetle sallayıp,rüyayı hayra yorduklar ını, balık kokusunu da kızın yüreğinin saflığına verdikleriniaşikâr etmişlerdi. Bütün bunlar olurken Nevres gözucuyla, kızı görücüye çıkmış gibi heyecanlanan halasını takip ediyordu. Demek ki heyecanlandığında o eğretigülüm¬semesinden eser kalmıyordu. Nevres bunu aklında tutacaktı.

Şebgir Kamer ise konuşmaya başlamadan evvel odaya tam bir sessizliğinhâkim olmasını bekledi.

Şebgir Kamer dedi ki, her rüya bir haritadır aslında. Mecâzistan şehrininharitası. Ve her rüyanın pek çok kapısı vardır. Hal böyle iken, herhangi bir kapıdan içeri girilir, lâkin herhangi bir kapıdan dışar ı çıkılmaz. İşte rüyayı tâbir eden, rüyayı görenin hangi kapıdan mecâzistan şehrine girdiğini bilmeli ki, hangikapıdan çıktığını da bilebilsin. Rüyayı tâbir eden, tıpkı yaralı bir ceylanın izinisürer gibi, rüya görenin peşinden gitmelidir. Kimi zaman kolay iştir ayakizlerinitakip etmek. Zira rüya gören karda yürür gibi gayet sarih işaretler bırakır ardında.Kimi zaman da bir yağmur çıkar yahut şiddetli bir rüzgâr; ve ayakizleri siliniverir.Bu sebepten ötürüdür ki, muabbir dediğin elini çabuk tutmalı; burnu iyi koku alan,gözleri keskin bir zat olmalıdır. Lâkin kimi zaman, muabbir ne kadar maharetliolursa olsun adamakıllı güçleşir iz sürmek. Zira rüya gören suda yürür gibi, tekbir nişan dahi bırakmadan geçip gitmiştir. Şebgir Kamer dedi ki, sudayürüyen¬lerin rüyalar ını tâbir edebilmek için, olana değil olmayana bakmakşarttır. Bilhassa mecâzistan şehrine su yolu ile girenlerin tâbiri için muabbir,

rüyanın zıddına muhtaçtır. Velhasıl rüya dediğin zıddıyla tâbir olunduğundan,rüyayı tâbir eden rüyayı görenin girdiği kapıdan çıkmalı, çıktığı kapıdangirmelidir. Aksi takdirde rüyayı tâbir eden haritanın içinden çıkamaz; kaybolur.İşte o vakit rüyanın hakiki mâ¬nâsını veremez. Veremez çünkü nasıl ki her rüyanın pek çok giriş ve çıkış kapısı varsa, pek çok da meali, tâbiri vardır. Şebgir Kamer bunlar ı anlattı ama Saf ınaz'ın rüyasını tâbir etmedi. Sadece,

"Safinaz kızımızın talibi bol olacaktır. Lâkin en doğru evliliği yapmak için bir müddet daha sabretmek daha hayırlıdır," demekle yetindi,

Şebgir Kamer sustuğunda, Hokkagülü İfakat rüya anlatma sırası¬nınkendisine gelmesini beklemeden müsaade isteyip kalktı. Odadaki bütün gözlerinüzerinde olduğunu biliyordu ve sanki bundan garip bir haz alıyordu. Genç,mütebessim çehresine bir kor gibi düşen iri siyah gözlerindeki yıldızlan saçasaça çıktı gitti. Giderken odadaki efsunu da kaçırmıştı sanki. En azından Nevresböyle hissetmişti. Bundan do¬layıdır ki, sıra kendisine geldiğinde yalancıktan bir rüya uydurmak yerine, bu oyuna dahil olmamaya karar verdi. Ak kar ıncayı düşündü; tıpkı onun gibi muhasara çemberinin dışında kalmayı başaracaktı.

Odada bulunan herkes teker teker rüyasını anlatıp da sıra Nev-res'e gelince,bütün başlar ona doğru çevrildi. Nevres bu beklenmedik alakadan tedirginolduğunu saklamadan omuzlar ını silkti.

"Sizi temin ederim ki rüya görmem ben," dedi.Gözucuyla halasına bakıp, onun nasıl bozulduğunu görünce ken¬disiyle

iftihar etti. Şebgir Kamer ise bu yetim, topal kıza gülümseye¬rek hakikatteherkesin rüya gördüğünü ama bazen hatırlamak istemediğini anlattı.

"Peki ya niçin?" diye sordu Nevres."Sebeb-i malûm," dedi Şebgir Kamer "rüya demek hatıralar ımız demektir.

Bazen hatırlamak istemeyiz onlar ı."Nevres bunlar ı işitince başını kaldır ıp dosdoğru Şebgir Kamer'e baktı.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 99: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 99/119

Hatıralar mı? Geçmişin kendisi rüyadır zaten; bir sürü bölük pörçük rüya. YoksaŞebgir Kamer bunu bilmiyor mu? Gözleri iki ateş topu gibi etrafa kıvılcımlar saçtı.Kıvılcımlardan biri eline isabet etti¬ğinde Şebgir Kamer gayriihtiyari, korkuylaelini sakladı. Kızın bal renkli gözlerinde saklanıp boydanboya çatlamış olan ikibeyaz yumurtayı işte o vakit fark etti. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemedi.Bocaladı; konuyu dağıtmak için tatlı ikramına geçilmesini söyledi. Kaymaklı-f ıstıklı baklavalar ikram edildi misafirlere. Ama nedense herkesin iştahı kaçmış 

gibiydi. İçlerinden biri oyunbozanlık etmişti; kaymak ve f ıstık dahi bunu örtbasedemezdi.Tatlılar ını tırtıklayıp, kahvelerini içtikten sonra misafirler birer birer çekildiler.

Şebgir Kamer kapıda herkesi uğurlarken diş kiralar ını vermeyi de ihmal etmedi.Safinaz'a pembe çiçekli, mis kokulu ipek bir mendil hediye etti. Sonra da kızınkulağına eğilerek, üzerinde göz olduğunu, tez zamanda kırdığı bir yüreğionarması lâzım geldiğini f ısıldadı. Safinaz gözlerini iri iri açıp bir vakit hayretleyaşlı kadına baktı. Sonra başı önünde, kaygılı bir ifadeyle dışar ı çıktı. Onlar ı uzaktan seyreden Nevres ise bir an evvel buradan çıkıp gitmekten başka bir şeydüşünmüyordu. Bu akşam çok bunalmıştı. Kapıdan çıkarken elini öptüğü Şebgir Kamer, Nevres'in avcuna alelacele gümüş bir halka bıraktı. Sanki bu tuhaf kızıngidişinden memnun olmuş gibi bir hali vardı.

O gece yatmadan evvel Nevres, Şebgir Kamer'in verdiği diş kira¬sına baktı 

uzun uzun. Gümüş halkanın tılsımını açığa çıkarmaya ça¬lıştı. Baktı ki olmuyor,onun, hiçbir matah taraf ı bulunmayan rasgele bir suspayı, âdet yerini bulsun diyeverilmiş alelade bir diş kirası ol¬duğuna karar verdi. Parmaklar ına uyupuymadığını sınadı; ama hiçbir parmağına tam gelmiyordu halka. Hoş, tam gelsedahi onu takmaya, takıp da siyah kar ıncalar ın oyununa gelmeye hiç niyeti yoktuki.

Halkayı yastığının altına koydu. Uzağa gitmesin ama uzak dursun.Safinaz'a gelince, onun keyfine diyecek yoktu. Bütün akşam dikkatlere

mazhar edilmekten, Şebgir Kamer'in iltifatlar ından o kadar memnun kalmıştı ki,Nevres'e bile her zamankinden iyi davranmış; hiç olmazsa, başını çevirip suratasmamıştı onunla yan yana geldiklerinde. Eve vardıklar ında dahi hâlâyanağındaki gamzeleri açığa çıkartarak gülümsüyordu. Bu hali Nevres'içıldırtmakta, deliye döndürmekteydi. Her dakika onu incitmek, hırpalamak,utandırmak için bir f ırsat kolluyordu. Keşke bıraksalardı da Safinaz'ın rüyasını 

Şebgir Kamer'in yerine, şöyle evire çevire tâbir etseydi. Bıraksalardı da ona,rüyasında gördüğü bütün o süslü püslü, kelli felli, all ı pullu şeylerin, yani şimdiyedeğin hep hayalini kurduğu ama bir türlü ulaşamadığı ve evlendiğindekavuşacağını sandığı  şeylerin ancak bayağı bir insanın arzular ı olabileceğinianlatsaydı. O tanıdık yalım usul usul, Nevres'in yüzünü yalamaktaydı. Safinazbunlar ı nereden bilsin. O, yerleri süpü¬ren ipek geceliğini giymiş, aynanınkar şısına geçerek kestane renkli saçlar ını uzun uzun taramış ve şimdi uyumayahazırlanıyordu. Başını yastığa koymadan evvel, Nevres'e gülümseyerek, "Allahrahatlık versin," dedi. Nevres ona ne cevap verdiğini kendi de bilmiyordu amakötü bir  şey söylememiş olsa gerek ki, Safinaz tatlı tatlı gülümseyerek kıvr ılıpyattı.

Nevres türbe yeşili yorganı kafasına çekti ve kendi vücudundan yayılankokular ın arasında huzur bulmaya çalıştı. Çok yalnızdı; yapayalnızdı. Heminsanlar ın içine kar ışmaktan nefret ediyor; hem de zaman zaman onlar ın içinekanşamamanın acısını çekiyordu. Ne olurdu ki kalkıp bir rüya uydursaydı; nekaybederdi ki? O zaman kimse ona kötü kötü bakmazdı. Şebgir Kamer Safinaz'ı nasıl okşadıysa, onu da okşar, severdi. Ama yapamamıştı işte; yapamazdı da.Nasıl kendini bildi bileli öteki çocuklar gibi koşup oynayamıyorsa, her daimtopal¬layarak yürümeye mecbursa, bu da onun gibi bir şeydi işte. Elinde değildi.Eskiden acınarak sevilmekten mustaripti; şimdi ise artık hiç sevilmiyordu.Burnunu yalayan sızıya mâni olamadı, içini çeke çeke ağlamaya başladı.Gözyaşlar ı yanaklar ından süzülüp ağzının içine akıyor, oradan da yastığadamlıyordu. Ak kar ıncayı gördüğü, Ceviziçi Tahir'den okkalı bir tokat yediğigünden bu yana hiç ağlamamıştı oysa.

O garip ses, bu sefer yorganın içinden geldi; ta ayak ucundan. Kulak kabarttı Nevres. Evvela bir uğultu duydu; sanki mahşeri bir kalabalık toplanmıştı yorganıniçinde. Ardından, uğultunun ortasında bir kadın sesi ayırdetti. Yumuşak, nazenîn

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 100: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 100/119

bir kadın sesi. Belki de an¬nesinin sesiydi bu. Heyecanlandı."Nevres, ne güzel ismin var. İsmini herkese duyurmak istemez miydin?"Nevres bu sual kar şısında afallamıştı, ama artık sesin annesine ait

olmadığından emindi. Peki o zaman kimindi bu ses, neden her gece yakas ınayapışıyordu? Oralı olmamaya çalıştı; bîgane kalırsa onu sa-vabileceğini umarak.Ama ses, tıpkı bir böcek gibi ayak uçlar ından yukar ıya tırmanmaya başladı ozaman. Nevres ürkerek gözlerini iri iri açtı.

"Bana sırtını dönme Nevres. Kimim kimsem yok benim; tıpkı senin gibi."Nevres sesini Safinaz'a duyurmamak için f ısıldayarak konuştu."Ne istersin benden? Kimin nesisin?""Sana yardım etmek isterim Nevres. Dostun olmak isterim."Nevres alaylı alaylı güldü."İstemez," dedi. "Babam göçtüğünden bu yana herkes yardım etmek ister 

durur. Bir de sana lüzum yok.""Ben onlara zerre kadar benzemem Nevres. Hem sen onlara için için

kızmaktasın, öfkelenmektesin bilirim. Her kim ki sana acımaya kalkar, sen onuellerinle boğmak istersin bilirim. En ziyade acınmaktır seni bizar eden. Senisenden iyi bilirim Nevres. Uzun zamandır seni izler dururum. Bakışlar ındakikudreti, öfkenle çıkardığın yangınlar ı, yerinden ettiğin küpeleri... hepsini bilirim.Seni okurum."

