Transcript
Page 1: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU:

MONARŞİLER DÖNEMİ

1. GENEL ÖZELLİKLERİ

16. yüzyılın başından itibaren Rönesans’ın etkisiyle toplumların ekonomik, sosyal, politik ve

kültürel değer ölçüleri değişikliğe uğradı

Kent uygarlığının gelişmesiyle birlikte yarı açık ekonomi düzeninden kentler dışına taşan ve

çeşitli pazarlara ulaşan bir açık ekonomi düzenine geçildi. Bunu gerçekleştiren zümre, bu

pazarlarla sürekli ilişkiye girerek mal alışverişini yapan tüccarlardı.

16. yüzyılda ekonomi alanında feodal ilişkiler, tümden ve hızlı biçimde çözülmeye başladı.

Ticaret ve zanaatların tarım dışı zenginlik kaynakları yani sermaye, ulusal ekonomilerde

ağırlığını giderek daha fazla ölçülerde duyuruyordu. Büyük sermayeyi elinde tutan burjuvazi,

nitelik değiştiriyor; girişimci, üretici bir sınıf oluyordu.

El sanatları ve ticarete dayalı yeni zenginliğin hızla artması ve bir sermaye birikiminin

oluşması burjuvayı güçlü kılan ve girişimciliğini artıran önemli nedendir.

Krallık yönetimleri ticaret burjuvazisini korunması gereken bir kaynak olarak

değerlendiriyordu. Ticaret burjuvası için önemli olan, ticarete zarar veren çatışmaların ortadan

kalkması düzenli ve güçlü iktidarların kurulmasıdır.

Dönemin krallıkları, gerek ulusal kaynakları işletme, gerekse ticareti içte ve dışta koruma

yönünden önlemler almaya yöneldiler.

Ekonomiye egemen bu yeni sınıf(burjuvazi), kazancını her bakımından garantiye almanın

yolunu, tüm yetkilerin kralın elinde(askeri, adli, ruhani) toplanmasıyla sağlanabileceğine

inanıyordu. Kilise de bu değişimden payını aldı, yönetimde ki ağırlığını kaybetti, kralın

denetimine girdi.

Krallığın, ticaret burjuvazisiyle kolay uyuşmasının bir nedeni de krallık ile soylular

arasındaki, kökleri çok eskilere dayanan doğal bir düşmanlığın varlığıydı. Soylularla krallar,

tüm bir orta çağ tarihi boyunca birbirlerinin güçlerini sınırlamaya çalışmıştır. Bu iki güç

arasındaki çatışmanın bir örneği Magna Carta’dır.

Yeni sınıfın “ihtiyacı” olan özgürlük belirli yasal düzenlemelerle sağlanacaktır. “Özgürlük”

burjuvazinin yasal statüsü olacaktır.

Yeni dönemin hukuku, eski alışkanlıklara göre değil, fakat yeni ihtiyaçlar için oluşturulmuş

bir hukuktur. Yazılı ve bu nedenle takdir haklarını en aza indiren, nesnel, bireylere veya

olaylara göre değil; fakat soyut, önceden belirlenmiş, kesinlik ve genellik karakterine sahip

“modern” bir hukuk. Yeni toplum ve yeni devlet için gerekli olan “daha çabuk ve

becerikli…” “daha hızlı ve rastlantılara dah az bağımlı” bir hukuk düzenlemedir.

Page 2: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

2. NİCCOLO MACHİVELLİ

Orta çağ ile bağlantıyı kesen, onun ahlak ve din anlayışının yerine politikayı temel etkisine

alan yepyeni bir sistem getiren Machiavelli olmuştur. Bu yeni sistemin temeli zora, güce

dayanıyordu. Gerekçesi ve geçerliliği ise İtalyan Birliğinin sağlanmasına bağlıydı.

Machiavelli’nin yaşadığı devirde İtalya beş büyük devlet arasında bölüşülmüştü. Napoli

Krallığı, Milano Dükalığı, Venedik Aristokratik Cumhuriyeti ve Floransa Cumhuriyeti ile

Papalık Cumhuriyeti.

Machiavelli, Floransa Cumhuriyetinde memurluk görevi yaptı, elçi olarak Fransa ve

Almanya’ya gitti. Fransa’da güçlü monarşinin yapısını inceledi ve koşullarını belirleyerek

bunu kralın sağlam yönetimine dayandığını saptadı.

İki önemli eser yazdı: 1513’te “Prens” ve 1519’da “Konuşmalar”. Prens, monarşileri;

Konuşmalar, Roma Cumhuriyetinin gelişmesini iler.

Makyavelizmin temeli “ Amaç aracı haklı kılar” dır. Yeter ki amaca varılsın ve o iş başarılsın.

Machiavelli, başarıya varmada hiçbir koşul tanımıyor.

A. “Prens” Ve Mutlak Monarşinin Temel Kurumları

1. Ahlak Anlayışı

Amaç, İtalyan birliğinin bir kral tarafından sağlanması olunca Machiavelli de gerçekten ne din

ne de ahlak kurallarına uyuyor.

Yöneticinin ahlak dışı araçları belli bir sonuca varmak için kullanmasını onaylıyor ama

yurttaşın ahlaki bozukluğunun iyi bir hükümeti olanaksız kılacağından da asla şüphe etmiyor.

Toplumsal dayanışma, halktan beklenen ahlak anlayışının en açık ilkesi olacaktır. Bu anlamda

toplum, ahlakın amacı değil aynı zamanda kaynağıdır da. Ahlak; bu sosyal ortamda doğar ve

gelişilir.

Devlete kişinin mutlak bağlılığı sosyal yaşamın ona yüklediği zorunlu bir ödevidir.

Prens her zaman halkına karşı iyi olmalı mıdır? Asıl olan Prensin kendisinde bütün iyilikleri

toplaması… İyiliksever, cömert, yürekli, sadık, cesur, kararlı ve gururlu olmasıdır.

Prense severek mi yoksa korkularak mı bağlanmalı sorusunun cevabı bu durumda korkunun

sevgiye üstün tutulması şeklinde sonuca bağlanmalıdır. Machiavelli esas olan prensin devleti

korumasıdır diyor. Başarırsa, bu yolda kullanacağı bütün araçlar şerefli sayılacak ve

övülecektir, kötülükler ise unutulacaktır. Bu yüzden yöneten ahlaksız değil, “ahlak dışı” bir

nitelik taşımaktadır.

Page 3: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Machiavelli’nin ahlakı, politikadan bağımsız değil onun içinde saklıdır. Gücünü ondan alır.

Bu sayededir ki sosyal düzey ve politik bilinç ile gelişir ve oluşur. Bir önceki çağın; Hristiyan

ahlakı gibi değildir.

2. Din

Ahlak gibi din Machiavelli ’de sosyal olgudur. Amaç hep bozuk, düzensiz bir ülkenin

toparlanması, kendine gelmesi olunca, din de birleştirici etken olarak fonksiyonunu yerine

getirmek zorunda.

Dini dayanışma unsuru olarak kullanıyor hem de kiliseye hücum ediyor. Aslında Machiavelli

dini sanki kiliseye karşı korumak istemiştir.

Machiavelli İncil’e karşı çıkıyor. İnsanlara canlılık ve güç getireceği yerde dünya işlerinden

elini çekip onları miskinliğe zorladığı için…

Machiavelli devleti laikleştirmekle yetinmiyor, üstelik dini ona bağlı kılıyordu.

Din siyasal iktidarın bir aracı ve sosyal kaynaşmanın bir unsuru oluyor. İtalya’da sorun bozuk

bir toplumda devlet kurmak olunca mutlak monarşi dışında yönetim tanımıyor.

Yönetim bicimi ne olursa olsun bir prensliğin temeli iki esasa dayanır. Mükemmel bir ordu ve

mükemmel yasalar… Kiralık askerlerin barışta prensi soymak, savaşta da kaçmaktan başka

marifetleri yoktur. Sağlam devletin temeli, her şeyden önce onu koruyacak gülü bir orduya

bağlıdır.

3. Adalet İlkesi ve Yasalar

Prensin iki temel ilkesinden biri: yasalara uyma, onun için aynı zamanda bir ahlak borcu.

Machiavelli, adaletin iki yönünü daha belirtiyor; yasa koyucuya üstün değer veren ve yasanın

kişi özgürlüğünü sağlamaktaki ana hedefini açığa çıkaran yanı ile toplumdaki çeşitli sosyal

güçleri ülkenin geleceği için aynı amaca yöneltip ekonomik ya da toplumsal dengeyi sağlayan

yanı.

Machiavelli ’ye göre halkın ulusal karakterini, prensin koyduğu yasalar ve yönetimi belirler.

Ahlak ve yurttaşlık erdemleri yasadan doğar. Bu yüzden bir toplum bozuldu mu, onun

yeniden kuran, yasayı da korur ve yürütür.

Machiavelli’ ye göre bir prens koyduğu yasaya herkesten önce ve titizlikle kendisi uymalıdır.

Uymadı mı böyle bir kişi giderek kamu yararı için tehlikeli olur. Monarşi içinde bile

yerleşmiş bir hükümetin ilk koşulu, yasalarla yönetilmesidir.

B. “Konuşmalar” Ve Karma Yönetimin Erdemi Üzerine

İtalya’da iç savaş bitip toplum düzene kavuşunca Machiavelli de öngördüğü yönetim

biçiminin artık gerçekleşebileceğini söylüyor. Aynı kentte krallık, aristokrasi ve halk

yönetimin bulunduğu yönetim şeklidir.

Page 4: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Machiavelli ‘ye göre, aynı anayasada kralı, soyluları ve halkın gücünü birleştirirseniz, her biri

yekdiğerini denetleyeceğinden Polybios’un yönetim biçimi olan Karma yönetime varılmış

olur.

Machiavelli için yasaların ve anayasanın iyiliğinden bahsedebilmek, onların sosyal

hakkaniyetin savunmasını, uygulanmasını, toplumsal güçlerin dengesini üstlenmiş olmalarına

bağlıdır. Sosyal dengenin ve hakkaniyetin olmadığı ortamda devlet, ne kendi sağlam düzenini

sürdürebilir ne de yükselebilir. Yasaların ve anayasanın öngördüğü ölçüde devlete saygı

duyulur. Ne normal, ne yasal hiçbir düzene baş eğmeyen halktan, gelecek için ümit

beklenemez. Bunun en açık örneği İtalyan prenslikleridir.

3. JEAN BODİN

Machiavelli ‘i kıyasıya eleştiren, ama aslında onun devamı sayılan Jean Bodin, 16. Yüzyılın

Fransa’da yetiştirdiği bir başka düşünürüdür. “ Devletin Altı Kitabı” adlı eseriyle birkaç

amacı birden hedef almıştır; kralın mutlak iktidarını güçlendirmek ve onu ülkedeki karma

yönetim savunucularından kurtarmak, din kavgaları yüzünden bozulmaya yüz tutan

Fransa’nın birliğini sağlamlaştırmak ve ona kalkınma yollarını göstermek ve siyasal bilimin

temellerini atmak.

a. Din, Aile Ve Devletin Niteliği

Din, devletleri ve cumhuriyetleri birlik içinde tutar, hatta devletin temel prensibini oluşturur.

Yasaların uygulanmasında, uyruğun bağlılığında, kötülük korkusunda hep onun derin etkisini

bulmak mümkündür. Tam bu noktada dikkati bir benzerliğe çekmek istiyorum; amaç

Machiavelli ‘de gördüğümüz gibi ülkede düzenin sağlanması olunca, dinsel hoşgörü de bir

ilke olmaktan çıkıp siyasetin aracı oluyor.

Bodin, Tanrı’yı devletten uzak tutmuyor ama onun düzeni içinde değişik inançların bir arada

bulunmasına ses çıkarmıyor. Üstelik saygı duyuyor.

Devlet, çeşitli ailelerin ele geçirdikleri çeşitli varlıklarla birlikte egemen bir kudret tarafından

hukuka uygun olarak yönetilmesidir.

Devletin kuruluşunu ailede bulan görüşün en güçlü savunucusu olan Bodin, devleti ailelerin

hükümeti olarak tanımlarken şöyle diyor, “Ailelerin birleşmesi çoğu zaman ortak savunma ve

karşılıklı çıkarların sağlanması amacıyla gerçekleşir ve bu toplulukların egemen bir otorite

tarafından bir araya getirilmesiyle devlet oluşur”

Bodin, aileyi devletin tek çekirdeği saymakla kalmıyor, ona bir de vazgeçilmez hak tanıyordu;

özel mülkiyet. Mülk aileye, egemenlik ise yöneticiye aitti.

Bodin’in monarşiyi savunmasının bir diğer sebebi, egemenliğin bölünmez niteliğiyle kendine

en uygun ortamı ve organı bu rejimde bulmasından ileri geliyor. Gerçekten egemenlik, salt,

bölünmez ve sürekli olacaksa onu tek kişiye bırakmaktan başka çare yok.

Page 5: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Başka bir sebebi ise; önemli yerlere yapılacak atamalarda ehillerin seçimini tek kişiye

bırakmış olmasıdır.

Egemenin yanında yardımcı birlikler, örneğin; parlamento, halk meclisi, kooperatif heyetler,

ekonomik ve sosyal gruplar bulunabilecektir.

b. Egemenlik Ve Yasama

Egemenlik; yurttaşlar ve uyruklar üstünde yasayla kısıtlanmamış en üstün iktidardır.

Ülkenin yasası egemenliğin buyruğundan başka bir şey değildir.

