kitap aydınlık · ta Öyküler” adlı dosyasına verirken; orçun Ünal, ali İpek ve tunç...
Post on 17-Jul-2020
1 Views
Preview:
TRANSCRIPT
AydınlıkBU SAYIDA
40KİTAP
TANITILIYOR
6 Temmuz 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 19
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITAP.
Anne Frank ile Vermeer’in
benzer sonları
Yaşayanölüler
Dizeyi konuşturankadın: Kutsal Şaire!
Kimin eli kimin cep’hesinde?
Türkiye’nin Anayasabirikimi
Ayla Kutlu’nun çocukları
“Tiyatroaklın vitaminidirama...”
“Tiyatro aklın vitaminidirama...”
Can Gürzap“PerdeArkasından”kitabını anlattı:
Can Gürzap“PerdeArkasından”kitabını anlattı:
Toplam: 678
6 TEMMUZ 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Varlık dergisinin yayına başladığı 1933 yılından bugüne dek sürdürdüğü “edebi-
yatımıza yeni değerler kazandırma” çabası, 79. yılında da edebiyatseverleri yeni im-
zalarla buluşturdu. Bu yıl şiir dalında Harun Atak, öykü dalında ise Gökçe Parlakyıl-
dız ödüle değer görüldü.
Gülseli İnal, Sinâ Akyol, Tarık Günersel, Metin Cengiz ve Enver Ercan’dan olu-
şan şiir seçici kurulu yaptığı değerlendirme sonucu, ödülü oybirliğiyle Harun
Atak’ın “Tekvin ve Hiçlik Kitabı ya da Âh” adlı dosyasına verirken; Gökhan Turgut,
Ozan Utku Akgün, Hakan Yirik’in dosyalarını “dikkate değer” buldu.
Nursel Duruel, Feyza Hepçilingirler, Hatice Meryem, Mehmet Zaman Saçlıoğlu
ve Feridun Andaç’tan oluşan öykü seçici kurulu ise ödülü Gökçe Parlakyıldız’ın “Has-
ta Öyküler” adlı dosyasına verirken; Orçun Ünal, Ali İpek ve Tunç Kurt’un dosyala-
rını “dikkate değer” buldu.
� � �
İçinde bulunduğumuz 2012’de 30. kuruluş yılını kutlayan Bu Yayınevi de genç ya-
zarlara yönelik yeni bir edebiyat yarışması düzenliyor. “Bu Yayınevi 2012 Gençlik Ede-
biyatı Fantastik Roman Yarışması”na başvurular 1 Şubat’ta başlamıştı, 13 Temmuz Cuma
günü sona erecek.
Yarışma jürisi Yrd. Doç. Dr. Zeynep Oktuğ (psikolog-yazar), Şebnem Pişkin (ya-
zar), Adnan Özer (yazar-şair-yayıncı), Yiğit Değer Bengi (yazar-çevirmen), Doğu Yü-
cel (yazar-senarist) ve Bu Yayınevi’nin editörü Aşkın Güngör’den oluşuyor.
Birinci seçilen esere 3 bin TL, ikinciye 2 bin TL, üçüncüye de bin TL verilecek olan
fantastik roman yarışmasıyla ilgili ayrıntılı bilgi, www.buyayinevi.com’dan alınabilir.
� � �
Genç yazarları öne çıkarmak ve edebiyat dünyasına kazandırmak amaçlı bu tür et-
kinliklerin yararı, verimi tartışma götürmez tabii ki. Ama işin bir de “ilerisi” var ki uzun
söze gerek yok… Uluslararası Yayıncılar Birliği temsilcilerinin 2 Temmuz’da İstanbul’da
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde düzenlediği basın toplantısında açıklandığına
göre, dünyada en çok siyasi tutuklunun bulunduğu ülke Türkiye! Vurgulayalım, bu ko-
nuda, “ülkelerden biri” değil, ilk sıradaki ülkeyiz!
Ve bir veri daha: Şu anda cezaevlerimizde bulunan lise-üniversite öğrencisi sayısı
ise 771!
Ne dersiniz, bir yayınevi de gençlere yönelik “İleri demokrasi ve edebi yaratıcılık”
konulu bir yarışma düzenler mi acaba?
Gençlere ödüller,yarışmalar…
İÇİNDEKİLER SUNU
www.AydinlikGazete.comkitap@aydinlikgazete.com
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat
Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Editör: Pınar AkkoçYazıişleri: Damla YazıcıReklam Müdürü: Saynur OkuroğluSayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Körlük / Jose Saramago - Roman /Can Yay. Yazar, bu romanında körlüğü bir metafor olarak kul-lanarak kapitalizm ve liberal demokrasinin insanla-rı sürüklediği olumsuzlukları ve sağlıksız dünyayı us-talıkla betimlediği ve okura da yaşattığı için.
Gelecek / Doğan Kuban - Siyasal Yazılar /Cumhuriyet Kitap.Türkiye'nin gelişmesini engelleyen temel sorunları vegelecekle ilgili olasılıkları geniş bir perspektiften vesorumlu aydın gözüyle irdeleyen çok olgun bir çalışmaolduğu için.
Hayatın Anlamı / Terry Eagleton - İnceleme / Ayrıntı Yay. Günümüzün en önemli edebiyat eleştirmeni ve dü-şünürü olan yazar, popüler kültür ve 'anlam endüs-
Haftanın Portresi: Rıfat Ilgaz s. 4
Kimin eli kimin cep’hesinde? s. 5
Çakal Carlos’un Gizli Savaşları s. 6
Anne Frank’la Vermeer’in benzer sonları s. 7
Sürekli yürüyüş halinde bir halk: Moğollar! s. 8
Babil Balığı s. 9
Halkın Haber Alma Özgürlüğü s. 11
Bir Cumhuriyet Savaşçısı’nın
yaşam öyküsü s.14
Hegel’in yazgısını Türkiye
gerçeğinde paylaşmak s. 15
Egemenlik ve ait olduğu sınıflar s. 16
Agah Özgüç:
“Öpüldünüz” Tarık Dursun K... s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18
Ayla Kutlu’nun çocukları s. 20
Sahaf s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
Bazen şaman, bazen bilge bir ihtiyar... s. 10Hakikati Yakalama Hakkı ya da
Kapak / Can Gürzap: Tiyatro, aklın vitaminidir ama... s. 12
ÖneriYorum
İNCİARAL
1)
4)
5)
2)
3)
Ah Bu Rüzgar / Katherine Mansfield - Öyküler / Can Yayİncelikle işlenmiş, çekici ve usta işi bu öyküler
üzerlerinden geçen zamana rağmen hiç es-
kimemiş. Öyküyü özleyenler için.
Mrs. Dalloway / Wirginia Woolf - Roman / Kırmızı Kedi Yay.Bu klasikleşmiş romanı bir kez daha ve İlk-
nur Özdemir'ın kusursuz çevirisinden oku-
mak isteyenlere.
trisi' tarafından işgal edilen bir alanda hayatıngerçek anlamını sorgulayıp tartışmaya açtı-ğı için.
6 TEMMUZ 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
DAĞHAN DÖNMEZdaghan_donmez@mynet.com
İnsanlık tarihine bakıldığında, peygam-
berlerin veya bilginlerin; söylevleri kadar ya-
şama biçimleriyle de toplumdan ayrıldıkları
görülür. Hz. Muhammed’in Nur Dağı’nın
Hira Mağarası’nda inzivaya çekilmesi, keza
Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün bir tepede tek
başına tefekküre dalması, insanın binlerce
yıldır yükseklikle uhreviyet arasında kur-
duğu bağa işaret eder. Günümüz kapital ça-
ğında, holding patronlarının ofislerini;
göğü delen plazaların son katına inşa et-
melerinin sebebi de, zamana uygun bir pey-
gamberlik ilanıdır belki de…
Oysa şairler, ruhuna tünel kazan, asi-
metrik yükseklikler inşa eden çok boyutlu
varlıklardır. Durduğu yerde çoğalır, derin-
leşir şair! Bilhassa, havasını soluduğumuz
maddeci, yüzeysel dünyada ayrıksı otlar gibi
biter! Ruhuna tuğlalar taşır; kendi “özel”
dünyasını inşa eder.