"Öyle ise artık kâfi. Madem ki iyi bilirsin beni, seni istemediğimi de bilmenlâzım gelir. Uzak dur benden. Git başkasını bul.""Bu kadar çabuk hiddetlenme. Öfke sıcaktır Nevres, üflemeden yenmez. Ben

istedim ki sana yardım edeyim. Tekmil siyah kar ıncala¬r ı beyaza boyamanayardım edeyim. Ben istedim ki yeryüzündeki bü¬tün kar ıncalar ak kar ıncayabenzesin."

Nevres bu sözleri duyunca umursamazlığından, kızgınlığından çabucaksıyr ıldı. Merakla sordu.

"Sen de gördün mü onu? Gördün mü ak kar ıncayı?""Görmem mi; onu ben gönderdim. Ona sıkı sıkı tembihledim kendini herkese

gösterme diye; kem gözlerden sakın. Seni ilk gören pek müstesna bir insanolsun dedim. Demek o da sende karar kıldı."

Nevres ne söyleyeceğini bilemiyordu. Dili tutulmuştu sanki; hem şaşırmış hem de içten içe derin bir haz almıştı işittiklerinden. Ses, yeniden duyuldu.

"Artık gitmeliyim Nevres. Gönlüne danış karar ını ver. Bil ki ikimiz bir oldukmu, siyah kar ıncalar ın çanına ot tıkar ız. Sen hele bir düşün. Beni çağırmakistediğinde adımı seslen yeter."

"Peki nedir adın? De bana.""Nakş-ı Nigâr!"Ses kayboldu.Nevres o gece derin bir uyku çekti. Sahura kalkarken dahi sızlanmadı.

Safinaz da sahura kalkmıştı. Demek artık kusurlu değildi.Ertesi gün Nevres, bir daha ortaya çıktığı takdirde o sesi tardetmeyi

düşünüyordu. Ama bir yandan da onu daha yakından tanımak için gemlenemezbir merak duyuyordu. Üstüne üstlük sade tanımak değil, bir de onu altetmekistiyordu. Bu zıt fikirler arasında bocalarken, sesi duymasının üzerinden tam yedigün geçti. Şeker bayramı geldi çattı. Evde hem bayram hazırlıklar ı, hem deSafinaz'a gelecek görücülerin telaşı vardı. Nevres tamamıyla unutulmuştu ohengâmede. Merdivenlerde oturup suratını buruşturarak, evdekilerin ortalığa vekendilerine çekidüzen verebilmek için nasıl koşuşturduklar ını seyretti. Bilhassahalası ile Safinaz bu koşuşturmanın başını çekiyorlardı. Ana-kız gelecekgörücüleri, şimdiye değin hep hayalini kurup da bir türlü elde edemedikleri pahalı ve gösterişli şeylerden mürekkep bir dünyanın anahtar ı olarak görüyorlardı.Epeydir nakıs kalan emelleri işte bu anahtar sayesinde bir bir ikmal edilecekti.Nevres ise bu zenginlik ve refah hayalini onlarla paylaşamayacağım, buraya aitolma¬dığını biliyordu. Hatta şimdi buradan çıkıp gitse, yollara düşse, kim bilir kaçgün sonra yokluğunun farkına var ırlardı. Onlar ı seyretmekten sıkılınca Safinaz'ınaynasının kar şısına geçip, gözlerine baktı. Yakın zamanda yumurtalardan çıkaneciş bücüş kara gölgeler, ortalıkta salınmak için müsaade istiyorlardı sanki.Nevres onlar ı daha fazla bekletmemeye karar vermiş olacak ki, denizin dibindenağır bir ağ çe¬ker gibi seslendi. "Nakş-ı Nigâr!"

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 101: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 101/119

Bayram gecesi, sabaha kar şı, Beberuhi Rıza davulunu gümbürdetegümbürdete bütün mahalleliyi ayağa kaldırdı. Çok geçmeden de, atı¬lan toplarlasabah namazı vakti ilan edildi. Minarelerden yükselen ezan sesleriyle mahalleninyediden yetmişe tüm erkekleri camiye gitti. Çocuklar, yeni esvaplar ını giymiş,bahşiş zamanının gelmesini sabırsızlıkla beklemekteydi. Gene de eski adıylaAkrep Arif, yeni adıyla Nakş-ı Nigâr mahallesinde şeker bayramının gelmesineen çok sevinenler  şüphesiz mahallenin demkeşleri olmuştu. Adeta bir hürriyet

bayramı kutlar gibi vakt-i kerahati kar şılamaya hazırlanmışlardı.Nevres bayram sabahı gizlice evden çıktı. Hoş, pek de saklanmasına lüzumyoktu çünkü evdeki hiç kimse onu görecek halde değildi. Sokaklardaki bayramtelaşının evden az kalır yanı da yoktu hani. To-pallaya topallaya, daha çokbayram harçlığı koparabilmek için en sevimli ifadelerini takınıp koşuşturançocuklar ın, kabristanlar ı ziyaretten dönen kadınlar ın, şekerci dükkânının önüneyığılan erkeklerin arasından geçti. Bir gece evvel Nakş-ı Nigâr ile konuştuklar ı aklından çıkmıyordu. Ne yapması gerektiğini söylememişti gerçi; ama demişti ki,doğru zamanda doğru yere vardığında, kendisi buluverecekti lâ¬zım geleni.Nevres, işte bu fikirden hareketle sokaklar ı aylak aylak dolaşmakta, gördüğü her şeyi dikkatle izlemekteydi.

Akrep Arif mahallesinin doğu kapısına açılan Karakuşi sokağına girdiğindetepeden tırnağa simsiyah giyinmiş, saçsız sakalsız bir dervişin, sanki birini bekler 

gibi dikilmekte olduğunu fark etti. Dervişe yaklaşıp, gözlerini onun gözlerinemıhladı. Dervişte bir tuhaflık vardı; bir suret gibiydi adeta; varla yok aras ı. Benzio kadar solgundu ki Nevres onun hasta olduğunu düşündü. Ama gözleri onun solbileğine takılır takılmaz, ne yapması gerektiğini, Nakş-ı Nigâr'ın neyi kastettiğinibir çırpıda anlayıverdi.

Başını geriye atıp, gülümsedi. Gözlerindeki eciş bücüş siyah gölgeler, sevinçnidalar ı ile ayaklandılar. İstirahat bitmişti; şimdi faaliyete geçme vakti gelmişti.Nevres gözlerinde olup bitenlerin farkında mıydı bilinmez ama kar şısmdakinihemencecik tanıyıvermişti. Kepoz'dan başkası değildi bu. Demek İsmihanKadın'm seneler evvel esir ederek insanlara kötülük etmesine mâni olduğuKepoz, bu sefer de derviş kılığında mahallenin sokaklar ını ar şınlamaktaydı. Onasokulup, gülümsedi. Kepoz donuk gözlerle topal kız çocuğunu seyrediyordu;adeta kendini tamamıyla ona teslim etmişti.

Nevres bir an tereddüt eder gibi oldu. Aynı anda Şebgir Kamer'in verdiği

gümüş halkanın avcunda olduğunu fark etti. Ne vakit almıştı onu yanına;hatırlayamadı. Halkadan yayılan bir kuvvet vardı ve bu kuvvet onu geri çekiyor;yolundan ediyordu. Gümüş halkanın "sakın ha!" der gibi bir hali vardı. AmaNevres böyleydi işte; günahı kurcalamayı, yasağı delmeyi, kötüyü deşmeyiseverdi. Ve kendi kendine, bütün bunlar ı daha evvel, çok daha evvel tecrübeettiğini f ısıldadı. Hepsi, noksansız hepsi, bir başka rüyada, geçmişte başınagelmişti. Yani daha önce yaşamıştı bu acıyı. Öyle ise hepsini bir dahayaşamakta ve yaşatmakta hiçbir mahzur yoktu. Bu da bir rüya idi topu topu.

Bir rüya... bir rüya daha... hiç fark etmez. Nasıl olsa su alıp götürür bunu da;Su asla zemmetmez, kızmaz, küsmez.

Nevres, kararlılığını gösterebilmek için, Şebgir Kamer'in verdiği diş kirasını uzağa f ırlattı. Ona ihtiyacı yoktu. Ve sonra, öne doğru atılarak, bir hamlede, hâlâşaşkınlıkla ona bakmakta olan Kepoz'un sol bileğindeki çuvaldızı çıkardı.

Çünkü geçmiş dediğin bir rüya idi ve de gelecek...Onlar olmadığında ne günah vardı ne de kötülük...  îsmihan Kadın'ın seneler evvel yakalayıp, bir çuvaldızla kötülüklerine son

verdiği Kepoz, âzad edilir edilmez gülmeye başladı. Onun, kulaklar ı tırmalayantiz kahkahalar ı, çuvaldızın yere düştüğünde çıkardığı sesi boğdu. İşte bu,Kepoz'un Akrep Arif mahallesindeki ilk intikam hamlesi oldu.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 102: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 102/119

NİDA HAMAMI

Bu hamamın içinde, ama her şeyin dışında bir yüzdü çocuğunki.Murathan Mungan, Son İ stanbul 

Bayram sabahı Beberuhi Rıza, çuval çuval yabani otu sokaktan Kevser 

ninenin oturduğu evin avlusuna taşıyordu. Boyunu geçen çuvallar bir hayli ağır olduğundan kan ter içinde kalmıştı. Yabani otlar, şehr-i İstanbul'un pek çokköşesinden, bilhassa da Kasımpaşa mezarlığının arkasından, bir deÜsküdar'daki Uzun Çayır civar ından toplanmıştı. Kevser nine bu iş için her seneüç kadın tutardı. Bu kadınlardan adlar ı Maile ve Naile olan ikisi, bohçacılıklageçinen genç, Kıpti kadınlardı. Güllü, çiçekli, dallı yapraklı, gözahcı basmalardanbol yenli mintanlar; menekşe moru, kavuniçi yahut türbe yeşiline kesmiş parlakkumaşlardan da tiril tiril şalvarlar giyerek, tepeden tırnağa bir renk cümbüşüiçinde salma salına dolaşırlardı. Bu halleriyle Bedrenk Asi-ye'yi bile çatlatırlardı.Dibalar, hatailer, hakirler, dımişkiler, abaniler, seraserlerle doldurduklar ı bohçalar ını sırtlayıp sabahtan akşama ka¬dar sokak sokak, kapı kapı dolaşırlardı. Sattıklar ı mallar pek kıymetli olduğundan, öyle her müşteriyetenezzül etmezlerdi. Gittikleri zengin evlerinde, zaman zaman bakla falına da

bakarlardı. Kenarlar ı oyalı mendillerini orta yerde açıp, baklalar ın arasında ciritatan kömür, şeker, taş ve kayatuzu parçalar ından müneccimâne laflar çıkartırlardı. Hiç kimsenin elini eteğini öpmeden, kendi yağlar ında kavrularakyaşayıp giderlerdi.

Adı Sallabaş Dürdane olan üçüncü kadın ise onlardan epey yaşlıydı. Kimikimsesi yoktu; susamcılık yapardı. Ağdalanmış  şekerle kar ıştır ıp, kare karekeserek sattığı susamla kamını doyurmaya çalışırdı. Her üç kadın da tam bir tütün tiryakisi olduklar ından, Kevser nine onlara bazı bazı süslemeli lüleler yahuten hasından tütün hediye ederdi. Ve Akrep Arif mahallesinden çok uzakta ikameeden her üç kadının da Kevser nineye ta geçmişten kalma vefa borçlar ı vardı.Ma¬hallede kimse onlar ın Kevser nineye hangi sebepten ötürü bu kadar düşkünolduklar ını bilmezdi; hatta Ceviziçi Tahir bile bu meselenin aslını astar ını öğrenememişti. Tek bildikleri, Kevser nine gibi kudretli ve düşene dostluketmekten geri durmayan bir kadının, koskoca İstanbul şehrinde her yaştan, her 

f ıtrattan, her dinden insanla ahbaplık ettiğiydi ki, sade bu bile, bu üç kadının onaolan vefa borçlar ını izah etmek için kâfiydi.Maile, Naile ve Sallabaş Dürdane, senenin her günü sokaklar ını ar şınlayıp

durduklar ı  şehr-i İstanbul'un dört bir yanından yabani ot toplarlardı Kevser nineye. Bilhassa şeker bayramı yaklaşırken, üç günlerini tamamıyla bu işe ayır ır;o mezarlık senin bu mezarlık benim diyerek envai çeşit yabani otu, çuvallaraistiflerlerdi. İşte bu çuvallar onlar ın Kevser nineye bayram hediyeleriydi. Lâkin busefer iki Kıpti kadın, gittikleri bir konakta kendileriyle ilerigeri konuşan evinhanı¬mını evvela hakaretlere boğup, ardından da dövmeye kalkıştıklar ı için,başlar ını fena halde belaya sokmuş ve tutuklanmışlardı. Susamcı kadın Sallabaş Dürdane yabani otlar ı bir başına toplamak zorunda kaldığından, çuvallar ıngelmesi de bayramın ilk gününe sarkmıştı. Bundan dolayıdır ki, BeberuhiRıza'nm çuvallar ı sokaktan avluya taşıma vazifesi, tam da bayram bahşişlerinitoplayacağı zamana denk gelmişti.