Egemenliğin biçimi ne olursa olsun kral, adaletin ve Tanrı yasaların üstüne çıkamaz. Eğer

adaleti sağlamak yasanın işiyse, yasa prensin eseri, prens de Tanrı’nın vekili olduğuna göre

prensin yasası aslına, yani Tanrı’nın yasasına uygun olmalıdır. Yasa koymak tek kişinin

tekelinde ise yönetim de tek kişide, biçimi de monarşidir.,

Adaleti sağlama yasanın görevi olduğu bilinir. Bodin’e göre adalet nedir?

Adalet anlayışının temelinde 3 ilkeyi birleştirilir; birlik, orantı, ve eşitlik.

Kral hukuka uygun yönetiminde yasalar koyarken hukukun son amacı adaletin “birlik, orantı

ve eşitlikçi” özüne uyacak, bu özelliği hiç unutmayacaktır.

4. THOMES HOBBES

Thomas Hobbes mutlakiyeti savunan 17.yüzyılın ünlü düşünürlerindendir.Yazar,’Bir Din ve

Dünya Devletinin Dokusu,Biçimi ve Erki’ adlı büyük eserini yayımladığında Cromwell

iktidardaydı. Eserinde tek kişinin iktidarını savunmasına karşın ne Cumhuriyetçi Cromwell’in

ne de bundan sonraki kralcıların gözüne girebilmiştir. Bunun da nedeni eserin iki yönlü

olmasından kaynaklanıyordu.Halkın barış içinde,düzenli yaşama isteğiyle kralın salt iktidarı

arasında denge kurmaya çalışıyordu.

Çocukluğunda babası annesini ve iki kardeşi ile bırakıp kaçmış,annesi de İspanya kralı

II.Philip’in yenilmez armadasının korkusu içinde onu yedi aylıkken doğurmuştu.Hobbes

yaratılıştan korkak ve çekingen olmasında bu olayın önemine işaret eder ve ‘korku ve ben ikiz

kardeşiz’der.

İngiltere’de kargaşanın devam etmesi ve kralın başını yemesi onu daha da etkilemiş bu içgüdü

ile ülkeyi birliğe,barışa götürecek bir yol aramıştır. Hobbes da diğer düşünürler gibi ülkenin

içine düştüğü bunalımdan ancak mutlakiyetle kurtulabileceğine inanıyordu.Ancak onu diğer

düşünürlerden ayıran bir özellik vardır, o da sözleşme fikridir.

TOPLUM SÖZLEŞMESİ VE DEVLETİN MUTLAK EGEMENLİĞİ

Aristo’nun tersine Hobbes,insanı doğuştan toplumsal olarak kabul etmez. Doğuştan bencil

olan insanoğlu mutlak biçimde kendi yararını ve çıkarını düşünmeye yöneliktir. Doğal yaşam

döneminde tabiat icabı eşit yaratılan insanlar, varlıklarını sürdürebilmek için devamlı olarak

kendileri korumak zorunda idiler. Bu ise kargaşalığa,savaşa ve birbirlerine karşı düşman

Page 6: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

olmaya itiyordu. Herkes yalnızca canını kurtarmayı amaç ediniyordu ve bu dönemde

yasa,mülkiyet hakkından söz edilmezdi.

İnsanın kendi yaşamını korumak biçiminde formule edilen bu davranışa Hobbes, doğal hak

diyordu. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran en temel fark olarak aklı belirtir. Aklını kullanan

insanın kendini güvenlik içinde bulmak istediğini söyler. Aslında doğal hakkın bir sonucu

olan güvenlik isteği doğal yasalara boyun eğmekle gerçekleşir. Bunlar ise üç tanedir;

1-Barışı ara

2- Ona kavuşmak için her şey üzerindeki mutlak hakkından vazgeç

3-Sözleşmeleri tanı,onları bozma

Doğal hak ile doğal yasalar arasındaki fark ise şöyledir;

Doğal hak, insanın kendini korumak için gücünün yettiği her şeyi yapabilmek özgürlüğüdür.

Doğal yasalar ise, aklın bulgusudur. Kendimizi korumaya ve savunmaya yöneliktir ve bizim

aleyhimize dönebilecek şeyleri yapmaktan sakınmamızı öğütler.

Kısaca ‘kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmayın’ şeklinde öğütler.

Doğal hakkın sonucu ve aklın eseri olan doğal yasalara uyarak barışı ve güvenliği arayan

insanoğlu,çareyi sözleşme ile toplum haline geçmekte bulur.

Böylece güvenlik ve barış içinde toplum haline geçen insanlar yönetim hakkını bir egemene

devreder ve bu toplum hali, iradi bir anlaşmadan doğan yapay bir olgu,bir çıkar hesabıdır.

Sözleşme ile haklarını egemene devreden kişiler aslında, sözleşmeyi onunla değil, kendi

aralarında yapmışlardır. Bu yüzden sözleşme egemeni bağlamaz,tamamen dışındadır.

Bir sözleşme ile toplum haline geçen insanların, yönetim haklarını devrettiği egemenin

niteliği nedir?

Hobbes’a göre tabiki monarşik yönetimdir. Çünkü Hobbes’a göre bir insan yöneten de olsa ilk

önce mutlaka kendisinin ve yakınlarının çıkarlarını düşünür.

En iyi rejim ise, özel yarar ile kamu yararının birleştiği,kaynaştığı rejimdir. Bu rejimde

krallıktır.

Kamunun genel çıkarı ile kralın özel çıkarı aynıdır.Çünkü kralın gücü,zenginliği,şerefi halka

bağlıdır. Halk zengin ve mutlu olduğu ölçüde kral da güçlü olur. Ancak bunun sağlanması

halkın her şey üzerindeki haklarından vazgeçmesine bağlıdır.

Yani Hobbes, barış adına mutlakiyeti savunmaktadır. Salt iktidarın olmadığı yerde sürekli

savaş , olduğu yerde ise sonsuz barış ve huzur vardır. Bu haliyle egemen,yasaların da ,adaletin

de üstündedir. Din de ona bağlıdır.

Page 7: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Peki Hobbes, egemenin yetkilerine hiçbir sınır tanınmaz mı? Buna cevap verebilmek için

onun din ve ahlak anlayışına bakmak gerekir.

1-AHLAK ANLAYIŞI

Hobbes için doğal bir ahlak vardır.Tıpkı doğal hak ve doğal yasalar gibi.Doğal ahlak,doğal

hakka karşı çıkar.Hak,bize istediğimiz gibi davranma olanağı tanır,yani kargaşaya götürür.

Ahlak ise, barışın aracıdır. Hak da ahlak da ortak ilke açısından bakıldığında faydalarını açığa

çıkarırlar.Bu da korunma arzusudur. Doğal hak bize kendimizi ve geleceğimizi korumak için

her şeyi yapmak yetkisi tanımıştır ama bu bizim sonumuz demektir. Halbuki ahlak bizi

korumaya yönelik sürekli barışı sağlayabilecek tek araçtır.

Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına da yapma biçiminde formüle edilen bu

anlayış ileride liberal anlayışın temelini oluşturacaktı. Böyle olunca ahlak anlayışı tıpkı doğal

yasalar gibi aklın bir ürünü oluyordu. Yoksa eşyanın tabiyatından doğan ve bize zorla kabul

ettirilen bir kural değildi. Bu anlamda ahlak, doğal yasalara uygun ve ona paralel bir görünüm

arz ederken Hobbes’un ezeli derdi olan barışın sağlanmasında bir başka aracı oluşturuyordu.

2-DEVLET VE KİLİSE

Hobbes’a göre hiçbir tinsel iktidar devlete değil egemen olmak ağırlığını dahi koyamazdı.

Hobbes için tinsel olan sadece bir görüntüdür,dış gücün uydurması. Bu yüzden dinsel iktidarı

insanların iki efendisi olmaz diye reddeden Hobbes’a göre doğal yaşamda ne kadar insan

varsa o kadar da dinsel inanç vardı.

Tanrının kutsal kitabının kişiye göre açıklandığı bu dönemde insanlar isteklerine göre bir yol

tutuyorlardı. Hangi dini inançta olursa olsunlar olumlu bir dinin düzenini kabul etmiş kişiler

bir yerden sonra kutsal kitabı diledikleri gibi açıklamakla toplumu kargaşalığa götürüyorlardı.

Halbuki toplum haline geçince insanlar bu haklarından da vazgeçiyor ve bunun tayinini de

devlete ve onun temel organı egemene bırakıyorlardı.

Hobbes’a göre devlet,en güçlü topluluk biçimi idi. Ahlak ve din onun için toplumsal barışa

varmada birer araçtı. Sözleşme ile yönetim hakkını egemene bırakan insanlar aynı amaç

uğruna tüm haklarından vazgeçmişlerdi. Bu amaçtan saptığı anda devletin de meşruluğu

ortadan kalkar. Böylelikle egemenin yönetimi,en başta halkın dirlik ve düzeni ile bağlıydı ve

bu onun için bir hizmettir.

EGEMENLİĞİN SINIRLANMASI VE HUKUK DÜZENİ İLE İLİŞKİSİ

Hobbes’un mutlakçılığına göre egemenlik bölünmez ve salt niteliktedir. Siyasal iktidarı

bölmek, onu yok etmekle birdir. O zaman iktidarın bölünen parçaları kadar yeni iktidar ve

egemen ortaya çıkar ki bu da sosyal yapını bozulduğunun,hastalandığının açık belirtisidir.

Salt ve kesin yetkilere sahip egemenin en başta gelen yetkisi yasa koymak ve kaldırmaktır.

Yani Hobbes egemeni tek yasa kaynağı olarak görür. Buyrukları yasa niteliğindedir. Örf ve

adet kuralları varlıklarını egemenin sustuğu ölçüde korurlar. Egemen o konuda bir yasa

koymuş ise gelenek ve görenek de artık yoktur.

Page 8: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Hobbes’a göre, ‘ Ortak erkin olmadığı yerde yasa yoktur,yasanın olmadığı yerde de haksızlık

yoktur.’ Yalnız yasa haksızı haklıdan yapay bir biçimde ayırır. Ayrımın yapay olmasının

sebebi,sözleşme fikrinde saklıdır. Egemenin mutlak iradesine tüm ulusu bağlamak ister ve

sözleşmeyi zorunlu biçimde sosyal yapay olgu olarak kabul eder

Doğal yasaların üçüncüsü olan ‘anlaşmalara karşı çıkma,onalara sadık ol!’ buyruğu,

Hobbes’da adalet anlayışının temelini oluşturuyor.

Sözleşmenin olmadığı doğal yaşam döneminde herkesin her şeye hakkı vardı ve hiçbir şey hiç

kimseye kesin olarak ait değildi. Haklı ve haksız da belli olmamıştı. Halbuki adaletin

amacı,her şeyden önce herkese kendisine ait olanı tanımaktır.

Neyin senin neyin benim belli olmadığı düzende doğaldır ki adalet de yoktur. Toplum haline

geçtikten sonra herkese her şeyin ait olduğu açık biçimde ortaya çıkmış seninki ile benimkinin

sınırları çizilmiştir.

Devletin temel organı olan egemenin koyduğu yasalar da kesin hüküm niteliği taşımakta,karşı

gelinemez olmaktadır. Ona uygun davranış adildir.

Böylece Hobbes’da hukukun tek kaynağı vardır. Doğal yasa,doğal akıl,kutsal aklın yansıması

bunların hiç biri gerçek anlamda hukuk değildir. Tek gerçek hukuk, medeni yasalar diye

adlandırdığı egemenin koyduğu yasalar bütünüdür. Böylece doğal yasalar pozitif hukukun

altında kalmakta,uyruklar devletin koyduğu yasalara bağlanmaktadır.

Yasama yetkisi mutlak olan egemen, koyduğu yasalarla bağlıdır da. Despotluğa,tiranlığa karşı

çıkıyor. Egemen yasaya uymakla görevli,başına buyruk davranamaz. Her şeyi yapmaya

sınırsız biçimde karar verecek olan egemenin yapması gereken şeyler yani ödevleri de vardır.

Örneğin,güvenlik ilkesi gibi.Bu ilkeye aykırı davrandığında kişilerin isyan hakkı doğar ve

devlete bağlılık yükümleri de kalmaz. Diğer ilkeler ise, mülkiyet hakkı,savunma hakkı vb.dir.

Yasayı egemen koyuyor ama bu yasa akla aykırı olmayacaktır. Hobbes’un aklı ise,

toplumsaldır. Bununla beraber egemen uyruklarına ‘saf özgürlük’ tanıyacaktır. Özgürlük ise

arzularımızı gerçekleştirmeye davrandığımızda dıştan bir engelin bulunmamasıdır. Halbuki

yasa böyle bir engelin ta kendisidir.O zaman yasanın dokunmadığı alanda kişi özgürdür

sonucuna varabiliriz.

MONARŞİYİ SAVUNAN DÜŞÜNÜRLERİN BİRLEŞTİKLERİ VE AYRILDIKLARI

NOKTALAR

Niccolo Machiavelli, Jean Bodin, Thomas Hobbes’un görüşleri karşılaştırıldığında hepsindeki

ortak yön; tarihsel ve objektif metodu kullanmış olmalarıdır. Toplumsal olaylara bu açıdan

yaklaşan düşünürler sistemlerinin temel dayanaklarını deneyci bir tutumla sosyal ilişkilerde

bulmuşlardır.

Çağın yenilikleri ülkelerindeki değerler ve sistemler düzenini bozunca,endişelerini gidermek

için hep birlikte barış ve huzuru, can ve mal güvenliğini sağlamak arzusu ile monarşiye

sarılmışlardır. Bu taban, onları birleştiren asgari müşterektir.

