viii. kur'an sempozyumuisamveri.org/pdfdrg/d147339/2006/147339_tekinm.pdffecr yayınları: 94...
Post on 25-Sep-2020
10 Views
Preview:
TRANSCRIPT
VIII. KUR'AN SEMPOZYUMU
Günümüz Dünyasmda Müslümanlar
14-15 Mayıs 2005 1 Yozgat
Ankara 2006
Fecr Yayınları: 94
Dizgi - Mizanpaj: CiNAS
Kapak: CiNAS
Baskı, Kapak Baskı: KALKAN MATBAASI
1. Baskı: Nisan'06
ISBN: 975-6004-09-6
FCR YAYlN REKLAM BiLGiSAYAR SAN. VE TiC. LTD. ŞTi.
Rüzgarlı Cad. Rüzgarlı işhanı No: 2 Kat: 5 Ulus/ANKARA
Tel: (O 312) 310 08 60- Fax: (O 312) 311 47 89
Web: www.fcr.com.tr- e-mail: fcr@fcr.com.tr
SUNUM
"islam Dünyasının Genel Durumu Üzerine"
Yrd. Doç. Dr. Mustafa TEKiN
Bugün gelinen noktada, islam dünyası, yaşanan tüm gelişme, savrulma ve alt üst oluşlara rağmen dikkat çekmeye ve global hiçbir planın gözden çıkaramadığı bir coğrafya olmaya devam etmektedir. Öyle ki gerek teorik gerekse pratik bağlamda, ıslam dünyasında gelişen hareketler, krizler, savaşlar, buhranlar sadece meydana geldiği coğrafyayla sınırlı kalmamakta, etkilerini dünya ölçeğinde göstermektedir. Esasen sosyal, siyasal, ekonomik, düşünsel vb. tüm farklı boyutlarda seyreden olayların altı kazındığında, bir şekilde islam dünyasıyla .ilintili olduğu anlaşılmaktadır.
Diğer yandan, küreselleşme olgusuyla beraber başlayan yeni dizayn sürecinin yoğun olarak odaklandığı alanın "islam Dünyası" olması, artık son dönemdeki işgallerden de net bir biçimde görülmektedir. Bilhassa 11 Eylül olaylarının ardından daha sıklıkla gündeme gelen ve tartışılan "makro tezler'' de yeni sürecin en önemli objesinin islam dünyası olduğunu teyit etmektedir. Nitekim gerek Fukuyama'nın "Tarihin Sonu", gerekse Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" tezlerine dikkatli olarak baktığımızda, "öteki"nin islam dünyasını işaret ettiği rahatlıkla söylenebilir. işte tam da bu nokta, islam dünyasını bir çok imkan ve zafiyetleriyle gündeme getirmektedir.
Biz bu tebliğimizde siyasal, toplumsal ve özellikle düşünsel bağlamda islam dünyasının genel panoramasını çizmeye çalışacağız. Bunun bir yandan bu sempozyumda ele alınacak konulara bir zemin oluşturması, diğer yandan da bir gelecek perspektifi çizebilmesi açısından önemli olacağı kanaatindeyiz. Bu bağlamda, islam dünyasının mevcut durumunu betimleyebilmek ve bazı temel noktaların altını çizebilmak için öncelikle kısa pir tarih okuması yapmak gerekmektedir.
21
Bir Tarih Okuması
islam dünyasının, Hz. Peygamber'den (sav) sonra medeniyet düzleminde iki büyük karşılaşma yaşadığını söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, bilhassa dört halife döneminden itibaren Müslümanların farklı kültür ve coğrafya ile karşılaşmalarıdır ki bu karşılaşma islam dünyasının temel imkan ve dinamiklerinin ortaya çıkması ve böylece çok büyük bir birikim ve edebiyatın oluşmasını sağlamıştır. Bu karşılaşmanın islam dünyası açısından en önemli başarısı, farklı kültürlerin soru(n)larına cevap üretmesi ve o kültürlerin tartışmalarıyla kendi dünyası ve birikimlerini zenginleştirmesidir. Bunun, bugün için öneminin altını çizmek zorundayız. Dolayısıyla bu karşılaşma, islam dünyası için nihai anlamda bir kriz oluşturmamıştır.
ikinci büyük karşılaşma, Rönesans, Reform ve Aydınlanma ile birlikte meydana gelmiştir. Modern dönemdeki bu karşılaşma, aslı itibarıyla bir meydan okumadır. Batı'daki yükseliş ile Osmanlı'daki çöküşün eşzamanlı bir seyir izlemesi, bizi böyle bir adlandırmaya sevk etmektedir. Diğer yandan islam dünyasının Batı kültürünün içinden çıkan soru(n)lara cevap üretme kapasitesini yitirmiş olması, onun büyük bir travma ile karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Bu açıdan bu karşılaşmayı bir meydan okuma olarak adlandırmak yerinde olacaktır.
