Çıt mizah dergisi sayı:8
DESCRIPTION
http://facebook.com/citdergisi http://twitter.com/cekirdekTRANSCRIPT
-Angry Bird Esed
Çıt Mizah Şeysisayı:8
temmuz 2012-
Genel Yayın YönetmeniBüşra Dür
--
EditörMustafa Çetinkaya
-
Yazar ve Çizerlerİbrahim Türkuçar, Merve Özgenli, Cemal Kabar,Ülkər Şamxal, Esra Yaka, Pınar Ağırsoy, Huzeyfe Özektaş, Rumeysa Öztürk, Huzeyfe Özektaş, Rumeysa Öztürk, Ümmü Gül Koyuncu, Atilla Ergin,
Şerife Leman Köybaşı
EditördenSelamlar ederim pek kıymetli ultra sevimli ve bir o kadar da karizmatik fakat mütevazi çıt takipçileri nam-ı diğer çıtlaklar. Uzun iltifatımı takiben sizleri özlediğimi de belirtmek isterim. Zorlu ve enerjik bir dönemdi. Bir çok arkadaşımızın dolu dolu sınavları, kalanların ise geçim derdi ve türlü koşuşturmaları vardı. Ama olsun yine de ne yaptık ne ettik çıktık karşınıza. Önceki sayılarımızda sizlere ekip arkadaşları aradığımıza dair duyurular yapmıştık. Sağolsun bizlere ulaşan ve ekibimize katılan arkadaşlarımız oldu. Kontenjanımız da doldu seneye inşallah. Durun gitmeyin öylesine dedim onu. e-dergi’yiz biz kontenjanımız 478 kişi. Daha var yani bütün eşinizi dostunuzu toplayıp gelebilirsiniz. var yani bütün eşinizi dostunuzu toplayıp gelebilirsiniz.
Bu güzel yaz aylarında daha önce de birkaç defa bahsettiğimiz Rampalı Çarşı’daki ofisimize daha sık uğruyoruz. Çizimler yapıp çay içmekte, buna müteakip hamur işi kemirmekteyiz. Sizler de bize katılabilir, çizimlerinizi ve işlerinizi paylaşabilir ve hiç olmadı çayımızı içip gidebilirsiniz, küçücük tükkan zaten yanlışlıkla bile çıkabilirsiniz dışarıya.Önümüz Ramazan. Bi mani olmazsa Ramazan’a özel bir sayı hazırlamayı düşünüyoruz. Olur da bi mani çıkarsa bayramdan sonra el öpmesine geliriz harçlıkyoksa da canınız sağolsun halden anlayan insanlarız. canlarım benim.
Dergimizin beyni, “hay maşşallah tosun tosun”u, zekalı olup okumayı seçmeyeni Cemal’imiz canımız, Dergimizin beyni, “hay maşşallah tosun tosun”u, zekalı olup okumayı seçmeyeni Cemal’imiz canımız, geçtiğimiz nisan ayında yazıp oynadığı “Metro Olabilme İhtimalin” klibiyle Konya’da küçük çaplı bir şöhrete sahip oldu. İmza isteyenini görmedik ama toplu taşıma araçlarında parmakla gösterilip “ehehe” diyenlerle idare ediyoruz.
Dergimizin sağlam kalemi, Cumasiye’nin ruhu sevgili Rumeysa Öztürk ablamızın dedesi vefat etti. Sizler-den Mustafa hocamız için yaklaşık 1000 tane fâtiha istiyoruz. 2000 okunuyorsak 1000’i bize çok görmeyin.
Adem Mermerkaya’nın Konya’da yerlere atılan fuhuş kartvizitlerine karşı başlattığı “Konya’da Fuhuş İste-miyoruz!” hareketi gün geçtikçe büyüyomiyoruz!” hareketi gün geçtikçe büyüyor. Geçtiğimiz süreç içerisinde 2 adet basın açıklaması ve sayısız kartvizit imha eylemi düzenledik. Hem elimizle hem dilimizle müdahele ettik. Konya’daki herkesten destekbekliyoruz.Mevzular böyle. Hepinize buralara kadar geldiğiniz için teşekkür eder iletişim bilgilerini atar kaçarım.
twitter.com/cekirdek - facebook.com/citdergisi - [email protected] - @tabipp
Etliekmek ve sosyolojik yansımalarının tahlili
Etliekmeğin insanlar arasında bir bağ oluşturduğuna inanıyorum. Ne zaman biriyle tanışacakolsam etliekmek yemek için sözleşiyoruz. Sonrası muhabbet, sevgi, soğuk ayran. Yani öylebir yakınlık, bir ünsiyet.