Beberuhi Rıza, bir yandan olmadık zamanda belaya bulaşan iki Kıpti kadınaveryansın ediyor, bir yandan da bir an evvel çıkıp bahşiş toplayabilmek için elinimümkün olduğunca çabuk tutuyordu. Ne de olsa koca Ramazan ayı boyunca bugünü beklemişti. Hatta sırf bu günün hatır ına yanına bir başka bekçiningelmesine dahi mâni olmuş; bütün mahallenin yükünü tek başına omuzlamıştı.İşin aslı hiç kimse için bahşiş toplamaya geç çıkmaya razı gelmezdi; gelmezdiama Kev¬ser ninenin yeri bambaşkaydı. Bebenıhi Rıza'nın bu yaşlı kadına olanhürmeti kolay kolay tarif edilemeyecek kadar derindi. Onu velinimeti bellemişti.Hal böyle olunca da, sabaha kar şı davulunu gümbürdete gümbürdete mahalleliyibayram namazına çağırdıktan sonra, sabah erkenden buraya gelmeye kendinimecbur hissetmişti. Gelir gelmez de susamcı kadının dört merkebe yükleyerekancak getirebildiği yabani ot çuvallar ını içeri taşımaya koyulmuştu. Hiç hesaptaolmayan şu külfetli işi bitirdiğinde, en büyük oğlunu yanma alıp, mahalleliyi birer 

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 103: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 103/119

birer ziyaret etmeye başlayacaktı. Sokaklarda davulunu güm-bürdetegümbürdete dolaşarak, nicedir hayalini kurduğu bahşişleri toplayacaktı. BeberuhiRıza gayet iyi biliyordu ki, insanlar ın eşkali nasıl türlü türlü ise, verdikleribahşişler de türlü türlü olurdu. Kiminin ensesi kalın olduğu halde gönlü daracıkolduğundan böylelerinden bir  şey koparmak hayli güçtü. Onlar, olsa olsa içilokum dolu bir mendil verirlerdi. Mendilleri sır ığa asıp öyle dolaşırlardı BeberuhiRıza ile oğlu. Lâkin kimi insan da bir kap yemekle kifaf-ı nefs ettiği halde

öy¬lesine elibol davranırdı ki, böylelcrini sevmemek ne mümkündü. Lo-kumlumendil de olsa bahşişi, Beberuhi Rıza koca Ramazan-ı Şerif boyu çektiklerininsemeresini görmek için sabırsızlanmaktaydı. Topu topu üç tane yabani ot çuvalı kalmıştı geride; onlar ı da içeri taşıdı mı bu iş tamamdı artık. Gayr ı kimseburalarda tutamazdı onu.

Geride tek bir çuval kaldığında, Beberuhi Rıza'nın takati de tükenmeküzereydi. Boynundan şıpır şıpır damlayan terleri silip, son çuvalı da s ırüanmıştı ki, aniden tuhaf bir gürültü işitti. Sesin geldiği yöne bakmak için başını çevirdiğinde, rüzgâr ın önüne kattığı çalılar ın üstüne üstüne gelmekte olduğunugördü. Ve aniden, çalılar ın arkasından acıyla koşturan, sütlükahve benekli, uzunkulaklı, dik kuyruklu bir köpek çıktı. Sağ arka bacağında açılmış avuç içibüyüklüğündeki bir yaradan kanlar akmaktaydı. Beberuhi Rıza inleyenhayvancağıza dikkatle baktığında, yarasına bir sürü kar ıncanın doluşmuş 

olduğunu fark etti. Dehşete düştü. Yoksa bu garip sokak köpeğini kar ıncaısır ık¬lar ı mı bu hale getirmişti? Bu fikri hızla kafasından sildi. Köpek inle¬yeinleye, ardında kan izleri bıraka bıraka geçip giderken, Beberuhi Rıza, göz açıpkapayıncaya kadar olup biten bu garip hadisenin verdiği şaşkınlıkla sırtındakiyabani ot çuvalını düşürdü.

Her şey birdenbire oldu.O bayram sabahı, her sene olduğu gibi ortahk cıvıl cıvıl iken, birdenbire hava

karardı. Gökten kar ınca yağmaya başladı; sokaklar, pervazlar, cumbalar,bahçeler, avlular, çeşmeler, eşikler siyaha kesti; simsiyah oldu. Ardından güçlübir rüzgâr çıktı. İnsanlar nereye kaçışacaklar ını  şaşırmış, oradan orayayalpalamaktaydüar. Kar ıncalar ağızlar ına, kulaklar ına, burunlar ına doluyordu.Dizlerinin üstüne dü¬şenler, itişip kakışırken birbirini ezenler, battaniyelerle buf ırtınayı savuşturmaya çalışanlar, korkudan dili tutulanlar oldu. Ve aniden, okar ınca f ırtınası, geldiği gibi gitti. Her yerde ölü kar ıncalar kaldı. İçlerinden

bazılar ı yaşamakta ısrar ediyor, titrek bacaklar ını oynatarak beyhudedebeleniyordu.Sittinsenenin Akrep Arif, yeni adıyla Nakş-ı Nigâr mahallesini dehşetli bir 

sessizlik kapladı. İçindekilere ebediyet kadar uzun gelen ve ansızın, bir çocuğunavazı çıktığı kadar yırtma yırtma ağlamasıyla sona eren, ağır mı ağır bir sessizlik.

Beberuhi Rıza kendini toparlayıp yere bıraktığı çuvalı aldı ve kar ınca ölülerinebasa basa, son çuvalı da evin avlusuna taşıdı. İçeri girdiğinde Kevser nine ileburun buruna geldi. Yaşlı kadının her zaman pembe-beyaz olan yüzü şimdilimon kabuğu rengini almıştı. Dudaklar ı devamlı kıpır kıpırdı; bir  şeyler söylüyordu ama ne dediğini anlamanın imkânı yoktu. Onu bu halde görenBeberuhi Rıza'nın eli ayağına dolaştı. Mahallenin çınar ı idi bu kadın. Kimbilir nebadireler atlatmış, ne korkunç yıkıntılar ın arasından yıkılmadan çıkmayı başarmıştı bu güne değin. Ama ilk defa, onu böyle çökmüş bir halde görenolmuştu.

Ne vakit korkuyu gördükorkusuz bellediğininsuratındaişte o zaman korktuBeberuhi Rıza.

Akrep Arif mahalleliler, akşam, felâketlerin peşlerini bırakmadığını gördüler.Güneş balar batmaz gökyüzünde kılıç biçiminde bir yıldız peyda oldu. Durmadanyer değiştirerek, önüne çıkan bütün yıldızlar ı kesip parçalara ayır ıyordu. Kanyerine bir  ışık huzmesi süzülüyordu gökten; sanki eğilip toplanabilirmiş gibiherkes yanına yöresine bakmıyordu. Kılıç şeklindeki yıldız efelik ederekgökyüzünde dolanıyor, rastladığı bütün yıldızlar ı kesip biçiyordu. Mahalleliler 

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 104: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 104/119

hayretler içinde başlar ını yukar ı kaldırmış, kılıç yıldızı takip ediyorlardı. Bir zamansonra kılıç yıldız aşağılara kaymaya başladı. Sanki dolu dizgin üstlerinegeliyordu. Korkuyla kaçışanlar oldu. Daha şahbaz yahut daha meraklı olanlar kaldı geride. Kimse tek kelime edemiyordu. Kılıç yıldızın sivri ve soğuk ucunuboğazlar ında hissettiklerinde, birdenbire her taraf karardı; ay bulutlar ın arkasınasaklandı; perde-i nilgûn üzerlerine örtüldü.

Peşpeşe gelen suskunluklar ın acısını çıkarmak istercesine, ayyuka çıkan bir 

gümbürtü koptu akşamın geç saatlerinde. Mahalleliler başlar ına gelen felâketlereadayacak bir kurban bulmuşlardı en nihayetinde. O namussuz, o bî-edeb, o zelilkadının evini basacaklardı. Meşhud cürmünü öyle sert bir tokatla yüzünevuracaklardı ki, pilini pırtısını toplayıp bir daha avdet etmemek üzere bumahalleden gitmekten başka çare bulamayacaktı. Bu fikirden hareketlemahallenin güney kapısından çıktılar yola. Kalabalık biraz daha büyümekte,semirmekte idi geçtikleri her sokakta. Ellerindeki meşalelerle aydınlattıklar ı sokaklarda, daha fazla dikkat çekebilmek için, neredeyse koca bir ordununçıkartabileceği gürültüyü çıkartıyorlardı. Beberuhi Rıza ile Ceviziçi Tahir, imamefendinin yanında, kalabalığın önsaflannda yürüyorlardı. Ne de olsa mahalleninkaranlıkta neler çevirdiğini en iyi bilen onlardı. Madem ki tanıktılar olan bitenedepsizliğe, en önde yürümek onlar ın hakkıydı.

Hokkagülü İfakat'ın evi mahallenin en büyük evi idi. Murdar so-kağı'nın

Zebella sokağı ile bitiştiği yerde, her iki sokağı da rahatlıkla görecek şekildeyayılmıştı. Bu ev, Akrep Arif mahallesindeki tek boyalı evdi. Tepeden tırnağacamgöbeğine kesmişti. Esmer güzeli, ateşin mizaçlı  İfakat, bundan seneler evvel, daha henüz körpe bir fidanken bu eve gelin gelmişti. Yaşça kendinden bir hayli büyük olan koca¬sı eşraftan epey zengin ve itibarlı bir kimseydi. Adam,daha evliliklerinin ilk senesi bile dolmadan göçüp gittiğinde, genç kar ısına yüklübir servet bırakmıştı. İfakat da adamcağızın kırkının dolmasını beklemeye dahilüzum görmeden, mirasını çatır çatır yemeye, gününü gün etmeye başlamıştı.Adının başına Hokkagülü'nün eklenmesi işte o günlere rastlardı. O zamandan buyana da evinde ahlâka mugayir işler çevirdiği yolundaki şaibeler katmerlenekatmerlene artmıştı. Akrep Arif mahalleliler bunca zamandır huyunu suyunugayet iyi bildikleri, arkasından bol bol dedikodusunu yapıp yüzüne tebessümettikleri İfakat'a şimdi düşman kesilmişlerdi. Onlar ın nazar ında bütün buuğursuzluklara sebep, her akşam evine lebleri nergis gencecik kadınlar ı 

doluşturup âlem yapan, kocası vefat ettiğinden bu yana, bir bakışına müştakolan erkek kısmına yüzvermeyip hemcinslerine meyleden, kırdığı cevizlerinhaddi hesabı olmayan Hokkagülü İfakat'tan başkası değildi.

Kalabalık her sokakta biraz daha büyüyerek ilerlerken, camgöbeği evdecümbüş vardı. Üst kattaki geniş odaya doluşan misafirlerin altlar ında yumuşacık,kuştüyü minderler; önlerinde de, birbirinden leziz mezelerle tıkabasa dolu siniler sıralanmıştı. Senelerdir bu evde hizmet eden Zişan konuklar ın arasında sekeseke dolaşarak, hızla boşalan kadehleri gül renkli şarapla dolduruyordu. Odanınbir köşesi dört kişilik saz heyetine ve kolbaşı kadın ile muavinine tahsisedil¬mişti. Saz heyetindeki kadınlardan biri ud, ikisi çifte nekkare, bir başkası dadef çalmaktaydı. Odanın tam orta yerinde ise çengi oynuyordu. Hokkagülü İfakatoldum olası çengileri seyretmeye bayılırdı. Ama bu akşamki çenginin gönlündepek müstesna bir yeri vardı. Ne kadar uğraşsa da onun şuh kahkahalar ını,baygın bakışlar ını, menekşe kokusunu aklından bir türlü çıkartıp atamamıştı.Onu görmeden geçirdiği günler, geceler boyunca, o sütbeyaz, uzun, incecikboynunda, yeşile kaçan morluklar bırakma arzusuyla yanıp tutuşmuştu. Ondanuzak durabilmek için kendi kendisine defalarca söz üstüne söz vermiş; amaverdiği her söz çok geçmeden güme gitmişti. İşin aslı, kimsenin parmağındakolay kolay oynatabileceği bir kadın değildi Hokkagülü îfakat. Dul kaldığından buyana başına buyruk, âsûde bir hayat yaşamaktaydı. Her güçlüğün üstesindengelebilecek, her densize ağzının payını verebilecek kadar ahenin bir metanetivardı. Ne var ki, bu güzeller güzeli çenginin kar şısında, bambaşka biri oluyor; bir sermestlik deryası içinde gevşeyerek sahip olduğu bütün kudreti yiti-riveriyordu.Her seferinde onun, gözünün içine baka baka misafirle¬riyle oynaştığını görüp,bütün bunlar ı sırf kıskandırmak için yaptığını sezinliyor; ama gene de bu nahoş oyuna gelmekten kendini alıkoyamıyordu.