Osmanlı Devleti'nin bilhassa 19. yüzyıldan itibaren hızlı bir çöküş içerisine girmesi ve meydana gelen toprak kaybı, gerçekten etkileri bugün de hala hissedilen bir vakum ortaya çıkarmıştır. Toprak kaybı, bir yandan farklı etnik özelliklere sahip Müslüman halkların Osmanlı'dan ayrılarak birer ulus-devlet olmalarıyla sonuçlanırken, diğer yandan islam dünyasının bütünlüğünün siyasal ve toplumsal anlamda parçalanmışlığını da beraberinde getirmiştir. Böylece Arabistan, Irak, Suriye, Ürdün, Fas, Mısır gibi Ortadoğu ve Afrika ülkeleri, kışkırtılan etnik ayrıştırmanın yeni tezahürleri olmuşlardır. Yine Avrupa topraklarından Osmanlı'nın geri çekilmek zorunda oluşu, sadece basit bir toprak kaybı olarak kalmamış, Hint alt kıtasından Ortadoğu, Afrika ve Avrupa'nın bir bölümüne kadar Osmanlı Devleti'nin kurduğu otorite, dışarıya karşı birlik ve bir arada yaşama tecrübesini de sona erdirmiştir. Bunun bir sonucu olarak islam dünyası, siyasal anlamda bir parçalanma süreci içerisine girmiştir.
Batı, Osmanlı Devleti'nin bilhassa 1700'1erden sonra giderek daha fazla ilgi ve dikkatini çekmeye başlamıştır. Çünkü savaş meydanlarında alınan yenilgiler, süreç içerisinde bir özgüven kaybıyla beraber düşünsel geri çekilmeye ve zihniyet dönüşümune sebep olmuştur. Bir başka deyişle, savaş meydanlarındaki yenilginin ve toprak kaybının bir paradigma sorunu olduğu düşünülmüş ve bu bağlamda bir dönüşüm kaçınılmaz olarak kendisini dayatmıştır. Böylece yenilgiler karşısında, ilkin aktarmacı ve askeri tedbirler almakla yetinilirken, daha sonraları sorunun daha derin-
22
lerde yattığının kavranmasıyla düşünsel bir tartışma zemini oluşmuştur. Ancak belirtilmelidir ki Batı ile islam dünyasının kıyaslanhıası, Müslümanlar arasında yaşanan travmayı hep belirgin kılmıştır ki etkileri bugün hala devam etmektedir.
Tabii ki bu siyasal parçalanmışlığın, toplumsal çözülmenin beraberinde getireceği bir diğer sorun da ekonomidir. Osmanlı Devleti, bir yandan toprak kaybedip öte yandan kendisini tamir etmeye çalışırken borçlanmış ve ardarda başına gelen felaketler ile bir anda çok sıkıntılı günler yaşamaya başlamıştır. Böylece devlet büyük oranda borca saplanmış, Kanuni devrinde yapılan kapitülasyonlar aleyhimize dönmüş ve Sevr'e kadar giden süreç böylece başlamıştır. Bu, içiçe geçmiş bir ilişkiler zinciri olarak Osmanlı'nın bağımsızlığına yönelik tasallutları hızlandırmış ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmesiyle son bulmuştur. Ancak daha sonraki süreçte, islam dünyasının gerek ekonomik gerekse stratejik önemi, Batı'nın Müslüman ülkelere karşı tavrında ve ilişkilerinde gerçekten belirleyici etkenlerden biri olmuştur. Nitekim Batı dünyasının sömürgeci faaliyetleri bir biçimde devam etmiş ve farklı yöntemlerle günümüze kadar gelmiştir. ilk önce açık işgaller biçiminde tezahür eden sömürgecilik, 1940'1ı yıllardan itibaren süreç içerisinde rafine yöntemlerle farklı bir biçim almıştır.