1961 yılında eleştirmen Hüseyin Cön-
türk, Turgut Uyar ile ilgili yazısında şunla-
rı söylüyor: “Şairin iyi şair ol-
ması için bir dünya görüşü ol-
ması şart değildir. Ama özel
bir dünyası olması ya da dün-
yaya özel bir bakışı olması
şarttır.” Leyla Mihrinaz En-
gin, Roza Yayınevi’nden çı-
kan “Kadın ve Dize” adlı
üçüncü şiir kitabıyla özel bir
dünya kurmuş yazarlardan…
“Şiir yazmak aklıma gelmedi,
şiir yüreğime indi” diyor! Ki-
tabın 108. sayfasındaki mıs-
ralar, sanki bu düşünceye
tercüman olur gibi:
“ cennet de cehennem deiçimde iki kalyon
kendimde aradım kendimde buldum “ Sanırım K. İskender’di; şair olmasam ka-
til olurdum diyen şair… Leyla Engin’in şii-
re bakışı, bana K.İskender’in bu sözlerini
anımsattı. Leyla Engin, 1970 yılında Muş’ta
doğuyor. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Muha-
sebe Bölümü’nü bitiriyor. Van’da yayımla-
nan Prestij ve Bölge gazetelerinde deneme
ve şiirleri yayımlanıyor. Artos Şiir Tepesi An-
tolojisi’nde şiirleri, Hazan, Artos, Ahta-mara, Bülten13, Mor Kalem, Seyir, Sakız-ağacı, Sanat Sokağı, Eşik, Roza, Esmer gibi
sanat ve edebiyat dergilerinde eserleri ya-
yımlanıyor. Özel bir bankada çalışıp, içindeki
şiiri muhafaza etmeye gayret ediyor.
“Taşra insanı olmak ile, kent insanı olmak
farklıdır. Kadın olmak, hele ki boşanmış bir
kadın olmak; iyiden iyiye zordur bu coğraf-
yada… Aramak varsa yol vardır, yol varsa
uzaklaşmak… Ancak insanın yegane uzak-
laşacağı yer, yine kendisidir. Dinse, insanın
kendiyle uzlaşmasıdır. Kendiyle uzlaşan in-
san, dini anlamış demektir.”
Leyla Engin’le yaptığım telefon söyle-
şisinde yakaladığım, satır arası aforizma-
lardı; bu cümleler…. Şairin dünyaya ba-
kışını anlatan tümceler… İlla bir yere
koymak gerekirse, kendini “varoluşçu”
olarak niteliyor; Leyla Engin… Ve varlı-
ğının kitaba yansıyan satırları:
“ağını gecede ördü örümcekörümcek avına çıktı zamanuzun ve sarı saçı yoktu
mavi gözü yoktu örümceğingeri döndü avdan, zamanağ’a astı yaşamı”
( Kadın ve Dize, sy. 27 )
Halihazırda feodal kültürün etkilerini ta-
şıyan Doğu coğrafyasında, kadının kendi-
ni ifade edememesinden, iletişim kura-
mamasından dem vuran yazar; destansı
özellikler taşıyan kitabında, kadın ve dize-
yi konuşturuyor. Belki de dizeyi karşı cin-
sin yerine koyarak, kadının içinde biriktir-
diği çığlıkları; dizeye haykırmasını sağlıyor.
“ ben susuncaşiir olmaya çalışıyoriçimdeki ummacaya kafamdaki bulmacaya lanetli kavimya gazaba uğramışoğullarımkızlarımyerin ve arşın doğurgan rahmi
nisa mehirsiz kaldı”( sy. 38 )
Kadının, sustukça içinde
büyüyen şiiri tasvir eden mıs-
ralar! Kadın olmak zorluğu-
nun serzenişini! Leyla En-
gin’i okudukça, üstad Attila İl-
han’ın denklem niteliğindeki
sözleri zihnimde yankılanı-
yor: “Yazarını elinizle kapat-
tığınızda, şiirin kime ait ol-
duğunu anlıyorsanız; o üslu-
bunu oturtmuş, iyi bir şairdir”
Kadın ve Dize kitabının sa-
hibi yazarda, bu üslubu gör-
mek mümkün… Adının yaz-
masına lüzum görmeden, kendisine ait ol-
duğu anlayacağımız; kitaptan başka dizeler:
“ yıldız diye başlamak istiyorumiki tane olsaydı güneşgerek kalır mıydı geceyegökte nasıl yer değiştirirlerbir alem göz kırpmaları”
Şaire Leyla, “iki tane olsaydı güneş / ge-
rek kalır mıydı geceye” derken; gecenin, ka-
ranlığın, acının, sanki kadın ve şair olmanın
doğal sonucu olduğunu savlıyor. Veya bun-
ların neticesinin şiire çıktığı döngüsel bir sü-
reç olduğunu… Kadın ve Dize’yi okurken,
biraz Divan Şiirinin soylu musikisinin; bi-
raz da Ahmet Arif’in isyankâr kırsal sesinin
harmanlaşmış tezahürünü bulmanız olası,
saygıdeğer okuyucu… Kitabın şu sıralarda,
Londra’da İngilizceye çevrilerek basılma-
sı için hazırlıklar yapılıyor. Leyla Engin ise,
şimdiden roman başta olmak üzere yeni
projelerin iz sürücüsü… Kendi “ben” inden
yeni ben’ler üreten şu mısraların sahibi:
“kaldırıp perdeni yaradan misaligösterdin o mah yüzünüyerde nur topu idimbeni bana doğurdun”
Saygıdeğer okuyucu, her kitap biter; an-
cak şiir kitapları hiç bitmez; iyi okumalar!
( Kadın ve Dize, Leyla Mihrinaz Engin, Roza Yayınevi, 112 s. )
HAFTANIN PORTRES�
“Okutmak Üzerine” adlı şiirinde
“Sınıfın ozanıyım mimli / Hababam Sı-
nıfı’nın yazarıyım ünlü / Kim ne derse de-
sin, çocuklar için yazdım hep / İki iş tut-
tum ömür boyu köklü / Çocukları okut-
maktı ilk işim / İkincisi, / Yazdıklarımı ço-
cuklara okutmak” diyen şair, roman ve
öykü yazarı, öğretmen Rıfat Ilgaz,
1911’de Kastamonu’da doğdu. Özellik-
le eğitim sistemimizi eleştirdiği “Haba-
bam Sınıfı” romanıyla tanınan Ilgaz,
hem yazılarında hem de kişisel hayatın-
da toplumcu gerçekçilik çizgisine bağlı
kaldı. Türkiye’nin en çalkantılı siyasi dö-
nemlerindeki dergicilik çalışmaları, bir-
çok yazar gibi, onun da adliye koridor-
larında ve hapishanede zaman geçir-
mesine neden oldu. O zorlu yıllarda mi-
zahın yükünü sırtladı, bedelini ödeme-
yi de göze aldı. Oldukça üretken olan ya-
zın hayatına şiirden mizah öykülerine, ro-
mandan çocuk kitaplarına birçok fark-
lı alanda eser sığdıran Ilgaz’ın bir za-
manlar toplatılan “Karartma Geceleri”
adlı romanı 2004 yılında 100 Temel
Eser listesine girdi.
1974’te emekli olduktan sonra do-
ğum yeri Cide’ye yerleşen Ilgaz, 12 Ey-
lül döneminde sürekli tehdit almış ve ra-
hatsız edilmiş, 28 Mayıs 1981 gecesi de
gözaltına alınmıştı. Gözleri bağlanan
ve zincirlenen Ilgaz, Kastamonu, Et Ba-
lık Kurumu mezbahasından bozma ha-
pishaneye kapatılmış, serbest bırakıl-
dıktan sonra da İstanbul’a yerleşmişti.
Her 7-8 Temmuz’da Cide’de düzenlenen
Rıfat Ilgaz Sarı Yazma ve Kültür Sanat
Festivali, memleketinin ünlü yazara say-
gı duruşu niteliğinde bir etkinliktir.
Ilgaz’ın aynı adlı romanından 1990’da
Yusuf Kurçenli’nin sinemaya uyarladı-
ğı, başrolünü Tarık Akan’ın oynadığı
“Karartma Geceleri” filmi, sanatçının ya-
şamından bir kesiti anlatır. Oğlu Aydın
Ilgaz “Karartma Geceleri”ni şöyle ta-
nımlamıştır: “Mustafa Ural, babam gibi,
kitabı toplatılan bir öğretmen-şairdir.