Hokkagülü İfakat'ın aklım başından alan bu çenginin adı Kaymaktabağı Rana

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 105: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 105/119

idi. Bir Çerkez güzeliydi. Ve bu akşam her zamankinden daha da güzeldi.Hokkagülü İfakat iki haftadır onu görmemek için kendi kendisiyle boğuşmuş, ennihayetinde içini kemiren hasrete yenik düşmüştü. Kolbaşı kadına derhal haber salarak en alasından bir saz heyeti ve bilhassa da Kaymaktabağı Rana'yı istemişti. İşinin ehli, anasmm gözü kolbaşı kadın, kıymetli müşterisi Hokkagülüİfakat'ın bir dediğini iki etmezdi. Çengilik mesleğine iki sene evvel intisap edenKaymaktabağı Rana'nın, bu zenginlikte ve güzellikte yekta ka¬dının üzerinde ne

denli derin bir tesir bıraktığını gayet iyi bildiğinden, zaten iki haftadır ha bugün hayar ın diyerek bu haberi beklemekteydi.

Kaymaktabağı Rana'nın başında çepeçevre altınlarla süslü bir te¬pelik vardı.Kıvır kıvır, altın sar ısı saçlar ı tepeliğin altından ta kalçalar ına kadar uzanıyordu.Yanaklar ı al aldı. Yusyuvarlak, irice bir mücevher sallanıyordu alnının ortasında.İpek hilalî gömleğin üstüne, mor kadifeden, kenarlar ı sırmalı bir üstlük geçirmişti.Öne doğru her eğilişinde iri, sütbeyaz göğüsleri gömleğinden dışar ı f ırlıyordu.Beline püsküllü, kan kırmızısı lâhûrî bir şal dolamıştı. En ufak bir hareketindeşalın püskülleri de oynuyordu. Üç eteğin altına giydiği mavi ipekten şalvar ı,gümüş tokalı bir kemer vasıtasıyla sıkarak ince belini açığa çıkarmıştı. Kınalı ayaklar ı çıplaktı. Elindeki zilleri çala çala odanın içinde dört dönüyordu.Vücudundan yayılan taze menekşe kokusu, gözlerini ondan alamayan

Hokkagülü İfakat'ı mestediyordu. Evsahibesi, ne misafirleriyle alakadar oluyor,ne de önündeki sinide sıralanan birbirinden güzel yemişlere, mezelere elinisürüyordu. Kaymaktabağı Rana da, inadına daha cilveli oynamaktaydı. Arada bir sürmeli, yeşil gözlerini süzüp, odadakilerin yüreklerini ağızlar ına getiriyordu.

Kaymaktabağı Rana, misafirlerden birine açık açık cilve yapmaya başladı bir ara. Bunu görür görmez Hokkagülü İfakat'ın yüzünü ateş bastı. Sinirli sinirlisaçlar ını çekiştirmeye başladı; hatta farkında olmadan gece rengi saçlar ındanbirkaç tel kopardı. Neyse ki misafir, evsahibesinin korkusundan çengiye yüzveremiyordu. Camgöbeği evde misafirler, evsahibesinin gözdesine ilişmemekahdına mukabil diledikleri kadar yiyip içip eğlenebilirlerdi. Bu saklı mukaveleyiçiğ¬nemeye kalkanı Hokkagülü İfakat evvela hırpalar, sonra da omuzlar ındantuttuğu gibi kapıdışar ı ederdi. Kaymaktabağı Rana da bunu gayet iyi bildiğinden,çok geçmeden, oynadığı küçük oyundan sıkılıp, tekrar evsahibesinin önünderaksetmeye başladı. Adeta yaptığı hatanın aff ını temenni eder gibi bir hali vardı.

Şakaklar ından küçük ter damlalar ı süzüldüğü halde hiç de yorulmuş görünmüyordu. Saz heyeti müziği yavaşlatıp sona erdirdiğinde, beline doladığı kankırmızı lâhûrî şalı çıkartıp, fiyakalı fiyakalı şöyle bir havada çevirdikten sonra,Hokkagülü İfakat'ın ayaklar ının dibine bıraktı. İşte tam o esnada dış kapı korkunçbir gürültüyle sarsıldı. Daldığı mülevven rüya âleminden bir türlü çıkmakistemeyen Hokkagülü İfakat dışında, odadaki herkes korkuyla sıçradı.

Evin önüne biriken kızgın kalabalık kapıyı yumruklamaya başlamıştı. Kapınıniniltileri yankılanarak evin üst katına ulaşıyordu. Hok-kagülü İfakat bahtiyarlıkdenizinden ağır ağır çıkıp, şöyle bir silkelendi. Hiç telaş etmeden ayağa kalktı;odanın orta yerinde şaşkınlıktan donakalan Kaymaktabağı Rana'yı hızla kendinedoğru çekerek, çenginin rengi solmuş yanağına ıslak bir buse kondurdu. Sonra,kor¬kudan oturduklar ı yerlere sinen misafirlerine şöyle bir tepeden bakıp, kapıyayöneldi. Sırtını öyle bir dikleştirip omuzlar ını geriye atışı vardı ki, görenler neredeyse şeref payesi almak üzre bir merasime katılmaya gittiğinidüşüneceklerdi. Kapıdan çıkmadan evvel senelerdir yanında çalışan Zişan'a bir işaret verdi. İkisi birlikte alt kata indiler.

Ağır ağır aralanan kapının gıcırtısı, kalabalığın uğultusunu bıçak gibi kesti.İşte o zaman kalabalık ne yapacağını bilemedi. İçlerinde tereddüt edip, geri

dönmeye hazırlananlar oldu. Lâkin mahalle imamı kararlı idi. Yanına BeberuhiRıza ile Ceviziçi Tahir'i de alarak birkaç adım öne çıktı. Birbirlerinden cesaretalan bu üç adam, kapıda korkuyla dikilen Zişan'ı kenara iteleyip, eşikten içeriadımlar ını attılar. Adımlar ını atar atmaz da esmer güzeli Hokkagülü İfakat ileburun buruna geldiler. Genç kadının simsiyah saçlar ı yavrusunu korumayaçalışan bir hayvanın tüyleri gibi diken dikendi. Merdivenlerin başını tutmuştu; buhaliyle kimseleri içeri almamaya yeminli görünüyordu. Onu böylesine kararlı gören kapıdaki üç adam bir müddet donakaldılar. Sonra gene birbirlerindencesaret alarak merdivenlere doğru atıldılar. İşte tam o esnada İsmihan Kadın

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 106: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 106/119

ortaya çıktı. Kalabalığı yara yara ilerledi. Öylesine kızgın görünüyordu ki, çivitmavisi gözlerinden ateş saçıyordu neredeyse. Kaşlar ını çatmıştı. Sinirdenşakaklar ı zonkluyordu. Eve giren üç adamın kar şısına dikildi. Kalabalık şöyle bir çalkalandı. Ne de olsa mahallede herkes az biraz çekinip korkardı  İsmihanKadın'dan. Hele onun cinlerinden daha çok korkarlardı. İsmihan Ka-dın'ınbeddualar ının tuttuğu, onu gazaba getirenlerin çarpık çurpuk kalıp, bir daha daiflah olmadıklar ı tecrübe ile sabitti.

İsmihan Kadın tek kelime etmedi. Lâkin öylesine büyük bir öfke ile bakt ı ki,kar şısındaki üç adamın üçünün de dizlerinin bağlar ı çözüldü oracıkta. Başındanberi zaten tereddüt eden kalabalık ağır ağır, homurdana homurdana dağıldı.Attıklar ı her adımda, ittifak etmişçe¬sine bu vakayı hatırlar ından silmekteydiler.Mahalle imamı, Ceviziçi Tahir ve Beberuhi Rıza da ayaklar ını sürüyerek onlar ı takip ettiler. İşte o zaman Hokkagülü İfakat, kalabalığın kar şısındaki metanetinibir kenara koydu; gözlerinde yaşlarla koştu, İsmihan Kadın'ın elini öptü. Kısa,kısacık bir an için bakıştılar. Hokkagülü İfakat'ın gözlerinde şükran, İsmihanKadın'ın çivit mavisi gözlerinde yorgunluk vardı. Koca bir ömrün yorgunluğu...İsmihan Kadın bu akşam ölümü düşünüyordu. Hokkagülü İfakat'ın gözlerindekiyıldızlarsa ona gençlik demlerini hatırlatıyordu. Gizliden gizliye gıpta ediyordu buhodbin ve hırçın Kadın'a. Akrep Arif mahallesinde aslım inkâra yeltenmeyen bir tek o kalmıştı ne de olsa. İsmihan Kadın onun gözlerinde yanıp sönen yıldızlara

baktıkça avunuyor, umutlanıyordu. Hayatta oldukça kimselerin ona bir kötülüketmesine müsaade etmezdi. İsmihan Kadın, dalgın dalgın gülümseyerek evininyolunu tuttu. Gözlerinde elem perdesi, kulaklar ında uğultu, yüreğinde sıkıntı vardı.

Hokkagülü İfakat, sokağı dönüp, gözden kayboluncaya kadar uzun uzunİsmihan Kadın'ın arkasından baktı. Ona minnettardı. Ama mutlu olması gerekirken, tam tersine, içini korkunç bir sıkıntının kapladığını fark ediyordu.Sanki onu bir daha göremeyecek, o çivit mavisi gözlerde bir daha huzur bulamayacaktı. Sinek kovalar gibi elini hızla indirip kaldırarak, aklından bu nahoş fikri defetti. Sonra saçını başını hızla düzeltip, akşamın velvelesindensersemlemiş olan Zişan'ın koluna girerek tekrar üst kata çıktı. İçerdekimisafirlerin her bi¬rinin beti benzi atmıştı. Hadisenin büyümediğini anlayıncaderin bir soluk alıp, parmaklar ının ucunda sessizce çıkıp gittiler. Hokkagülüİfakat, en ufak çıtırtıya pabuç bırakacak kadar ödlek ve her vesilede kaypaklık

edecek kadar yanardöner olan bu insanlar ın ardından alaylı bir bakış f ırlattı.Korkaklığa da, riyakârlığa da zerre kadar taham¬mülü yoktu.Kaymaktabağı Rana, şalını yerden almış, tam gitmeye hazırlanı¬yordu ki,

Hokkagülü İfakat, kolbaşı kadına dönüp eliyle bir işaret ver¬di. Kolbaşı kadın,belli belirsiz bir tebessümle başını hafifçe öne eğ¬dikten sonra telaşla sazheyetini toparlayıp ayr ıldı. Herkes çekip gittiğinde, Hokkagülü İfakat, neşesinibütün mahalleye duyurmak istercesine avazı çıktığı kadar bağırarak Zişan'aseslendi.

"Hele getir şu meşhur lokma tatlını da, ağzımız tatlansın!"O gece Hokkagülü İfakat, bir yandan, kucağına yatırdığı Kay¬maktabağı 

Rana'nın altın sar ısı saçlar ını okşayıp bir menekşe rayihası içinde sermestolurken, bir yandan da Zişan'm lokma tatlılar ını birer ikişer atıştır ırken, koskocaAkrep Arif mahallesinde şeker bayramını tam bir gönül rahatlığıyla kar şılayan tekinsandı.

İsmihan Kadın, evine vardığında oldukça halsizdi. Hiddeti geçmiş, yeriniendişeye bırakmıştı. Ölümü düşünüyordu. Şimdiye değin, vakit tamamolduğunda göçüp gitmekten hiç korkmamış; bir başka âlemde doğabilmek için buâlemde ölmeyi tabii addetmişti. Oysa şimdi, daha evvel hiç tatmadığı duygularlacebelleşiyor, ölmek istemiyordu. Akrep Arif mahallesini bu halde bırakıp gidersegözünün arkada kalacağını biliyordu. Hele bu akşam tanık olduklar ından sonratoprağında nasıl huzurlu uyuyabilirdi ki? Hokkagülü İfakat'ın evini basmayagidenlerin gözlerinde öfkeyi görmüştü; ve kendi gözlerindeki öfke ile onlar ı durdurması kabil olabilmişti ancak. Peki bunun mânâsı ne idi?