islam dünyasının bu parçalanmışlığı, bir çok düzlemde olduğu gibi toplumsal düzlemde de farklı boyutlarıyla tezahür etmiştir. Öyle ki birlik, bütünlük fikri, etnik ve ideolojik ayrıştırmalarla zedelenerek, Müslüman halkların üzerinde bulunduğu mutabakat, geniş ufuk ve evrensellik duyguları büyük oranda zarar görmüştür. Bu, düşünsel anlamda islam'ın modern zamanlardaki perspektif ve ufkunda ciddi tahribat yapmıştır. Diğer yandan Ortadoğu ve Afrika'daki Müslüman ülkelerde başa geçen otoriter, hegemonyacı iktidarlar da toplumun hem dışa açılımında hem de bazı zafiyetlerle malul olmalarında önemli paya sahip olmuşlardır. Kısaca işaret ettiğimiz bu tarihi hatırlatmaların ardından, günümüz üzerine yoğunlaşarak ve tarih içinde gelgitler yaparak islam dünyasının genel durumunu bazı detaylarıyla belirtmek uygun olacaktır.
A) Siyasal ve Sosyal Durum
Bugün, islam dünyası gerçekten bir parçalanmışlık içerisinde bulunmakla dışarıya çok kötü bir görüntü vermektedir. Batı dünyası bütün gücüyle Müslüman halklar ve ülkelere yeniden düzen vermeye uğraşmaktadır. Öyle ki Batı dünyasının karşısındaki yegane "öteki"nin islam dünyası olduğu gelinen noktada çok net bir biçimde anlaşılmaktadır. Bilhassa son 20-30 yıldan bu yana meydana gelen gelişmeler, bu kuşatılmışlık duygusunu daha da yoğunlaştırmaktadır.
Modern dönemde pozitivist postülalar çerçevesinde ortaya çıkan, insan bilgisi ve teknoloji arttıkça dinin geri çekileceği ve bir müddet sonra
23
yok olacağı beklentisi, özellikle 1960'1ardan sonra yerini "dinin yükselişi" denilen bir duruma bıraktı. Gilles Kepel'in "Tanrı'nın intikamı" isimli eserinde de önemle üzerinde durduğu ve tartıştığı bu konu, daha sonraki süreçte gözlerin islam dünyası üzerine çevrilmesine yol açtı. Sömürgecilik sonucu başlayan açık işgaller, bu tarihten sonra yerini daha rafine yöntemlere bıraktı ve post-kolonyal dönem başladı. Nitekim Ortadoğu ve bilhassa Afrika ülkelerinin sınırları cetvelle çizilmiş gibi bir müdahalenin izlerini taşımaktaydı. Bu ülkelerin tarihi okunduğunda bağımsızlık zamanlarının birbirine yakın olduğu çok net bir biçimde görülecektir. Postkolonyal dönemin en önemli özelliği ise, kapalı işgal, sömürü ve kontrolün bir biçimde bu ülkelerde devam ediyor oluşudur.
Kanaatimizce Batı'nın dikkatiNini yeniden Müslümanlara çevirmesine sebep olan olay iran devrimidir. iran devrimi 1979'da gerçekleştikten sonra, özellikle Amerika ve Avrupa ülkelerinin dikkati yeniden islam dünyası üzerine yöneldi. Her ne kadar iran devrimi, Şii kökenli Müslümanların bir siyasal tecrübesi olsa da genel "Müslüman" paydası altında Batı'lı stratejilere bir meyden okuma olarak algılandı. Yine aynı tarihlerde başlayan Rusya-Afganistan savaşının 1986'da Afganistan'ın galibiyetiyle sonuçlanması ile 1980'1i yıllarda Pakistan'da Ziyaü'I-Hak'ın bir darbe ile iktidara gelmesi, islam dünyasında dikkati çeken diğer olaylar olarak kaydedildi. Yine 1980'1i yılların ilk yarısında devam eden iran-Irak savaşı da bugüne etkileri ve uzantıları açısından önemle zikredilmesi gereken gelişmelerdendir.
1990'dan itibaren günümüze kadar yaşanan gelişmeler ise, islam dünyası açısından pek parlak bir görünüme sahip değildir. 1990 tarihi aynı zamanda, soğuk savaş döneminin sona ererek dünyanın tek kutuplu hale geldiği bir tarihin ertesine rastlamaktadır. Bu durum belki yaşanan olayların hızlılığını açıklayıcı bir etken olarak da okunabilir. 1990 yılında Irak'ın Kuveyt'e girmesiyle, aslında bölgenin yeni bir düzenlemeye muhatap olacağının işaretleri görülmeye başlanmıştır. Nitekim bugün Batı kuvvetlerinin lrak'ı işgal etmeleri, Suriye, irangibi ülkelere yönelik saldırı işaretleri bunun en kuvvetli delili olarak sayılabilir.
