doĞru dÜŞÜnÜn, doĞru deĞerlendİrİn, kendİnİzİ kandirmayla daha fazla bİr yere...
DESCRIPTION
Değerli Kardeşim Bu sefer batıdan gelen çan seslerini duymamazlıktan gelemeyiz. Sonunda İslam dünyası tıkandı. Medeniyetler ayrışımı gerçekleşiyor. Bir medeniyet öbürü ile birlikte artık yaşamak istemiyor. Bugüne kadar afaki söylemlerle idare ettik. Artık dinimiz teröre izin vermez sözüyle kimseyi ikna edecek durumda değiliz. Bu coğrafyada bir şeyler başından beni ters gidiyor; ne kadar süreyle artık bu durumu anlamamazlıktan gelebiliriz. Yıllarca bu coğrafyaya model olarak sunulduk; ancak belli ki bu model görevimizi yerine getiremedik. Bu modeli anlayabilmek için önce Atatürk ve arkadaşlarının yola çıkarken ne düşündüklerini anlamamız gerekiyordu. Bu coğrafyanın şansızlığı Atatürk’ü anlamayan yöneticilerinin olmasıdır. Onu çeşitli dogmalarla ve bağnazlıklarla kemirdik. İslam dünyası bizimle birlikte bir şans yakalamıştı, ancak sinmiş bağnazlık er ya da geç yeşerdi. Çok zamanımız kalmadı ya dünyanın gidişine göre gelenek görenek ve inançlarımızı revize ederiz ya da bu bataklıkta boğTRANSCRIPT
1
DOĞRU DÜŞÜNÜN, DOĞRU DEĞERLENDİRİN, KENDİNİZİ KANDIRMAYLA DAHA FAZLA BİR YERE GİDEMEYEĞİNİZİ GÖRÜN
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Ocak/2015 tarihinde Paris’te Müslümanlarca bir mizah dergisine
yapılan ve toplam 17 kişinin ölümüyle sonlanan saldırı, zaman zaman
batıdan duyduğumuz çan seslerinin bence en tehlikelisi gibi görünüyor.
Bu çan seslerinden batı dünyasının (aslında batı dünyası derken
uygar ve çağdaş dünyayı kast ediyoruz; batının politikalarının tümünü
onaylıyoruz anlamı çıkarılmasın) değil, İslam dünyasının çıkaracağı
dersler olmalıdır. Artık, İslam dünyası bu mantıkla, bu bakış açısıyla,
klasikleşmiş ve gına getirmiş söylemlerle uygar dünyada yerini daha
fazla koruyamayacağını anlamış olmalı… Bu olayların, kısa bir zaman
diliminin değil uzun bir sürecin ürünü olduğunu bilmemiz gerekir.
Bunlardan sadece ikisine değinmekle yetineceğiz.
İmam Gazali (1058-1111).Çalışmalarında bugün Sünnilik olarak
bilinen Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat görüşünü benimsemiş, diğer görüşleri
kesinlikle ret etmiştir. Kelamı, felsefeyi, batıniliği, müspet bilimi küfür
olarak ilan etmiş ve Kuranın tek bir esresinin bile değiştirilemeyeceğini
ileri sürerek, İslam’da yenilenme ve çağa göre yorum yapılabilme
kapısını kapatmıştır. O güne kadar hızla yükselen İslami değerler, o
günden sonra tepe takla giderek zamanımıza kadar etkisini göstermiştir.
Kelamı yeterli hatta tehlikeli bulan Gazali, tasavvufa yönelerek aklın
yerine mükaşefeyi (delil aramadan içine doğan şeylerle yetinmeyi)
koymuştur. Gazali Müslüman inancına sahip olmayan (Aristoteles ve
Sokrates gibi Antik Yunan filozofları) düşünürleri ve onların fikirlerini
kökten ret etmiş; onları bir çeşit kâfir ilan etmiştir. Aklın yerine sezgiyi
2
koymuştur. Şeriat kurallarının yerleşmesinde önemli rol oynamıştır.