Onun polisten iki buçuk aylık kaçma se-
rüveni, romanın çatısını oluşturur; ancak
özellikle vurgulamak istediğim, o çatının
altında yaşananlar salt babamın değil, o
kuşağın yaşadıklarıdır. Fedailer Man-
gası’nın çektiği sıkıntılardır, romanda an-
latılan; ki bu, toplumun sıkıntılarından
ayrı tutulamaz.”
“Bacaksız” serisiyle de ülkemizdeki
çocuk edebiyatının da başyapıtlarını or-
taya koymuş olan Rıfat Ilgaz, Sivas kat-
liamında yitirdiği dostlarının acısına ve
Türkiye’nin yaşadıklarına daha fazla
dayanamamış, 7 Temmuz 1993’te yaşa-
ma veda etmişti.
19 Kasım 1991’de yazdığı son şiirin-
de “Elin elime değsin / Isıtayım üşüdüyse
/ Boşa gitmesin son sıcaklığım” diyen,
Türk edebiyatının ve mizahının temel
taşlarından Rıfat Ilgaz’ı ölümünün 19. yı-
lında saygıyla, sevgiyle anıyoruz…
Rıfat Ilgaz(1911-1993)
Türkiye’nin en çalkant�l� siyasi dönemlerindeki dergicilikçal��malar�, birçok yazar gibi, onun da adliye
koridorlar�nda ve hapishanede zaman geçirmesineneden oldu. O zorlu y�llarda mizah�n yükünü s�rtlad�,
bedelini ödemeyi de göze ald�
Dizeyi konuşturankadın: Kutsal Şaire!
Rıfat Ilgaz
6 TEMMUZ 2012 CUMA 5Aydınlık KİTAP
Kimin eli kimin cep’hesinde?
MURAT HATUNOĞLUmurathatunoglu@yahoo.com
İki hafta kadar oldu. Bu seneki son sına-
vından çıkmış, ilköğretimini tamamlamış bir
tanıdıkla oturuyorduk. Sınavın adı -emin de-
ğilim ama- SBS’ydi sanırım. O kadar çok kı-
saltma kullanılıyor ki son zamanlarda, ka-
rıştırmamak zorlaşıyor gerçek anlamlarını.
Yakında TBMM bile karıştırılırsa şaşır-
mamak gerek. Gerçi, daha ne kadar karış-
tırılabilir... Neyse, o genç tanıdık, çok sı-
kıldığından yakınıyordu. Ben de o yakın-
masına başlayana kadar kitabıma dalmış,
sayfaları keyfe çeviriyordum. “E, kitap
oku.” dedim. “Tatildeyim. Ne gerek var,
niye okuyayım?” dedi. “Tatildeyken kitap
okunmaz mı?” dedim, ergenliğe yeni ermiş
olmanın verdiği asabiyetle terslendi ve
televizyondan arınmış olan odadan çıkıp,
içeriye, televizyonlu odaya gitti.
O, her bölümü başka bir bölümünün
tekrarı mahiyetinde bir içeriğe sahip olan,
hiçbir bölümünün saçmalığından şüphe
duyulmayan ve düşünceyi sinsice uyuşturan
bir televizyon dizisini izlemeye başlamışken
ben kitabımı kapattım, söylediklerini dü-
şünmeye başladım. “Tatilde kitap okuma-
ya gerek yok, düşüncesi nereden ve neden
çıkmış olabilir? Acaba kitap deyince akla
sadece ders kitapları mı geliyor? Esas der-
si ders kitaplarından başka kitaplar vermi-
yor mu?” gibi sorulara yanıt ararken, bir
soru daha sordum ve kendi hatıralarıma
döndüm: “Biz n’apıyorduk o zamanlar?“
Bizim dönemimizde de benzer düşün-
celer mevcuttu genel itibarıyla. Sık sık, “Bu
ne işime yarayacak?” diye sorardı arka-
daşlar. İşin kötüsü, bu soruyu sadece ders
konuları için sorarlardı, derslerden gayrı-
sı zaten kafadan silinmişti. “İşe yarayacak”
olan da, sınavda, üniversiteye ya da liseye
giriş sınavında, sorulabilecek olan konulardı.
Akranlarım, sınava kadar öğrenip sınavdan
sonra tamamına yakınını unutacakları ko-
nuları ve onlarla ilgili soruları tavuk gibi eşe-
leyip dururdu. Benimse soru bankalarım
tertemizdi, derslerle de aram -sözde iyi bir
okulda olmama rağmen- pek sıkı değildi; se-
nede toplam bir saat kadar işlenen felsefe
ve ondan biraz daha uzun işlenen edebiyat
dersleri haricinde. Senede bir saat, evet. Bu
dersler, “Ne işime yarayacak?” sorusunun
bile sorulmaya layık görülmediği derslerdi.
O arkadaşlar liseden mezun olup gittiler, ek-
seriyetle doktor ve mühendis oldular. Şim-
di de “işlerine” bakıyorlar...
Sahi, edebiyat ne işe yarar? Bu sorunun
onlarca, yüzlerce yanıtı var; hatta kitaplar
dolduracak kadar. Ama biz yanıtları bura-
da sıralamayalım, bir örnek üzerinden ya-
nıt arayalım.
1933’te, Nazi Almanyasında kitaplar ya-
kılarak imha edildi. Malumdur, o zaman-
lar sistem biraz değişikti; önce kitapları imha
ediyorlardı, sonra yazarları. Şim-
dilerde ise kitaplar çıkmadan
evvel yazarlar “ikna” edili-
yor, ikna olmayanlarınsa
hayatlarının -ne kadar
uzun olacağı belli ol-
mayan- bir bölümü
imha edilmeye çalışılı-
yor. Tabii bu ne o za-
man başarılı oluyor-
du, ne de bugün başa-
rılabiliyor; zira aydınlı-
ğın ateşi kitap yakmayla
değil, kitap yazmayla par-
lıyor. Bu yüzden de, ne rüzgâr
söndürebiliyor aydınlığı, ne de
başka bir fiziksel müdahale.
Örnekle çıkalım, dedik yola, dönelim
tekrar yirminci yüzyılın başlarına. Yakılan
kitaplardan, ateşe ilk atılanlardan biri, bü-
yük yazar Erich Maria Remarque’ın
1927’da yazdığı “Batı Cephesinde Yeni
Bir Şey Yok” kitabıydı.
1927’de yazılmış olan “Batı Cephesin-
de Yeni Bir Şey Yok”, ancak 1929’da ya-
yımcı bulabildi ve daha ilk yılında çok
sayıda dile çevrilip dünya genelinde
ses getirdi. Ertesi sene filmi de çekil-
di kitabın, etkisi daha da arttı. Tabii,
hâl böyle olunca Nazi ateşi kitaba ça-
bukça değdi. Ancak, o ateşin değdi-
ği sayfalar yandıkça daha da yüksel-
di, kitap elli dile çevrildi. Peki, kita-
bın “suçu” neydi? İnsanları, kendile-
rine ve insanlığa doğrudan hiçbir
katkısı olmayan olan şeyden, savaştan
uzak tutmak, şavaşa karşı durmak...
Bağnaz ve hitabeti güçlü öğret-
menlerinin gazıyla savaşa giden gen-
cecik çocukların savaşta ezim ezim
ezilişini, onlara çok yakın gözlerden
anlatıyordu Remarque. Bunu bire
bir yaşatıyordu okura adeta, zira ken-
disi de bire bir taşımıştı savaşın ağır
yükünü. I. Dünya Savaşı’nı Batı Cep-
hesi’nde yaşamış, ağır yaralanıp savaşın so-
nuna kadar hastanede yatmıştı. Hastaneden
çıkıp da gözünü açtığındaysa çabucak dök-
tü kelimelerini kitaba.
“Bu kitap ne bir şikâyet ne de bir itiraftır.