Günlerden bir Cuma çıkışı. Temiz yüzlü, mavi gözlü bir arkadaş Mevlana Türbesi’ni soruyor.Belli ki yabancı. Yolu tarif ettikten sonra arkadaştan ayrılamıyoruz ve sonuç tahmin ettiğinizgibi: etliekmek.gibi: etliekmek.
Tanımadığım bir insana “hacı gel bir de etliekmek yiyelim!” diyerek sanırım etliekmekkonusunda zirveye ulaşmış durumdayım.
Dedim ya etliekmekte bir muhabbet var diye. Sevgili Murat’la etliekmekten sonraayrılamıyoruz. Aziziye’de ikindi namazı, komikli fotoğraflar falan çektiriyoruz.
Murat Sakaryada öğrenci. Gezmeyi çok seviyor. Hikayesi falan çok hoşuma gitti, ben de bibuçuk etliekmeği ısmarlayıverdim. Okuduğu bir kitap sonrası akşama Konya biletini alıpgelmiş. “Niye geldin” diyorum Mevlana Hazretleri’ni ziyarete diyogelmiş. “Niye geldin” diyorum Mevlana Hazretleri’ni ziyarete diyor.
- Burada bir tanıdığın, akraban, bir etliekmek ısmarlayanın var mı?- Yok.
Başka bir amacı da yok. Bu ne güzel hikaye! Erasmus’la Polonya’ya da gitmiş. Üsteliküniversitedeki bölümünden farklı bir bölüme. Gezmeyi seviyor. Tek başına Doğu turuna daçıkmış.
Yahu diyorum Murat sen ne güzel elemansın.Muratla Konya turuna çıkıyoruz. CamileMuratla Konya turuna çıkıyoruz. Camiler, türbeler derken bizim de ilk defa gittiğimizmüzelere de uğruyoruz. Tabi Konyalı olan iki arkadaş Muratın yanında biraz pancarmesabesinde kaldık.
Akşam olduğunda ise ayrılmak biraz zor oluyor. Telefonları alıyoruz, sarılıyoruz,gülümsüyoruz. Komikli şakalar yapıyoruz. Murat ertesi sabah Sakarya’ya gitti. Biz dekendimize iki müzekart almaya gittik.
O değil de çocuk iyi geziyor ya!
BU BİR DÜNYA MESELESİ
Evet! Bu bir dünya meselesi. Hem de düp dünya
meselesi. Hem de düttürü dünya meselesi.
‘’Düt!’’ diye bir ses duyduğumuzda bu sesin
düdük sesi olduğuna inanırız ve buna inanırız.
Ancak ‘’düt dürü düt!‘’ diye bir ses
duyduğumuzda bunun dünyadan geldiğine
inanmayız. Çünkü dünya düdük değildir. Bu
paragraftan bu çıkarımı yaptıktan sonra artık
kendimizi çok mutlu hissedebiliriz ancak
hissetmeyiz. Çünkü bu paragrafta yazan yazıların
çok saçma olduğunu düşünürüz ve biraz da
egomuzla ‘’Hah ha! Çok salakça!...’’ deriz.
Aslında çok salakça değildir. Çok salakça olsaydı
ben bunu buraya yazmazdım ve şunu da
söylemeliyim ki senden daha egoist bir tavır içine
girerek seni hayatın boyunca yaşama zevkinden
mahrum bırakacak cümlelerle yaşama zevkinin
zevkini zevk edebilirim kendime. Şimdi bu da
‘’Hah ha! Çok karışık lan bu…?’’ değil mi!?
Haaayyıırrr bebeğim! Yanılıyorsun… Tıs tıs tıs…
Neyse ki söylemek istediğim şeylerin
çerçevesinin sınırlarına kadar geldikten sonra
sınırdan dışarı çıkmayıp konuyu dağıtmadan
tekrar konuya dönebilme gibi bir yeteneğim var
ki konuyu dağıtmadan konuya devam edeceğim
şimdi. Konu şu: BUNUN BİR DÜNYA MESELESİ
olması! Evet! Konu bu! Çünkü ‘’Bu bir dünya
meselesi, iki dünya değil.’’ diye salakça bir
espriyle yayın hayatıma son vermek
istemiyorum. Bu dünya meselesi öyle bir mesele
ki hem beni bu yazıyı yazmak zorunda bırakıyor
hem de seni bu yazıyı okumak zorunda bırakıyor.