Müslümanlığa doğru yolu gösterecek El-Cahiz, İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl ve
İbn-i Bacce, İbni Sina ve Farabi’yi, usta kalemi ve mükemmel hitabet
yeteneği ile yerden yere vurmuştur. Şu anda ülkemizde ve birçok İslam
ülkesinde yaygın olan Sünni görüş, köklerini bu akımdan ve bu
yapılanmadan almıştır. Keşke İslam dünyası Gazali yerine yukarıda adı
geçen insanlara kulak verseydi. Uygarlığın merkezi, girmeye çalıştığımız
Avrupa değil, Ön Asya olurdu… Olan oldu, İslam dünyası bilimcilerle-
kadercilerin çatışmasında, Gazel’inin yanında yer alarak uygarlık yolunda
şansını yitirdi.
1453’te Fatih İstanbul’u ele geçirip, bu coğrafyaya egemen oldu. Ele
geçirdiği imparatorluk dünyayı neredeyse 1000 yıl boyunca idare etmiş,
dünya politikasını yazmış, en usta devlet adamlarını barındıran bir
imparatorluktu. Ancak onlar da dini bağnazlığa yenik düşmüştü; bilim
adamlarının ve devlet adamlarının önünü tıkamıştı. İstanbul surları topla
dövülürken bile, sur içindeki kiliselerde ruhban sınıfın, bir iğnenin ucunda
kaç melek oturabilir diye tartıştığı söylenir. Bu aşamada İstanbul’a giren
Fatih, doğru ve akıllıca bir karar ile herkesin dini inancını serbest
bırakmış, kimliklerine dokunmamış, Bizans devlet adamlarının,
düşünürlerinin, bilim adamlarının kurulacak sistem içinde yer almasına
zemin hazırlamıştı. Onlara önemli görevler vermiş, Osmanlı
imparatorluğunun yönetim biçimini yeniden ve kökten şekillendirmelerini
sağlamıştı. Dini bağnazlıktan kurtulmuş, yeni bir sistemle bütünleşmiş bu
yetişmiş kadro, Osmanlı’ya çok şey kazandırdı ve Osmanlı yükselişe
geçti. Fatih İstanbul’u ele geçirdiğinde ve oraya yerleştiğinde İstanbul
nüfusunun bir görüşe göre %5’i bile Müslüman değildi. Dolayısıyla
imparatorluk Müslüman olmayan bir başşehirde hayata başladı.
Osmanlının başarısını sağlayan yapılanmalar bu dönemde
3
gerçekleştirildi. Gururlandığımız Osmanlı bu dönemin Osmanlısıdır.
Çünkü akıl ve bilim egemendi.
Daha sonra Yavuz Sultan Selim Mısır seferini yaptı. Bana sorsalar
“yapmaz olaydı” derim. Çünkü bilinen, en katı, en cahil, en akıl dışı, en
bağnaz, insanlıktan hiç nasibini almamış dünya görüşü olarak bilinen
Eş'ârîlik’in bizim coğrafyamıza da yayılmasına neden olmuştur. Eş'ârîlik
Sünni inancın iki mezhebinden biridir. Geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.
Kâfirlerin bile Müslümanlığa iman etmesini ve ibadet etmesini zorunlu
görür. Aklı kullanmayı tehlikeli bulur. Şu anda ülkemizde en çok bu akıma
sempati duyulmaktadır. Bugün gerici-terörist olarak bilinen IŞID,
Müslüman Kardeşler, El-Kaide, El-Nusra ve çeşit çeşit teröre bulaşmış
İslami guruplar köken olarak bu mezheptendir.
Yavuz Sultan Selim Mısır’dan 1000 kadar Eş'ârî âlimini (ulemasını)
İstanbul’a getirir ve onlardan devlet işleri için fetva ve icazet almaya
başlar. Alevilerin malı, canı ve ırzı Sünnilere helaldir fetvasını verenler de
bu taifedendir. Osmanlı tarihinde bugün iğrenerek okuduğumuz ve
lanetlediğimiz ne kadar fetva ve icazet varsa, bu gerici-yobaz, ahlaksız
kesim tarafından ya da onların öğrencileri tarafından verilmiştir. Osmanlı
bu tarihten sonra belini düzeltemedi.