Sadece savaşla yok edilmiş bir nesilden söz
etmek istemektedir... O insanlar bomba-
lardan ve mermilerden kurtulmuş olsalar
da!” sözleriyle başlıyordu kitap. Ana ka-
rakter Paul’ün dilinden geçiyordu savaşın
götürdükleri. Savaş demek, yüz elli kişilik
bölüğün yarısının bir çatışmada ölümüne
duyulan kekre hüznün, “bölüğün yarısı
gitti, iki kat yemek düşecek bize” düşün-
cesiyle vahşi bir keyfe dönüşmesiydi. Ölüm
döşeğinde, tek bacağı kopmuş olarak yatan
arkadaşının postalını düşünmekti, “nasıl
olsa onun işine yaramayacak artık” deyip,
kendi postalıyla takas etmeyi istemekti sa-
vaş. Yirmi yıldan fazla yaşamadan yaşla-
nanların uçları yaşayışıydı. Hüznün
ve “neşe”nin farklı bedenlerini
denemekti kendi bedenin-
de ve bedeli bedenle
ödeyerek. Savaşın, ede-
rini bedenlerinden ala-
madıklarıysa, ruhla-
rıyla ödüyorlardı
borçlarını; vücutla-
rından sıyrılmak üze-
re olan ruhlarıyla bek-
liyorlardı küllerinin
sönmesini. Ama yan-
madığı gibi sönmüyordu
işte küller. Geçmişti çoktan
iş işten.
1918’in Ekiminde vurulup, yere -
neredeyse memnuniyet belirten bir sakin-
likle- kapaklanan bir karakterin; ölümünün
ardından edilen ordu tebliğinde, “Batı
cephesinde kayda değer bir şey yok” deni-
len bir gencin sözlerinde gördük bunları:
“Memlekete 1916’da dönseydik, yaşa-
dıklarımızın acısı ve gücüyle neler yap-
mazdık neler! Ama şimdi dönersek yorgun,
içimizdeki ateş sönmüş, öksüz ve umutsuz
insanlar olarak döneceğiz. Bundan böyle yo-
lumuzu bulmamıza imkân yok.
“Hem bizleri anlamayacaklar da. Çün-
kü bizden önceki bir kuşak var. Gerçi on-
lar da cephede bizlerle birlikteydiler, ama
daha önceden meslekleri ve yuvaları vardı.
Şimdi yine eski yerlerine dönüp savaşı
unutacaklar. Arkamızdan gelen yeni kuşak
da yetişiyor. Bizler gibi, yeni bir kuşak. On-
lar da bize yabancı kalıp bizleri bir kenara
itecekler. Bizler hatta kendi kendimize
bile gereksiz geleceğiz. Büyüyeceğiz. Bir-
kaçımız uyacak, diğer bir bölümümüz bo-
yun eğecek ve pek çoğumuz da kararsızlık
içinde bocalayacak, yıllar geçecek, sonun-
da mahvolup gideceğiz.
“Ama, belki de bütün bunlar, bütün bu
düşündüklerim, sadece şaşkınlıktan ve
umutsuzluktan. Kavak ağaçlarının altında
yine durup da yaprakların hışırtılarını yine
dinleyebildiğim gün hepsi unutulacak. Bü-
tün o güzel şeylerin geçip gitmiş olması ola-
naksız. Kanlarımızı kaynatan o yumuşacık,
o belirsiz, o şaşırtıcı şeylerin, yarın üzerine
o binlerce rüya ve kitaplardan yükselen ez-
ginin, kadınlar için beslenen peşin duygu-
ların, kadınlara karşı duyulan sarhoşluğun
baraj ateşleri, umutsuzluklar ve asker ge-
nelevleri yüzünden mahvolması olanaksız.
Hayır, buna imkân yok(...)
“(...)Çok sakinim. Aylar ve yıllar iste-
dikleri kadar gelsinler. Benden bir şeyler
alamazlar artık. Öylesine yalnızım ve öy-
lesine hiçbir şey beklediğim yok ki, onlara
hiç korkusuz bakabilirim. Beni bütün o yıl-
larda taşıyan hayat ellerimde ve gözlerim-
de yaşıyor henüz. Üstesinden gelip gelme-
diğimi bilemiyorum. Ama var olduğu sürece
kendi yolunu arayacak. Benim içimde ‘ben’
diyen şey istese de, istemese de.“
Bu satırların yüreğimize zerk edilen acı
bir ilaç gibi etkili oluşu, hem mürekkebe
damlamış hatıraların hem de kalemi tutan
parmakların has hassasiyetinden, acı gör-
keminden geliyor. Ve o görkemi Everest Ya-
yınları’nın “Çağdaş Dünya Klasikleri” ara-
sında bize -ne bir eksik ne bir fazla- göste-
ren usta çevirmen Burhan Arpad’ın eme-
ğinden.
Velhasıl, edebiyat ne işe yarar, sorusu-
na yanıt olarak okunmalı bu kitap tekrar
tekrar. Ve ardından düşünülmeli şu kav-
ramlar: bağnazlık, hatiplik, savaş, gençlik,
gençlik ateşi ve cehaleti...
Ne dersiniz, kimin elinin kimin cep’he-
sinde olduğunu anlamak adına bir faydası
olmaz mı?
(Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok,Erich Maria Remarque,
Everest Yayınları,Çev: Burhan Arpad, 216 s.)
Fransa’n�n prestijli yay�nevi Gallimard, kurulu�unun yüzüncü y�ldönümünde dünyaca ünlü otuz bir romanc�dan yirminci yüzy�l� temsil edenroman� seçmelerini ve bir yaz� kaleme almalar�n� istedi. Bu isimler aras�nda yer alan Ya�ar Kemal, Erich Maria Remarque’�n “Bat� CephesindeYeni Bir �ey Yok” kitab�n� seçti ve niçin bu kitab� seçti�ini �u sözlerle anlatt�: Benim için 20. yüzy�l� en iyi anlatan roman hangisidir derken üçeser aras�nda gittim geldim, Heller’in “Catch 22”, �olohov’un “Ve Durgun Akard� Don” ve Remarque’�n “Bat� Cephesinde Yeni Bir �ey Yok”.
Remarque’�n kitab�n� gençli�imde okumu�tum. Bu kitap 20. yüzy�l dünyas�n�n el kitab� say�labilir. Böylesi kitaplar büyük ustal�kla yaz�l�r,dahas� can pahas�na yaz�l�r. Hat�rlayal�m, bu kitab� Hitler meydanda yakt�rm��t�. Bu kitab� bir daha okudum. Y�llar önce yaz�lm�� bu kitap daha
bugünlerde yaz�lm�� gibi. Böylesi kitaplar� insano�lu sonuna kadar götürecektir.
Erich Maria Remarque
6 TEMMUZ 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
GÜL YILDIZ
Gazeteci-yazar John Follain’in en önemli
kitabı “Çakal Carlos’un Gizli Savaşları” kısa
süre önce Türkçe olarak yayımlandı. Daha
önce Reuters muhabiri olan Follain, şu anda
Sunday Times gazetesinin İtalya muhabi-
ri. Sicilya mafyası ve İtalya’nın ortasındaki
özerk vatan Vatikan hakkında da kitaplar
yazan Follain’in Carlos üzerine yazdığı ki-
tabın eleştirmenlerden tam not almasının
başlıca sebebi, derinlikli bir araştırmaya da-
yanıyor olması. Follain, gazeteci özverisiy-
le topladığı belgeleri akıcı bir dille aktarı-
yor bu kitapta; ünlü bir devrimciyi anlatı-
yor. Hayatını Filistin davasına adayan ve bir-
çok etkili eyleme imza atan Venezüellalı
Carlos, halen Fransa’da bir cezaevinde ya-
tıyor. Onun yaşamına daha yakından ba-
kınca marjinal bir karakterin başkahra-
manlık yaptığı sıradışı bir roman okuyor gibi
olacaksınız.
LEN�N HAYRANI B�R BABALenin hayranı bir babanın üç oğlundan en
büyüğü olan Ilich Ramirez Sanchez,
namı diğer “Çakal Carlos” kar-
deşleri gibi sadece adında
(Ilich) devrimi taşımadı.
Avrupa’nın birçok ülke-
sinde gizli savaş yürüten
Carlos, devrimi Orta-
doğu’daki yoldaşları
adına uluslararası bir
ağa taşıdı. Ve bunu
birçok gerilla savaşçı-
sının aksine: “emirlere
karşı gelerek” radikal
bir biçimde yaptı. 70 ve
80’li yıllarda yaptığı silahlı
eylemler nedeniyle Batı tara-
fından dünyanın en tehlikeli te-
röristlerinden biri olarak anılan, 20. yüz-
yılın en çok arananlar listesinin başında ge-
len “Çakal Carlos” Soğuk Savaş döne-
minde, aslında sadece güç dengelerinin de-
ğiştiğini ve savaşın alenen böyle süregitti-
ğini de gösterdi. Filistin “kutsal topraklar”ı
için mücadele ederken o bunu “devrim” adı
altında yaptı. Günümüzde de birçok örgüt
bu yöntemi kullanmaya devam etmektedir.