Bu öyle bir mesele ki içimizi dökecek kimsemiz
olmadığı zaman içimizi dökemeyeceğimiz kadar
acı, içimizi dökecek kimsemiz ya da kimselerimiz
olduğu zaman da onlara gereken değeri
vermeyerek yine içimizi dökecek kimse
bulamamamıza sebep olacak kadar da aşağılayıcı
ve bencil ve insan ve sövmekli ve ağlamaklı ve
düşündürmekli ve kısacası ve hayat…
Hayat bir küvetin içine doldurulmuş su kadar
köpüklü ve bir küvetin içinde yeni bir kıta
keşfetmiş gibi dönüp duran insan kadar Ameriko
Vespuçi. Ya da küveti olmayan bir Anadolu
çocuğu kadar leğen, maşrapa ya da kalıp sabun.
Geçmişimizi ne kadar da unutuyor ve
geleceğimizi ne kadar da amaçsız bir şekilde
bekliyor ve belki de küçümsediğimiz maşrapanın
bile bir icat sonucu ortaya çıkmış bir araç
olduğunu ya da zeytin yağlı bir kalıp sabunun ne
zorluklarla önümüze geldiğini unutup onu
küçümsemekle kalmıyor bir de bunlar yetmezmiş
gibi unuttuğumuz geçmişimizin, benliğimizin
kafasına su tabancası sıkar gibi küvete,
profiterole, yılışığa, ite, köpeğe, ‘’Naaaber
KANKA?’’ cümlelerine (KANKA büyük harfle.),
adam olmadığa, aleme, ALEMDAR’a, POLAT’a,
ona, buna, olura, olmadığa özeniyoruz. Bu tür
saçma sapan özentilere giren sana, bana, ona,
herkese soruyorum ‘’Ulan daha dün lazımlıkla
hayattan bir parça neşe bulduğunu unuttun
mu!?..’’ Ne kadar da pul biber.
Sonuç olarak kendisini akademisyen sanan
birçok Profesör ünvanlı Profesör Doktorların
yazmış olduğu makalelerden çok daha değerli bu
yazıyı şu şekilde sonuçlandırabiliriz; üstteki üç
paragrafı hatırlayarak. EGOİZM, VEFASIZLIK,
YOZLAŞMA… Lütfen bütün bunları unutun.
Çünkü bu yazı boyunca çok duyarlı bir duyguyla
çok duyarsızlık içeren kavramları sahnelemiş
oldum. Çok duyarlı olmak için bile duyarsızlık
meşrebimize aykırıdır.
©©©İbrahim Türkuçar ©©©
ümmü gül koyuncu
BİR KADIN AYİNİ: ALTIN GÜNÜ
Uzun bir geçmişe sahip olan ve bir nevi aylık ayin kabul edilen altın günü, bol kalorili, bol gösterişli, kısırlı, patates salatalı ve bol mayonezli bir gündür. Bu günde, makyaj yapmayanlar bile; allık, sürme ruj ve bil cümle boyalı şakırtılı şeyleri yüzlerine gözlerine boca ederler. Topuklu ayakkabı giyilmeli ve bu ayakkabılar tak taklamalıdır. Ses telleri zorlanmalı ve bol kahkahaya hazırlanmalıdır. Ayinin en önemli özelliği, iç-dış farklılığıdır. Ayin salonunun kapısından içeri girilir girilmez, sahte bir tebessüm ve dört dönen gözler, ayine hazırlık sayılmaktadır. Necla hanım, topuklu ayakkabısını giyerken, bir hevesle tepinmeye başlamış çocuğunu, ilk enerji boşaltım anlarında, havadayken ensesinden yakalar; “Bana bak velet, eğer orada benim bir dediğimi iki et, gözlerini aha şu parmaklarımla yuvalarından çıkarıyo muyum, çıkarmıyo muyum, görürsün eve gelince!” girizgâhıyla, kısa ama tehtitli bir nutuk çeker. Söylediği şarkı boğazına kaçan çocuk, soğuktan donmuş kuşu eline alır almaz, korkunun etkisiyle, hayallerinde boğarak öldürür. O an melek kesilir ve topluluğun içine girene kadar, anasının her dediğini yapar. Fakat diğer çocuklarla karşılaştığı anda, içindeki canavarı keşfedip, Hulk misali melek elbisesinden sıyrılıp, bir canavara dönüşür.