Belki Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile bu dönemin bittiğini
düşünebilirsiniz. Cumhuriyetin ilk yıllarında sinen bu zihniyet 1946’dan
itibaren ve özellikle 1950’den sonra demokrasi, insan hakları, özgürlük
gibi kulağa hoş gelen evrensel değerlerin gölgesine sığınarak uygun
ortam bekledi. Sonunda uygun ortam yaratıldı; günümüzde görsel ve
yazılı basında, akılla, mantıkla, bilimle, ahlakla, hatta herhangi bir dinin
insani değerleriyle bile ilişkisi olmayan fetva, icazet veren tüccar kimlikli
sayısız insan piyasaya deşildi. Gün geçmiyor ki bir ahlaksızlığın
arkasında dini bir söylem, dini istismar eden bir yetkili, demokrasinin
4
olmaz ise olmazı olan oylamaları etkileyen dini simge ve söylemler
kullanılmamış olsun. Örtüsü din sömürüsü olan, tek değeri ise ekonomi,
para ve çıkar olan bir kuşak yaratıldı.
Dünya küçüldü bir ucunda fısıldanan bir söz, öbür ucunda basın
tarafında kendi dünya görüşlerine göre yorumlanarak halklara
duyurulmaya başlandı. Artık saklanacak gizlenecek bir şey kalmadı.
Birçok yönetimin, dünya görüşünün ve inancın üzerindeki sis perdesi
kalktı.
Batı dünyası, bir zamanlar onların arasında yaşayan bir Müslüman
olarak söyleyebilirim ki, Müslümanlığa hiçbir zaman olumlu gözle
bakmadıklarını; onu potansiyel tehlike olarak gördüklerine hatta açık açık
söylemeseler bile nefret ettiklerini söyleyebilirim. Çünkü o toplumların
içindeki insanların çoğu, insan haklarından ve kadın haklarından ödün
vermeye hiç sıcak bakmıyordu. İnsan haklarının ve kadın eşitliğinin tüm
dünyaya yayılmasını amaç edinmişlerdi; bu haklara sıcak bakmayan her
görüşü de çağdışı görüyorlardı.
İslam dünyasından ümitleri yoktu. Gözlemleri çok net ve kesindi. Dili,
coğrafyası, tarihi kökeni, ırkı farklı olan yaklaşık 50 küsur İslam ülkesinin
ayrıcasız hepsinde hırsızlık, yalan, dolan, rüşvet, kadın ve çocuk
istismarı, insan hakları ihlalleri, pislik, düzensizlik, saygısızlık,
hukuksuzluk, ilkesizlik, sanat düşmanlığı, başka insanlarla birlikte
yaşama durumunda uyumsuzluk en yaygındı ve bir anlamda ortak
özellikti.
Ancak bir istisnası vardı; bu nedenle yemin edercesine genelleme
yaparak “bunlardan bir şey olmaz” diyemiyorlardı. Yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, birçok eksiğine ve aksamasına karşın, yasaları, devlet
politikası olarak uygulamaları ile laik, demokratik, kadın haklarına saygılı
ve uygar dünya gözlüğüyle bakabilen, kılık kıyafeti ile çağdaş görünümlü,
5
dini yönetimin bir parçası olmaktan çıkarmaya çalışan uygulamaları
yapan ve bu uygulamalara ilişkin yasaları çıkaran, uygarlaşmaya,
batılılaşmaya, bilim toplumu olmaya çalışan bir ülkeydi. Bu ülke bu
coğrafyaya neden örnek olmasın diye, diğerlerinin de bu ülkeye bakıp
uygar dünyanın bir parçası niye olmasın diye düşünmüşlerdi. Daha önce,
Müslümanlık ile demokrasiyi, laikliği ve özgür düşünmeyi
bağdaştırabilmenin mümkün olamayacağı izlenimi batı dünyasında
neredeyse ortak bir izlenimdi. Cumhuriyetten sonra yabancı politikacılar
hep özenli davrandılar ve Türkiye Cumhuriyetini Müslüman ülkelere
model ülke olarak gösterdiler.
Ancak son on yılda, Türkiye’de laikliğe bakıştaki değişim, kadın kılık
kıyafetinin yeniden düzenlenmesi, eğitime dini her gün biraz daha fazla
sokma çabası ve özellikle Orta Doğunun gerici-bağnaz-terörist Eşari
kalıntısı gruplarıyla ilişkileri, batı dünyasının son kararını vermesine
yardımcı olduğu izlenimi yaratmıştır. Model çökmüştü.