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin Mus-
evilere karşı verdiği savaşı, Nazilerin yap-
tığı katliamlardan ayıran çatı olan “enter-
nasyonal devrim ideali”, birçok sol görüş-
lü Alman’ın da bu mücadeleye katılmasına
yol açtı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan
iki kutuplu dünyada Filistin hareketinin bu
“düşündürücü” mücadelesinin içinde yer
alan Latin Amerikalı Carlos, bunu yaşamı
boyunca sorgulamadı. Zira şu anda Müs-
lümanlığı kabul etmiş esir bir devrimci
olarak Fransız hapishanelerinde yazdığı ki-
taplar ve verdiği röportajlarda bunu açık-
ça görmekteyiz. Carlos, 11 Eylül’ü yorum-
larken de “ezilmiş halkların ortak emper-
yalist düşmana karşı verdiği bir tepkiydi”
der. Carlos’un entelektüel duruşu hakkın-
da tartışmak elbette mümkün ama öncelikle
onun bu fikirleri nasıl bir hayat bağlamın-
da kazanmış olduğuna bakmak gerekir.
DER�NL�KL� B�R ARA�TIRMACarlos hakkında çekilmiş birçok belgesel
ve film ve bu ünlü devrimci üzerine
yazılmış pek çok kitap bulunuyor. Bu
çalışmaların kimisinde Carlos,
gereğinden fazla yüceltilmiş bir
kahraman, kimisinde de burjuva yaşam
biçimiyle “kanlı” devrimci eylemlerinin
örtüşmediği vurgulanarak yerilen bir
terörist olarak tanımlandı. OPEC baskını
gibi uluslararası eylemleriyle ünü
Türkiye’ye kadar ulaşmış olan Carlos
hakkında yeni bir kitap daha yayımlandı.
John Follain’in kaleme aldığı “Çakal
Carlos’un Gizli Savaşları” adlı kitap,
Pelin Ünker’in özenli çevirisiyle Karşı
Yayınları tarafından Türkçeye
kazandırıldı. Carlos hakkında yapılmış
diğer çalışmalara kıyasla Follain’nin
çalışması oldukça kapsamlı;
birçok resmi belge,
mektup, istihbarat
raporu ve arşive
ulaşması nedeniyle
görece nesnel
duruşuyla dikkat
çekiyor. Ancak şunu
da hemen belirtmek
gerekir ki her yapıt
bir özne elinden
çıktığı için zorunlu
olarak öznelliği de
barındıracaktır. Zira en
“objektif” olmasını
öngördüğümüz bir fotomuhabiri bile
objektifini nereye yönelteceğine kendisi
karar vererek kadrajı belirler. Follain’in
objektifi daha çok Carlos’un ve
çevresindekilerin kendi demeçlerine
dayanıyor. Ancak Carlos’un sanık
konumunda mahkeme heyetine
anlattıkları, ne kadar samimidir ya da
Carlos’un hayatında yer almış biri
herhangi bir gazete röportajında gerçeği
ne kadar doğru yansıtmıştır; elbette
bunlar ayrıca sorgulanabilir. Buna karşın,
Follain’in çalışmasının oldukça kapsamlı
olduğunu ve polis tutanaklarından gazete
kupürlerine, sanık ve tanık ifadelerinden
Carlos ile ilgili çeşitli yayımlara kadar
geniş bir yelpazede derinlemesine bir
çalışma olduğunu belirtmek gerekir.
Biyografi yazım türünde bu tür belgeler,
eseri gerçekçiliğe yaklaştıran en önemli
unsurlardır. Follain, bunları hayat
öyküsünün akıcılığını bozmadan etkin bir
şekilde kullanarak anlatımın içine
sindirmiş. Burada hemen şunun da altını
çizmek gerekiyor ki Follain’in kurgunun
akışı içinde bahsettiği birçok ayrıntı
okumayı kolaylaştırdığı gibi yazarın
yorumunu da içeriyor. Örneğin Carlos’un
öğrencilik yaşamında uçarı hayat tarzını
anlatırken odasını basan yetkililerin
görmemesi için bir kadını camdan atması
gibi bir ayrıntıyı Follain özellikle
çalışmasının içine katıyor. Carlos’un
Saint Germain’deki saldırısında plak
bakmaya gelen genç bir çifti ve 12
yaşındaki bir çocuğu da hedef aldığını ya
da kanlı suikastların hedeflerinden biri
olan Fransa Büyükelçiliği'nde çalışan
Cavallo'nun eşinin yedi aylık hamile
olduğunu vurgulayan Follain, bunu
yaparken hem derinlikli bir araştırma
yaptığını hem de kişisel bakış açısını yani
objektifini nereye doğru yönelttiğini
ortaya koyuyor. Böylece Carlos'un
eylemlerini sorgulatmayı başarıyor.
Follain, kitapta sık sık Carlos’un çelişen
ifadelerini örnek göstererek şöhret zaafı
nedeniyle Carlos’un bazı eylemlerini
“biraz abartarak”
anlattığını gözler önüne
sermekten kaçınmıyor. Carlos’un
“burjuva” yaşam tarzına düşkünlüğünü
de kitapta sık sık vurgulayan Follain, bu
çelişkili yaşam biçiminin savunmasını da
bizzat Carlos’un ağzından anlatmayı
ihmal etmemiş. Ancak yazarın kendi
biyografisine baktığımızda Follain'in
Reuters, Sunday Times gibi “Batı
basını”nda çalışmış, Oxford mezunu bir
gazeteci olduğunu da hesaba katmak
gerekiyor.
15 BÖLÜMDE YA�AM ÖYKÜSÜCarlos'un nasıl bir ailede doğduğunu an-
latarak yaşamöyküsüne başlayan kitap,
toplam 15 bölümden oluşuyor. “Marks ve
Kutsal Haç” başlıklı ilk bölümde babasının
idealleriyle örtüşen bir hayat süren oğul,
“Terör Eğitim” bölümünde hırslı genç bir
devrimci, “Saint-Germain Eczanesi” adlı
bölümde kanlı eylemleriyle adını duyur-
maya başlayan bir terör suçlusu, “Sırlar ve
Yalanlar”da son derece keskin hisleriyle ha-
reket eden “kötü” bir arkadaş, meşhur
OPEC baskınının anlatıldığı “Berbat Bir
Parti” bölümünde bir gerillanın daima
yüz yüze olacağı “sıra dışı” durumlarda ini-
siyatif kullanmasını bilen bir lider, “Firari
Devrimci” adlı bölümde mücadele verdi-
ği örgütte gereğinden fazla sivrilen özgür
bir kaçak, “Uyumsuz Evlilik”te ikili ilişki-
lerde aldatmayı düstur edinmiş ancak da-
vasına asla ihanet etmeyen inatçı bir idea-
list, kitabın “Kirli, Gizli Bir Savaş” bölü-
münde ise eşini kurtarmak adı altında
prestijini koruyan “yeterince güç ka-
zanmış” bir örgüt hükümdarı “Öldürme
Yetkisi” adlı bölümde özellikle de Fransız
hükümetinin kinini kazanmış bir gölgeden
ibaret hedef, “Açıkta Kalmak”ta kapita-
lizmin kurumlarının dünya genelinde yer-
leşmesinin habercisi bir dönemde çetrefilli
ilişkileriyle nam salmış “suçlu bir diplomat”,
“Defetme Kararı” adlı bölümde ise Körfez
Savaşı gibi herkesi ilgilendiren ancak çok
azının ilgilendiği bir işgalde kendi rolünü
oynayan ve nihayetinde Sudan'a sürülmüş
bir kilit adam, kitabın “İhanet ve İntikam”
bölümünde bir baba tarafından çizilen
kaderi izlerken kendi kaçak hayatından
uzaklara kaçırılmış kızının özlemini çeken
bir baba, “Çakal Kafeste” bölümünde
kendisine ün kazandıran ihanete artık tes-
lim olmuş bir mahkum, “Mahkeme” bö-
lümünde ise kendi ifadeleriyle bütün bir ya-
şamını savunan sanık anlatılıyor. Kitabın
“Sonsöz” bölümü ise Follain'in Carlos'un
kaderine dair yorumlarını içeriyor.