Aynı zamanda bir yarış olan bu ayin, içinde değişik kulvarlar bulundurur. En güzel kim olmuş kulvarıyla başlayıp, Sizinkisi de dert mi anacım, kulvarıyla son bulur. Olaylar kısaca şöyle gerçekleşir: Sabah erkenden kalkıp hazırlanmaya başlayan Necla hanım, bol simli, bol pullu, bol renkli ne varsa üzerine geçirir. Akabinde, ne kadar boncuğu varsa, burun deliklerine varıncaya kadar tıkar (takar). Aynı saatlerde Şahika hanım, gözlerine bir kilo sürmeyi çekmekte ve Zürriyet hanım, topuklu ayakkabılarını cilalamaktadır. Ayşen hanımsa, kendisine nazar duaları okuyup, ayin için son rötuşları bitirmektedir. Herkes modifiye oladursun, ev sahibi, kısırını, patates salatasını, kekini hazırlamış, süslenmeye gitmiştir. Karşı komşu Ayşen, baskın yaparcasına, zile çöker. “Ay anacım, şimdi gelirler, daha hazır değilsin.” İğnelemesi, hatta çuvaldızlamasıyla, ev sahibinin iki ayağını ve dahi, kolunu, burnunu, kafasını, kulağını, bir pabuca sokmaya çalışır. Bu sırada evin boşluğundan yararlanıp, mutfağa, hazır olan şeyleri parmaklamaya gider. Ön hazırlıklar tamamlanır ve misafirler, çocuklarını sıkıştırıp, patır patır ayin salonuna dökülürler. Parlak Necla, boncuklarını şıkırdatarak, kapıdan geçmeden, deve kuşu misali başını uzatır ve “ay kimse
gelmemiş diy mi? Bişi kaçırmadım, oh oh hahah.” Duasını okur. Bu, ayinin bir farziyetidir. Herkes, içeri girerken, bir şey kaçırıp, kaçırmadığını sormak zorundadır. Ayinde en önemli görevi, kapı zilindeki kuş üstlenir. Zavallıcık, hiç ötmediği kadar öter, bir süre sonra patlar, ve tüyleri oraya buraya saçılır. İçeriye giren her hanım, karşıdan rüzgâr esmesini bekler, beklediği rüzgâr gelince havaya girip; Türkçe meali, “Ay, kıskananlar çatlayabilir, kilo da verdim oh!” olan ve “Merhabalaaaaaar!” diye söylenen duayı okur. Ayinin ilk yarışı, çarpılma yarışıdır. “Öf, bu nerden çıktı beh! Keçinin sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş. Her taşın altından da bu Zürriyet cadısı çıkıyo.” Cümlelerini içinden geçiren hanımlar, “Ay seni çok özledim kııızz, yüzünü gören Cennetlik valla ehheh” derler ve ne kadar ağızları burunları varsa, yamultmaya çalışırlar. Ünlü türk düşünürü Recep İvedik’in tabiriyle, Gergedan Kadınlar Partisi olarak anılan bu ayin, adından da anlaşılacağı gibi 80 üzeri kiloya sahip kadınlardan oluşur. Araya karışan zayıf hanımlardan nefret edilir. Hele bir de “Yiyom yiyom alamıyom.” Diyenler varsa, saçları başları yolunmak istenir. Ayinin farziyetlerinden olan kısır faslı başlar. Herkes, ilk kez kısır yiyormuşçasına, tabağını yalar, yutar. “Vallahi çok yedim.” Cümlesinin ardında gizli olan, “kek yapmadın mı?” mânâsını sezen ev sahibi, gökdelen misali kabarttığı kekini seyre çıkarır. Kekler, pastalar da yenilip yutulduktan sonra, masa başında çay içilmeye başlanır. Bu fasıl; “Benim bu cefâm nedir, boyu posu devrilsin.” Yarışının habercisidir. “Ben çok zor doğurdum anacım. Vallahi şu ufak tefek çocuk (o anda çocuğuna bakarak gözlerini pörtleten Zürrtiyet hanım, “Akıllı dur yoksa sana gösteririm.” Demek istemektedir.) beş gün uğraştırdı beni. Ebe ilallah etti artık. Çocuk mocuk yok burada, olsa