Page 9: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

DİN VE AHLAK

Machiavelli’ye göre, bilim ve ahlakın kökeni toplumdur. Bu iki kavram zamanın

icaplarına,devletin içinde bulunduğu koşullara göre biçimlenmiştir. İnsanı evrensel bencil

olarak tanımlar. Prensi ahlak dışı tutmakla, toplumda dengeyi sağlayıp düzeni kuracağına

inanmaktadır. Tüm sıkıntı devleti kurana kadardır. Ondan sonra Prenste koyduğu yasalara bir

ahlak kuralı olarak uyacaktır. Ahlakın temel ilkesini vatan sevgisi olarak açıklar ve canlılığını

da politikada bulduğunu söyler.

Yani;

Kaynak; toplum,

Amaç; birlik,

Geliştiği yer; politikadır.

Prens’in salt iktidarını ortaya çıkarmak istediği için papalığın yanında değildir. Dinin

toplumsal fonksiyonu, birleştirici olmaktır. Bunun içinde din devlete bağlı olmalıdır. Düşünür

dini devlete tabi kılmakla laikliği gerçekleştirmiş olur.

Bodin ise, Fransadaki dini ve siyasi karışıklığa rağmen vicdan özgürlüğünü savunuyor.

Machiavelli ile benzediği nokta ise, dinsel hoşgörüyü ülkenin düzeni için araç saymasıdır. Bir

de dinin bağlayıcı,dayanışmayı sağlayıcı niteliği yönünde birlik halindeler.

Ne var ki Bodin bu konuda daha tutarlıdır. İnsanlardaki farklı görüşlerin değiştirilemeyeceğini

savunur.Din birliği ancak,değişik inançların karşılıklı saygı ile bir arada bulunmasından

doğar.

Kral Tanrının vekilidir. Gücünü ondan alır. Aynı şekilde kilise de egemene bağlıdır.

İktidardan pay alamaz,egemen olamaz. Böylece Bodin’de Machiavelli gibi hem laik devlet

hem de düzenin korunması fikrini işlemekte,ancak kralı Tanrıya bağlamakla,tanrı tanımaz

Machiavelli’den ayrılmaktadır. Bu bakımdan Hobbes Machiavelli’e daha yakındır.

Hobbes ise, sözleşme ile tüm haklarını devlete ve onun temel organı egemene terk etmekle

insanlar,inançlar konusunda egemeni tek yetkili sayıyor. Hobbes da Machiavelli gibi kiliseyi

devlete bağımlı kılmakla egemenin üstün iktidarını korumuş oluyor.

Hobbes’un amacı barışın sağlanmasıdır. Halbuki doğal yaşamda insanlar başı boş bırakılınca

hepsi bir başka inancın savunucusu oluyorlardı. Sürekli savaş haline yol açan bu durumu

önlemek,dünyadaki yönetimle tinsel yönetimin alanlarının özdeşleşmesi ile mümkündür

Hepsinin ortak amacı barış, birlik,düzenin korunmasıdır.Ancak Bodin bu amaca, hoşgörü ve

Tanrının yardımıyla yumuşak biçimde varmaya çalışırken, Machiavelli ve Hobbes, zorla ve

toplumu güderek aynı amaca itelemektedir.

ADALET ANLAYIŞI

Page 10: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Hukukun idesi,salt amacı olan adalet kavramının kaynağı her üç düşünürde de aynıdır:

TOPLUM.

Toplumun gereksinimlerinin karşılanması da adaletin amacıdır. Böylece hukukla toplumsal

yapı karşılıklı bir etki-tepki ilişkisi içindedir. Biri öbürünün kaynağını oluştururken,buradan

çıkan ilkeler bütünü de dönüp geldiği yeri düzenleme,düzeltme çabası içindedir.

O sırada toplumların içindeki bunalım,kargaşa yüzünden tek arzuları var: BARIŞA

KAVUŞMAK.

Barışa kavuşmak,feodolitenin dağınık siyasal yapısına son vermek, kralın gücünü arttırmak,

merkezi iktidarı kurmakla gerçekleşecektir. Her üç düşünüründe adalet fikrinin eş yönlü

olması bu nedenle garipsenmemelidir. Toplumu,düzene,birliğe ulaştırmak amaç olunca,

hukuk düzeninin yapısı da bu amaca yöneliyor.

EGEMEN VE YASA

Bütün düşünürlerin yönetim biçimi aynıdır: Tek kişinin mutlak egemenliği.

Hepsi feodal toplumun getirdiği aksaklıklardan etkilenerek kralın merkezci yönetimini

savunmaları ve hepsinde ortak özellik, despotluğa,tiranlığa karşı olmalarıdır. Yasayı koyan

egemeni hem tek kaynak sayıp hem de onu koyduğu ilkelerle bağlamaya çalışmışlardır.

Egemenlik anlayışı da hepsinde aynıdır.

Yasayı koyma ve kaldırma yetkisi kimde ise,egemen de odur.

Yasanın özünü Bodin ve Hobbes’da akıl oluşturuyor. Ancak Bodin’in doğa ötesi,tanrısal

aklına karşılık Hobbes, salt sınırsız,dinamik öze sahip kişisel aklı savunuyor. Geri

alınamaz,değiştirilemez,bölünemez.

Anayasada güçler dengesinin bulunmasını kabulleniyor ama halka fazla özgürlük

tanınmaması gerektiğini,hemen bozulacağını söylüyor. En iyisi prensin koyduğu yasalara

uygun bir yönetimle düzenin sağlanmasıdır. Yasa zoru ile sosyal bozuklukların,anarşisinin

önüne geçecek bu yolla hem kendi aralarında hem de Devletin etrafında birlik içinde

olacaklardır.

Yasallığı da aynı yüzden savunuyorlar;herkes yasaları bilecek,öğrenecek,onlara bağlı

kalacaktır. Prens de bu kuralın dışında olmayıp Tiranlığa kaymaması için, o da yasalara bağlı

olacaktır.

Sadece Bodin’in anlayışı biraz daha farklıdır. Bodin de aynı çizgiden hareket eder, egemenliği

tanımlar,karakterini belirler ama kaynağı belirsizdir. Yasamanın kaynağını doğal hukuk

olarak görüyor.

Machiavelli ve Bodin gibi örf adeti yasaya bağlı kılan Hobbes,hukukun temel amacının

topluma barış getirmek olduğunu ama bunun kişi özgürlüğü ile ilişkisini de göstermeden

edememiştir. Devleti kişiyi korumak için tutan Hobbes, geniş özgürlüğün kötülüğe yol

açacağına inanarak monarşiyi barışın aracı yapıyor.

Page 11: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Her üç düşünürde belirli bir ortak yan bulma olanağı çok yüksektir:Hukukun kaynağını

saptarken onu gökten yere, insan aklının emrine vererek indiriyorlar. Yasayı koyanın da

uygulayanın da kral olması bu yüzdendir. Tam bir nokta yönetim biçimi de belirginleşiyor;tek

kişinin yönetimi ve monarşik yönetim.

Dikkat edilirse Machiavelli, dağınık ortamda devleti yasa niteliğindeki egemen buyruklarıyla

kuruyor. Bodin, kurulu düzendeki kargaşayı aynı buyruklarla önlüyor. Hobbes, onlardan

sonra ortaya çıkmasının bir sonucu olarak,kişi yararını ön plana alarak barışı arıyor.

LİBERALİZM VE PARLAMENTER SİSTEM

Monarşiler döneminin “geçiş rejimi” niteliği, tam anlamıyla burjuvazinin işine yaramış, kamu

düzeninin, toplumda huzur ve barışın sağlanmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kralın

yasama yetkisini sınırlaması ile “menkul ve gayrimenkul mülkiyeti” güçlenerek ortaya

çıkmış, sermaye birikiminin gerçekleşmesine yol açmıştır. Zaten yeni sınıfın da isteği buydu;

Orta Çağ’daki dağınık iktidarlar modeli yerine önce kralın merkezi ve bölünmez iktidarını

koymak, sonra da bunu yıkarak kendi yönetim biçimini geçerli kılmak; ulus egemenliğine

dayalı parlamenter sistemi…

Voltaire’ye göre zenginliğin nedeni ticaret, özgürlüğün nedeni zenginliktir. Özgürlük ticareti

sağlar, ticaret de Devletin büyümesine yol açar.

Liberalizm iki alanda kendini göstermektedir: Siyasal Liberalizm ve Ekonomik Liberalizm.

Maurice Duverger, liberal ideolojinin temelini özgürlük ve eşitlik olarak açıklamaktadır.

Eşitlik ve özgürlüğün yasa karşısında sağlanacağını, bunun için de hukuk devletinin

zorunluluğuna değinen yazar, siyasal liberalizmin bir başka dayanağının da yönetenlerin

sınırlanması olduğuna işaret etmektedir. Yönetenlerin kurumlarla sınırlanması; seçimler

temsili sistem, yasama, yürütme ve yargı arasındaki güçler ayrımı, siyasal plüralizm, siyasal

iktidarla ekonomik iktidarın aynı elde toplanmamasıdır.

Giovanni Sartori; “Bugün dahi birçok yazar klasik liberalizm ile ekonomik liberalizm fena

surette karıştırır. Bunun liberalizme çok büyük bir haksızlık olduğu vurgulanmalıdır.

Liberalizm demek hukuk devleti ve anayasal devlet demekti ve özgürlük ekonomide serbest

ticaret ve de hele en güçlünün yaşayabilmesi demek olmayıp siyasal özgürlük demektir.

Ekonomik liberalizm basitçe “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” şeklinde

tanımlanabilir. İlki üretim özgürlüğünü ikincisi ticaret özgürlüğünü simgelemektedir.

Ekonomik Liberalizmin Unsurları

Özel Mülkiyet: Mülkiyet hakkı “dokunulmaz ve kutsal niteliktedir.

Girişim Özgürlüğü: Herkesin serbestçe kendi işini kurabileceğini, istediği alana

yatırım yapabileceğini düzenler.

Ticaret Yapma Özgürlüğü: Serbest rekabeti ilke olarak benimser ve Pazar piyasasına

bağlıdır. Girişimci istediği malı üretir, fiyatını da istediği gibi belirler. Ancak tüketici

Page 12: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

de hoşuna giden malı istediği fiyata almak ister. İşte Pazar yasasının ruhu burada

saklıdır ve sistemin özünü oluşturur. Ticaret özgürlüğü rekabetin kendi kuralları içinde

geçerli olmasını ve hiçbir şekilde devletin ne vergi ne fiyat denetimi gibi buna

karışmasını öngörür.

I. John Locke (1632 - 1704) Parlamento ve Mülkiyetin Üstünlüğü

Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan

hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri sürer. Bu düşünceleriyle Liberalizm'in,

tabii bir din anlayışının öncüsü olmuştur.

Hükümetler niçin vardır? Bu sorunun cevabı Locke'a göre doğa durumu ile açıklanabilir.

Doğa durumu, yeryüzünde hiçbir siyasi topluluğun olmadığı bir duruma karşılık gelmektedir.

Üstünlüklerin ve ve karışıklıkların artması yaşamı olumsuz etkiler ve insanlar bir araya

gelerek siyasi toplulukları oluştururlar. Hükümdarlara ve güçlü siyasi yöneticilere bu durumda

itibar edilir

İnsan hakları Locke'a göre yaşam, hürriyet ve mülkiyet olarak özetlenebilir. Bu hakların

uygulanması, korunması hem yasalarla hem de kurumlarla sağlanır. Bağımsız bir yargı

sistemi de bunların tümünü kapsar

Hürriyet ile ilgili olarak ise, bir insanın özgürlüğü, başka bir insanın özgürlüğüne zarar

gelebilecek noktada sona erer. Siyasi bir toplumsa özgürlük yasaların hükmüne bağlıdır.

Mutlak değil, sınırları çizilmiş bir özgürlüktür

Yargılama ve cezalandırma hakkını kendi iradesiyle yargıçlara yani yargı erkine bırakan

toplum üyeleri, uygulanacak olan yasaların hazırlanması ve yürürlüğe konması görevini de bir

başka güce; parlamentoya vermiştir. Ancak bu da yeterli değildir, bir de yürütme erkine

ihtiyaç vardır; yasamanın koyduğu pozitif yasaları uygulayacak, ayrıca anlaşmaları yapacak,

savaşa, barışa karar verecektir.

Locke’un düşüncesinin temelini oluşturan şey, mülkiyettir. Locke mülkiyet kavramını

malvarlığının yanı sıra yaşam ve özgürlüğü de içine alacak şekilde çok geniş bir anlamda

kullanmıştır

A. Doğal Yaşam ve Sözleşmenin Sonuçları

Locke’un düşünce sisteminde, önce doğal durumu bir barış ve karşılıklı yardımlaşma durumu

olarak betimlediğini, daha sonra doğal hakları mülkiyet hakkı örneğine göre, toplumdan önce

var olan haklar şeklinde tanımladığını görüyoruz.

Hobbes ve Rousseau’da ve başka bazı düşünürlerde olduğu gibi, Locke’da uygar toplumun

kuruluşunu sözleşmeye dayandırmaktadır. Her ne kadar Locke doğa durumunu bir gerçeklik

olarak savunsa da, Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi, “doğa durumu” ve “toplum

sözleşmesi” varsayımını siyaset teorisinin kuruluşunda sadece bir çıkış noktası olarak aldığını

kabul edebiliriz. Bu düşünürlerin asıl göstermek istedikleri şey, devletin kaynağının ne olduğu

sorusuna cevap bulmak değil, devlet denilen siyasal topluluğun temelinin ne olması

gerektiğidir.