“Carlos’un Gizli Savaşları” adlı çalış-
ma, dünya medyasını günümüzde bile
meşgul etmeyi sürdüren bir devrimcinin
hayatını mercek altına almakla kalmıyor;
aynı zamanda devrimci mücadelenin zir-
ve yaptığı bir döneme de yakın planda ışık
tutuyor. Avrupa ve Ortadoğu’da birçok ül-
kede bulunan Carlos’un yaşadıkları çer-
çevesinde Soğuk Savaş döneminin kenar-
da kalmış ayrıntılarını barındıran kitap, sa-
dece bu nedenle bile okunmayı hak ediyor.
Ülkeler arası güç dengelerinin yanı sıra ör-
güt içi güç savaşları hakkında da bir fikir
sunan kitap, sınırda gezen bir karakterin
sınırlar arası yaşamını anlatarak çıkarma-
sını bilene –özellikle son dönemde “Arap
Baharı”nın ne olup ne olamayacağını tah-
min etmek isteyenler için geçmişi göste-
rerek- bir dizi ders sunuyor.
(Çakal Carlos'un Gizli Savaşları,John Follain, Karşı Yayınları,
Çev: Pelin Ünker, 344 s.)
Çakal Carlos’un gizli savaşlarıHayat�n� Filistin davas�na adayan ve birçok etkili eyleme imza atan Venezüellal� Carlos, halen Fransa’da bircezaevinde yat�yor. Onun ya�am�na daha yak�ndan bak�nca marjinal bir karakterin ba�kahramanl�k yapt���
s�rad��� bir roman okuyor gibi olacaks�n�z
Carloshakk�nda
yap�lm�� di�erçal��malara k�yaslaFollain’nin çal��mas�
oldukça kapsaml�; birçok çok
resmi belge, mektup,
istihbarat raporu ve ar�ive
ula�mas� nedeniyle görecenesnel duru�uyla
dikkat çekiyor
“MAV� DEFTER”: GEZ� K�TABI TADINDA B�R ANLATI
Aydınlık KİTAP
Anne Frank ile Vermeer’in benzer sonları
MELİS YALÇINmelisyalcin89@hotmail.com
“Polonya istasyonlarının mavi çerçeveli
levhaları gibi, her ‘beyaz’ alan yazarın onu
biçimlendirme isteğiyle çevriliydi.”
İç içe geçmiş iki anlatı: yazarın kış yak-
laşırken Bremerhaven'den Gdansk'a yaptığı
dolambaçlı yolculuğun hikâyesiyle üç ayrı
noktada üç Avrupa şehrinde geçirdiği birer
haftanın hikâyesi. Anlatılardan birinde
yollarda rastlanılan manzaralar öbüründe
de sorular birbirini kovalıyor:
Vermeer ile Anne Frank arasındaki
benzerlik nedir? Kayıp bir valiz bizi kay-
bolmuş hayatlara götürebilir mi? Bir Ve-
nedik evindeki eski kartpostallarla dil ki-
tapları neyi simgeler? “Mavi Defter” do-
ğusu, batısı, kuzeyi, güneyiyle bugünkü
Avrupa'nın şiirsel bir portresi ve yazmanın
bütünüyle dürüst bir uğraş olup olamaya-
cağı sorusuyla bir yüzleşme.
Şavkar Altınel’in “Mavi Defter” adlı ese-
ri haziran ayında Yapı Kredi Yayınla-
rı’ndan çıktı. 1953’te İstanbul’da doğan ya-
zar on dokuz yaşından beri yurtdışında ya-
şıyor. Daha önce anılarını ve gezi yazıları-
nı kitaplaştıran yazarın bu son eseri de gezi
kitabı tadında.
Kitabın başında İkinci Dünya Savaşı sı-
rasında, Yahudi olduğu için, ailesiyle birlikte
iki yıl boyunca Alman işgal kuvvetlerinden
saklanan; ele geçirildikten sonra on beş ya-
şındayken bir toplama kampında ölen Anne
Frank’ın hikâyesini dinliyoruz yazarın ağ-
zından. Frank ve van Daan ailesinin Ams-
terdam’daki evini ziyaretinden önce yazar,
Yahudilere karşı uygulanan soykırımın ucuz-
laştırılmasından ve “katledilen küçük kız”
edebiyatından korktuğunu belirtmektedir.
“Ama birkaç yıl önce boş bir anımda eli-
me Anne’in deneyimlerini kaydettiği ünlü
günlüğü geçmiş ve biraz karıştırmak için aç-
tıktan sonra birkaç saat içinde okuyup bi-
tirdiğim kitabın olağanüstü bir yapıt oldu-
ğunu görmüştüm. Günlüğün arada bir, İn-
giliz uçaklarının Amsterdam’a attığı bom-
baların uzaktan gelen boğuk patlayışları ya
da BBC’deki bir haber şeklinde ortaya çı-
kan savaş ve soykırımla o kadar ilgisi yok-
tu. Önemli olan bunlar değil, bu son dere-
ce zeki ve duyarlı çocuğa (yalnız olgunlu-
ğundan dolayı değil, işlediği konulardan biri
uyanan cinselliği olduğu için de onu bir genç
kız ya da kadın olarak düşünmek belki daha
doğruydu) iki yıl boyunca her gün saatler-
ce birbirlerini görerek bir arada yaşayan se-
kiz kişinin oynadığı insanlık trajedisi ve ko-
medisinden kalan bir dizi unutulmaz port-
re ve sahneydi.”
Sonra Hollanda ressamları arasında
en büyüğü olduğu tartışma götürmeyen Ver-
meer’in tüm hayatının geçtiği Delft’te bu-
luyoruz kendimizi. Sağlığında yalnızca
Delft’te tanınan, sonraki iki yüzyıl boyun-
ca orada bile unutulan Vermeer keşfedil-
dikten sonra resimleri Avrupa ve Ameri-
ka’da kapışılmıştı. “Anne Frank da, Ver-
meer de daracık bir alan içinde yaşayıp güç
koşullar altında ölmüş ve arkalarında dün-
yada görüp kayda geçirdikleri bir avuç
çarpıcı resim bırakmışlardı.”
“Ressamın çoğu yapıtı gibi yüksekliği de,
eni de elli santimi geçmeyen ‘Küçük Sokak’
solda açık bir kapıdan görünen avlunun öte-
sinde göğün altında kümelenmiş bir dizi evle
avlunun sağındaki göğü örtecek şekilde yük-
selen başka bir evden oluşuyordu. Evlerin
yıpranmış tuğlaları, belki bir sağlık önlemi
olarak kireç sürülmüş kapı çerçeveleri ve
hem içerisinin görünmesini önlemek, hem
de yukarıdan ışık girmesine izin vermek için
yapılmış yarım panjurları özenle resme-
dilmişti. Avluda sırtı resme bakanlara yarı
dönük olarak duran kadının az önce taşla-
rı yıkamış olduğu önündeki oluğun suyla
dolu olmasından belliydi. Sağdaki evin
açık kapısından hemen içeride oturan baş-
ka bir kadın, başı önüne eğik bir şekilde iş
işliyor, dışarıdaki kaldırımda da biri erkek,
öteki kız iki çocuk diz çökmüş, ne olduğu
belli olmayan bir oyun oynuyordu. Her şey,
dünyanın işte bu kadar güzel ve bize bu ka-
dar uzak olduğunu söylercesine dingin,
sessiz ve kendi içine gömülüydü.”
(Mavi Defter, Şavkar Altınel, Yapı Kredi Yayınları, 120 s.)
Vermeer ile Anne Frankaras�ndaki benzerlik nedir?
Kay�p bir valiz bizi kaybolmu�hayatlara götürebilir mi? Bir
Venedik evindeki eskikartpostallarla dil kitaplar�
neyi simgeler? “Mavi Defter”do�usu, bat�s�, kuzeyi,
güneyiyle bugünküAvrupa'n�n �iirsel bir portresi
ve yazman�n bütünüyledürüst bir u�ra� olup
olamayaca�� sorusuyla biryüzle�me
6 TEMMUZ 2012 CUMA Aydınlık KİTAP8
Sürekli yürüyüş halinde bir halk:Moğollar!