beş günde çıkardı, deyip eve gönderdi beni.” “O da bi şey mi? Bende ne barsak kaldı, ne mide. Hepsini döküp saçtılar. Sezeryan olcam diye bölük börçük oldum. “ “Halinize şükredin siz. Benim altızları doğururken ben, ışığı gördüm kaç kere. Doktor baaardı bana. Bi daha doğuracaksan, bana gelme dedi. Zaten ben can havliyle nası ses çıkardıysam, adamın kulaklar gitti. Duymuyo.” Etabın galibi belli olur ve Cazgır Kaynana bölümü başlar. “İşte bin zorlukla doğur, sonra da bi fiske vuracak olduğunda, elini havada yakalayıp kırsınlar.” Herkes kaynanası evdeyken, kocasının Kadir İnanır kesilmesinden dem vurur. Bu sırada biri çıkar ve etabın galibi olmasını sağlayacak cümleyi patlatır. “Hadi sizi yine öz be öz kocanız dövüyo. Benim bu kaynanam ne zaman sırtımı dönsem, koskoca kadın, sırtlan gibi üzerime sıçrıyo. Sırtımda kırılmadık süpürge, tabak kalmadı.” Galibin belli olmasıyla, tam etap kapatılacakken, ev sahibinin annesinin anıları depreşir ve derin bir off çekerek karşıki dağları yıkar. “Gızım valla sizinkisi dert deel. Benimki her gün saçlarımı ellerine dolar beni evirip çevirirdi. Hasta olduğunda, canı çıkasıca çorbama çorbama hapşırırdı ki, hasta olup geberiyim diye. Lohusaykene hüsüsü kayısı yedirirdi, ilaç neyin goyardı yemeeeme, Nuri Alço gılıklı.” Uzun süren acı çekme faslından sonra Islak Meşe Odunu Ödülleri sahiplerine verilir ve perde kolalama, püskül dikme, inatçı leke çıkarma bölümü başlar. Bu bölüm hararetli tartışmalarla ve en beyaz çamaşır benim çamaşırım yarışıyla kapanır. Artık eve gitme vakti gelmiştir. Yolunmuş tavuğa dönen ev sahibi, üzgünmüş gibi yaparak; “Bunu saymam bak, bi daha beklerim, bak mutlaka geleceksin ama ha, yoksa darılırım.” Diyerek, çocuğu seviyormuş rolüyle, yaramaz çocukların popsuna poposuna vurur. Herkes üzgün ve yorgun, en az beş kilo almış vaziyette yavaş yavaş evlerine dağılır. Harabeye dönmüş evden geriye, her şeye rağmen boşaltılmış içler, dökülmüş dertler ve bol altın kalır…
HOCA GERÇEKTEN CAMİDE Mİ?
Bu ay mizahın izah kısmındayım sevgili
dostlar. Zira karikatür kursunda öğrendim ilk
şey de bu idi. “Mizah, izahtır”. Çok sevgili
Adem Hoca sağ olsun. Muhtemelen biraz
sonra yazacaklarımı kastetmemiştir ama
olsun.
Hocalardan bahsetmek istiyorum biraz.
Üstad Cemil Meriç konuşsun: “Öğretmen ne
demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin
kelime… Hoca öğretmez, yetiştirir,
aydınlatır, yaratır”. Ve efsanelerin efsanesi
Mustafa Hoca… Bu ay aslında bu sütunda
kendisiyle yapılmış bir röportajı
okuyacaktınız. Her şeyi ayarlamıştım. Hayat
hiçbir zaman bizim planladığımız gibi
gitmiyor işte. Yoğun bakımlık haliyle bile
eline kağıdı kalemi alıp son anına kadar
yazan, son anında bile kendini düşünmeyip
etrafındakilere nasihatler veren, 50 yıl önceki
talebelerinin bile hala duasını alan Mustafa
Hoca. Şimdi köyde, bahçesinde 50, belki
50’den fazla ağaç barındıran (hepsini
Mustafa Hoca elleriyle dikti, suladı,
yetiştirdi) bahçemizde arkamıza yaslanıp
hemen karşıki tepede yine Mustafa
Hoca’nın, deyim değil gerçek anlamda,
tırnaklarıyla kazıyarak yetiştirdiği sayısı bini
aşkın çamlara bakıp şükretme zamanı.