İki cini, Karakura ile Kişniş yaşlı kadının omuzbaşlar ına çökmüş; dikkatle,merakla ona bakmaktaydılar. Kepoz ise ortalıkta görünmüyordu. İsmihanKadın'ın içinde korkunç bir sıkıntı vardı. Kepoz'un yokluğu bu sıkıntıyı daha daartırmaktaydı. Vaktinin azaldığını bildiği için hızla düşünmeye devam etti. Belki

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 107: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 107/119

de öfkeyi öfke ile dindirmek demek, mahallenin parçalanmışlığını parçalanmışlıkla dindirmek demekti. Zehirin de, panzehirin de masdar ı, aynı yabani otun köklerine yürüyen yağmur sular ıydı.

Eğer bu tespit doğru ise mahalleye öyle biri lâzımdı ki, yaradılıştanparçalanmış olsun; içtekini dışa ç ıkarsın, dıştakini içine alsın. Öyle biri olmalı kihalden anlasın, bu derdi daha evvel tatmış olsun; ve elini çabuk tutsun, tezvakitte gelsin.

Demek öfke dediğinöfke ile diniyor. Mahallenin ikibaşlılığı ikibaşlılıkta deva buluyor.

İsmihan Kadın mahallenin dermanını bulmuştu nihayet. Bulmuştu bulmasınada, bunu dostlar ına iletmeye vakti olmadığını da biliyordu. Rüzgâr ın soluğuylapencereye çarpıp aralar ında f ısıldaşan yapraklara baktı. Kalkıp odadaki bütünpencereleri ardına kadar açtı. Soğuk rüzgâr içeriye akın etti. Demirden dökülmüş kuzey kapısından esen bâd-ı şahbaz'dı bu. İsmihan Kadın, ona dokununca bir parça rahatladı; bâd-ı şahbaz'm her şeye tanıklık ettiği bir akşam, ölmek için hiçde kötü bir vakit değildi. Damarlar ı f ırlamış ellerini, üstündeki kumaş entarininyakalar ına götürüp, hızla yana çekti. Alaca iplikten dokunmuş kumaş yırtıhrken,seneler evvel porsuyup sarkarak, tazeliğini çoktan yitirmiş bulunan memeleri

ortaya çıktı. Bâd-ı  şahbaz, yaşlı kadının koyu kahverengi uçlu, avuç içibüyüklüğündeki çelimsiz memelerine yapışıp, bir bebek gibi ağzını köpürteköpürte emmeye koyuldu. İsmihan Kadın gözlerini kapatıp, kendini koyverdi.Sanki bağr ında açılan bir cerihadan oluk oluk akan irini emiyordu bâd- ı şahbaz.O emdikçe yaşlı kadın da şifa buluyor, tüm vücuduna bir taravet dalgas ınınyayıldığını görüyordu.

Bâd-ı şahbaz karnını doyurup geri çekildiğinde, yaşlı kadının memeleri, bir genç kızın yeni tomurcuklanmış memeleri gibi sert ve dimdik durmaktaydı.

İsmihan Kadın, birden Kişniş ve Karakura'ya dönüp öyle acı, öyle derin bir mânâyla baktı ki, iki cini de ne demek istediğini anlayıp, korkuyla geri sıçradılar.Ama inatçıydı İsmihan Kadın. Onun dillere destan inadını en iyi cinleri bilirdi. İkicin itiraz etmeden, senelerdir omuzlar ından ayr ılmadıklar ı bu yaşlı kadınlavedalaştılar. Sonra elele tutuşup, bâd-ı  şahbazı da yanlar ına katarakpencereden çıkıp gittiler.

İsmihan Kadın pencereleri teker teker kapadı. Diri memelerine kaçamak vehoşnut bakışlar f ırlatarak, yırtılan entarisinin yakalar ını itinayla dikti. Dışar ı çıkamayıp içeride tutsak kalan ve şimdi odanın her taraf ına usul usul yayılansoğuk havayı, bâd-ı şahbazdan bir hatıra olarak kabul etti. Bütün hazırlıklar ını tamamladıktan sonra, çivit mavisi gözlerini odanın kapısına dikip, kollar ını ikiyana açarak Kepoz'u beklemeye başladı. Çok sürmedi bu bekleyiş. Kapı açıldı.Kepoz, suratında donuk bir ifadeyle içeri girdi. Bu sefer  İsmihan Kadın kılığınagirmeyi uygun bulmuştu. İki İsmihan Kadın bir müddet öylece birbirlerine baktılar.Tek farklar ı gözrenkleriydi. Hangisinin hakiki İsmihan Kadın olduğunu bir tek çivitmavisi eleveriyordu. Senelerin tutsaklığının hesabını sorup, intikam şarabını bir dikişte içmek için sabırsızlanan Kepoz, içlerine kar ınca ölüleri, yıldız tozlar ı vekan pıhtılar ı doluşmuş tırnaklar ını çıkartıp, yürüdü. Attığı her adımda ahşap evzangırdadı. İsmihan Kadın hiç kıpırdamadı.

Hiç kıpırdamadı.Bir külçe gibi yere yığılırken, çivit mavisi gözleri açık, aklı mahallesinde kaldı.Ertesi sabah mahallenin kocakar ılar ı Kevser ninenin evinde toplandılar.

Tandır ın etraf ında dizilerek ve simli örtüyü sızlayan bacaklar ına örterek, bir günevvel gelen yabani otlardan bahsettiler. Kevser nine şikâyetçiydi; bu sefer gelençuvallardan hiçbiri istediğini verememişti. Ya tek başına kalan susamcı kadın işitembelliğe vurup rasgele ot toplamıştı ya da şehrin otlar ı günbegüntükenmekteydi. Ne var ki bu sırküpü İstanbul şehri kurumakta olsa bile, Kevser ninenin yaşlı ha¬liyle kalkıp diyar diyar ot toplayacak hali yoktu ya. Halefi olarakto¬runu İdris'i yetiştirmekteydi; ona otlar ın sırlar ını açıklıyordu. Ama kaptaşıyabileceğinden fazlasını almaz diyerek acele etmiyor, İdris'e fazlayüklenmiyordu.

Havadan sudan konuşarak endişelerini bastırmaya çalışıyorlardı. Sabah

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 108: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 108/119

Page 109: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 109/119

daha yakından görme f ırsatı bulduğundan talep ettiği bahşişi de artırmıştı.Sarsak Zehra uluorta konuşmayı âdet haline getirmiş, ağzıbozuk bir kadındı.Ama mahallenin kocakar ılar ından pek korkar, onlar ın yanın¬da süt dökmüş kediye dönerdi. Bu sebepten ötürü Sidikli Safiye ile Hoyrat Hacer'i kar şısındagörünce, bileziklerini şıkırdata şıkırdata hemen koştu, onlar ı kapıda kar şılayıp halhatır sordu. Biriki hoşbeşten sonra bu iki zıt f ıtratlı kadının, hamamın derhalboşaltılmasını iste¬diklerini anlayınca sebebini sormadan, iri gövdesini yuvarlaya

yuvar-laya sıcaklığa gidip oradaki kadınlara haber verdi.Hamamdaki kadınlar birer ikişer çıktılar. İçeride zaten pek fazla kimse yoktu.En son, bîçare Ganime ve ona yardım eden birkaç kadın kalmıştı. Ağzında tamonbir diş ile dünyaya gelen bebeğini emzirir¬ken memeleri mosmor olmuş, kanrevan içinde kalmış Ganime, yıka¬nıp tazelenmesi için Nida hamamınagetirilmişti. Getirilmişti ama ne fayda; acıdan bas bas bağırdığından onuyıkamak, yumurta kabuklar ı ve baldır ıkara otu ile her taraf ını ovmak kabilolmamıştı. Ganime acıdan kıvranarak göbektaşında ikibüklüm olunca,etraf ındaki kadınlar da ne yapacaklar ını şaşır ıp, ağlamaklı olmuşlardı. Hal böyleolunca da, Sarsak Zehra hamamın boşaltılması gerektiğini haber verdiğinde,itiraz etmek yahut sebebini sormak bir yana, içten içe sevinmişlerdi bile. Oradaöylece durup bîçare Ganime'nin nasıl kıvrandığını seyret-mektense, buradan bir an evvel çıkıp gitmeyi yeğlerlerdi.

Herkes çıkıp gittiğinde Hoyrat Hacer ile Sidikli Safiye, Sarsak Zehra'yı damünasip bir dille uzaklaştırdılar. O da sesini çıkarmadan, yerleri zangırdatıprr ıemelerini hoplatarak çekti gitti. Giderken ekşi ter kokusunu da yanındagötürmeyi ihmal etmedi.

Bu mutantan hamamda bir başlar ına kalan iki kocakar ı, yanlar ın¬dataşıdıklar ı bohçalar ı sıcaklığa taşımaya başladılar. Hiç konuşmu¬yorlardı;endişeliydiler. Acaba gelecek miydi bekledikleri kişi? Gerçi Kevser nine onuistihare falında görmüştü ve onun istihare fallar ı hiç şaşmazdı ama gene de sonanda bir aksilik çıkmasından korkuyorlardı. Nicedir felâketlerden yakasını kurtaramayan çift isimli mahallelerine her ne olacaksa, işte bugün, buradaolacaktı.

Bohçalar ın hepsini sıcaklığa taşıyıp geri döndüklerinde, öteki dört kocakar ınında dönmüş olduklar ını gördüler. En arkada Kevser nine duruyordu. Saatlerdir doğu kapısının önünde bâd-ı pürgû'yu dinlemekten bitap düşmüştü. Yanında

saçsız, sakalsız, tepeden tırnağa siyahlar giyinmiş bir derviş, yan sıkıntılı yanmahcup bir edayla etraf ına bakmıyor; buraya getiriliş sebebini anlamayaçalışıyordu.

Pinhan, etraf ını saran altı yaşlı kadına teker teker baktı. Sevimli buldu onlar ı;oyun oynamaya çıkmış, macera peşinde koşan altı haylaz ço¬cuğa benzetti.Nida hamamının göbektaşına oturmuş; ayaklar ını başı¬na doğru çekerek, sırtımkamburlaştırmıştı. Kocakar ılar da yan yana dizilmiş, dikkatle ona bakıyorlardı.Nereden geldiği belirsiz bir su şı¬r ıltısından başka ses seda yoktu etrafta.Dışar ının bütün tarrakasından uzaktı hamamın içi. Sessizlik her yanı sarmıştı.

Sonunda dayanamayıp, kocakar ılara onu neden buraya getirdik¬lerini sordu.Kevser nine, uzun uzun boğazını temizledikten sonra cevap verdi: "yaradılıştanhünsâ biri lâzım idi bize." Pinhan bu cevabı duyunca tepeden tırnağa ürperdi.Biliyorlardı işte; bir tek Karanfil Yorgaki'ye açtığı sırr ını, hayatında ilk defagördüğü bu altı yaşlı kadın biliyordu. Derinlerde sakladığı cerîhanm açılması içinbir-iki söz ki¬fayet etmişti. Ama canı yanmadı; sadece, "Ya niçin?" diye sordu.

O zaman Şebgir Kamer öne doğru çıkıp, "çünkü rüya dediğin zıddıyla tâbir olunur. Bizim rüyamız da tâbirimiz de sendedir," dedi. Sonra Pinhan'ınşaşkınlıktan iri iri açılan doğuştan sürmeli simsiyah gözlerine bakarakkonuşmaya devam etti.

"Allahu Taala sual etmiş Âdem'e: 'bu yarattıklar ıma baktın; onla¬r ın içinde bir benzerini gördün mü?' diye. Âdem aleyhisselam, 'hayır Rabbim,' demiş. 'Beniululadın, emsalsiz kıldın. Lâkin bana benzer bir eş yarat bana..' Allahu Taalaonun bu arzusunu kabul etmiş ve sonra Adem babamızı uyutmuş. Âdemaleyhisselam uykusunda Havva anamızı görmüş. Açmış gözlerini, kar şısındaonu bulmuş. İşte bu ilk rüyadır. Ta kaalubeladan bu yana her birimiz rüyagörürüz. Rüya de¬diğinin tâbiri zıddıyla bilinir."

Şebgir Kamer bunlar ı söyledikten sonra başını öne eğip sustu. Sözü Bedrenk

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 110: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 110/119

Asiye aldı."Akrep Arif mahallesinde devir döndü. Felâketler peşimizi bırakmaz oldu. Zira

emanete hıyanet etmişliğimiz var. Emanete hıyanet etmeseydik eğer gene öyleeskisi gibi mutlu mesut yaşar giderdik. Lâ¬kin oldu bir kere. Gayri Nakş-ı Nigâr'dır bir adımız. Bu hamam bura¬ya yapıldı diye, Nakş-ı Nigâr'a vefaborcumuzu ödeyelim diye, Akrep Arife hıyanet etmişiz bir kere."