Mo�ollar yazara göre sert iklim ve zorlu hayat ko�ullar�ndan kaynaklanan ac�mas�z bir do�alseçilimin ürünüydüler. Bu sayede açl�k ve yorgunluk konusunda dayan�kl�, a�k ve içki konusunda
sab�rs�zd�rlar
M. İLKER YÜCELmilkeryucel@gmail.com
Moğolca, evrensel han manasına gelen
“Çingis” Kağan, Moğolları birleştirdi ve na-
sıl gökte bir Tanrı varsa yerde de tek bir İm-
parator olmalı dedi!
Yaban otları ve soğanlarıyla, küçük
yaylarıyla vurdukları kuşlarla, küçük olta-
larıyla tuttukları balıklarla beslenerek gö-
çebe bir yaşam süren Moğolların içerisin-
den çıkan “Evrensel Han”ın hikayesi..
Ünlü Türkolog Jean – Paul Roux Yapı
Kredi Yayınları'ndan çıkan “Cengiz Han ve
Moğol İmparatorluğu” isimli kitabında
“çarpıcı ve gereksiz başarıların uzmanı
Moğollar”ı anlatıyor. Kitap çok sayıda re-
sim ve harita ile beslenmiş. Aynı zamanda
sıradışı tasarımı, farklı baskı kağıdı ve fi-
ziksel formuyla da kolay okunabilen bir eser.
Roux, ismi söylenince Batı’da ürküntü ya-
ratan, 2. Friedrich’in “şeytanın birlikleri” ve
“Cehennemin oğulları” diye tanımladığı
Moğollar hakkında detaylı bilgiler sunuyor.
Birbirinden ilginç ve iştahla yutulan bir
çok bilginin bu kadar küçük boyutlu bir ki-
tapta toplanabilmesi ayrı bir maharet.
Ortaçağ devletlerinin kuruluşunda özel-
likle gördüğümüz liderin efsaneliştirilme-
si olgusu ve kan bağı konusunda güç ve kud-
ret intikali açısından iyi çağrışımlar yap-
masını sağlayan süreklilik icadı Moğol-
lar’da da yer alıyor.
Moğollar yazara göre sert iklim ve zor-
lu hayat koşullarından kaynaklanan acı-
masız bir doğal seçilimin ürünüydüler. Bu
sayede açlık ve yorgunluk konusunda da-
yanıklı, aşk ve içki konusunda sabırsızdırlar.
Moğol ordusu sanıldığının aksine “ne
başıbozuk güruhların zincirlerinden bo-
şanmışcasına saldırısı ne de bir yıldırım ha-
rekatıydı. Her sefer kılı kırk yararak ha-
zırlanıyordu. Büyük muharebelerden ka-
çınır, düşmanı yoran ve moralini bozan yıp-
ratma savaşı tercih edilirdi. Esirler canlı kal-
kan olarak kullanılır ve batı dillerinde hur-
ra’ya dönüşen Ur ha! Çığlıklarıyla saldırı-
ya geçilirdi.” Moğollar bazen hızlarını ala-
mayarak denizciliğe bile bulaşıyor. Sonu ba-
şarısız olsa da Endonezya ve Japonya’ya çı-
karma yapıyorlar!
Kitapta Moğol ordusunun dehşet saç-
mak için özel bir çaba sarfettiği kaydedi-
lirken, diri diri kazanlara atılan tutsakların
varlığı dönemin kaynaklarında defalarca be-
lirtilirken, yazar yine de Moğolların yıkım
ve katliamlarının biraz abartıldığını not dü-
şüyor. Biraz ilerde ise Cengiz Han’ın
1227’deki ölümünden sonra ruhunun şe-
refine muazzam bir katliam yapıldığını
okuyoruz!
Küçük, tıknaz, güçlü, dayanıklı ve hız-
lı atlar Moğollar için olmazsa olmazdır. Kar-
ların altındaki otları bulabilen, keçi gibi kaya
üzerinde koşabilen günde yüz kilometre gi-
debilen atlar! At üstünde uyuyan bir halk.
Bu durumda at hırsızlığı en ağır suçlardan
biri oluyor. Mezara efendisiyle birlikte at-
ları da gömüyorlar.
Yazar, döneme hakimiyetini ve kay-
naklar konusundaki uzmanlığını kitabına ye-
diriyor. Örneğin Reşideddin’in Cami’üt-
Tevarih’indeki resimlerin, versiyonlara ve
çağlara göre, olaylara olabildiğince sadık
kaldığı gibi, aslında çok önemli bir notu an-
cak böyle dolu dolu bir çalışmada bulabi-
liriz.
Moğolların ordu mevcutları genellikle
bilinmiyor. Tek bilinen imparatorluğun
kurucusu öldüğünde toplam 129 bin oldu-
ğudur. Bu, her on erkekten birinin silah al-
tına alındığını göstermektedir.
Kimse onların savaşı bırakıp yağmaya gi-
riştiğini görmemiş. En büyük Moğol ko-
mutanlarından Sübötey, koca koca eyalet-
leri yönetebilecek durumda olmasına rağ-
men ömrünü mutevazi bir biçimde doğduğu
çadırda noktalayacaktır.
Avrasya’nın en güçlü isimlerini dize
getiren bu askeri dayanışmanın özel olarak
incelenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ki-
tapta bu durumu anlamamızı sağlayacak
çok sayıda veri var fakat Moğol ordusu ile
dönemin ordularının karşılaştırmalı bir in-
celemesi ne büyük bir hevesle okunurdu!
Roux, Cengiz Han’ın geleneksel klan da-
yanışmasının yerine muharip birlik daya-
nışması getirdiğini belirtiyor.
Adalet anlayışlarının katı ve herkes
için eşit olması, dine hiç karışmayıp, fet-
hedilen toprakların hemen uzağına gözle-
rin dikilmesi ve bu sırada üretim ve ticaret
faaliyetinin huzurlu yapılabilmesi Moğol-
ların başarılarının en önemli yönü diyebi-
liriz. Yazar, Afganistan ve Horasan’ın en
ücra köşelerine kadar yollar açma faaliye-
tinin planlandığı bir idare tarzından bah-
sediyor ki bu yeni fethedilecek bölgelerde
halkın bir Moğol beklentisi içerisinde ola-
bileceğini düşündürmektedir.
Sürekli yürüyen bir halkın şehir ve mi-
mari yapı merakı bir açıdan ilginçtir ama
yerleşiklerin hakimiyet altında tutulabilmesi
için bunun zaruri bir kamusal hizmet ola-
rak görüldüğünü düşünebiliriz. Avrupanın
en büyük şehri olan Paris’in nüfusunun iki
yüz bini geçmediği dönemde Moğol şehir-
lerinin nüfusu Batılılara inanılmaz geli-
yordu. 8 milyon gibi abartılı rakamlar telafuz
edilir.
Kitabın son kısmında “Tanıklıklar ve
Belgeler” başlıklı bölümde yazar, Moğol-
lar külliyatından seçmelerle okuyucuyu
konunun derinliklerine itiyor. Batı litera-
türünde göçerliğin başı bozuk bir avarelik
olarak anlatılmasına cevap dönemin sefir-
lerinin anlatımıyla veriliyor.
İranlı tarihçi Cuveyni, Faslı Seyyah İbn
Battuta gibi canlı tanıkların kısa anlatım-
ları, okuyucunun zihninde eseri daha da ka-
lıcı kılıyor. Yazar, titiz okuyucuların her ta-
rih kitabında beklediği bir bölüm olan
kronolojik nirengi noktalarını ve fotoğraf
sahiplerinin listesini unutmamış.
İlk yirmi beş sayfada verilen yorucu bil-
giler kısa bir an tereddüt yaratsa da yazar
tipik bir Moğol taktiği ile sizi yavaş yavaş gir-
dabına çekiyor. Moğolların mutlu bir esiri
olmak istiyorsanız bu eseri kaçırmayın.
(Cengiz Han ve Moğol İmparatorluğu,Paul Roux, Yapı Kredi Yayınları,
Çev: Ali Berktay, 144 s.)