Doğa durumunda özgür ve eşit olmakla birlikte, sahip olduğu bu hakların kullanılması

güvenlikten uzaktır ve her zaman başkalarının saldırısına uğrayabilir. Çünkü hepsi onun kadar

kral ve hepsi ona eşittir. İşte bu nedenle, sahip olduğu şeyleri dilediği gibi kullanması oldukça

belirsiz ve güvensizdir. Bu durum, insana özgür olmasına rağmen korkular ve sürekli

Page 13: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

tehlikelerle dolu doğa durumunu bırakmayı istetir. Bu nedenle, insanlar mülkiyetlerinin

korunması amacıyla, devletlerde birleşmişler ve kendilerini yönetimlerin altına sokmuşlardır.

Locke’a göre doğa durumunda bir kimsenin küçük eğlencelerdeki özgürlüğü bir yana

bırakılırsa iki erki vardır: Birincisi, doğa yasasının sınırları içinde, kendisinin ve başkalarının

korunmasına uygun bulduğu her şeyi yapma erki, ikincisi ise, bu doğal yasaya karşı işlenmiş

suçları cezalandırma erki.

Toplumu oluşturan kişilerin haklarından vazgeçme, kendileri için bir tehlike oluşturmaz,

çünkü siyasal iktidar gücünü aynı kişilerin kurucu iradesinden almıştır. Üstelik verilen bu

yetki tek kişiye ve onun iradesine bırakılmamıştır, onun için kötüye kullanılamaz, istendiği

zaman geri alınabilir.

B. Siyasal Rejimin Temel ilkesi: Güçler ayrılığı

İnsanın mantığında belirlediği gibi, toplumdan kastedilen, siyasal kuruluşu bir tek güce

vermek olmayıp, devletin bir canlandırıcı, etkin belirleyen olmasıdır.

İnsanın, emeğiyle kendi kişiliğini, ürettiği nesneye yayması sonucu özel mülkiyet doğmuştur.

İnsan, üretilen nesneye kendi gücünü harcamakla onları kendisinin bir parçası durumuna

getirir. Bunların faydaları da genel olarak üzerlerine harcanan emek ile orantılıdır

Yasama gücü, devlet gücünün topluluğu ve bu topluluğun üyelerini korumak için nasıl

kullanılacağını açıklama hakkına sahiptir. Yasama gücünü elinde bulunduranların yürütme

erkini de ele geçirmeleri olasılığına karşılık, iyi düzenlenmiş bir devlette yasama gücü, yasayı

yaptıktan sonra dağılan ve bu yasalarla kendilerinin de bağlandığı, kamu iyiliğini gözeten

çeşitli kimselere verilmelidir.

Locke’un kuvvetler ayrılığında yasama ve yürütme güçlerini birbirinden ayırması her iki

gücün üzerlerine düşen görevleri kişi haklarına ve yasalara uygun olarak yapmalarını

sağlamak amacından kaynaklanmaktadır.

Yönetimlerin bozulmasını yasama, ya da yürütmenin uygulamalarında keyfiliğe kaçmasına

bağlayan Locke, buna karşılık halkın eline de güçlü bir silah vermiştir. Direnme hakkı

Halkın yönetime karşı çıkma ve onu değiştirerek yerine yenisini getirme yönünde ki eylemini

direnme hakkı tanımlıyor.

Toplum sözleşmesi ile cezalandırma hakkını devletin kurumlarına bırakan kişiler, böylece

hem kendilerini hem de mülkiyet haklarını güvence altına almak istemişlerdir.

II. Jean-JacquesRousseau (1712 -1778) ve Güçler Birliği İlkesi

Hem çağdaşı düşünürleri etkileyen düşünürleri, hem Fransız devrimini, hem de sonraki

dönemindeki siyaset bilimcileri etkileyen Rousseau, siyasal iktidar ve siyasal toplum üzerine

görüşlerine topladığı eseri; ünlü sosyal sözleşmedir. Birbirleriyle çelişik görüşler taşıyan,

kavramsal dokusu farklı, bugün bile tartışılan bu eserinden yola çıkarak Devrim’e hazırlanan

Fransız toplumu için J. J. Rousseau’nun nasıl bir yönetim biçimi tasarladığı öğrenilebilir.

Page 14: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Rousseau, düşünce yapısının temellerini doğal yaşam sözleşme, genel irade ve yasaların

üstünlüğü, egemenliğin niteliği ve güçler birliği ilkeleri üzerine kurmuştur.

A. Doğal Yaşam

İnsanlığın bir doğal yaşam döneminden geçtiğini – varsayım da olsa- savunur. Rousseau ‘nun

insanı mutlu insandır; çünkü gereksinimleri sınırlı, talepleri az, sorunları pek fazla değildir.

Doğanın elindeki insan, altında uyuduğu ağacın meyvesiyle beslenen, yakındaki pınardan

suyunu içen, tüm ihtiyaçlarını doğadan karşılayan mutlu insanlardır. Başkasına, dolasıyla

topluma ihtiyacı yoktur.

Toprağı işleyecek aletin ortaya çıkmasıyla, toprağın etrafı çevrilerek ‘burası benim’ diyen

insanlardan sonra bunlara katılanlar olunca, insanlar birlikte yaşamaya zorunlu hale gelmiştir

ve toplum haline geçilmiştir.

B. Sözleşme

Özgürlük ve eşitliği yeniden yakalamak ve onları sağlam kurallara bağlayabilmek amacıyla

toplum haline geçen insanlar, nasıl bir sözleşme yapacaklardır?

a. Her üyenin tüm haklarıyla birlikte kendini topluma terk etmesi ve genel

iradenin üstün iradesini kabullenmiştir.Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak

güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle

birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsınhem de eskisi kadar özgür olsun. İşte toplum

sözleşmesinin çözümünü bulduğu ve sunduğu ana sorun budur.Toplum üyelerinden her biri,

bütün haklarıyla birlikte kendini baştan başa topluma bağlar; bu, aynı zamanda -herkes için

geçerli olduğundan- hiç kimseye bağlanmamakla özdeştir. Kısaca, toplum sözleşmesiyle

toplumun her ferdi, bütün varlığını genel istemin emrine verir ve her üye bütünün bölünmez

bir parçası kabul edilir.

Özüne bağlı olmayan şeyler bir yana bırakılırsa, toplum sözleşmesi şöyle özetlenebilir: Her

birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü bir arada genel istemin buyruğuna verir ve her

üyeyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ederiz.

Bu birlik sözleşmesi, o anda sözleşmeyi yapanların kişisel varlığı yerine, toplantıdaki oy

sayısı kadar üyesi olan tüzel kolektif bir bütün oluşturur. Bu bütün, ortak benliğini, yaşamını

ve istemini bu sözleşmeden alır

b. Halkın hem yönetici, hem de yönetilen olduğunu görürüz demokraside.

Hem yurttaştır; siyasal kitlenin faaliyetine katılır, oylarıyla yönlendirilir, hem de uyruktur,

siyasal kitlenin kabul ettiği yasalara uyar.

Genel irade; özel iradelerin tek tek toplamı değil, topluluğun iradesidir.

Herkesin özel iradesi üzerindeki kabullenmesi, egemenliğini tanıması olarak görürüz.

Egemenlik da halkta olduğuna göre, ona bağlılık, gerçek özgürlüktür.

Kişiler, genel iradeye uyarlarken de özgürlüklerinden bir şey kaybetmezler.

Sosyal aşamanın temel problemi, eşyaya bağımlılığı düzenleme ve kişiye bağımlılığa son

vermedir. Bu düzenlemede ancak yasa ile olur. Bu düzende kişinin mülkiyet hakkı, eşyaya

bağımlılık kavramı ile birlikte ortaya çıkar, devletin garantisi altına girer, onun içerde ve

dışarıya karşı koruyucu kanatları altındaki yerini alır.

C. Egemen ve Demokrasi Güçler Birliği İlkesi

Page 15: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

1. Egemenliğin özellikleri

a. Devredilemez

Egemenliğin temsili de imkânsızdır. Mebuslar, halkın temsilcisi değil

görevlileridir.

b. Bölünmez

Egemenliği bölmekle onu yok etmek aynı şeydir.

c. Yanılmaz

d. Mutlaktır

Egemenlik mutlak, etkili bir güce dayanmalıdır.

Yasaları; yasa koyucular hazırlayacak, bunlar da üstün yeteneklere sahip

kişiler olacaktır. Çünkü bilgi ve sezgileriyle topluma en uygun, ortak

yarara yönelik yasaları bulup çıkaracaklardır.

Ancak bunların getirdiği kuralların yasa kimliğini kazanması, halkın

onayına bağlıdır, çünkü egemenlik hep halktadır. Genel iradeye uygun olup

olmadığına gene kendisi karar verecektir.

2. Yürütme ve yönetim

İnsanlardan üstün olan yasalar, yürütmeye de egemendir. Yasa koyucunun bulup çıkardığı ve

halkın egemen olarak oylayıp yürürlüğe koyduğu yasaları yürütme organı uygulayacaktır.

Gördük ki, yasama erki halkın elindedir ve ondan başkasında olamaz. Öte yandan yürütme

erki, yasacı ya da egemen varlık sıfatı ile çoğunluğun elinde olamaz. Çünkü bu güç yalnız

özel davranışlara dayanır ve yasanın yetkisine girmediği gibi, dolayısıyla egemen varlığın

yetkisine de girmez, çünkü onun işlemleri yasadan başka bir şey değildir. Öyleyse, kamu

gücüne özgü öyle bir etken gerekir ki, onu birleştirebilirsen, genel iradenin çeşitli yönlerine

göre kullansın ve devlete egemen varlık arasında ilişki kurabilsin.

İşte devlet içinde hükümetin varlığının temeli budur. Öyleyse hükümet nedir? Yurttaşlarla

egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek yasaları yürütmek,

gerekse siyasal toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli aracı bir bütündür.

Hem yasa koyucu, hem de hükümet halkın görevlileri olunca da artık güçler ayrılığı

sisteminden söz edilemez. Karşımızda güçler birliğine dayalı meclis hükümeti sistemi vardır.

3. Yönetim biçimleri

Rousseau ya göre egemenlik halktadır.

a. Demokrasi

Halkın çoğunluğu sadece yasaları onaylamakla kalmaz, onların uygulanmasına da katılır.

Çoğunluğun her şeyi yaptığı bu yönetimde özel işlemleri de geneller gibi düzenleme görevi

ona düşmektedir.

Rousseau demokrasi için kötü yönetim der; çünkü ayrılması gereken şeyler bir aradadır,

egemenle yönetici aynı kamu kişiliğinde birleşmişlerdir.

Gerçek demokrasinin hiç olmadığını, olmayacağını söyler, böyle mükemmel bir yönetimin

insanlara uymayacağını, ancak Tanrı ülkesinin demokrasiyle yönetilebileceğini, ona uygun

düşeceğini savunur.

b. Aristokrasi

Egemenliğin yönetim işini bir azınlığın elinde bırakmasıdır.

- Doğal aristokrasi; ilkel toplumlarda aile şefleri ile çevresindeki azınlığın yönetimi

- Katılımcı aristokrasi; miras yoluyla babadan oğula geçen yönetim modeli olup en kötü

şekildir. Zenginler bu yoldan sürekli iktidarı el koyabilirler.

- Seçimli aristokrasi; en iyisi budur. Bilginler, seçimle işbaşına gelecekler, kendilerinin

değil, halkın yararını göz önünde tutacaklardır

Page 16: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

c. Demokrasi

Egemenin yönetimi tek kişinin eline bırakmasıdır. Bütün öteki görevliler yetkilerini ondan

alırlar. Yasama ve yürütme aynı elde toplandığı için hem bütün faaliyetler aynı hedefe doğru

yönelmiş olur, hem de birbirlerini engelleyecek karşıt güçler ortadan kalkmış olur, uyumlu bir

çalışma ortamı ortaya çıkar.

Her zaman monarkın iyiyi görmesi, halkın yararına karar alması mümkün olmayabilir.

4. Yönetimlerin bozulması

Rousseau ya göre iktidarı elinde tutanlar, bir süre sonra kendi aralarında gruplaşırlar, kendi

yararlarını toplumun üstünde tutmak gibi eğilime kendilerini kaptırırlar, kendi güçlerini

artırmaya, hiçbir şeyin kendilerini sınırlamayacağı durumuna gelmek isterler. Bunun için özel

iradeler üzerinde sürekli baskı gereklidir, sürekli baskı da yönetimin bozulmasına, sonunun

gelmesine yol açar.

Böyle bir bozulmayı, genel bir iradenin özele tabiiyetini önlemek için iki yol vardır.

- Olağan yol; bunun için yurttaşların sık sık meclis halinde toplanması gerekir. Böylece

yürütme gücü askıya alınacak, temsilcinin olduğu yerde temsil edilen kendini

göstermeyecektir. Sözleşmeyi yapanların bir arada bulunduğu sürece yürütmenin

baskının önüne geçilmiş olur ama yürütme de iş yapamaz hale gelir.

- Olağanüstü yol; halkın içinden seçilecek en yetenekli bilgiç kişinin özel bir işlemle

idareyi ele alarak yürütmeyi üstlenmesidir.

MONTESQUIEU VE GÜÇLER AYRILIĞI

J.J. Rousseau ile birlikte Aydınlanma döneminin en önemli yazarlarındandır.