Her ne kadar politikacılarımız, din adamlarımız, yazarlarımız
düşünürlerimiz “Müslümanlık bu değildir” diyorlarsa da, tüm dünyada
yükselen sesi artık duymamazlıktan gelemiyoruz. “İyi de bahsettiğiniz
İslam nerede ne zaman var, vardı?” diye sorgulanmaya başlandık.
Bunun yanıtını verebilmeliyiz…
Ocak/2015’de bir grup yazarçizer İstanbul’da organize olup Paris’teki
katliamı protesto etmek için Paris konsolosluğuna yürürken, onları kaba
güç de kullanarak susturmaya ve yollarından çevirmeye çalışanların
sayısı (bunlar sadece rastlantı olarak orada bulunuyor olmalılar) ne
gariptir ki katliamı kınayanlardan fazla gibiydi.
Paris’teki katliama karışmış bir kadın, İstanbul’a geliyor, güvenlik
güçleri hava alanında, yattığı otelde, gezdiği yerlerde fotoğrafını çekiyor
ve Suriye sınırından çıkışına kadar izleniyor ve gitmesine izin veriliyor.
6
Eğer bu tespitler yapılmasaydı, farkına varılmamış atlanmış denirdi;
ancak adım adım izlenmiş. Başbakanın sınırları kapatıp Suriyeli
çocukların ölmesini mi istiyorsunuz gibi bir açıklaması ise doğrusu
çocukları bile şaşırtacak derecede içerikten yoksundur. Aslında içten içe
kaynayan kazanı da göremiyoruz galiba…
Müslümanlar ile batı kültürünün iç içe yaşaması en azından onlar
açısından artık olanaksız görünüyor. Her ikisinin açıkça farklı dünyaları
var. Medeniyetler ayrışması gerçekleşmeye başladı. Aslında bir taraf
öbürünün bir medeniyetin parçası olduğuna da hiçbir zaman
inanmamıştı. Çatışmadan ve sürtüşmeden kaçınmak için öyle
söylüyorlardı. Çünkü bir taraf, batının gerek duyduğu petrol ve doğal
gazın üzerinde oturuyordu Onları yok edip kaynakları ele geçirmektense,
kukla yöneticilerle bu coğrafyayı bir süre daha sömürebilirlerdi. Şu anda
bu coğrafyada gizli ya da açık kukla yöneticiler ile bırakın başka din ve
inançları, kendi dinlerinin fraksiyonlarını bile düşman bilen ve boğaz
boğaza savaşan, terörizme bulaşmış bir coğrafya ile karşı karşıyayız. Bu
coğrafya başından beri çoğu dini tabanlı terörizmin yuvasıdır.
Cumhurbaşkanımız Demirel’e bir gazeteci şu soruyu sormuştu: Bu
coğrafyada ne zaman çatışma biter. Demirel: İbrahim Peygamberden
beri süren çatışmanın yarın biteceğini mi sanıyorsunuz gibi bir yanıt
vermişti.
Dünya nüfusu artıyor, özellikle dini rehber yapmış yöneticilerin teşviki
ile gelirine bakmadan çocuk yapmayı marifet gören bir kitle, topraklarını
da gerektiği gibi koruyamadıkları için açlık içinde o yana bu yana göç
etmeye, artık buna göç etme de diyemeyeceğiz, saldırmaya başladı. Gün
geçmiyor ki denizlerde birkaç yüz Müslüman boğulmuyor olsun. Dünya
için Müslüman ölüsü tavuk ölüsü gibi görülmeye başlandı.
7
İşsizlikten, baskıdan, perişanlıktan, her türlü rezillikten bıkan insanlar,
özellikle Müslüman ülkelerin insanları, resmi ya da gayri resmi yollardan,
insanların özgür, demokrat ve müreffeh olduğu diğer ülkelere sızmaya
başladılar. Ancak gelenler kendilerini değiştirmeye, yenilenmeye özellikle
dini görüş ve inançlarını, adetlerini hatta kılık kıyafetlerini değiştirmeye
hiç yanaşmayarak, ne kadar olumsuzluk varsa yanlarında götürmeyi ve
yaşatmayı inançlarının bir parçası olarak görüyorlar. Hâlbuki uygarlık A
olarak girilen bir yerden B olarak çıkmayı öngörmekteydi. Değişemeyen
insanın uygar dünyada yeri yoktu. Temel uyumsuzluk burada başlıyor.