1990'1ı yıllara, islam dünyasını derinden etkileyen üç önemli olay damgasını vurmuştur. Bunlar Cezayir'de demokrasi tecrübesinin darbe ile sekteye uğraması ve ardından patlak veren iç karışıklık, Bosna ve Çeçenistan'da yaşanan işgal ve savaşlar. Bu olaylar bir yandan islam dünyasında derin bir üzüntü meydana getirirken, öte yandan Batı'lı değerlerin yeniden gözden geçirilmesi imkanını vermiştir. Filistin ise yıllardır Müslüman ülkelerin her vesileyle vicdan muhasebesi yaptıkları bir sembol haline gelmiştir.
Buraya kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere islam dünyası bir parçalanmışlık ve dağılmışlık görüntüsü vermektedir. Bu görüntü aynı
24
zamanda, ekonomik anlamdaki "varyiyemezliğin" sebebini de çok iyi açıklamaktadır. Çünkü dünyanın en zengin enerji kaynaklarının üzerinde oturan islam dünyası, henüz bunları koordine edecek bir ufuk ve anlayıştan uzak görünmektedir. Böylece bir hazinenin üstünde habersiz oturan yoksul aile üyeleri profili çizmektedir.
11 Eylül 2001 olaylarının ardından başlayan islam dünyasına yönelik saldırılar, Afganistan'dan sonra bugün Irak üzerinde şiddetle devam etmektedir. Saldırıların mevcut seyrine bakarak bir konsept değişiminin ve buna bağlı olarak büyük bir düzenlemenin oluşturulmaya çalışıldığı artık hiçbir tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır. Bu ülkelerin içine bir şekilde Türkiye'nin de dahil olduğunu söylemek için büyük bir bilgi ve birikime de gerek yoktur. Konuyla ilgili yazılanlara bakacak olursak, bu süreçte 20'den fazla ülkeye bir şekilde müdahale yapılması öngörülmektedir. Bu durum, islam dünyası üzerindeki ciddi hesapları gündeme getirmektedir.
Gerçekten 11 Eylül 2001 tarihi islam dünyası açısından da bir kırılma noktası olarak algılanmaktadır. "Terör'' kavramı üzerinden kurulmaya çalışılan yeni konsept ile Afganistan, islam dünyası içerisinde düzenlemeye tabi tutulan ilk ülke olmuştur. Afganistan, Rusya ile savaşının ardından iç karışıklıklar yaşamış, Taliban iktidarının ardından Batının kontrolü altında bulunan bir devlet haline gelmiştir. Pakistan da bu çerçevede toplumsal bir yeniden düzenlemeye maruz kalarak, Batı dünyasının global politikaları içerisindeki yerini almıştır. 11 Eylül olayları ardından şu anda ikinci adım işgal Irak'ta yaşanmaya devam etmektedir. Saddam idaresinden kurtulan halk, işgalden bu yana kan, gözyaşı içinde Amerikan hegemonyası altında bir sömürü ülkesi durumundadır. Bu durum aynı zamanda yeni dizayn sürecinin Ortadoğu olduğunun açık işaretleri olarak, bölgedeki bir çok Müslüman ülkeyi bir çok bakımdan tedirgin etmektedir. Bu bağlamda Suriye, İran, Türkiye, Arabistan ve diğer ülkelerin bu süreçten nasıl etkileneceklerini zaman gösterecektir.
islam dünyasının diğer ülkelerine baktığımız zaman da pek iç açıcı bir görüntüyle karşılaşamamaktayız. Somali, Etiyopya gibi Afrika ülkeleri açlık ve yoksulluk sorunu ile mücad0le etmektedirler. Bu ülkelerin asgari gündelik yaşam standardının çok altında yaşadıkları bir gerçektir. Diğer yandan sağlık sorunları da onları bir hayat-memat meselesi karşısında bırakmaktadır ki bugün islam dünyasının bir ayıbı olarak bunun altı çizilmelidir. Fas, Tunus, Cezayir, Mısır gibi ülkeler ise otoriter yönetim, toplumsal gerginlikler bağlamında adından söz ettirmişlerdir. Sömürü ve işgal yaşayan bu ülkelerin, hala sorunlu durumları devam etmekte ve islam dünyasının varoşlarında ciddi birikim, donanım ve yüzleşmeden uzak görünmektedirler.