1734’te “Romalıların Büyüklük ve Çöküş Nedenleri” adlı çağdaş tarih felsefesinin en önemli

eserlerinden birini yazmıştır.

O’nun en önemli ve ünlü eseri ise,1748 yılında Cenevre’de yayınlanan “Kanunların

Ruhu”dur.Montesquieu burada varolan düzeni savunma ya da suçlamayı değil,onu

düzeltmenin yollarını göstermeye çalışmıştır.Bunun için de siyasal toplumu meydana getiren

bütün ögeler arasındaki karşılıklı ilişkileri açıklamak ister;fiziksel ortam,ırksal

nitelikler,toplumsal,ekonomik,dinsel,göreneksel ve uygar kurumlar.

Montesquieu’nun siyaset kuramında kullandığı kavramlar ve getirdiği tartışmalar bugün hala

okunmakta,incelenmekte,O’nun düşünceleri klasik kamu hukuku alanında önemli bir yer

tutmaktadır:Kanunların ruhu,ılımlı yönetim,güçler ayrılığı,siyasal özgürlük bu kavramlara

örnek olarak sayılabilir.

A. SİYASAL ÖZGÜRLÜK KURAMI

Araştırma metodu olarak kendisine gözlem ve deneyi seçen Montesquieu,bu açıdan

çalışmalarında tekdüzelikten ayrılarak çeşitliliğe yönelmiş,farklı toplumların yapısını ve

özelliklerini incelerken insan ilişkileri ve kurumlar arasındaki bağın siyasal ve hukuki yapıya

nasıl ve ne ölçüde yansıdığına dikkat etmiştir.Bu açıdan yasaları ele alarak onların bir ilişkiler

ağının sonucu olduğunu tespit ettikten sonra ilişkilerin fiziki,manevi veya sosyal gerçeğin

ögeleriyle bağlantılı olduğunu açıklar.

Page 17: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Bir başka deyişle,toplumu,ülkeleri,insanları kendilerine özgü koşulları içinde araştıran

düşünür,bu ilişkilerin bütününden çıkan kuralların yasaların ruhunu oluşturduğunu,bu nedenle

de yasanın “eşyanın tabiatından doğan zorunlu ilişkiler “ şeklinde tanımlanabileceğini

söyler.Yasayı en geniş anlamda böyle ifade ederken zorunlu ilişkileri,varlıkların kendi

aralarında ve bunlarla diğerleri arasında var olan ilişkiler olarak ele alır.Bu açıdan yasaların

da kendilerinin tabi olduğu yasaları bulunduğunu,iklimin,geleneklerin ve Anayasanın bir

ülkenin durumunu açıklamaya yeterli olmayacağını,ancak yasaların konuya ışık tutabileceğini

savunur.

Montesquieu de Aristotales’in ileri sürdüğü iklim farklılıklarının insan ve dolayısıyla siyasal

kurumlar üzerindeki etkisine ilişkin görüşlerine benzer olarak,yasalar üzerinde çevresel

etkilerin varlığına kuramı içinde yer vermiştir.Montesquieu’ya göre;iklim,din,tarihsel

etkenler,gelenekler,bir toplumun “Genel Ruhu”nu oluşturur.

Montesquieu yasaların ruhunun işte bu etmenlerle oluştuğunu ileri

sürmüştür.Montesquieu,iklimin yasalar ve siyasal kurumlar üzerindeki güçlü etkisi üzerinde

durmuştur.İklimin öncelikle insanın karakteri üzerinde etkili olduğunu,bu durumun da farklı

siyasal yapıların ortaya çıkmasına neden olduğunu ileri sürmüştür.

Montesquieu’ya göre,

Kanun koyucular,toplumda düzeni sağlarken içinde bulundukları koşullarla sınırlıdırlar.

Kanun koyucu dış etkenleri,koşulları sadece izlemekle kalmayacak,çıkaracağı yasalarla

topluma yön verecektir.Bu da,yasalarla çevresel etkenlerin insanlar üzerindeki zararlı

etkilerini değiştirerek ya da yok ederek gerçekleştirecektir.

Montesquieu yasalarla özgürlük arasındaki bağlantıyı şöyle kurmuştur:

a)Siyasal özgürlük,her istenilenin yapılması değil,yasaların izin verdiğini yapabilmek

hakkıdır.Öyleyse özgürlük,gücünü yasalardan alır,işte bu da halkın özgürlüğünü oluşturur.

b)Siyasal özgürlük kişilerin güvenliği,ruhun huzuru demektir,yönetim öyle olmalıdır

ki,hiçbir yurttaş yekdiğerinden korkmasın.Çünkü iktidarı elinde tutan,onu kötüye kullanma

eğilimindedir ve karşısına bir sınır çıkana kadar da devam eder.Bu da ancak iktidarın iktidarı

sınırlamasıyla sağlanır(güçler ayrılığı).

B.GÜÇLER AYRILIĞI

İktidarı ele geçiren kim olursa olsun;ister tek kişi,ister bir azınlık,isterse de halk,yasama,

yürütme ve yargı güçlerinin ayrı ellerde toplanması demektir.Montesquieu şöyle diyor;”

Yasaları yapma,kamuya yönelik kararları alma ve suçları yargılama yetkilerini aynı elde

topladınız mı,her şey bitmiştir insan için.”

Montesquieu,İngiltere’deki modeli incelediğinde orada üç siyasal güç tespit ediyor:

1)Halk

2)Asiller(Lordlar Meclisi)

Page 18: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

3)Kral

HALK: Yetkilerini kendi eliyle değil temsilcileri aracılığıyla kullanır.Bunun için ülke seçim

bölgelerine ayrılır,her bölgeden bir milletvekili çıkar.Bu seçimin amacı,yasa koyanların

bunların uygulanmasını da araştırması,denetlemesidir.

ASİLLER(LORDLAR MECLİSİ):Bu yetki ırsidir,babadan oğula geçer.Halkın yasama

yetkisine karşılık onların da veto yetkisi vardır. Montesquieu,kendisinin de bir asil olduğunu

unutmuyor ve halk meclisinin yanında asillere de fonksiyon tanıyan ikinci meclisin

gerekliliğine inanıyor.

KRAL:Yasaların yürütülmesi ona bağlıdır,çünkü tek kişi işleri daha kolay yürütür der

Montesquieu.Ancak kralın da hata yapması ihtimali vardır,bunun için yürütmenin içinde bir

de Bakanlar Kurulunun bulunması yerinde olur.Ancak bunlar kralın adına bu işlemleri

yapacaklardır.

Montesquieu’ya göre yargı da ayrı ve bağımsız yargıçların elinde olmalıdır.Ancak böyle

olursa suçlular cezalandırılacak,anlaşmazlıklar çözümlenecektir.

Montesquieu,bu güçlerin kesin ayrımından yana da değildir.Böyle bir ayrımın güçler arası

durgunluğa yol açacağına inanmaz,çünkü uyum ve düzenli işlem,ancak böyle bir sistemde

gerçekleşebilir.

C.YÖNETİM BİÇİMLERİ

İnsanları yöneten bir sürü etken vardır;iklimler,din,yasalar,yönetimin kararları,geçmiş

olaylar,örf ve adetler gibi.Bunların tümü de o toplumda geçerli genel ruhu oluşturur.Ne var

ki,bu nedenlerden bazen biri,ötekilerine egemendir,farklı özellik gösterir.Ülke de bu farklı

ögeye göre biçimlenir.Böylece ülkeden ülkeye değişen bir ulus yapısı ve uygarlık düzeyi

gözlemlenir.

Adetler mi yasalardan üstündür,yoksa yasalar mı örf ve adetleri değiştirir sorusunu soran

Montesqueiu,her birinin kendi alanında fonksiyonlarını göstermesini ister,ancak bir çatışma

halinde örflerin yasalara uygun olmasını savunur.Çünkü der ancak böyle olursa özgürlüğe

saygıyı pekiştirir,adaleti geçerli kılabiliriz.Kaldı ki,yasalar konmadan da toplumda adalete

dayalı ilişkiler vardı,adalet önceden vardı ve onlara üstündü.Montesquieu, Aristotales’in

yönetim biçimleri sınıflandırmasından etkilenmiş olmakla beraber,sadece yönetenlerin

sayısından hareket ederek sınıflama yapmaz.

Montesquieu,yönetim biçimlerini şu şekilde sınıflandırmıştır:

1)Cumhuriyet:Egemen güce halkın tümü sahipse,demokratik cumhuriyet;bir azınlık sahipse

o zaman da aristokratik cumhuriyet geçerli demektir

-Demokrasi:Halk kendi oylarıyla yönetimi tayin ediyorsa,hem yöneten hem de

yönetilendir.Ancak her zaman en doğru olana karar veremez,tüm işleri kendisi yapamaz.O

Page 19: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

zaman bu işleri bir kurula bırakır,yani seçilmişler eliyle işleri yürütür.Bu sistemde temel

amaç,seçim hakkını düzenleyen yasalardır.Temel ilkesi de,ERDEMdir.

-Aristokrasi:Egemenlik halkın tümünde değil,bir azınlığın elindedir.Bu sayı büyük olduğu

ölçüde demokrasiye yaklaşır.Yöneticiler doğuştan imtiyazlıdır ve eğitimle yönetime

hazırlanmışlardır.İlkesi;ölçülü olmaktır.

2)Monarşi:Tek kişinin yasalara bağlı yönetimidir,burada yasalar önceden

belirlenmiştir.Kralın yanında bir parlamento görev alır,yasaları koyar ve onları sürekli

hatırlatarak unutulmamalarını sağlar.

3)Despotizm:Tek kişinin keyfince toplumu yönetmesidir.Burada hiçbir değer yargısı

yoktur,yasalardan söz edilemez.Yurttaşların da hiçbir değeri yoktur,iyi yurttaş yerine köle

ruhlu insanlar yetiştirmek esastır.İlkesi korku,amacı da huzurdur.Despotun gücünü ancak bir

ölçüde de olsa din sınırlar,burada hukuktan söz edilmez.Despotizmin ortadan kalkması büyük

çapta bir isyana bağlıdır.

Sonuç olarak Montesquieu hakkında şunları söyleyebiliriz:

Güçlerin birbiriyle karşılıklı bir uyum içinde faaliyet göstermesini isteyen düşünür,bunların

yekdiğerine karıştırılmasını,çalışmalarının tek elden yürütülmesini kesinlikle istemez,çünkü

ünlü deyiş ile iktidarı ele geçiren ,onu kendi çıkarları için kullanmak ister,bu da siyasal

rejimin bozulmasına yol açar.

İktidarın iktidarla sınırlanması görüşünden yola çıkan Montesquieu,sert bir güçler

ayrılığından yana da değildir,onun için ana ilke;güçlerin uyum içinde,ılımlı ve uzlaşmaya

dayalı olarak çalışmalarıdır.

Yasa ile özgürlük arasındaki yakın bağa dikkat çeken düşünür,bu yoldan yönetimin tümüyle

ulusun egemenliğine dayandırılmasını sağlamıştır.

1789 FRANSIZ İNSAN VE YURTTAŞ HAKLARI BİLDİRİSİ VE LİBERAL

DEVLETİN TEMEL ÖGELERİ

18.yy’ın düşünürlerini incelerken,gözümüze iki önemli nokta çarpar:

Burjuvazinin yükselişi,

Parlamenter sistemin uygulanmaya konması.

Birbiriyle çok yakından bağlı bu iki ögenin ortaya çıkmasıyla Fransız Devrimi’nin

başlangıcını işaret edecek ateş de yakılmış oluyordu.Gerçekten,Amerikan ve Fransız

devrimleri karşılaştırıldığında,biçim ve içerik açısından farklılık görülse de,yapılış nedenleri

aynıdır;burjuvazinin gelişmesi.

Avrupa’nın öteki ülkelerine oranla bölgesel farklılıklar,dinsel çatışmalar,sınıf kavgaları

açısından daha düzenli,daha sakin bir görünüm arz eden Fransa’da devrimin yapılışı birkaç

nedene bağlanabilirdi:

Page 20: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

J.J.Rousseau Montesquieu gibi düşünürlerin görüşleri bildiriler,broşürler halinde halkın elinde

dolaşıyordu.O sırada Fransa’da egemen olan mutlak monarşi anlayışına karşılık

özgürlük,eşitlik ve seçime dayalı parlamenter sistemi savunan görüşler,kendisine kolayca

taraftar buluyordu.

Bütün Avrupa’da ekonomik değişiklikler burjuvazinin önemi ve gücünü artırır,onun liberal

ideolojilere dayalı olarak ileri sürdüğü siyasal iktidardan pay isteme,hatta tamamen ele

geçirme talepleri ile ortam devrim hazırlığına girerken,Fransız monarşisi,daha önceleri

Aristokrasi’ye karşı savaşırken yaptığı gibi,bu gelişmeden yana tavır alıp ortamı yumuşatacak

yerde,tam aksi bir yaklaşımla sert tedbirler uygulamaya gitmiş,bu da burjuvazinin daha da

güçlenmesine yol açmıştır.

Aynı yönde,doğaya,özgürlüğe,toprak mülkiyetine ve meşruti monarşiye inanan ve “bırakınız

yapsınlar,bırakınız geçsinler” formülünün savunucuları olan,bu çerçevede ekonomik

liberalizmin sözcülüğünü yapan fizyokratları da unutmamak gerekir.

İşte bu sosyo-ekonomik ve politik koşulların sonucu ortaya çıkan Fransız Devrimi’nin en

önemli belgesi ise ünlü “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”dir.