Müslüman ülkelerin dışında gidenler çok daha kolay uyum sağlıyor. Bu
nedenle esas çatışma Müslümanlar ile diğerleri arasında olmaktadır.
Aslında Müslümanların içinde de bu çatışmaya en çok muhatap olanlar
Sünniler olmaktadır. Avrupa’ya gitmiş Aleviler hatta Şiiler bu çatışmaların
dışında kalmaktadırlar ya da çok sınırlı bir sürtüşme yaşanmaktadır.
Aleviler Avrupa’yla bütünleşmiş durumdalar.
Bunun nedeni çoğumuz tarafından biliniyor; ancak açıklama
yürekliliğini gösteremiyoruz. Giyimi, kuşamı, yemesi, içmesi, yaşam tarzı
bakımından farklı olan ve bunu bir kere bile değiştirmeyi ret eden; kendi
dini görüşünün dışındakileri sapkın olarak niteleyen; batı ölçeğinde
beklenen insani değerleri göstermeye yanaşmayanları batı artık kendi
içinde görmek istemiyor; kendi değerlerini bozacağını düşünüyor; bu
yaşam tarzından ve düşünce tarzından nefret ediyor. Biz de sürekli bizi
sevmeleri için zorluyoruz…
Batı bu coğrafya ile kedi köpek gibi oynuyor. Çoğu olumsuzluğun ve
şiddetin altında açık ya da gizli destekleri olduğu söylenebilir. İyi de
dünyanın başka coğrafyalarında bu yönlendirmelerde neden çok başarılı
değiller? Çünkü aradıkları zemini burada bulabiliyorlar. Hoşgörü yok,
bilim yok, mantık yok. Bilimle din karşı karşıya geldiğinde; önce bilim
8
adamının ağzı kapatılıyor. Herhangi bir bozukluğu görüp de uyaranın
ağzı hemen kapatılıyor. İnançlarımızın aksayan yönlerini tartışmaya
açmaktan şiddetle kaçınıyoruz. Yanlışlarımızı, eksikliklerimizi
göremiyoruz; görsek de söyleyemiyoruz. Hatamız görsek de düzeltmeye
yanaşmıyor, başkalarının hatalarını ya da dünya görüşlerini ya da
tercihlerini bizim hatalarımıza bir neden olarak göstererek sorumluluktan
kaçmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla her türlü yönlendirmeye açık hale
geliyoruz.
Dışlanan toplumlarda her zaman görünen etki-tepki kuralı gereği,
elinden hiçbir şey gelmeyenler teröre kaydı. Böylece Müslüman kesim
terörle birlikte anılmaya başlandı. Batı dünyası irkildi. Paris’te 50 ülkenin
devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı bir milyon katılımcının hazır
bulunduğu kınama toplantısı, önemli bir dönemin başlangıcı görünüyor.
Batı dünyasında yanak yanağa öpüşme çok nadirdir; Fransız başbakanı
gelen her devlet adamını ve hükümet başkanını şapur şupur öperken,
bizimkinin elinin ucundan tutması doğrusu hayra alamet değil diye
düşünüyorum. Terörle ilgileri yokmuş gibi Müslüman ülkelerin ve bazı
ülkelerin birçok liderinin orada boy göstermesi de doğrusu görülecek bir
tabloydu. Hepsinin bir ağızdan terörle İslam’ın bir ilgisi yoktur, bunlar
sapıklıktır demeleri de ne kadar inandırıcı oldu, oluyor doğrusu
araştırmaya değer.
Batı dünyasında teoloji (din) eğitimi ciddi bir eğitimdir; ruhban sınıfın
çoğu, matematik, fizik, kimya, biyoloji alanında yüksek lisans ya da
doktora yapıyor. Kendi dinlerinin haricinde de araştırmalar yapıyorlar.
Muhakkak Kuran’daki Maide suresinin 32’ci ayetini okumuşlardır.
Diyanet İşleri Başkanlığının sitesinden alınmış şekliyle Maide 32
ayetinin çevirisi şöyledir (http://kuran.diyanet.gov.tr/Kuran.aspx#5:33):
9
Allah'a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri yahut asılmaları veya
ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut o yerden
sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir. Ahirette de
onlara büyük bir azap vardır.