25
Filistin ise islam dünyasının başlı başına kanayan yarası haline· gelerek adeta sembol olmuştur. 1940'1ı yıllar hatta Osmanlı'ya kadar geri götürülebilecek olan Filistin sorunu, gün geçtikçe ümitsizliğin ve çaresizliğin bir tezahürü gibi algılanmaktadır. Tüm Arap aleminin ötesinde, Müslüman halkların gözlerini dikerek dikkatle izlediği Filistin sorunu, islam dünyasının her bakımdan bir hülasasını oluşturmaktadır. Malezya ve Endonezya gibi ülkeler ise, toplumsal ve gündelik hayat açısından sıkıntılıdırlar ve son dönemde yaşanan bazı felaketler bu sıkıntıyı daha da arttırmıştır. Türki Cumhuriyetler ise, bir çok. açıdan kuruluş aşamasını bile tamamlayamadıkları gibi, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından ciddi bir kimlik krizi yaşamaktadırlar. Bu arada Avrupa ve Amerika'daki nüfus da özellikle 11 Eylül olaylarının ardından çok yüksek düzeyde bir baskı ile karşı karşıyadır. Bu, bilhassa Amerika'da daha belirgin olmakla birlikte, Avrupa'da da Fransa ve Almanya gibi ülkelerde artma temayülü göstermektedir.
Türkiye ise gerek yaşadığı tarihi tecrübe, gerekse bulunduğu jeopolitik ve kültürel konum açısından çok farklı bir yerde durmaktadır. Öncelikle 600 yıl yaşamış bir cihan devleti bakiyesi olan Türkiye, bu anlamda ciddi bir tarihsel, toplumsal hafıza ve tecrübeye sahiptir. Bu durum Türkiye'nin önemini arttıran başlı başına bir etmendir. Ancak geçmiş ile bugün arasında yaşanan gel-gitlerde ortaya çıkan kimlik krizi, Türkiye'nin hala en büyük handikabını oluşturmaktadır. Tarihi tecrübenin kendiliğinden doğal olarak işaretiediği liderlik konumu, farklı siyasetiere servis sunabilecek tanımlarda ve kültürel yönelimlerde kendisini göstermektedir. Öncelikle Müslüman ülkeler, Türkiye'nin her bakımdan kendi kültürel iklimlerinde liderliğine sıcak bakarken, bu liderlik konumuna, islam dünyasının farklı kültürel ve paradigmal dünyaya entegre edilmesinde işlevsel rol yüklenmek istenmektedir. Nitekim Euro islam, Amerikan islam'ı kavramsallaştırmalarının bir uzantısı olacak islam anlayışları kendisini göstermektedir. Türkiye'ye islam dünyasında sahip olduğu prestijli konumdan dolayı "model ülke" rolü verilmek istendiğini ve bu çerçevede kimi tartışmaların yaşandığını hatırlatalım. Avrupa Birliği sürecinin Türkiye'nin yönelimlerinde ciddi olarak belirleyici olacağını söylemeliyiz. Bu bağlamda Türkiye'nin Avrupa Birliği serencamı, gözlenmesi gereken bir nitelik taşımaktadır. Diğer yandan Türkiye'nin ekonomik, sosyal, siyasal, düşünsel sorunları, onun atılım ve sıçrama imkanlarını önemli oranda zaafa uğratmaktadır.
Bu anlatılanlara dikkat edildiğinde, bir kaç noktanın önemle altının çizilmesi gerektiği hususu beiirtilmelidir. Bir kere islam dünyası, genel bir potansiyel ve nüfus olarak tek bir coğrafya ya da kıta içerisinde sınırları çizilebilecek kadar bir arada olmamakla birlikte, Ortadoğu merkezli konumlanmada bir yoğunluk kazandığı söylenebilir. Bu durum, özellikle Ortadoğu'da yer alan islam ülkelerini ekonomik açıdan dikkat çekici kılmak-
26
ta; dolayısıyla global planların nesnesi haline getirdiği gibi etkinliklerini de sürekli zayıflatmaktadır. Bu ülkeler, kendi içine kapalı bir aşiret imajıyla dünya gündemine sunumlanmaktadırlar. Avrupa ve Amerika'da yaşayan Müslümanlar ise, farklı medeniyetle karşılaşma bağlamında birebir ilişki yaşamaktadırlar. Bu da onlara değişik tecrübeler kazandırmaktadır.