Bildirinin ilk maddesi insanların özgür ve eşit doğduklarını ve yaşadıklarını açıklar.

İkinci maddesi insanın doğal ve zamanaşımına uğramaz hakları bulunduğunu,bunların

özgürlük,mülkiyet,güvenlik ve baskıya karşı direnme olduğunu söyler.

Üçüncü maddesinde egemenliğin kaynağının ulusta olduğunu hiçbir kişi ya da kurumun

kaynağını ulustan almayan bir otoriteyi kullanamayacağını düzenler.Böylece monarşiler

döneminde kralın elinde tuttuğu yasama yetkisi;kural koyma,kaldırma gücünün sona

erdiği,ulus egemenliğinin çağın ve Fransız Devrimi’nin getirdiği liberal anlayışın bir sonucu

olarak ilk kez düzenlenip açıklandığı gözlemleniyor.Bir anlamda klasik parlamenter rejimin

temeli ve ana yapısını oluşturan önemli bir kural yazılı belge haline geliyor.

Batı anayasalarında olduğu gibi,bizim anayasalarımızda da yer alan bu ilke,tarihsel gelişim

bakımından anlamlı bir özellik taşıyor.Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla ortaya çıkan

yeni Türkiye’nin,ulus devlet düşüncesi ve onun bir sonucu olan ulusa bağlı egemenlik

anlayışına dayanması ile siyasal iktidarın da gücünü(karar alma-yönetme)aynı sentezden

aldığı görüşü kabul ediliyor.Böylece bizde İmparatorluk aşamasından Ulusal-Devlet

aşamasına Atatürk’ün kurduğu ve kabul ettiği yeni devlet biçiminin anayasaları olan 1921 ve

1924 Anayasaları ile geçiliyor.

Bildirinin on altıncı maddesinde siyasal toplumun kurulmasının temel koşulunu

açıklıyor;”Haklarını güvenceye bağlamamış,güçler ayrılığını gerçekleştirememiş toplumlar

,anayasaya da sahip değillerdir.”Demek ki bildiri,bu açıklamayla Montesquieu’nun

savunduğu güçler ayrılığı ilkesinin devletin kuruluşunda temel olduğunu kabul ediyor.

1789 Bildirisi’ne insan açısından bakarsak şu sonuçlarla karşılaşırız:İnsan soyut bir varlık

olarak ele alınmış,toplumdaki sosyal,ekonomik ve siyasal etkinliklerine

değinilmemiştir.Liberal devletin bu ilk kuruluş aşamasında siyasal yapının

Page 21: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

organizasyonu,yasaların işlevi,özgürlüklerin sınırı,kişinin güvenliği gibi temel ilkeler ele

alınmış,iktidarlara sosyo-ekonomik yapının özelliklerine göre düzenlenmesi,gerekli

önlemlerin alınması yönünde herhangi bir görev yüklenmemiştir.

FRANSIZ DEVRİMİNDE RADİKAL AKIMLAR

Devrim’den sonra ortaya çıkan iki siyasal akımı ele almak gerekirse bunlar:

Jakobenizm

Baböfizm’dir.

JAKOBENİZM

Temelde J.J.Rousseau’nun egemenlik anlayışını kabul eden Jakobenler,egemenliğin

bölünmesine ve halkın temsilcilerine devredilmesine şiddetli karşı çıkmışlardır.Evet,Devrim

yapılmıştır ama ülke,ama” vatan hala tehlikededir”.Aristokratlar yenilmelerine karşın

etkinliklerini sürdürmekte,güçlerini korumaktadırlar.Eğer siyasal kurumları,merkezi iktidarın

güçleneceği biçimde tekrar canlandırırsak,özgürlüğü kaybedebiliriz.Bu anlamda demokratik

ve özgürlükçü bir vatanseverliğe dayalı Jakoben anlayış,cumhuriyetin tek ve bölünmez

olduğuna inanmıştır.Her türlü hizip,muhalefet,farklı yapıdaki gruplaşmalar,birer ihanet

yuvasıdırlar.

Robespierre geriye dönüşü önlemek,devrimde sürekliliği sağlamak için parlamenter hükümet

modeline karşı çıkmış,onun yerine komiteler eliyle yönetimi önermiştir.

Ne Robespierre’nin,ne de Saint-Just’ün ekonomi üzerine öyle derinlemesine görüşleri

tahlilleri yoktu.Bu nedenle de hem devrim sırasında ortaya çıkan sosyalist akımla,hem de

büyük burjuvaziyle doğrudan ilişkiye girmemişler,bu konuda teori planında düşünce

üretmemişlerdi.Örneğin Saint-Just kesinlikle mülkiyete el atmayı,sınırlamayı

düşünmüyordu.Amacı tıpkı Robespierre gibi erdemle donanmış küçük burjuvazinin lükse

uzak ama demokrasiye bağlı egemenliği idi.

Anlaşılacağı gibi,Jakobenlerin görüşü sürekli devrim teorisi,Fransız Devrimi’nin başarısı için

radikalizmin savunması,aristokrasi ve monarşiye karşı halkın mutlak egemenliğine dayalı bir

teorik yapı üzerine kuruludur.Bu çerçevede eşitlik ve özgürlüğe dayalı,halk egemenliğinin ön

planda olduğu bir cumhuriyetin kurulması,bunun için de ülkede birlik ve bütünlüğün

savunulması,”ulus-vatan” kavramının yüceliği,hep Jakobenlerin düşünce sisteminin temel

taşları olmuştur.

BABÖFİZM(BABUVİZM)

Babeuf’ün görüşlerinin temeli ,eşitliğe dayanıyor,ama gerçek eşitliğe;bu anlamda biçimsel

eşitlikle gerçek eşitliği şöyle ayırıyorlar;yasa önünde eşitlik,biçimsel eşitliktir,gerçek

eşitlik,üretimden eşit pay almaktır.Bu çerçevede burjuvazinin getirdiği tarım yasası ve

gerçekleştirdiği toprak reformu,yetersizdir.Esas olan,malvarlığının ortaklığıdır.Toprak

kimsenin mülkiyetine verilemez,onun ürünleri herkesindir.Bu yüzdendir ki,toprak reformu

yapılsa dahi bir gün sürecek,ama ertesi gün eşitsizlik gene kendini gösterecektir.

Page 22: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Babeufçü’lere göre mutlak eşitlik dışındaki tüm değerler sahtedir;lükse,zenginliğe

karşıdırlar,yaş ve cinsiyet dışında her şey eşit olmalıdır.

Görülüyor ki,Fransız Devrimi’nin motor gücü olan burjuvazinin monarşiyi yıkmak için

toplumun çeşitli kesimleriyle yaptığı ittifak sonrası ekonominin nimetlerinden yararlanma

aşamasında umduğunu bulamayan halk kesimlerinin sözcüsü olan Babeuf,eşitlik adına

toplumu yeniden düzenlemek istiyor.

Bu çerçevede kendine atfedilen “komünizmin” de, ilkel niteliği kendini gösteriyor;tarıma

dayalı bir toplum tipinin savunucusu olan ve ekonomik yapıyı böyle bir yörüngeye oturtmak

isteyen Babeufçü’lerin başarısı;karmaşık nitelikli,endüstrileşmeye yönelmiş toplumlar için

söz konusu değildir.

İşte bu nedenledir ki Babeufçülük otoriter ve merkezci bir yönetim modelini benimsemiş ve

savunmuştur.Bir kere iktidar ele geçirilince, onun doğrudan ya da temsili demokrasinin

kurumlarına terk edilmesi,seçimler yapılması düşünülemez,çünkü amaç;tam eşitlikçi düzenin

kurulmasıdır.Bu nedenle de uzun süreli bir diktatörlük gerekli olacaktır.

Bir Fransız yazarın tanımlamasıyla “terörizmle sosyal yardımı bir araya getirmeye çalışan

Babeuf,ülkeyi de uzun vadede yoksullar yurdu (darülaceze) şeklinde düzenlemek

istemektedir.Bu nedenledir ki görüşleri,hitap ettiği halk tabakaları bakımından da

benimsenmemiş,idamında da gene bu kesimlerden hiçbir tepki gösterilmemiş,karşı

çıkılmamıştır.

Ne var ki,Babeuf hareketi,tıpkı Jakobenler gibi,Devrimin öteki yüzünü ve burjuvazinin gerçek

gücünü ve kararlılığını göstermesi bakımından önemlidir,bu bakımdan siyasal iktidarların

gelişme sürecini gösteren tarihsel yapı içinde yerini almıştır.

LİBERAL DEMOKRASİ VE ÇOĞULCULUK

SİVİL TOPLUM- SİYASAL TOPLUM

Ulusun egemenliğine dayalı iktidar, elindeki yetkiyle toplumu düzenleyecek hukuk kurallarını

getirecek, özgürlük ve eşitliği bu kurallarla düzenlenmiş bireyler de, devletin karışamadığı bir

ortamda uygun gördükleri ekonomik girişimleri sürdürecekler, topluma diledikleri gibi yön

vereceklerdi.

19 ve 20. yüzyılın sosyo- ekonomik yapıya getirdiği yenilikler, liberal anlayışın çağdaş

görünümüne ulaşmasını sağlayacak boyutlar getirmişti. Devlet kavramı da iki ayrı kavram

içinde düşünülmeye başlandı: Ulus-Devlet kavramı ve Yönetim-Devlet kavramı.

Yönetim-Devlet kavramı yönetenleri, siyasal şefleri, Ulus-Devlet kavramı da uluslaşmış

toplumu simgelemektedir. Böylesine bir ayrımın bir başka formül ile açıklanması da sivil

toplum- siyasal toplum (toplum-devlet)ikilemiydi.

Page 23: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Toplum ve devlet iki ayrı gerçektir. Öyle ki aralarında birçok ilişki bulunmasına karşın sanki

yek diğerinden bağımsızmış gibi kabul edilirler. Toplumun kendine özgü, özerk bir yaşamı

vardır, hükümetlerin rolü ise onu düzenli yönetmektir.

Üstünlük bireyde ve onun amaçlarına yönelik bir toplum düzenlemesinde olunca topluluğun

belirgin niteliği Bireycilik’te düğümlenir.

Haklar ve özgürlükler düzeninin tarihsel evrimi açısından bu konuda en bilinen ve genellikle

kabul edilen sistematiği getiren Jellinek’e göre yurttaşların haklar statüsü şöyle çizilebilir:

Olumsuz statü; kişinin klasik hak ve özgürlüklerini, Aktif statü ya da Aktif haklar; kişinin

iktidara katılma biçimini, olumlu statü de ekonomik ve sosyal hakların listesini belirtiyordu.

GEORG JELLINEK

Klasik haklarının sağlanmasını iktidardan isteyen kişiler, isteklerine karşı çıkıldı mı, bunu

siyasal haklarını kullanarak önlemeye çalışır, ekonomik ve sosyal yetersizliğini de aynı türden

haklarla ve örgütlenerek gene iktidara iletirdi.

Çağdaş toplumun, tekniğin ve sanayinin katkısıyla çok gelişmiş düzeye ulaşması ve her

alanda tüm sosyal güçlerin örgütlenmesi sonucu vardığı karmaşık yapı, demokrasinin sade

niteliğini değiştirmiş ve onu plüralist (çoğulcu)hale sokmuştur.

Bu gelişmelere paralel olarak farklı sosyal sınıfların ortaya çıkması ve bunların belirli

örgütlerde benzer amaçlarla bir araya gelmeleri ve çıkarlarını siyasal iktidar düzeyinde

yarışmaya sokmaları ile toplumun yapısı da değişmiş, plüralist (çoğulcu) toplum tipine

geçilmiştir. Bu örgütleri 3 başlıkta toplayabiliriz; siyasal partiler, sendikalar, baskı grupları.

Bağlı oldukları sosyal güçler açısından çıkarlarını korumak için oluşan dinamik

nitelikteki bu gruplar, toplumdaki belirli meslek ve çıkarları örgütleyerek iktidarı

kendi yönlerinde etkilemek için sürekli bir uğraşa girdiler.

İşte yapıları, statüleri, çalışma şekilleri ve hedefleri siyasal partilerden farklı olan bu

kuruluşlara ‘baskı grupları’ denildi.

İktidarla bireyler arasında birtakım örgütlerin, birliklerin girmesiyle siyasal yaşamın

havası ve kuralları da büyük ölçüde değişmiş oldu. Bir yanda birey durağanlıktan

kurtulur ve dinanizme yönelir ve ‘kişiliğini’ kazanırken, öte yandan siyaset, belirli

çevrelerin tekelinden çıkıp toplumun tamamını etkisine aldı. Artık iktidar olgusu

çevresinde bir etki-tepki ilişkisinin varlığından söz edilebilirdi. Böylesine bir

gelişmenin ilk farkına varıp ortaya koyan düşünür: Alexis de Tocqueville’dir.

ALEXİS DE TOCQUEVILLE (1805-1859)

Page 24: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Yargıçlık görevini sürdürürken 1831 yılında Amerika’ya “ceza hukukunda reform”

konusunu incelemek üzere gider. Görünüşteki amacı bu ise de asıl hedefi Amerikan

kurumlarını ve Amerika’daki demokrasiyi incelemektir. 1835 yılında yazdığı

“Amerika’da Demokrasi” kitabı asıl amacını ortaya çıkarmıştır.