Batı dünyası birçok ayetin yanı sıra bunun, bir Müslümanın kendi
dininden hatta kendi dininin bir fraksiyonundan olmayanı, dünya
görüşünü paylaşmayan bir insanı, fitne çıkarıyor diye idam etmesine,
elini ve ayağını çapraz kesmesine, başını kesip mızrağa geçirmesine
dayanak oluşturduğunu düşünüyor. IŞID bunu bire bir uyguluyor diye
düşünüyorlar. Bir Müslüman için de sadece bu ayet bile kendi
düşüncesinde olmayan birini fitne ile suçlayıp öldürmesini meşru
gösterebilir. Bu ayetin böyle demek istemediği söylense de isteyen kendi
açısından bunu istediği gibi yorumlayabilir. Kaldı ki baş kesme ve çapraz
el ayak koparma ta başından beri bilinmekte ve uygulanmaktaydı.
Kendimizi kandırma ile hayır böyle değil, şöyle diyor demeyle, ilişkili
ilişkisiz yorum yapmayla bu iki dünya bir araya gelemeyecektir.
Değişmesi gereken İslam dünyasıdır. Çoğumuz Müslüman kimliği de
taşıyoruz. Hiç kimse kimliğinin pisliğe, teröre, insanlık dışı faaliyetlere
bulaşmasını istemez. İslam dünyasının fazla zamanı kalmadı. Bence El
Gazali dönemine geri gidip, her şeyi yeniden yorumlamalıyız; İslam’a
yepyeni bir bakış açısı getirmeliyiz. Bu dini bağnazlıktan, şekilcilikten,
değişmezlikten kurtarmalıyız. Çanlar son kez çalıyor olabilir. Zararlı
çıkacak bu coğrafya olacaktır.
Her ne kader Müslüman dünyasında insanlar IŞID, El Kaide, Taliban,
Müslüman Kardeşler, El-Nusra ve benzer onlarcasına, onların
katliamlarına, caniliklerine bakıp “bunların Müslümanlıkla ilgisi yoktur,
dinimiz barış dinidir, bu insanlar bizden değildir” diyorlarsa da, bu gına
10
getirmiş ve bayatlamış söylemler artık kimseyi ikna edecek gibi
gözükmüyor. Bu kadar ülkede sayısız terör örgütü aynı yöntemleri
kullanarak, aynı dini sözleri çığlıklar şeklinde atarak, aynı sözleri
söyleyerek, aynı amaçlar için bu eylemleri yaptıklarını söyleyerek kol
geziyorlarsa, bunların ortak bir noktasını aramak bilimin ve aklın
gereğidir. Çağdaş dünya kararını vermiş gibi gözükmektedir. Bu
benzerlikleri basit bir rastlantı ile açıklayamayız. Bunu Müslüman
dünyasının yönetimleri el birliği ile gidermek zorundadırlar. Ancak burada
da başka bir şansızlık karşımıza çıkıyor.
Müslüman ülkelerin yöneticilerine bakıyorsunuz, gırtlaklarına kadar
hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, yalancılık, dolandırıcılık olaylarına batmışlar;
çıkarları için hukuk, adalet, yasa, ilke dinlemezlik içindeler; melanetleri
ortaya çıkmasın diye basın özgürlüğünü kısıtlamış ya da tümüyle
bastırmış durumdalar; az sayıda uygar görünen yönetimler ise demokrasi
diyorlar demokrat değiller; özgürlük ve insan haklarını sözde
benimsemişler; basına bakıyorsunuz satılık; doğruyu yazan yok gibi;
halka bakıyorsunuz tapınaklardan çıkmıyor, zamanının çoğunu ibadetle
geçiriyor; sanata düşmanlar; eğitim düzeyi düşük; bilime, ilime, sanata
hiç mi hiç katkıları yok; sadece doğal gaz ve petrol gelirlerinden elde
ettikleri dolarlar üzerinde magandaca yüzüyorlar. Halk, bunca gelire
karşın fakir; terör, cinayet, gasp, irtikâp, yandaşlık, yalakalık,
hukuksuzluk diz boyu. Kadınına dünyanın birçok nimetini yasaklamış;
katı kurallarla bezenmiş giyim kuşam içinde onları dünya insanının içine
sokmayan; eşleriyle hatta dünyanın diğer insanları ile birlikte aynı
masada benzer yemekleri yemeyen hatta aynı mekânda pişmiş
yemekleri bile mekruh sayan; benzer şeyleri içmeyen; benzer müzikleri
dinlemeyen ve onların eşliğinde eğlenemeyen; aynı şeyleri dinlemekten
kaçınan; heykele ve resme aykırı bakan insanlarla mı bu yenilenmeyi ya
11
da aydınlanmayı ya da devrimi yapacaksınız? Hayali çok severim, ancak
ona hiç güvenmem...