Kevser nine Bedrenk Asiye'nin sözünü kesti. Kaşlar ı çatık, pem-be-beyaz

yüzü kaygılıydı."Derdimizin dermanı sendedir. Çünkü yaradılıştan hünsâ gelmişsin bu âleme.Mahalle de tıpkı senin gibi iki başlıdır. Hem Akrep Arif tir bir adımız, hem Nakş-ı Nigâr'dır. Bunda bir kötülük yok elbet. Lâ¬kin ikisi de yekdiğerinden hazzetmez.Aralar ında husumet var; adavet var. Başlar ın kavgası dört hılta sirayet etti. Bilir misin o vakit ne olur? Dört hılt kavgaya tutuştuğunda muhakkak biri galip gelir. Ovakit öte¬kileri ezer geçer; keser doğrar. Kan ve barut kokar dört bir yan.Huzu¬ru kaçar insanın. İşte bize böyle oldu. Artık çocuklar ımız güzel doğmaz,serbazlar ımız kaçacak delik arar. Küfrü bile unuttuk. Hüsn-i âdâb desen hakgetire. Dört hılta bir haller oldu çünkü başlar birbirine girdi. Akrep Arif, Nakş-ı Nigâr'ı sevmez; Nakş-ı Nigâr, Akrep Arifi istemez. İkisi de hükümdar olmak ister bir başına. Hangisi gelse başa öteki kızar, dar ılır. İki ucu mülevves bir değnek.Artık bir hal çaresi bulma vakti gelmiştir. Daha dün İsmihan Kadın gözleri açık

gitti; o..."Kevser nine laf ını tamamlayamadı. Derin bir sessizlik çökerken üzerlerine,kocakar ılar gözyaşlar ına boğuldular. Pinhan altı haylaz çocuğun oynadığı oyundan korkmaya başlamıştı. Sakit, sapsar ı bakıyordu onlara. Söylenen her laf ı dikkatle dinlemiş, gene de burada ne aradığını anlayamamıştı. Neyse ki,hamamdaki su şır ıltısı korkacak bir  şey olmadığını f ısıldıyordu kulağına.Sonunda, kara kaşlı, kara gözlü Sidikli Safiye bu sessizliği yırtmak için kendinitoparlayıp, dertlerinin ne olduğunu bir çırpıda özetleyiverdi.

"Eğer ki senin ikibaşlılığın bu hamamda tamamına ererse, mahallenin dörthıltı yatışır; kavga durulur. Eski huzurumuza kavuşuruz. Emanete hıyanet etmekdengeleri bozmuşsa eğer, biz yaradılıştan hünsâ birinin dengesini bu hamamdabularak hıyanetimizi temizleriz. Madem ki bu hamam buraya yapılalıberi böldüparçaladı bizi, şimdi bize parçalanmış biri lâzım. Yani madem ki rüya dediğinzıddıyla tâbir olunur, derdimizin dermanı sendedir. Hasıl-ı kelâm, biz tek iken çok

olduk; sen çok iken tek olursan salâha kavuşuruz. Mâruzâtımız bundan ibarettir.Gayri düşün taşın, karar ını ver. Ama çabuk tut elini; mahallemiz zordadır bilesin.Dervişlik sıfatın var. Senden yardım bekleriz, sana yardım etmek üzre."

Pinhan gözlerini kapadı. Dürri Baba geldi gözlerinin önüne. İnce¬cik çekilmiş,mavi bulutlar gökyüzünü kapladı. O mavilikte yağmuru, f ırtınayı, ebemkuşağını ve Nuh tufanını gördü. Birdenbire her şeyi anladı. Anladı ki,

"Âdemde dahi dört od mevcuttur. Mide odu, şehvet odu, soğukluk odu vemuhabbet odu. Hem dünyada dahi dört od vardır. Taş odu, ağaç odu, yıldır ımodu. Tamu odu. Nasıl ki yedi kat gök var; ten dahi yedi kattır. Et, kan, damar,sinir, süğük, ilik yedi kat göğe benzer.

Hem dünyada ırmaklar var. Amma gözyaşı  ırmaklara benzer. Ve hemdünyada dört türlü su var. Evvel safi; ikinci acı; üçüncü koyu; dördüncü yer suyu.Amma tende dahi var: evvel ağız suyu, tatlı... ikinci göz suyu acı... üçüncü kulaksuyu... dördüncü burun suyu koyu...

Ve hem dünyada bulutlar, yağmurlar var. Pes kaygu buluda, göz yaşı yağmura benzer. Ve hem artmak eksilmek var. Pes tende dahi kuvvet var.Kimiyerde kuvvet eksilir, kimiyerde artar."'

Hal böyle iken dört unsur var insanda. Safra dediğin ateştir; tabiatı sıcak vekuru. Kan dediğin havadır; tabiatı sıcak ve rutubetli. Balgam dediğin sudur;tabiatı soğuk ve rutubetli. Sevda dediğinse topraktır; tabiatı soğuk ve kuru. Ola kibu dördünden herhangi biri ötekilere galip gelirse, o vakit vücut hastalanır.Vücudun selâmeti için dördünün muhabbetlerinin aksamaması elzemdir.Aksamaması için de baş dediğin, iki de olsa tek de olsa aşkla yoğrulmak,yaradandan ötürü yaradılanı sevmeyi bilmelidir.

Pinhan o vakit anladı ki;vücudu, şu koskoca varlık âleminin benzeridir. Ve vücudu şehr-i şehir-i

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 111: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 111/119

İstanbul'un benzeridir. Ve vücudu sittinsenenin Akrep Arif, yeni adıyla Nakş-ı Nigâr mahallesinin benzeridir. Ve nasıl ki kendisi iki başlı ise, işte bu mahalle deiki başlıdır.

Pinhan o vakit anladı ki;kaçarak, korkarak, saklayarak, bitmez tükenmez can sıkıntılar ından

mürekkep bir hayatı yaşamak, yaşamak değildir. İnsan ki şeref-i mahlûkattır; bir nebat gibi hissiz yaşamak ona yakışmaz.

Hem ne demişti Dürri Baba? "Vücudun şehrine gir, onu seyreyle" dememiş miydi?Ne söylemişti Dürri Baba? "Biz nefsimizi silmekten değil bilmekten yanayız"

dememiş miydi?Ve Pinhan o vakit anladı ki;vücudun şehrine girme vakti çoktan gelmiştir. Madem ki kaleme alınmamış 

bir hikâyedir bunca zamandır arayıp durduğu ve Dürri Baba tekkesine taşımayı arzuladığı, işte o hikâyeyi uzaklarda, başka başka diyarlarda değil de kendiiçinde, kendi derinliklerinde bulabilir.

Doğuştan sürmeli, iri, simsiyah gözlerini açtı. Altı yaşlı kadın, bir de İsmihanKadın'ın ruhu, soluklar ını tutmuş, dudaklar ından dökülecek kelimeleri

bekliyorlardı."Kabulümdür," dedi Pinhan.Ka-bu-lüm-dür!

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 112: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 112/119

 

ELEM ŞEHRİSTANI 

Hiçbir  şeyi yoktu ve olsun da istemiyordu. Kente, konuşmalara, kitaplaragidiyordu. Sözcüklere doğru yola çıkıyordu.

Sylvie Germain, Amber Gece 

Gece idi; zifiri karanlıktı. Önüsıra ilerleyen kandil olmasa, karanlığa teslimolmaktan başka çaresi kalmamıştı. Gittiği yönü kestiremeden, bastığı yerigöremeden çarnaçar kandili takip ediyordu. İlânihâye süreceğini sandığı ve adını boşluk koyduğu bu yolculuk, kandilin titrek ışığına meydan okuyan bir  ışıkhuzmesinin uzakta göriinmesiyle son buldu. Miadını dolduran kandil nazlı bir edayla sönüverdi o anda. Demek ki sonunda varmıştı. Vücudunun şehrinegirmek üzereydi. Boynunda asılı duran boynuzu dudaklar ına yapıştır ıp,vargücüyle üfleye¬rek, giderek yaklaşmakta olduğunu "oraya" ve "oralılara"haber verdi. O kallavi ses, etraf ını ışığa boğmaya yemin etmiş koskoca bir incitanesini andıran şehrin kur şunî kubbelerinde halkalar çizerek dağıldı, eridi, küloldu.

Kül dediğin devr-i Yusuf tan bu yana havaya savrulurdu.Pinhan yaklaştıkça, şehrin, tepelerin üstüne kurulmuş olduğunu farkediyordu. Her bir tepeden süzülen ışık demeti, havada öteki demetler¬lebuluşup, bir renk deryası içinde eriyordu. Gözlerini bu güzellikten alamadan,ayağını ısıran dikenlere, çalılara aldırmadan şehrin eteklerine vardı. İşte o vakitanladı ki dört ayr ı yol var önünde; şehre uzanan dört farklı damar.

Vücudun şehrinin etraf ı yumurta aklar ıyla örülmüş, geçit vermemeye adetaand içmiş kalın duvarlarla çevrilmişti. Köstebek yuvalar ıyla dolu toprak yolu, buduvarlar ın altından lamelif misali kıvr ılarak uzanıyordu. İçerisi hayli karanlıkolmalıydı. Toprak yolunun ağzında, bir elinde kazma, bir elinde barut kesesitutan lağımcıbaşı durmuş, Pinhan'ı bekliyordu. Hava yolu duvarlar ın üstündeninişli çıkışlı, engebeli bir patika çiziyordu. Bu yola kalın halatlara tırmanarakgiriliyordu. Halatlardan birinde, daha evvelden Pinhan için hazırlanmış büyük,

geniş ve bembeyaz kuş kanatlar ı asılıydı. Ateş yolu ise şehrin surlar ının tamönünden geçiyordu. En kısa yol ateş yolu idi; lâkin çok tehlikeliydi. Hisarlardakimuhaf ızlar bir ucu ateşli oklarla koruyordu bu yolu. Alevlerin içinde bir semender,bağdaş kurup oturmuş, Pinhan'm bir işaretini bekliyordu. Sonuncu yol ise suyoluydu. Şehrin surlar ının etraf ını bir örümcek ağı gibi örerek, ve kollara ayr ılarakdo¬lanıyordu. Hırçınlığı yetmezmiş gibi, her an anayoldan çıkıp tali yollarasapma ihtimalini taşıyordu. Bir yunus balığı ara sıra sulardan kafasını çıkartıpPinhan'a selâm veriyor, aşk ve niyaz ederek onu yanına çağır ıyordu.

Pinhan'ın kaybedecek vakti yoktu. Semendere özenip, en kısa yol olan ateş yolunu tuttu. Hisar ın üzerindeki muhaf ızlar onu görür görmez üzerine ateşli oklar atmaya başladılar. Oklar ın arka uçlar ına envai çeşit kuşun kanat tüyleri takılıydı.Tavuskuşlar ının, balabanlar ın, şahinlerin, atmacalar ın tüyleri... Pinhan,semenderin de yardımıyla oklardan sıyr ılıp şehristanın kapısına yaklaştı. Oesnada ayak ucuna düşen bir ok az kalsın tutuşmasına sebep olacaktı. İkikanadına harfler hakkedilmiş heybetli kapıya dayandı ama kapı ağır ve inatçıydı.Kapıdaki yazıyı sökmeye çalıştı:

Min-el-evvel il-el-ezel.Pinhan, o heybetli kapıyı hafifçe iteledi. Kapı kıpırdamadı bile. Bu sefer bir 

koçbaşıyla kırmaya çalıştı kapının inadını. Baktı ki olmuyor, başını kaldır ıpsitemle ona baktı. "Sana bir vakitte kapu hakkı vermiş idim. Ya nedir buvefasızlık?" diye haykırdı. Feryadı şehristanın surlar ına çarpıp, havada parçalaraayr ıldı. Her bir parça, yankılanarak geri döndü. Dört bir yandan çığlıklar ın veyankılar ın hücumuna uğrayan Pinhan kulaklar ını tıkayıp kıvranmaya başladı.Derken sesler birdenbire kesildi. Şehristanın kapısı ağır ağır açıldı. Pinhan,yerden doğrulup, ateşli oklar ı ve semenderi geride bırakarak bir gölge gibi içerisüzüldü.