Demokrasi, Tocqueville’e göre, sürekli gelişme ve yerleşme halinde, evrensel nitelikte

bir rejimdir, geleceğin rejimidir. Artık dünün aristokratik ve ayrıcalığa dayalı toplumu

eskimiştir, hiyerarşiye ve eşitsizliğe dayalı bu düzen yerinde yasanın üstünlüğüne ve

eşitliğe dayalı yeni düzen demokrasi yerleşecektir.

Amerikan Demokrasisi’nin Temel Dayanakları: Eşitlik ve Özgürlük

Hürriyet ve eşitliğin uç bir noktada buluşup karışması hayalini kurmak imkansız

değildir. Halkın yönetimde görev aldığını ve her bireyin bunu gerçekleştirmekte eşit

hakka sahip olduğunu varsayalım. Hiç kimsenin bir diğerinde, bir üstünlük ya da

ayrıcalık kurması söz konusu olmadığından baskı uygulayamaz. Her birey tümüyle

özgürdür, çünkü her birey bir diğerine eşittir.

Demokrasinin esasında, özünde eşitliğin özgürlükten daha üstün olduğuna inanan

Tocqueville, eşitliğe dayalı bir toplumda özgürlükten söz edilebileceğini savunur.

Eşitlik ilkesi politik dünyada uygulanmadığı halde halk tarafından uygulanabilir bir

niteliktedir. İnsanlar yönetimde eşit görevler almasalar bile aynı biçimde yaşama ve

servet arama hakları vardır.

Demokrasi Tocqueville için bir yönetim biçimi olmaktan çok bir yaşam biçimi, bir

toplum statüsü, durumudur.

ÇOĞULCU TOPLUM ANLAYIŞI

Egemenliğin kaynağının kendinde olduğunu bilen toplum, yasama, yürütme hatta yargı

güçlerinin belirlenmesinde kendisine danışıldığını görünce, bir kere oy vermekle görevini

yerine getirdiğine inanacak, kendi iradesinin eseri olarak ortaya çıkan bu organizasyona

uymakla aslında kendi iradesine uyduğunu anlayacaktır.

Bunun sonucunda, yönetimin tümüyle iyi yolda olduğu kanısıyla kendi küçük

dünyasına çekilecek, siyasal iktidarla diyalog arayışına girme, onu denetleme gibi

fonksiyonlarını giderek unutacaktır.

Böyle bir tutum, küçük karar mihraklarını ortadan kaldıracağı gibi denetlenmeyen

iktidarın merkezileşmesi tehlikesini doğurur. Bu ise beraberinde iki tehlikeyi birlikte

getirir: sosyal çatışmanın ortadan kalkması ve iktidarın yaygın baskısı yüzünden

atomlaşmış bireyin siyasetle ilgisinin kesilmesi.

Page 25: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Çözümü siyasal özgürlükte buluyor Tocqueville. Demokratik toplum düzeninin temeli

olan eşitlik- özgürlük ikileminin işlerlik kazanabilmesi, düşünüre göre kişilerin özgür

kurumlarda örgütlenmeleri ile mümkün olabilecektir.

Bu kanaldan geçerek kişiler de kendilerini siyasetle ilginin başladığı odak noktasında

bulurlar. Kişisel sorumluluğa kavuşan insanoğlu kamunun yönetimine katılır. Sonuçta

çeşitli örgütlerle bir araya gelmiş gruplarla siyasal iktidarın zorunlu bir diyalog içinde

olduğunu görürüz.

EKONOMİK İKTİDAR- SİYASAL İKTİDAR İLİŞKİSİ İÇİNDE ULUS DEVLET VE

KÜRESELLEŞME

Çağdaş Liberal Devletin Küreselleşmesi

Küreselleşme, başlangıçta çok uluslu şirketlerin literatürüne özgü olarak sınırlı bir

şekilde kullanılırken, bugün dünyanın yeni siyasal ve ekonomik düzenini ifade eden

bir fetişe dönüşmüştür.

Bir olayın veya metanın dünyanın her yerine ya da pek çok bölgesine yayılmasını

ifade eden küreselleşme, bir coğrafi birim olarak dünyanın tümünün bütünleşmesine

yani global bir topluma ve global bir kültüre sahip olma durumuna gelmesine işaret

eder.

Küreselleşme ile altı çizilen olgu, ekonomik sosyal ve siyasal faaliyetlerin kapsam

bakımından dünya ölçüsünde ulaştığı ve modern dünya topluluğunu oluşturan

devletler ve toplumlar arasındaki karşılıklı bağımlılık düzeyinde artış olduğudur.

Siyasal düzeyde küreselleşme, geniş anlamda piyasaların ekonomik ve toplumsal

sorunların çözümü için en etkili yol olmasını ifade eder. Dar anlamda ise, siyasal

mekanın devletler üstü bir tarzda yeniden eklemlenmesi ve devletlerarası ilişkilerin,

artık evrensel ya da bölgesel uluslar arası örgütlerin çatısı altında, yeni bir

düzenlemeye girmesi manasına gelir.

Küresel yönetim sisteminin yaratılması ile ilgili bir kavramdır.

SİYASETİN KÜRESELLEŞMESİNE YÖN VEREN ÖZNE: BÜYÜK SERMAYE

Siyasal küreselleşmenin altında yatan temel etken, üretim ve finansmanın

uluslararasılaşmasıyla, dünya çapında görülen ekonomik bütünleşmedir. Bu

bütünleşmenin ardında ise, bir ekonomik program ve programı uygulamaya sokan çok

uluslu ya da ulusal üstü şirketler bulunmaktadır.

Son yıllarda kimi bilim adamlarının varlığı konusunda sağlam argümanlar

geliştirdikleri ulusal üstü sermaye sınıfı, dünya burjuvazisinin bir parçası olarak

görülmekte ve dünya üzerindeki hatırı sayılır yönetim araçlarının sahibi ulusal üstü

şirket ve özel finans kurumlarını temsil ettiği belirtilmektedir.

Page 26: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Fakat bu durum ulusal üstü sermaye sınıfının, sadece üretim araçlarının mülkiyet ve

kontrolünü bulunduranlardan oluştuğu anlamına gelmemektedir.

Bu sınıfın politika ile ilgisi üzerinde yoğunlaşan Sklair, ulusal üstü sermaye sınıfının

maddi temelinin sahip olunan veya kontrol edilen şirketlere dayandığını belirtmekle

birlikte, onu temelde 4 gruptan oluştuğunu ifade etmektedir: şirket yöneticileri ve

onların yerel bağlantıları (şirket fraksiyonu), küreselleşen bürokratlar ve politikacılar

(devlet fraksiyonu), küreselleşen profesyonel yöneticiler (teknik fraksiyon)ve tacirler

ile medya (tüketici fraksiyon).

Ulusal üstü sermaye sınıfını, kapitalizmin ulus-devlet aşamasından ulusal üstü

aşamaya geçişi bağlamında açıklamak mümkündür. Bu konuda, Robinson ve Harris,

kapitalizmin ulusal üstü aşamaya geçişinin birincil karakterinin, üretim sürecinin

küresel olarak tasarlanması ve ulusal üretim yapılanmasının uluslar üstü entegrasyonu

olduğunu ifade etmektedirler.

Küreselleşmenin taşıyıcı sınıfının ya da öznesinin ulusal üstü sermaye sınıfı olduğunu

söylemek akla yatkın gözükmektedir. Gerçekten ulusal üstü sermaye, hem dünya

ekonomisi üzerinde büyük ölçüde kontrole sahiptir, hem de tek tek ulus devletlerin

ötesinde organize olmuştur.

Günümüzde en büyük çok uluslu şirketler ABD, Japonya ve Avrupa ülkeleri ulusal

tabanında yer almaktadır. ’95’ verilerine göre dünyadaki en büyük 200 çok uluslu

şirketten Kuzey Amerika, Japonya ve Avrupa dışında, başka bir ülkeye bağlı olanların

sayısı sadece 10'dur.

Ticaret yatırım ve finansal hareketler de daha çok Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya

üzerinde yoğunlaşmış durumdadır ve 3. dünya ülkeleri yatırım ve ticarette marjinal

kalmışlardır. Dolayısıyla küreselleşmenin, dünya çapında bir burjuvazi- proleter (en

alt sınıftan yurttaş) ayrımı yaratmaktan çok, zaten var olan güney-kuzey ya da birinci

dünya- ikinci dünya ayrımını derinleştirdiğini söylemek mümkündür.

Ekonomik küreselleşme ulusallıktan yoksun değildir. Küreselleşme, Mann’ın da

belirttiği gibi, gerçekte Amerikan patentli bir olgudur.

Ekonomik gücü eline geçiren ulusal üstü sermaye sınıfı, siyasal iktidarı kendi çıkarları

doğrultusunda biçimlendirmek istemektedir. Ulusal tabana dayanan ama aynı zamanda

ulusal üstü bir nitelik arz eden büyük sermayeyi küreselleşmenin öznesi yapan bu

istektir.

KÜRESELLEŞME VE ULUS DEVLET

1)Küreselleşme – Ulus Devlet İlişkisi Konusundaki Argümanlar

• Küreselleşme ile ilgili tartışmaların temel gönderim noktalarından birisi ve en

önemlisi,ulus devletin içine düştüğü krizdir.Bu durumu en iyi anlatan ifadelerden

birini ise Daniel Bell kullanmıştır:

Page 27: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

• ‘’Ulus devlet yaşamın büyük sorunları için çok küçük,küçük sorunları bakımından ise

çok büyüktür’’

• Habermas Ulus-devletlerin

• Küreselleşme karşısındaki konumunu şu çarpıcı ifadeyle belirtmiştir:

• ‘Geçmişte ulusal ekonomiler devlet sınırları içinde yer alırken,şimdi artık devletler

pazarların içine yerleşmiş durumdadırlar.’

• Küresel ekonomik ilişkilerin bu şekilde yoğunlaşması sınırların muğlaklığını da

beraberinde getirmektedir.Ancak daha önemlisi,bu muğlaklığın ekonomiyle sınırlı

kalmayıp siyasal sonuçlara da yol açmasıdır.Konuya ilişkin önemli bir çalışmasında

Held,küreselleşme süreci ile birlikte ulus devletin içine düştüğü siyasal durumu şu

şekilde ifade etmektedir:

1)Ekonomik ve kültürel bağların artması,ulus devlet düzeyinde yönetimin etkinliğini ve

gücünü azaltmıştır.Kendi sınırları içindeki düşüncelerin ve ekonomik değerlerin akış,ulus

devletlerce kontrol edilememektedir.Böylece devletlerin iç siyasal enstrümanları etkisiz

kalmaktadır.

2)Ulusalüstü güçler geliştiği için devlet iktidarı zayıflamaktadır.Ulusalüstü şirketler çoğu

hükümetlerden daha büyük ve güçlüdür.

3)Bu nedenden ötürü geleneksel olarak devletlerin sorumluluğunda bulunan pek çok alanın

uluslararası ya da hükümetler arası temelde koordine edilmesi gerekmektedir.

4)Devletelr,egemenliklerini,Avrupa Birliği gibi,daha büyük politik birlikler içine aktarmak

zorunda kalmaktadırlar.Buna NATO ve OPEC gibi çok taraflı antlaşmalar veya BM,DTÖ ve

IMF gibi uluslararası organizasyonlar da dahildir.

• Bu yüzden devlet iktidarlarını sınırlayan küresel bir yönetim sistemi doğmaktadır.Bu

da yasama ve yürütme gücüyle ulusalüstü devletin doğuşuna temel hazırlamaktadır.

Ulus Devletlerin Ekonomik Etkinlik Alanının Daralması

• Günümüzde hiçbir devletin kendini bir takım düzenlemelerin dışında tutamadığı

görülmektedir.Devletler, özellikle ekonomik açıdan WTO,Dünya Bankası ve IMF gibi

örgütlerin dışında kalamamakta,bu örgütlerin öngördüğü koşulları kabul etmek

zorunluluğuyla yüz yüze gelmektedirler.Buradan yola çıkarak ekonomik

bütünleşmenin devletin ekonomi üzerindeki hükümranlığını daralttığını söylemek

yanlış olmayacaktır.

Page 28: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Uluslararası Hukukun Üstünlüğü Ve Değişen Egemenlik Anlayışı

A)İnsan Haklarının Uluslararası Düzeyde Korunması

• Devletlerin egemenlik alanının daralması ekonomi dışı alanlara da

yansımıştır.Özellikle hukukun küreselleşmesinin,egemenlik kavramını temelden

sarsan bir nitelik taşıdığı vurgulanmakta ve devletlerin kanun koyucu olarak eskisi

kadar bağımsız olmalarının imkansızlığına dikkat çekmek gerekir.Gerçekten de birçok

devletin,özellikle insan hakları alanında iç hukuku küresel standartlara uydurmak gibi

bir kaygı taşıdığı görülmektedir.Başka bir deyişle devletler ekonomik alanda olduğu

gibi insan hakları ve demokrasi alanlarında da uluslararası standartlara uymak

yükümlülüğü altına girmektedirler.Uluslararası hukuk,iktidarlara,ulus devleti aşan

sorumluluklar yüklemektedir.İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve AİHS bu bağlamda

oldukça önemlidir.

• Gerek İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

gerekse bu konudaki diğer belgeler,insan haklarını devletlerin iç işlerine ilişkin bir

konu olmaktan çıkarmıştır.Artık devletlerin,insan haklarının uluslararası bir boyut

kazanması karşısında egemenlik kavramına dayanarak sorumluluktan kaçmaları

mümkün değildir.Bu durum klasik egemenlik anlayışının aşıldığının bir göstergesidir.