Bırakın başka bir dini, kendi dininin fraksiyonlarına bile hoşgörülü
olamayan, onları kafir ilan eden, bu yüzden kan dökmekten çekinmeyen
bir toplumu batı dünyası içine nasıl sindirsin? Yaklaşık 100 yıldır laiklik
yolunda, yasayla, zorla da olsa yol almaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti,
ufak çapta yaşanmış birçok olayı bir yana bırakalım, yakın tarihinde en
az 3 defa aynı dinin içindeki inanç farklılığından dolayı kitlesel katliam
yaşadı; hatta onlara bir çeşit göz yumdu; hatta neden olanları bir çeşit
ödüllendirdi. Sistemdeki çarpıklık, yabancıların kışkırtmalarından ziyade
kendi iç dinamiğimizden kaynaklanıyor. Bir sürü laf kalabalığı ile bu
yarayı kapatamıyoruz.
En laik Müslüman ülke olarak bilinen Türkiye Cumhuriyeti, halkından
bağırta bağırta topladığı vergilerle, 5-6 bakanlık bütçesine denk, sadece
Sünni inanca hizmet eden, dev bir imam kadrosunu beslemekte. İnsanlar
“yıllardır benim vergimle kendi dini inancını nasıl beslersin en azından
haramdır” diyorsa da kimseye sözünü duyuramıyor.
Bu yazının, dogmanın esiri olmuş, değişmeyi tehdit olarak gören,
geleceği düşünemeyen, Müslümanım diyen ama bir dinin ahlaki yapısını
hiçbir zaman özümseyememiş, bugüne kadar maval dinleyerek
rahatlamış çok insanı rahatsız edeceğini biliyorum. Sorunumuzu doğru
olarak görmez ve üzerine yürümezsek, hepimiz bu çığın altında kalırız.
Bu güne kadar benimsediğimiz yöntem ve görüşlerle daha fazla yol
alamayacağımız anlaşıldı. Önce bunu anlayacaksınız. Artık gözümüzü
ve kulaklarımızı açma zamanı geldi; İslami terör her yerde kol geziyor;
eylem sırasında tekbir getirme, kelime-i şahadet getirme, yapılanların
İslam ve Muhammed adına yapıldığını söyleme ortak bir davranış ve
12
söylem şekli oldu. Bunlar bizim dinimizin emri değildir diyerek
sorumluluktan kurtulamayız.
Bir şeyler eğri gidiyor; geçmişte de eğri gitmişti. Eğer sorunun
kaynağına uzanıp çözüm yolu bulunmak istenmiyor, görülmesi gereken
gerçek görülmek istenmiyor ve alakasız söz ola beri gele tarzından
açıklamalarla sorunun kaynağı başka merkezlere kaydırılmak
isteniyorsa, toplumda ruh hastalığı başlamış demektir.
Bu bozulmaya uğramış toplumlarda biat etmeyi, yalanı, talanı, irtikâbı,
yolsuzluğu da dolaylı olarak mubah gören, yönlendirildiği zaman
cinayetin her türlüsünü işleyebilen, bilimi, ilimi ve sanatı dinsizlik olarak
gören bir güruh türer. Müslüman ülkelerin durumu böyle görünüyor. Batı
da bu güruhu içine almak istemiyor.