Mustafa Hoca’yı tanımadığınız için
şanssızsınız sevgili dostlar. Halbuki onu
gökte uçan her kuş, yerde yürüyen her canlı
tanır ve arkasından dua eder. Kendisi de yine
yazdığı bir notla gökte uçan her kuşa, yerde
yürüyen her canlıya hakkını helal etmiştir.
Kardeşim bir gün ziyaretine gittiğinde
“Mustafa Hoca, nasılsın” diye sormuş,
hocam da “Ben senin dedenim, hocan
değilim” diyerek cevap vermiş. Soruyorum,
Sayın Afet Güçverir: Hoca nerede? Mustafa
Hoca benim dedem. Benim pamuk dedem.
Ama hoca dedem… Eskiden dedem sınıf
öğretmeni derdim. Yanlış. Dedem
öğretmezdi. Yaşatırdı. Yetiştirirdi.
Cenazesinin arkasından feryat figanlar değil
“Allah razı olsun”lar, “Keşke biz de böyle
yaşasak”lar bırakan bir hocaydı. Mekanı
cennet olsun. 81 yılının bir gününü boş
geçirmemiş bir adam. Allah razı olsun.
Ve Konya… ben Konya’yı tertemiz
bırakmıştım. Hayatımın en güzel 2 yılının
anılarının üzerinde şimdi pislik yığılı…
Belki çoğunuz ona Adem Ağabey
diyorsunuz. Ama ben onu Adem Hoca olarak
tanıdım, Adem Hoca olarak kalacak. Eli
öpülesi adam… İşte size gerçek bir hoca…
Topladı etrafına dostlarını, talebelerini,
fuhuşa karşı var gücüyle savaşıyor.
Muhakkak tek başına değil, yanındakilerin
hakkını yemeyelim. Ama işte dedik ya, o
hoca… Yetiştirir, aydınlatır. Biz uzaktakiler
için konuşmak, buraya yazmak daha zor.
Elimizden dua etmekten, fuhuşla
savaşanların sesini duyurmaya çalışmaktan
ve helal olsun demekten başka bir şey
gelmiyor. Allah sizlerden de razı olsun.
Sayenizde Konya yine tertemiz olacak
inşallah.
Geldik bizlere. Bizler öğrenci miyiz yoksa
talebe mi? Bizler talep eden miyiz yoksa
sistemin çarkı içerisinde bize dayatılanları
ezberleyen, öğreniciler miyiz? Bizler bize
ışık tutan hocalarımızın yardımıyla yön
bulanlar mıyız, yoksa öğretmenlerimize
öğretmenler gününde en klas hediyeyi
arayanlar mıyız (öyle öğretildiği için)?
Söyleyecek söz çok. Ama sevgili dostlar,
tekrar hatırlatayım benim dedem, yani
Mustafa Hoca, yani üstad, yoğun bakıma
girdiği güne kadar gelecek nesile bir şeyler
bırakma derdindeydi. Dünya malı dünyada
kalıyor; ama bunlar bizimle her yere geliyor.
Ömür gerçekten göz açıp kapamalık bir olay
ve fakat aldığımız her nefeste bu dünyaya,
dünya üzerinde yaşayan her bir canlıya,
bizimle birlikte ve bizden sonraki nesillere
bir şeyler bırakacak kadar da uzun. Bunun
kıymetini bilelim. Esen kalın efendim.
BİR SON SINIF ANATOMİSİ Üniversiteye adım atmış her gencin temel
amaçlarından biri de mezun olmaktır. Kimi okulunu aşkla bitirir ve mezuniyeti iple çeker, kimi de “Amaaan şu okul bir bitse de kurtulsam” hesabı, kapısı açılınca kafesine dönüp bakmadan uçan kuş misali kendini dışarı atıverir. Öyle veya böyle ortak amaç okulu bitirmektir. Üniversiteyi bitirme moduna genellikle son sınıfa geçilen yazın girilir (Son sınıfa geçerken alttan dersleriniz 5’den çoksa işiniz Allah’a kalmış gibi. Neyse siz yine de çok üzülmeyin nasılsa bitecek bu okul).
Son sınıfa geçerken görseniz herkesin bir etekleri tutuşur. Kimi Kpss dalgalarıyla kurs araştırma çabalarındadır, kimi “Benim dil öğrenip yurt dışına gitmem lazım tatlım!” diyerek etrafta dolaşır, Kimi, “Benim askerliği ertelemek için yüksek lisans yapmam lazım oğlum!” dalgalarıyla Ales’e sarar. Kimi de(5’den fazla alttan dersi olanlar diyelim) “Benim bu yıl okulu mutlaka bitirmem lazım hacı!” diyerek sınavdan bir gün önce çalışmaya devam eder.