B)Yerel Kimliklere Yapılan Vurgu ve Ulusun Parçalanması

Devlet egemenliği,yurttaşlarıyla olan münasebetler açısından da daralma

yaşamaktadır.Önceden tüm erki merkezileştiren ve özünde toplayan ulus devlet,küreselleşme

ile birlikte etnik farklılıkları tanıyan ve türdeşleştirici politikalardan arınan bir yapıya

bürünmektedir.Artık ulusun birleştirici gücü tartışmaya açılmakta ve çok kültürlülük

tartışılmaya başlamaktadır.Felsefi köken olarak post-modern görüşe dayanan çok kültürlülük

ulus devlet içinde eşit yurttaşlık anlayışını yeterli bulmaz.Farklılıkların yaşama geçirilmesi

gerektiğini savunur ve ulusu alt kimliklere ayırır.

Ulusalüstü Aktörlerin Güçlenmesi ve Bir Ulusalüstü Aktör Olarak Avrupa Birliği

Günümüzde uluslararası alanda boy gösteren büyük sermayenin yönlendirdiği ekonomik

gelişmeler,dünya ölçeğinde fakat özellikle çevre bölgelerde ulus devleti bir alt sistem haline

getirmeye yönelmektedir.Artık ulus devlet ile kapitalizm arasındaki bağ kopmak

üzeredir.Kapitalizm ulus devlet anlayışını ekonominin gelişmesine engel olarak görmekte ve

onu ayak bağı olarak kabul etmektedir.

Şu an için uluslararası sermayenin çıkarlarını dünya ölçeğinde koruyacak bir siyasal birim

bulunmamaktadır.Sorun şimdilik bir ara çözüm ile,ulus devleti aşan ama tam da küresel bir

ölçekte olmayan ekonomik ve siyasal alanlar yaratılarak aşılmaya çalışılmaktadır.Dünya

Page 29: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

ekonomisinin NAFTA,Avrupa Birliği ve Japonya üzerinde oluşan bölgeselleşmiş bir ekonomi

olması hiç de şaşırtıcı değildir.

Küreselleşen dünya,tek sistemli bir dünyadır.Sistemi ekonomik çerçevesi IMF,Dünya Bankası

ve Dünya Ticaret Örgütü tarafından çizilmektedir ve yapılan düzenlemelerle uluslararası

ticaret alanında ortak bir hukuka doğru gidilmektedir.Bölgeselleşme sistem içindeki rekabetin

ve bu rekabet sonucu oluşan çeşitli güç odaklarının sonucudur.Nitekim önemli bir ulusalüstü

aktör olan AB,Japonya ve ABD’den gelen ekonomik meydan okumalara karşı gelebilmek için

oluşturulmuştur.

Ulus devleti aşan ekonomik blokların örgütlenmesinin konfederal mi,federal mi yoksa üniter

mi olacağı hala önemli bir sorun oalrak ortadadır.Bu konudaki en somut adım Avrupa

Birliğidir ve Birliğin akıbeti bölgesel oluşumların siyasal geleceği hakkında önemli bir

gösterge olacaktır.Avrupa Birliği bir federasyon özelliği taşımasa bile ulus devlet modeli

açısından yeni bir yapılanmayı temsil etmekte ve bünyesindeki devletleri yeni koşulalra

uymaya,bu koşullara göre yapılanmaya zorlamaktadır.Bu açıkça devlet yetkilerinin aşılması

ve egemenlik alanını daralması anlamına gelmektedir.

ÇIKARILAN SONUÇLAR

• Özetle belirtmek gerekirse ulus devletin,sınırları aşan ekonomik ilişkiler

dolayısıyla,ulusalüstü sermaye ve onu destekleyen aktörlerce dışarıdan kuşatılmış

olduğu görülmektedir.Bu durum sermayenin ulus devlete ihtiyacı kalmadığı,tersine

kendisinin ulus devleti yönlendiren bir aşamaya geldiğinin göstergesi olarak kabul

edilebilir.Fakat sonucunun,ulus devletin erimesi,ortadan kalkması ya da egemenlik

olgusunun bütünüyle bittiği şeklinde yorumlanmasının yerinde bir tutum olup

olmadığı tartışmalı bir konudur.Bu konudaki iki temel fikre göre :

• 1)Ulus devlet fiilen geçersizdir.

• 2)Ulus devlet değişmemiştir.

KÜRESELLEŞME VE DEMOKRASİ

Modern demokrasi;erkini ulus adına kullandığını iddia ederek yarattığı zorlamayı bu

gerekçeyle haklı gösteren bir iktidar türünü ifade eden ulus devletin içinde doğmuş ve

gelişimini sürdürmüştür.Bu varsayım tüm yurttaşların oy hakkına sahip olmaları sonucunu

doğurmaktadır.Liberal demokrasinin 2 önemli özelliği vardır:

1)ulusa dayanır

2)bir ülkede örgütlenen güçlü devlet yapısı içerisinde gelişmiştir.

HELD dünyadaki sorunların eski sistemle çözülemeyeceğini bu yüzden demokratik

politikanın tekrardan uygulanmasını gerektiğinden bahseder.AB gibi bölgesel güçlerin

Page 30: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

gelişmesi bu noktada önemli olup Avrupa,birlik sayesinde yeni işbirliği mekanizmaları

yaratmış ve insan haklarını güçlendirmiştir.Ona göre bu oluşumlar bölgesel ve küresel

sorunları tartışmanın yeni yollarını oluşturma yolunda ilerlemektedir

HABERNAS;demokratik kararların alınmasına katılanlar ile bu kararların uygulanmasından

etkilenenlerin birbiriyle örtüşmediği durumlarda meşruiyet eksikliğinin ortaya çıkağından

bahseder.Ona göre böyle bir durum küreselleşme ile meydana gelir.Devlet bu örtüşmeyi

devletlerarası antlaşmalarla sağlamaya çalıştığında demokratik meşruiyet yara

almaktadır.Örneğin AB bünyesinde Brüksel uzmanlar kurulu tarafından yürütülen karar alma

prosedürü

Diğer bir yaklaşım ise küreselleşmenin demokrasiyi zayıflatacağını savunur ve modern

demokrasi ile güçlü devlet yapısı arasında doğrudan ilişki kurar.Devletin güçlü olmasıyla

toplumun güçlü olması arasında bağlantı olduğunu savunur ve devlet ile toplum ne kadar

güçlüyse demokrasinin de bir o kadar güçlü olduğunu düşünür. Bu yaklaşımcılara göre

küreselleşme vasıfsızları sosyal ve siyasal toplumdan iterek dışlayıcı bir rol oynamaktadır ve

refah devleti ile demokrasinin altını oymaktadır.

SONUÇ

Küreselleşme ile birlikte ulus devlet değişip dönüşüyor ve bir takım işlevleri azalıyor.Bütün

bu değişim sonucunda ulus devlet uluslar arası sermaye açısından daha kullanışlı hale geliyor.

Küreselleşme ulus devletleri bölgesel ekonomik ve siyasal oluşumların içinde yer almaya

itiyor.Devletler yetkilerinin bir kısmını bu oluşumlara bırakıyor ve bu nokta da ulus devlet

egemenliği zedeleniyor.

KÜRESELLEŞMEDE TÜRKİYE ÖRNEĞİ

• CUMHURİYET ÖNCESİ:OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMİ

• İMPARATORLUKTAN ULUS DEVLETE

• CUMHURİYET DÖNEMİ:KURULUŞ VE SONRASI

CUMHURİYET ÖNCESİ:OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMİ

• İmparatorlukta çok çeşitli etnik ve dinsel kökenli topluluk birlikte yaşamıştır.

• Gaza ve fetih ilkeleri bu dönemde esas alınmıştır.16. yüzyılın 2. yarısında fetihlerin

durmasıyla imparatorluk gücünü kaybetmeye başlamıştır.

• Batıda kralın üstün iktidarı hukuki ilkelere bağlanırken,Osmanlı rejimi mutlak

hükümdarlıktır.

• Osmanlı sultanının “halife” oluşu,ruhani ve dünyevi otoritenin tek elde toplanmasına

neden olmuştur.

• Devlet yapılanmasında islami ilkelerin ele alınması “mutlak itaati” güçlendirmiştir.

Page 31: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

• İslam devlet anlayışına göre mutlak iktidar Tanrıdır.Siyasal iktidar onun koyduğu

kurallar ile sınırlıdır.Tanrı,egemenliği hükümdara değil Müslümanlara yani ümmete

vermiştir.Dolayısıyla halife Tanrı’nın değil ümmetin temsilcisidir.

• Devlet yapılanması dini inanç esasına göre “millet” adı verilen gruplardan

oluşmaktadır.

• Dolayısıyla “ulus” bilinci gelişmemiş ve ulus devletin ortaya çıkması çok sonraya

kalmıştır.

• Sosyo-ekonomi yapı toprak mülkiyetinden oluşur.

İMPARATORLUKTAN ULUS DEVLETE

• Ulus devlette egemenlik ulusta iken,Osmanlı imparatorluğunda ilahi kaynaklı

egemenlik anlayışı sürüyordu.

• 1921 anayasası ile ulusal egemenlik ilkesi kabul edilerek ulus devletin doğuşu

gerçekleşmiştir.

• 1921 anayasası kurtuluş savaşı devam ederken kabul edilen bir anayasadır ve yeni

Türk devletinin kurulduğunun işaretidir .

• Bu anayasa ile birlikte kuvvetler esasına dayalı meclis hükümeti sistemi kabul

edilmiştir.

• 1921 Anayasası Cumhuriyetin gereksinimlerini karşılamadığından 1924 Anayasası

çıkarılmıştır.

• Bu Anayasa ise parlamenter sistemin özelliklerini hatırlatmaktır ve kuvvetler birliği

esasına bağlı kalınmıştır.

1924 Anayasası ilköğretimin zorunlu ve parasız olması dışında sosyal ve ekonomik haklara

yer vermemiştir

CUMHURİYET DÖNEMİ:KURULUŞ VE SONRASI

İmparatorluktan Türkiye Cumhuriyeti devletine geçişin temelinde Sivas kongresi ve misak-ı

milli ilkeleri bulunmaktadır.

Misak-ı Milliyi tamamlayan ve İzmirde toplanan iktisat kongresinde kabul edilen bir de

Misak-ı İktisadi bulunmaktadır

Kongreye göre ülkemiz savaştan yeni çıktığı için azınlığın elinde bulunan ticaret ve sanayi

devletin de yardımıyla milli tüccar ve sanayicilerimizin eline geçmesi için gerekli çalışmalar

yapılacak,gerekli işçi sınıfı bulunarak örgütlenecek ve birlikte el ele ülkenin kalkınması

sağlanacaktır.Bu çerçevede gerek Ticaret gerekse amele birliklerinin getirdiği kimi öneriler

kabul edildi.Bunlar:yerli malın giyilmesi,tekellerden kaçınılması,sanayiciye kredi sağlanması.

Page 32: MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: …...MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU: MONARŞİLER DÖNEMİ 1. GENEL ÖZELLİKLERİ 16. yüzyılın baından itibaren Rönesans’ın

Ülkemiz için en iyi tanımlama tarımdan sanayiye,köylü toplumundan kentli topluma geçiş

aşamasında olduğumuza ilişkin olanıdır.

Yasanın gerekçesi şudur ”yurdumuzda bir kargaşası mevcuttur.Büyük şehirlerde imar

mevzuatına aykırı yapılaşma düzenli yapılara oranla daha büyük boyutlara

ulaşmıştır.Katlanarak büyüyen şehirleşmeye karşılık inşaata hazır arsa arzı ve sosyal konut

üretimi yeterli oranda gerçekleştirilememiştir.vatandaşların asgari fen ve sağlık koşullarına

uygun olmasa dahi bir barınağa sahip olma istekleri böyle bir yapılaşmayı meydana

getirmiştir.”

• Yasa ise böyle çarpık barınmalara karşı SSK prim ve cezalarının ödenmemesini

öngörmüştür.

• Böyle bir olgu yani çarpık kentleşme hiçbir zaman incelenmemiş;nedenleri ve

çözümleri araştırılmamış sadece bu durumu meşrulaştırıcı yasal bir düzenleme ile

yetinilmiştir

TARIM VE TOPRAK REFORMU

Toprak reformu denilince geniş toprak mülkiyetinin,belirli bir tavan sınırdan yukarısının

kamulaştırılarak topraksız yada az topraklı köylülere dağıtımı anlaşılır.Tarım reformu 2.

dünya savaşından sonra ortaya çıkmış olup,salt toprağın dağıtılmasının yetersiz olduğu bunun

yanında tarımsal hayatın ve üretimin düzenlenmesi gerektiği düşüncesinden doğmuştur

Toprak reformu konusunda atılmış ilk ciddi adım 1945 yılında çıkartılan “çiftçiyi

topraklandırma kanunu”dur.Kanunun 17. maddesine göre büyük toprak sahiplerinin arazileri

ortakçı ve tarım işçilerine dağıtılmak üzere kamulaştırılabilecektir

Konuyla ilgili en önemli gelişme 1982 anayasası ile getirilen düzenlemeyle sağlanmıştır.Bu

anayasaya göre devlet;toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek üzere

topraksız olan veya yeterli toprağa sahip olmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak

amacıyla gerekli tedbirleri alabilir.Bu amaçlar dağıtılan topraklar bölünemez,miras hükümleri

dışında başkalarına devredilemez ve ancak dağıtılan çiftçilerle mirasçıları tarafından

işletilebilir.

Hüseyin – Ayşe Buse


Top Related