İki kanatlı kapı koca bir kitaptı; ilk sayfayı açtı ve okudu.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 113: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 113/119

Kimine kâfi gelir hu ten sureti Böyle doğar, böyle sırlanır Kimine dar gelir buten sureti Hep arar, savrulur 

Kiminin imanı korkudur "Ve inne rabbeke leşediydül'ikaah" 1 Kiminin imanı safi aşktır "Ve ma rabbüke bizallamin lil'abiyd" 2  Her kim ki aşk için, aşkla yaşar Aşkı arar, aşkla yanar işbu vücud şehrinin

Kapısını aralar 1. "Gerçekten senin Tann'n ın azab ı çok şiddetlidir" (Ra'd suresi, 6. ayet).2. "Rabbin kullar ına asla zulmedici de ğ ildir" (Fussilet suresi, 46. ayet).

İçerisi bayram yeri gibiydi; tıklım tıklım, cıvıl cıvıl, rengârenk. Orda burdayakılmış ateşler etraf ı aydınlatırken, gölgeleri de çoğalta¬rak, zaten hıncahınçdolu olan meydanı adım atılması güç bir hale ge¬tiriyordu. Gölgelere basmamakiçin hoplaya zıplaya, birbirlerine çar¬parak geçen iki dirhem bir çekirdek giyinmiş insanlar ı yararak ağır ağır ilerledi Pinhan. Bazı bazı başlar ın ona doğruçevrildiğini, tepe¬den tırnağa süzüldüğünü görüyor, umursamıyordu.

Varsın baksınlar. İstedikleri kadar baksınlar. Nasıl olsa onlar benim içimdeler.

Benden farklı, benden ayr ı değiller. Bu şehir benim şehrim.Öyle ise neden korkayım ki sizden? Niçin çekineyim yavuz dilinizden?Benden ayr ı değilsiniz. Hepiniz vücudum şehrindesiniz.

Pinhan kalabalığa yaklaştı. Omuzlar ın, başlar ın üzerinden, herkesin baktığı yere baktı. O zaman kalabalığın tam orta yerindeki yılanbazı gördü. Merakla,yılanbazı daha yakından görebileceği bir yer bulmaya çalışırken, birkaç kişininayağına bastı. En nihayetinde, kel kafalı, kısa boylu, asık suratlı bir adamınarkasında, daha fazla ilerle-yemeyeceğini anlayarak durdu. Nasıl olsa bulunduğuyerden yılanbazı görmekte güçlük çekmiyordu. Yılanbaz, sol kulağında iri bir altın halka taşıyan, tepesinde uzun bir saç tutamı sallanan, genç irisi bir zenciydi.Göğsü çıplak, ayaklar ı yalın, elleri büyük ve kemikli, beline sardığı kuşak saf ipektendi. Kan kırmızı dudaklar ını kıpırdatarak, ayaklar ının dibindeki sepetlekonuşuyordu. Derken sepet kıpırdadı ve içinden, simsiyah derisinin üzerinde sar ı lekeler bar ındıran bir yılan başını uzattı. Yılan sürüne sürüne çıkarken, onun ne

kadar büyük olduğunu gören kalabalık korkuyla birkaç adım geriledi. Pinhan'sahiç kıpırdamadan, ona, tıpkı gecenin karanlığında yanıp sönen yıldızlarabenzeyen derisine bakıyordu. Sonra, gözlerine takıldı gözleri.

Yılanın gözleri...Som yeşil, par ıltılı, bi-perva gözleri...Yılan, zenci yılanbazın etraf ında birkaç defa döndükten sonra Pinhan'ı fark

etti. Garip bir mânâ geldi gözlerine; ona yaklaşmaya başladı sürüne sürüne.Kalabalıktan bir uğultu yükseldi; insanlar korku ile kaçıştılar. Pinhan belki deorada bulunan herkesten daha çok korkuyordu; ama ne öne ne geriye tek bir adım dahi atamıyordu. Yılan yaklaştı, yaklaştı; Pinhan'm ayaklar ına dolanarakyukar ıya doğru kıvr ılmaya başladı. Kafasını geriye atarak, gözlerini Pinhan'mgözlerine mıhladı; birbirlerine baktılar.

Biri kıpırdasa, öteki de kıpırdıyor; biri sussa, öteki de susuyordu. Kar şı kar şıya durmuş iki ayna gibi, birbirlerini çoğaltarak, birbirlerine akarakduruyorlardı. Aniden, bir yerlerden gizli bir emir almışçasına, gölgeleri yavaş yavaş hareketlendi. Onlar da, yüz yüze durmuş iki ayna gibiydi; ayna içre ayna.Gölgeleri, meydanda yakılan büyükçe bir ateşin etraf ında raksettiler. Mor çiçeklibir yabani sarmaşık ve yaşlı, ulu bir ağaç çıktı meydana.

Sarmaşık, sürüne sürüne, kıvr ıla kıvr ıla ağacın etraf ına dolandı-sardı sarmaladı onu- mor çiçekli sarmaşık, ağacı tırmaladı.

Ağaç, inledi, yaralandı, kıvrandı- yanlan kabuklar ından kan aktı- ağaç ikiyeayr ıldı- içinden bir bebek çıktı.

Bebek, sar ışın, pembe yanaklıydı- yumuk yumuktu elleri- gülüyordu- bebek,Karanfil Yorgaki'nin yüzünü taşıyordu.

Pinhan, heyecanlandı- koşup Karanfil Yorgaki'ye sar ılmak için atıldı- oyunbozuldu.

Yılan, Pinhan'la aynı anda kıpırdadı- keskin dişlerini açığa çı¬karttı- sinsice

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 114: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 114/119

sokulup, onu sokmak için ağzını açtı.

Pinhan yılanın ağzında dişlenmiş, ısır ılmış bir elma buldu. Elma sulu, elmakan kırmızıydı. Düşündü ki, elmanın dişlendiği an, parçalanmışlığın anıydı. Bu bir veda anıydı. Öyle ise utanç değil, sade hü¬zün; silme hüzün; tepeden tırnağahüzün... Anladı ki yılanın gözleri, som yeşil, par ıltılı, bî-perva gözleri,parçalanmışlığı, ayr ılığı anlatıyordu. Yılanın gözleri o dosttan ayr ı düşmenin

hüznünü anlatıyordu.O esnada yılan dişlerini geçirdi; soktu onu. Zehir kana kar ıştı.Pinhan meydandan koşarak ayr ılıp, ara sokaklara daldı. Sokaklar daracık,

ince ve uzundu; kıvr ılıp dolanıyorlardı  şehrin bağr ında. Bir kenarlar ından kirliyağmur sular ı yerine, kan akıyordu. Sokaklar da¬mardandı. Ve bu şehirde,çıkmaz sokak yoktu. Bu muammâengiz şehrin kendisi bir çıkmaz şehir iken, bir de çıkmaz sokaklara lüzum yoktu.

Yavaşladı. Zehir etkisini göstermeye başlamıştı. Başı dönüyor, dili şişiyordu.Her biri birer dükkân olan iç organlar ın yanından geçti. Bazı dükkânlar ınönlerinde birkaç bezgin kişi toplanmış, çene çalıyorlardı. Az ötede har ıl har ılçalışan karaciğer, âlicenap bir meyhaneydi. Buradan dışar ıya dökülendamacanalar dolusu gül renkli şarap, sokaklar ın kenar ından akan kana kar ışıp,kırmızıyı bulandınyordu. Meyhanenin kapısındaki çıngırağın çaldığını işiten

Pinhan, vaktin ne kadar geç olduğunu anladı. Peki ya ne için geç? Nereyeyetişiyordu?Ayaklan birbirine dolanıyor, yürümekte bir hayli güçlük çekiyordu artık. Düşe

kalka, yalpalaya yalpalaya birkaç sokak daha geçti. Ve kendinikocaman bir hamamın içinde buldu. Şehrin alt bölgesinde kurulmuş olan bu hamamın külhanı o kadar sıcaktı, o kadar huzurluydu ki, insan ona teslim olduğu takdirde aslaölmeyeceğini sanabilirdi. Pinhan ıslak, ışıltılı mermer zeminde kayarak sıcaklığaulaştı. Burada akan sular, basamak basamak alçalan kumalara dökülüyordu.Sıcaklı¬ğın bir köşesinde pirinç bir çeşme su f ışkırtıyor; öteki köşesinde mermer bir çukur bu sulan emiyordu. Kumalar ikisinin arasına dizilmiş, sular ı birindenyekdiğerine aktarma vazifesi görüyordu. Pinhan bir pirinç çeşmeye baktı, bir mermer çukura. İkisinden birini kapamaya karar verdi. Ama hangisini?

Sanki niyetini anlamışlardı. Pirinç çeşme hızla su f ışkırtırken, mermer çukur korkunç bir gürültüyle sulan emiyor, yutuyordu. İkisi de hayatta kalmak istiyordu.

Yılanın akıttığı zehir, vücudun şehrinin sokaklar ından akan kana kar ışmayave gül renkli şarabı, kırmızı kanı, çeşit çeşit suyu, som yeşile boyamayahazırlanmaktaydı. Ölümün yeşiline...

Altı kocakar ı, göbektaşmda titreyen vücuda kaygıyla baktılar. Kevser ninekulak hırsızlığından elleri boş dönmüş; Macuncu Makbule hamamın sıcağındamacunlar ının eriyebileceğini hiç hesaba katmamış; Sidikli Safiye ile Hoyrat Hacer ilk defa bir faldan aynı mânâyı çıkartmış olmanın verdiği şaşkınlıkla suspusolmuş; mecâzistân haritası tam orta yerinden yırtılan Şebgir Kamer bir uçurumuneşiğinde kalakalmış; Bedrenk Asiye'nin elindeki nazar boncuklar ı bir bir çatlayarak yerlere saçılmıştı. Ellerinden bir  şey gelmiyordu. En kötüsübeklemekti.

Pinhan terden sır ılsıklam olmuştu; ama üşüyor, titriyordu. Buz gibiydi elleri,ayaklar ı. Siyah halelerle çevrilmiş doğuştan sürmeli gözleri¬nin önünde, sapsar ı başı, yemyeşil gözleri, ışıltılı çehresiyle Karanfil Yorgaki duruyordu. Çehregiderek bulanıklaşıyor, en nihayetinde Dürri Baha'nın incecik, masmavi bulutlanyeri göğü kaplıyordu. Sapanlar, elmalar, keşküller, inciler, şarap kadehleri,f ısıltılar, çığlıklar, geceler ve gündüzler birbirine kar ışıyor; her  şeyi hatırlamaçabası içinde hiçbir şeyi tam olarak hatırlayamıyordu. Haf ıza ile hayal, geçmiş vegelecek kar ındaş olduklar ını anladıklar ından olsa gerek, içice girmiş,kucaklaşmış, birbirlerinin içinde erimeye başlamışlardı.

Sular yükseliyordu. Pirinç çeşme öfkeliydi. Sular alçalıyordu. Mermer çukur inatçıydı.

Yılanın akıttığı zehir, onlar çekişirken bir f ırsatını kollayıp, sila¬hını çekereksokaklar ı bastı. Şehrin nabzı hızla atmaya başladı. Pin-han, son bir gayretleatıldı. Pirinç çeşme ve mermer çukur korkuyla geri çekildiler. O hengâmede

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 115: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 115/119

hangisinin ağzını kapattığını, soluğunu kestiğini anlayamadı. Külçe gibi yereyığılırken, boğuk bir inleme çıktı dudaklar ının arasından.

İsimler büyülüdür.Sade büyülü mü, isimler hem de büyücüdür.İsmi gibi saklı idi sırr ı.Gün geldi, vücudun şehri zehirlendi.

O tufan dinip de zehirli sular çekildiğinde, toz duman dindiğinde, geride,yıkıntılar ın arasında baygın yatan uzun saçlı bir kadın kaldı. Altı kocakar ı onukucaklayıp, tıpkı bir lohusa hamamındaymış gibi yumurta kabuklar ıyla vebaldınkara otuyla ovdular vücudunun her bir karesini. Bildikleri her  şeyi,ellerinden gelen her şeyi yaptılar onu kendine getirebilmek için. Gözyaşlar ı içindedua ettiler. Onu bu halde görmek, mahallelerinin kurtuluşuna sevinmelerine mânioluyordu. Sevinmek şöyle dursun, olup bitenden kendilerini mesul tutarak vicdanazabı çekiyorlardı.

Saatier sonra, genç kadın ağır ağır, doğuştan sürmeli, simsiyah, iri gözleriniaçtı. Kevser nine kurumuş dudaklar ına su damlattı.