Kısaca panoramasını çizmeye. çalıştığımız islam dünyasının bu olumsuz manzarasını, bir başka açıdan yeni kıpırdanışlar ve arayışlar olarak da okumak mümkündür. Ancak bunun yeterli düzeyde olmadığını da kabul etmek gerekir. Biz tanı da bu noktada, mevcut manzaranın daha derinlerde yatan ve zeminini oluşturan düşünsel boyutunun daha önemli olduğunu düşünmekteyiz. Bu bağlamda islam dünyasının içinde bulunduğu durumdan· sağlıklı bir şekilde çıkışında önemli rol oynayacağını zannettiğimiz fikri ve düşünsel bazı zafiyetlere işaret etmek istiyoruz.
B) Düşünsel Durum
Öncelikle temel soru(nu)muzu ortaya koymak zorundayız. Bu soru(n), aslında tüm tarih boyunca sürekliliği ve dinamikliği vurgulamaktadır ki şu şekilde ifade edilebilir: "içinde bulunduğumuz modern/post modern zamanlarda islam'ı hayatın içinde nasıl inşa edebiliriz?" Soruya dikkatle baktığımızda şu temel hususların altını çizdiğini öne sürebiliriz: Batıislam karşılaşması, islam'ın cevap üretme potansiyeli, insan özne, dinamiklik, hayatın içinde bir inşa ile özgüven. Bunlara ek olarak sekülerleşme, mesiyanik beklentiler, konjonktürel okumalar, tarih felsefesi, kendi imkan ve dilini kullanma ve kimlik gibi sorunları da zikredebiliriz. Şüphesiz her biri başlı başına bir inceleme konusu olan bu sorunlara kısaca değinmekte fayda görüyoruz. Çünkü düşünsel anlamda bunlar, islam dünyasının genel panoramasını çizmede paranteze alınamayacak kadar önemlidir ve daha da önemlisi Müslümanlara bir hayat ve gelecek tasavvuru inşa etmelerinde aynadıkları roldür.
islam'ın modern zamanlarda inşa edilmesi, öncelikle islam'ın diğer kültür ve medeniyetlerle karşılaşması ve daha ileri düzeyde "yüzleşmesi"ni ima etmektedir. Bu ise, bir yandan daha donanımlı bir profil oluşturmaktan geçtiği gibi, bir özgüveni de aynı oranda gerektirmektedir. Yukarıda da bir vesileyle belirtildiği gibi, islam dünyasının coğrafi genişlemesine paralel olarak diğer kültür ve medeniyetlerle yüzleşmesi sonucu, hem islam düşüncesi bir açılım sağlamış, hem de devasa bir edebiyatın oluşmasına zemin hazırlamıştır. Şüphesiz modernlikle karşılaşma, islam dünyasında büyük bir travma oluşturmuştur. Ancak bugün yapılması gereken şey; islam dünyasının yaşadığı bu travmadan donanımını arttırarak, Batı medeniyetiyle yüzleşerek, düşünce dünyasına bir açılım getirerek çıkmasıdır. Bu, tam da küreselle;;menin kendisini bütün enstrümanlarıyla hissettirdiği bir dönemde daha da anlam kazanmaktadır. Çünkü islam dünyası, bugün öykünme ile içe kapanma arasında bir gel-git yaşa-
27
maktadır. Küreselleşmenin aktörleri global ölçekte yeni kriz bölgeleri, ye- · ni stratejiler ve planlar geliştirirlerken, islam dünyasının genel tavrı her yeni duruma uygun mutabakatlar çıkarmak biçiminde tezahür etmektedir. Bu çerçevede islam dünyası, şu iki yoldan birini takip etmektedir: Ya küresel pastadan pay almak için kurtlar sofrasına dahil olmakta ya da reaksiyoner bir tavır takınarak her yeni duruma antolajik bir anlam yüklemektedir. Burada göze çarpan en önemli zihinsel maraz; üçüncü şıkkın imkansızlığını varsaymaktır. Böylece kendi "imkan"larını yoklamadan düşünsel temellendirme girişiminde bulunmak gibi bir tıkanıklığa kendisini mahkum etmektedir.
Reaksiyoner tavrın islam dünyasını belirleyici bir dil haline geldiğine şahit olmaktayız. Bu tavır bir yandan özne-nesne, diğer yandan tanımlama-tanımlanma konsept ve ilişkileri içinde daha da belirgin ve somut bir nitelik kazanmaktadır. Nitekim islam dünyasının nesne konumu ve "terör" kavramı içine sıkıştırılan tanımlanması bu durumu ele vermektedir. Bilhassa 11 Eylül olaylarının ardından, ne kadar süreceği şimdiden kestirilemeyen operasyonların, islam ve terör özdeşleştirmesinin açtığı alanda meşruiyet kazanmaya çalıştığı bir gerçektir. Batı dünyasının dünya halkları üzerinde bıraktığı yegane residu tanım da bu şekildedir. Tüm bunların işaretiediği sorun ise, kendi dil ve imkanından yoksunluk ile özgüvensizliktir.