Ocak/2015’te yapılan büyük bir ankette Avrupa’nın %57’si
Müslümanlığı düşman olarak görüyormuş; %40’ Müslümanları Avrupa’da
istemiyormuş; daha az bir grup ise şu andaki Müslümanların Avrupa’dan
tümüyle çıkarılmasını istiyormuş. Bu, çok acı ve utanç bir sonuçtur.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında Atatürk ve arkadaşlarının
amacını tekrar tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Dini neden tamamen
siyasetten uzaklaştırmak istediklerini, laikliğe neden bu kadar önem
verdiklerini, bir dinin ya da bir dine ait bir fraksiyonun devlet eliyle
desteklenmesinin ve beslenmesinin neden yapılmaması gerektiğini,
eğitimde dini yönlendirmeleri neden kaldırdıklarını öğrenmeyle bu sorunu
çözmeye başlamalıyız. Eğer Atatürk’ün düşüncesi anlaşılsaydı ve geçen
bu süre içinde ödünsüz uygulansaydı, hem şu anda Avrupa birliğindeydik
hem Müslüman dünyanın haklarını savunacak gücümüz olurdu hem de
bu coğrafyada süregelen ve tırmanan dini kökenli çatışmaların çoğunu
yaşamamış olurduk.
13
Ancak son yıllarda özellikle eğitimde malum dini öğretinin
dayatılmasını; sabahları 5-6 yaşındaki çocukları televizyona çıkarıp,
pusulalı seccadelerle namaz kılma gösterileri yapılmasını; camilerin bir
çeşit cemaatlere bölüştürülme algısını; görsel basında bin bir çeşit gerici
diyebileceğimiz adamın çıkıp, din tüccarlığı yapmasını; 10 Ocak 2015
tarihli Radikal gazetesinde saygın ve doğru dürüst bir din adamı ve yazar
olan İhsan Eliaçık’ın “bu düzen böyle giderse bu ülkenin gençleri en geç
3 kuşak sonra IŞID benzeri militan olur” demesini çok ciddiye almamız ve
doğru yorum yapmamız gerekiyor.
Dinler devlet güvencesinde ve denetiminde cemaatlere bırakılmalıdır.
Dini kuralları dayatanlara ve evrensel yasa ve ahlak kuralarına aykırı
olmamak kaydıyla, başkasına zarar vermeden yaşayan dindarlara eziyet
edenlere ağır ceza uygulanmalıdır.
Çok zaman kalmadı. Bu coğrafya ya bu dünyanın uygar bir üyesi
olacak ya da dini bağnazlığın bataklığında boğulup yok olacaktır.
İnançlarımızı, adetlerimizi, gelenek ve göreneklerimizi çağdaş
yaşamın ışığı altında yeniden gözden geçirip, İslam dünyası için yeni bir
yol haritası çizmemiz için fazla bir zamanımız kalmadı. Bize yol
gösterecek en önemli rehber, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılında
Atatürk’ün öngördüğü, mantık ve uygulamalar olacaktır.
Türkiye din tüccarlığını bırakıp, bir zamanlar yüklendiği uygarlık
modelini yeniden bu coğrafyaya tanıtmak zorundadır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Değerli Kardeşim
14
Bu sefer batıdan gelen çan seslerini duymamazlıktan gelemeyiz.
Sonunda İslam dünyası tıkandı. Medeniyetler ayrışımı gerçekleşiyor. Bir
medeniyet öbürü ile birlikte artık yaşamak istemiyor. Bugüne kadar afaki
söylemlerle idare ettik. Artık dinimiz teröre izin vermez sözüyle kimseyi
ikna edecek durumda değiliz. Bu coğrafyada bir şeyler başından beni
ters gidiyor; ne kadar süreyle artık bu durumu anlamamazlıktan
gelebiliriz.
Yıllarca bu coğrafyaya model olarak sunulduk; ancak belli ki bu model
görevimizi yerine getiremedik. Bu modeli anlayabilmek için önce Atatürk
ve arkadaşlarının yola çıkarken ne düşündüklerini anlamamız
gerekiyordu. Bu coğrafyanın şansızlığı Atatürk’ü anlamayan
yöneticilerinin olmasıdır. Onu çeşitli dogmalarla ve bağnazlıklarla
kemirdik. İslam dünyası bizimle birlikte bir şans yakalamıştı, ancak
sinmiş bağnazlık er ya da geç yeşerdi. Çok zamanımız kalmadı ya
dünyanın gidişine göre gelenek görenek ve inançlarımızı revize ederiz ya
da bu bataklıkta boğuluruz.
Batıdan gelen çan sesleri hayra alamet değil, zamanımız daralıyor.
Aydınlar iş başına…
Saygılarımla