Son sınıflar için yapılacaklar listesinin kabarıklığı da önemli meselelerden biridir. Mesela; Neden Her son sınıfın kepli fotoğraf çektirmesi farz üstü farzmış gibi bir muamele görür hiç anlamam. Bu çekinilen kepli fotoğrafların Facebook’da profil fotoğrafı olarak konulması
da bir ayrıdır zaten. Neyse siz çok istiyorsanız yapın yine No problem. Bide okul mezuniyet törenine ya da baloya katılmak istemeyenlere yapılan mahalle baskısı vardır. Maşallah bazı tipler vardır “o kadar çok sever ki arkadaşını” baloya ikna etmek için ölür resmen. Hayır arkadaşını bu kadar seviyorsan dersi geçmesi için ders çalışma noktasında yapsaydın bütün bunları yani dimi ama. Her neyse sinirlendim bak şimdi devam edeyim. Son sınıfta bazılarını eş bulma telaşının sarması sorununa ne diyeceksiniz? Üniversitedeyken bir hocamız üniversitenin yan amaçları arasında evlilik rolü üzerinde durmuştu. O zaman çok mantıklı gelmese de şimdi çok hak verdim hocama. Eş bulma hadisesini yan amaç olarak kullananları geçtim temel amaç haline getiren tipler bile var (Allah akıl fikir ihsan eylesin).
Velhasıl siz de son sınıf aşamasından geçmiş, geçiyor, geçecek veya hiç geçmeyecek olabilirsiniz. Her ne olursanız olun ayrıntılara boğdurmayın kendinizi. Yapmak istediklerinizi yapın tabi ama herkesin yaptığını da yapmak zorunda değilsiniz. Özgün olmak herkese nasip olmaz. Yeni şeyler deneyin derim. Neyse iyice babaanne gibi nasihate ve kişisel gelişim kitapları misali tavsiyelere başladığıma göre bana ayrılan süre sona erdi gibi. Yazıdan bir sonuç çıkaramadıysanız dönüp baştan okumanıza gerek yok. Ben de bir sonuç çıkaramadım. Anladıklarınızla idare edin şimdilik. Hadi sağlıcakla... Merve Özgenli
ÇIT SÖZLÜK “K”
“Çıt Sözlük”le Çok iyi bildiğiniz kelimeler
Çok iyi bildiğiniz anlamlarıyla yeniden karşınızda…
Kitap: Üzerine söylenecek çok şey olsa da, kısaca; Yüzyıllardır hak ettiği değeri görmeyen, bilgili bir o kadar da mütevazi, istediğimizde kapılarını bizim için sonsuza kadar açıp en yakınımız olabilecek (Yastığımız olabilecek kadar yakın) öğretmenlerdir. Koli I: Normal zamanda öğrenci milletinin aklına bile gelmeyen, ancak memlekete gidiş dönemlerinde özellikle kitapların taşınması için marketlerden ısrarla istenen, genellikle orta boyu makbul olan kutu. II. Şehir dışında okuyan öğrenciler için annelerin ısrarla yiyecek koymak üzere kullandıkları ancak -Anne ben eşya filan taşıyamam. Kalsın o götürmicem nidalarıyla isyan edilen ama sonucunda annenin olağanüstü güçleri sayesinde bi şekilde yanımızda bulduğumuz içi bolca yiyecek kokan ve iki gün içinde aç insan grubu yani öğrenci milletince içindekiler silip süpürülen ve sonuçta bomboş bir karton parçasına çevrilen zavallı kutu. Konya: Özlemi tarif edilemeyen memleket, etli ekmek kokusunu taaa şehrin girişinden duyduğumuz, düğünlerinde etli pilavın dibini gördüğümüz, caddelerinde (saçma sapan isimler yazan kağıtları görmediğimiz müddetçe) huzur bulduğumuz yokuşsuz diyarımız. Kulaklık: Kendisine gençler tarafından ciddi paralar harcanan, kullanıldıktan kısa süre cızırtılı sesler çıkararak insanı sinir etme potansiyeline sahip, çantaya attığınızda bin bir türlü düğümüyle çözmek için uzun bir zaman harcanan ama yokluğuna da dayanamadığımız iki kulaklı şirin şey.