Bütün bu global ölçekte yaşanan gelişmeler, Batı medeniyetinin "güç" üzerine kurulu hegemonik bir anlayışın ötesinde, dünyaya yeni bir öneri getiremediğini göstermektedir. Bu durum, aslında islam dünyası için tam da bir imkana dönüşebilecek zaman aralığına tekabül etmektedir. Bilindiği gibi, her bir tikelliğin kendisini ifadeye imkan bulacağı bu dönemde, islam dünyası kendisini "keı;di" tanımiayarak küresel ölçekte sirkülasyona girebilir. Ancak maalesef burada da islam dünyasının savunmacı ve değillemeci bir dil içinde tıkandığını görmekteyiz. içeriği her dönemde muğlak bırakılan ve boyutları değişen Oliver Ray'un "Siyasal islam" kavramıyla ilgili tanımları, bu çerçevede okunabilir. Nitekim "Siyasal islam" kavramını icat eden de iflasını veren de islam dünyasının dili değildir. Bugünlerde çokça tartışılan Euro islam, Amerikan islam'ı gibi kavramsallaştırmalar da aynı zihni yapının uzantılarıdır. Bu manzara karşısında islam dünyası, dünya kamuoyunda kendini ibra etmek üzere "ne olmadığı"nı anlatmaya çalışmakta, "ne olduğu"nu bir türlü tanımlayamamaktadır. Tabi ki 11 Eylül 2001 olayları bir terör saldırısıdır ve sorumluları cezalandırılmalıdır. Ancak bunun "Siyasal islam" gibi bir kurgunun üzerinden islam-terör özdeşleştirmesine doğru genişletilmesi ve tüm islam dünyasına yönelik bir saldırıya dönüştürülmesini hangi vicdan ve insaf sahibi kabul edebilir? Bu bağlamda islam dünyası, dışarıdan tanımların olumlu ya da olumsuz hiçbir şekilde içinde kendisine yer aramamal ıdır.
28
Tüm bunlar ise "değillemeci" bir dille değil, dünyaya islam'ın önerilerini bugünün diliyle sunmakla olacaktır. Bir başka deyişle, islam, kendisine bir biçimde tevcih edilen her soruya (meydan okuma) aksiyener olarak cevap üretebildiği oranda bunu başaracaktır. Dolayısıyla "öteki"ni eleştirerek değil, kendisini anlatarak yoluna devam etmelidir. Bu, tam da Batı'da insanın ve toplumun ölümünün tartışıldığı bir çağda daha da anlamlı hale gelmektedir.
öte yandan 1700'1erden bu yana geri-ileri antagonizması konseptinde, "geri" kategorisi içinde konumlandığı bilinçaltına sahipmiş gibi görünen islam dünyasının özgüven bunalımı da hala devam etmektedir. Mevcut bunalımı siyasi, ekonomik, düşünsel ve toplumsal tüm alanlarda gözlemlemek mümkündür. Bu, öykünmeyi arttıran en önemli psikolojik unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz islam dünyasının bir yenilgi yaşadığı doğrudur. Yine teknolojik, siyasal, toplumsal, düşünsel bir çok sorunları da bulunmaktadır. Bunları inkar etmek mümkün değildir. Ancak buradaki en önemli sorun, yenilmişliğin giderek "paradigma" da şüpheye dönüşmesi; dolayısıyla özgüven bunalımının derinleşmesidir. Bu manzaranın bir sonucu olarak islam dünyası, dışarıdan bir bakışla oryantalist söylemlerle kendisini inşa etmektedir.
Belki düşünsel bağlamda değinmemiz gereken en önemli husus, islam dünyasının bir tarih, gelecek perspektifinden yoksunluğuna bağlı olarak mesiyanik beklentiler içinde bir ümitsizliğe doğru savrulmasıdır. Bu ise, islam dünyasında insan öznenin tarihten çekilişini beraberinde getirmiştir. Öyle görünüyor ki tarih, islam dünyasında bir mistik okumanın konusudur. Buna göre tarih, Sünnetullah'ın salt Allah'ın müdahalesiyle gerçekleşmesi gibi bir çerçeve içinde aniaşılma eğilimindedir. Kur'an-ı Kerim'de Bakara suresinde israiloğulları'nın Hz. Musa'ya (AS) "sen ve Rabbin gidin" ifadesinde de görüleceği gibi insan özne tarih dışına atılmaktadır. Bugün, kurtarıcı bekleme fikrinin yaygınlaşması da aynı zihniyetin bir başka uzantısı olarak ortaya çıkmaktadır.