Uzun, dalgalı saçlı kadın, şefkatle ve kaygıyla ona bakan kocakar ılar ıniçlerine su serpmek için kuvvetini toplayıp, gülümsedi. Hâlâ onlar ı altı haylazçocuğa benzetiyordu; oynadıklar ı oyunun kurallar ı¬nı unutup, kendi kendilerini

sobeleyen çocuklara.

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 116: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 116/119

 FİRAR YOLLARI

Ey gönlüm, seni küçük utançtan ve kuytular erdeminden ar ıttım, seni güneşinönünde çıplak durmaya kandırdım.

Böyle Buyurdu Zerdü şt, "Büyük Özlem Üstüne" 

Denizli Kadısı'na hükmüm ki,Denizli kazasında Dürri Baba tekkesinde toplanmış olan Hikayeciler taifesi

duyduk ki, sapkınlık ve dalâlet ve memleketi dinden saptırmak üzre olup,istanbul'dan kaçır ılan zındık kitabı saklamakta, şer-i şeriften sapmakta, küfr üilhâd içinde olmakta, saz ve söz ilefîsk-u fücur edip, namaz kılmazmış.

Hakikatin açığa çıkması içün, tebdili kıyafet edip Dürri Baba tekkesine var ıpHikayeciler taifesine isnâd edilen sapkınlık, mülhidlik ve dalâletin aslı var mıdır,nicedir göresin. Zındık kitabı bulasın. Sapkınlıklar ı sabit olanlar ı hapsedup,tekkenin faaliyetlerini tez zamanda durdurasın.

Taş köprünün tam orta yerinde durdu. Artık biliyordu ki ne geriye ne ileriyehangi yöne adım atarsa atsın, kar şısında hikâyesini bulacaktı. Biliyordu ki görüp

geçirdiği her bir acıyı ve her bir saadeti tekrar ve tekrar yaşayacaktı. Her kuşlukvakti ferahlayıp kanat çırpan yüreği, her akşam vakti sıkışacaktı. Yaşanan,yaşanılan ve aslolan tekerrürdü; ve tekerrürde hiçbir şey baki kalamazdı. Öyleise dönüp durmalı halka diye düşündü. Nesim-i seherde tazelemeli yüreğimi,öğle güneşin¬de lime lime etmeli etlerimi, günbatımlarmda bir bir toplamalı orayaburaya dağılmış parçalar ımı, yıldızlar ın altında tekrar ete kemiğe bü-ründürmelibeni. Dönmeli ki ben, ben olmaktan ç ıkayım. Toprağa kar ıştığımda yabani bir otolup boyvereyim; dönmeli ki otu alıp kaynatmak başka başka insanlar; dönmeli kişifa niyetine içsinlerbeni, hastalıklar ına deva, yaralar ına merhem olayım.Dönmeli ki ölümlerden hayat doğsun. Dönmeli ki başka başka demlerde, başkabaşka sıfatlarda vücut bulayım. Dönmeli ki her dem başka bir suret ile geleyim.

Halka dediğin dönmez ise kendini yer bitirir; Bir yılan ki kuyruğunu ısır ır.Yılanın gözleri işte bunu hatırlatır.

Öyle ise / köprü dediğin sahte/ bir ayağı orada/ bir ayağı burada/ iki ayr ı isim

taşır/ iki taraf ında/ helak eder kendini/ ikibaşlılığım saklayabilmek için/ gerimgerim gerilirken derisi/ çatır çatır ederken kemikleri/ birer birer dökülsün daha iyi/taştan etleri/ varsın/ köprü yıkılsın/ ne geçmişte / ne gelecekte/ hettıen şu anyıkılsın/ bir ismi/ öteki isme/ bağlamak yerine/ tez elden/ suya kar ışsın/ varsın/köprü dediğin/su olsun...

Dağ , tepe/ bayır, ova/ su ve toprak/ ateş ve hava/ senin kokunla yoğrulmuş/buram buram sen kokmakta/ her nefeste/ her iç çekişte/ ve her özlemde/ seni/sade seni/ soluyorum/ senin kar şında utanmaktan değil/ seni utandırmaktan/korkuyorum/ öyle bir sapa yola/ soktun ki/ beni/ öyle bir yolda rehberlik ettin ki/hep ışığı görmemek için/ görüp de/ gün ortasında çır ılçıplak kalmamak için/yalvardım durdum/ en nihayetinde/ dönüp dolaşıp vardığım yerde/ senden/ bir senden/ uzak düştüm/ ayr ı düştüm/ belki de ilk kez/ o zaman bölündüm...

Bugün sana nazım geçmedi.Yazık ki bu demde sana nazım geçmedi.De bana, vuslatımıza daha çok var mı?

Hani halkanın ucunda/ kavuşacaktım sana/ hani bir iken ayr ı düşmüştük/ veçok iken bir olacaktık sonunda/ çoktan razı idim oysa/ razı idim geceninmatemine/karanlığı f ırsat bilene/ve korkaklığıma/ve karabasanlar ıma/ oyunoynar gibi yaşar giderdim/ kuş avlardım/ kuşlar ı deli gibi kıskanırdım ya/bırakmadın/ bırakmadın ki kendimden kaçayım/ koyvermedin/ koyvermedin kisürsün bu devran

Döndü halka/ döndü olanca hızıyla/ toprak ki siyah bir halka idi/ ve geceyesaklanırdı bazen/ tuttu su ile kar ıştı/ su ki san bir halka idi/ rengiyle dalaşırdı bazen/ tuttu toprağı kucakladı/ eğildim suya baktım/ suda kendimi gördüm/kendimi sen sandım/ sar ılmak için atıldım/ köprüye hıncım yalan imiş/ onuyıkarken suya kar ışan/ ben oldum

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 117: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 117/119

Balçıktan çıktım ben/ balçıktan yoğurdum kendimi/ içerdeki dışa taştı/ dıştakiiçe çekildi/ görünen görünmeyene sataştı/ görünmeyen görünene diş biledi/siyah halka/ san halka ile yer değiştirdi/ çekildim bir köşeye/ sessiz sedasız/baktım olan bitene/ seni gördüm kaderimde/ ebrunun halkalar ını saydım/tastamam dört etti/ halkalardaki kıvr ımlar ı hesapladım/ tastamam senin isminetti/ isminin yanına beni de kazı dedim/ boyalar isyan etti

Bir de baktım ki/ ben ben değilim artık/ suretim başka bir suret/ ismim bir 

başkasının ismi/ gönlüm ne yöne akar/ ben ne yöne/ verdiğin emaneti yitirdimyollarda/ hata ettim/ kusur ettim/ affola...İsimler ki büyülüdür/ sade büyülü mü/ isimler hem de büyücüdür/ sanmam ki

çıkmış olsun hatır ından/ ismini "fasl-ı hazan" koyalım/ söndüğü yerde aradığını bulasın/ lâkin fasl-ı hazan demek/ fasl-ı hü¬zün demek/ söndüğü yerde/ sanakavuşmam gerek/ onun söndüğü yerde/ benim tutuşmam gerek...

Uzun, dalgalı saçlı kadın taş köprünün ayağında kan kırmızı bir gül gördü."Belki de bugün Hıdrellez'dir," diye geçirdi aklından. Bugünün Hıdrellez olmasını her şeyden çok istedi. Eğildi; içine çekti gülün kokusunu. Sonra saçlar ından bir tutam kesip güle bağladı; dikenler battı parmağına; ama hiç kan akmadı. Gülebakıp "al bunun rengini, ver senin rengini," dedi. Gül hiç nazlanmadı. Kadınayağa kalktığında uzun, dalgalı saçlar ı tepeden tırnağa kızıla boyanmıştı.

Kızıl saçlı kadın, tekkeye vardığında bir harabe buldu kar şısında. Dürri Babatekkesi yıkılmış, tarumar edilmişti. O canım bahçeyi yabani otlar bürümüş;toprağın üzeri, karar ıp çürümüş meyvalarla kaplanmıştı. Bir zamanlar o füsunkâr kuşun dallar ında içli içli öttüğü elma ağacınının yapraklar ını böcekler kemiripdelik deşik etmişti. Bahçenin bu metruk ve mahzun halini kendi halinebenzetirken, buruk bir gülümseme yerleşti dudaklar ına. Remizler ve harfler topladı topraktan; remizler ve harfler saçtı ortalığa. Bir başka baharda gelipderecekti onlar ı. Bir başka baharda...

Tekkeye girdi. Ortalık darmadağındı. Tanıdık eşyalar buldu yıkıntılar ınarasında; Dertli Hagopik'in siyah minelerini, Dulhani Ha-san' ın sapı kır ılmış kahve fincanını. Kul Hüseyin ile Budala Tosun'un hikâyelerinden artakalantamamlanmamış sözleri görür görmez tanıdı. Neden hayatta kalmak istemişlerdiki onlar ı var edenler, onlara hayat verenler olmayınca?

Ağır ağır yürüyerek o uzun, loş koridoru geçti. Dürri Baha'nın eb¬ru yaptığı 

odaya girdiğinde bir köşede duran ceviz sandığı buldu. Ona sar ılıp uzun uzunağladı. O ketum sandık da insafa gelmiş, Pinhan'la beraber gözyaşı dökmekteydi. Pinhan, çok geçmeden sandıkla beraber çıktı tekkeninyıkıntılar ından. Dereye doğru yürüdü. Sandığı alıp dereye attı; atar atmaz da,haf ızasına küs sandığın senelerdir kapalı duran ağzı açıldı, içinden bir kitap çıktı.Dere öylesine hızlı sürüklüyordu ki sandığı, Pinhan kitabın kapağında neyazdığını okumaya vakit bulamadı.

İşte hepsi, hepsi bu kadardı. Yılanın akıttığı zehrin ona tanıdığı müddetdolmuştu. Kanı çekildi; bir çiçek gibi kurudu.

Karanfil Yorgaki, avcunun içinde sımsıkı tuttuğu inci tanesiyle Pin-han'ınpeşinden gelmişti. İnciyi alabilmek için elinden geleni yapmış; aldıktan sonra daPinhan'ın izini sürerek, yolboyu onun bıraktığı kokulan takip ederek buraya kadar gelmeyi başarmıştı. Sabah uyanıp da Pinhan'ı yanıbaşmda bulamadığında,onun peşinden, onun uğruna, Cüce Cafer'e dil dökmüş, Akrep Arif mahallesinevar ıp kocakar ılardan hakikati öğrenmiş, sevdiğinin Dürri Baba tekkesine geridöndüğünü tahmin etmekte gecikmeden, ağlana sızlana yollara düşmüştü.

Kızıl saçlı kadının cansız bedenini derenin yanında buldu. İncitmektenkorkarcasına dikkatle kucaklayıp, harabeye dönen tekkenin arka bahçesindekimezarlığa kadar taşıdı onu. Elleriyle kazdı toprağı. Çıkardığı her toprak,yüreğinden bir  şeyler söküyordu sanki. Bir de mezar taşı yaptı. Pinhan'averemediği ve şimdi güneşin altında pır ıl pır ıl parlayan inci tanesini mezar taşındaki oyuğa yerleştirdi. Taşın üstüne şu mısralar ı yazdı.

Periden güzel huriden müstesna Sebebi envai bela türlü cefâ Yedi düvelçehrene müptelâ Ben garip âşık-ı şeydâ iken Terk-i can etmen reva mı bana

Bî-vefâ, bî-vefâ, bî-vefâ

Karanfil Yorgaki geceyi mezar ın başında geçirdi. Hava karar ırken, inci

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 118: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 118/119

tanesinin de karardığına ve kuşluk vaktinde tekrar  ışıldadığına tanık oldu. İncipır ıl pır ılken çıkmak istedi yola. Sabaha kar şı, kalkıp gitmeye hazırlanırken,gökyüzünde halkalar çizen bir kuş dikkatini çekti. Kuş alçaldığında, siyahlı sar ılı gövdesinin üstünde mavi şeritler ve şarabi lekeler olduğunu fark etti. Bu garipkuş bir ara o kadar alçaktan uçmaya başladı ki. Karanfil Yorgaki onun gözlerinigörebildi; mavi bulutlu gözlerini ve o gözlerde biriken yaşlan...

Karanfil Yorgaki, son bir kez geriye dönüp baktı. Tuz kesilmedi; ne de taş. Ne

sitem vardı gözlerinde; ne de yaş. Adeta bir sır verir gibi,"Bekle beni," dedi f ısıltıyla."Bekle!"

Saklı Kütüphane www.e-kitap.us

Page 119: Elif Şafak - Pinhan

8/14/2019 Elif Şafak - Pinhan

http://slidepdf.com/reader/full/elif-safak-pinhan 119/119

www.e-kitap.us sunar.

Tüm kitap severleri Saklı Kütüphane’ye bekliyoruz.

Kâhin & Orodruin