Şüphesiz islam'ın genel teolojik yaklaşımına göre, Allah, tarihe müdahildir. Ancak bu, insan öznenin yeniden tarihe girmesi, sorumluluğunu üstlenmesi ve kurucu bir özne olarak müdahale ve yönlendirmesi ile söz konusu olabilir. Bu bağlamda islam dünyasına gözlerimizi çevirdiğimizde, tarih insan öznenin değmediği bir mekanizma olarak algılandığından "müceddid", "Mesih", "kurtarıcı" bekleyişi artmakta, böylece tüm sorumluluk beşer üstü güçlere devredilerek yaşanan olaylara seyirci kalınmaktadır. Bu, açıkça tüm tarihin ve geleceğin "beşer üstü" parantezinden okunmasının bir sonucudur. Nitekim bu okuma ile Hz. Peygamber (sav), düşünsel inşaların sınandığı bir alan özelliğini kaybederek örnektiği berhava olmakta, "kahraman"lar gibi efsaneleşip hayatın dışına çıkmakta, Asr-ı Saadet ise anakronizmin meşruiyet çerçevesi haline getirilmektedir.
29
islam dünyasında "Müslüman" sıfatı, çoğu zaman galibiyetin garantisi olarak görülme eğilimindedir. Bu sıfat, bir kereliğine ve bütün zamanlar için garantilenmiş bir galibiyetin adı gibi algılanmaktadır. Niteliği, sorumluluğu, özneliği dışarıda tutan; dolayısıyla Müslümanlığın nominal değerini kutsayan bu anlayış, "AIIah'ın (CC) yardımını elde var kabul ederek" insan öznenin tarih dışında duruşuna tanıklık etmenin dışında bir işlev görmemektedir. Halbuki islam, Müslüman sıfatına ontolojik bir yükleme ile tarih perspektifi sunmaz. Kur'an-ı Kerim'i bilhassa kıssalar üzerinden iyi okuduğumuzda, insanın aktör olarak içinde yer aldığı bir tarih perspektifi olduğunu görürüz.
Sonuç Yerine
Kısaca tarihi uzantılarıyla çizmeye çalıştığımız islam dünyasının genel durumuna dair iyi bir resim çıkmadığının elbette ki farkındayız. Kimi bakış açısından meseleye çok kötümser bir çerçeveden yaklaştığımız bile iddia edilebilir. Şüphesiz tüm bunlar, islam dünyasında bir kıpırdanışın olmadığı ya da bir yol kat edilmediği gibi karamsar bir sonuca ulaşmamızı gerektirmez. Fakat nerede durduğumuzu da iyi görmek gerekmektedir. Ekonomik, sosyal, siyasal, düşünsel vb. açılardan islam dünyasının sahip olduğu potansiyeli kuvve haline getirmesi önem taşımaktadır. Bu bağlamda öncelikle, acil olarak parçalanmışlık görüntüsünden kurtulmak ve sahip olduklarını en verimli ve koordineli bir biçimde kullanmak durumundadır.
Tersinden bir bakışla, Batı dünyasının yegane "öteki"sinin islam dünyası olduğu argümanından hareketle, islam dünyasının büyük bir kuvveti bünyesinde taşıdığı söylenebilir. Bu, dışarıdan bir bakışla, islam dünyasının gelecek vaat edebileceği şeklinde okunabilir. Diğer yandan şiddet ve güç dışında insanlığa hiçbir önerisi kalmamış Batı dünyasının mevcut konumu da islam dünyasına bir imkan sağlamaktadır. Ancak bu "imkan"ın mümküne dönüştürülmesi, islam dünyasının tarihe bir kurucu özne olarak girmesini zorunlu kılmaktadır. Bununla da bağlantılı olarak tarihi, toplumsal, teorik ve pratik bir takım yüzleşmeler de büyük bir özgüvenle ve hamasetten uzak bir şekilde yapılmak durumundadır.
Düşünsel, siyasal, sosyal, ekonomik vb. tüm alanlarda yapılacak entelektüel ve pratik düzeydeki çalışma, tartışma ve teşebbüslerle mevcut durumu aşmak için herkesin kendi "işi"ni yapması gerekmektedir ve bu çerçevede her bir Müslüman bireyin tarihe dahil olması bir zorunluluktur.
30
top related