6 TEMMUZ 2012 CUMAAydınlık KİTAPBABİL BALIĞI 9
Yaşayan ölülerM. SALİH KURTmustafa.salih.kurt@gmail.com
“Beyin… Daha çok beyiiiiiin…”Zombi Atasözü
Bu hafta korku edebiyatı ve kurgusu-
nun, temelleri eskiye dayansa da şekil-
lenmesi modern zamanlara denk gelen bir
alt türüne bakış atıyoruz: Zombiler. Zom-
bi, ismini Haiti’den ve Batı Afrika’nın Vo-
dun (Voodoo diye de bilinir) inanışından
alır. Genel olarak cadılık gibi mistik bir öğe
tarafından yeniden hayata döndürülen bir
ölü anlamını taşır. Zombiler hakkında pek
çok farklı inanış ve halk öyküsü mevcut-
tur. Fakat kurgusal zombi ile arasında her
ne kadar bağlantılar olsa da kesin bir bağ
olup olmadığı tartışma konusudur. Çün-
kü modern zombi mistik bir öğenin değil
bilim kurgunun yaratısıdır. Enfeksiyon, ge-
netik mutasyon vb. faktörler devreye gi-
rer. Bu anlamda “zombi” türü korku
edebiyatının olduğu kadar bilim kurgunun
da kapsamındadır. Zira kurgusal anlam-
da “zombi” kelimesinin ilk kullanımı Ge-
orge Romero’nun sineması ile gerçek-
leşmiştir. Hatta “Night of The Living
Dead” isimli 1968 tarihli filminin içerisinde
ve senaryosunda da “zombi” kelimesi
değil, “gulyabani” (ghoul) kelimesi kul-
lanılmıştır. Fakat ilginçtir ki Arap kültü-
ründeki gulyabani ile arasında bir ben-
zerlik yoktur ve “oyuncular ve rolleri” ya-
zılırken “zombi” kelimesi ilk kez kurgu-
sal olarak göze çarpmaktadır. Romero da
“ghoul” kelimesini nedeni bilinmeden
kullanmayı bırakmış ve sonraki filmleri-
nin senaryolarında “zombi” kelimesini kul-
lanmıştır. Elbette Romero’dan çok önce
çevrilen “White Zombie” filminde oldu-
ğu gibi kelimenin kullanımı çeşitli yerlerde
geçse de kurgusal anlamda modern “zom-
bi” kültürünün ilk oluşumu için Rome-
ro’nun “Night of The Living Dead” filmini
başlangıç kabul etmek durumundayız.
Modern zombiler veya diğer deyişleriyle
enfekteler, yürüyen ölüler, yaşayan ölüler,
namevtler, enfeksiyon, mutasyon vb. ne-
denlerle tekrar hayata dönen ve içgüdü-
sel olarak insan etinin veya bazı kurgularda
insan beyninin peşinde sürüklenen canlı-
lardır ve zombiler tarafından yaralanan
canlılar enfeksiyonu kaparak zombiye
dönüşürler. Pek çok kurguda “zombi” ke-
limesinin kullanımından artık kaçıldığı
göze çarpmaktadır, çünkü popüler kültür
anlamı altında o kadar çiğnenmiş ve tü-
ketilmiştir ki kurgusal ve anlatı bakımın-
dan farklılıklarına dikkat çekmek ve ki-
taplarının/filmlerinin vb. içeriğinin sade-
ce zombilerden oluşmadığını vurgula-
mak mecburiyeti hissetmektedirler. Bunun
da nedeni, bir “yaratık” olarak “zombi” te-
masının türün içeriğini tam anlayamamış
kişilerce perişan edilmesidir. Bu konuya
bir başka yazıda döneceğiz. Zombi kur-
gusundaki bir başka unsur, zombi salgını
ile meydana gelen apokaliptik settir. Tü-
rün tam şekillenmesinin öncesine gider-
sek, halk inançlarının öykülerinin yanı sıra,
vampir öyküleri de esasında ölü olan la-
netli bir bedeni içerir, yine Kuzey mito-
lojisindeki Draugr’lar da yeniden canla-
nan cesetlerdir ve Draugr’un yaraladığı bir
canlı da ölünce Draugr olmaya mah-
kûmdur. Vodun inanışının zombisini Batı
kültürüyle tanıştıran ilk roman olarak
1929 tarihli W. B. Seabrook’un “The Ma-
gic Island”ı gösterilmektedir. Mary Shel-
ley’in Frankenstein’ı da bir zombi öykü-
sü olmamakla birlikte, mistik değil bilimsel
bir unsurla bir ölünün canlandırılmasını
içermesi ile türün temel taşlarından bir ta-
nesidir. Daha sonra Ambroce Bierce’in
“The Death of Halpin Frayser”ı ve Edgar
Allan Poe’nun bazı gotik temalı öyküle-
rinde de canlanan ölülere rastlanmakta-
dır. Bunları takiben edebiyatta popüler
kültürün zombisini tanımlayıcı en güzel ör-
neklerden biri de H.P. Lovecraft’ın kale-
minden “Herbert West” olarak çıkacak-
tır. Sanılanın aksine zombi çizgi romanları
da popülerliğin arkasından değil, önünden
çıkmıştır ve EC Comics tarafından ya-
yınlanan Tales From The Crypt serisinde
intikam peşinde yeniden dirilen ölülerden
bahsedilmektedir. Daha sonra George Ro-
mero’da ilham kaynağı olarak bu seriyi işa-
ret edecektir.
ÖNER�LER...Richard Matheson’un yazdığı 1954 tarihli
“Ben, Efsane” (İthaki Yayınları) ilk mo-
dern vampir öyküsü olmasının yanı sıra,
barındırdığı apokaliptik ve hayatta kalma
unsurları ile zombi türünün şekillenme-
si üstüne büyük katkıda bulunmuştur.
Modern, popüler kültür hali tamamen şe-
killendikten sonra kabul edilen ilk zom-
bi kitabı ise 1990 yılında editörlüğünü John
Skipp ve Craig Spector’ın yaptığı “Book
of The Dead” öykü antolojisidir. Öns-
özünü Romero’nun yazdığı ve içinde
Stephen King’den Ramsey Campbell’a
Brian Hodge’a kadar pek çok korku us-
tasını barındıran antoloji, ne yazık ki
zombi kurgularının bu kadar popüler ol-
duğu çağda dahi dilimize henüz kazan-
dırılmamıştır. Modern zombi kurgularına
örnek olarak tavsiye edebileceğim aklıma
ilk gelen kitaplar şunlardır; Brian Keene’in
“The Rising”i, Stephen King’den “Cep”
(Altın Kitaplar), Jonathan Maberry’den
“Zombie CSU”, David Wellington’un
zombi üçlemesi “Monster Island”, “Mons-
ter Nation” ve “Monster Planet”, Mira
Grant’in “Feed”i ve zombi hikâyelerini
sevsin sevmesin herkesin okuması için tav-
siye edebileceğim Max Brooks’dan “Zom-
bi Savaşı” (Doğan Kitap), Seth Grahame
Smith’ten “Aşk ve Gurur ve Zombiler”
(Domingo Yayınevi). Kitapların yanında
çizgi roman olarak da Image Comics’den
çıkan 4 sayılık “Drums” ve elbette dizisiyle
de oldukça ses getiren, dizisinden en az bin
kat daha içerikli “Walking Dead”i (Yü-
rüyen Ölüler adıyla Marmara Çizgi tara-
fından dilimize kazandırılıyor) kaçırma-
yın derim.
ÇARES�ZL�K DUYGUSUZombiler hakkında artık okumadığım
şey kalmadı derken, yayınlarıyla, değerli
proje koordinatörleri Gamze hanım
aracılığıyla tanıştığım Altın Bilek
Yayınları’ndan çıkan Wayne Sim-
mons’ın “Salgın” (Orijinal
adı “Flu”) romanı da
tür için çok iyi bir örnek
oluşturuyor. Kimi oku-
yucu tarafından gerek
sinemada gerek ede-
biyatta kurgusu ol-
dukça yanlış değer-
lendirilen zombi tü-
rünün temel ruhu
“çaresizlik” duygusu-
dur. Alt metninde hazırlıksız ya-
kalanılan herhangi bir tehlikey-
le uygarlığın nasıl bir anda ala-
şağı olabileceği işlenir. Aynı zamanda bu
tehlikeye karşı gelişen “çaresizlik” ve pa-
nik duyguları, hayatta kalma dürtülerini
tetikler. Dolayısıyla insanın ilk panikte il-
kelliğine ve kendi “hayatta kalmasına” yö-
nelik bencilliğine dönmesini, egosuna
yük ettiği “uygarlığın” iskambil kâğıtla-
rından inşa edilmişçesine yerle bir olma-
sını anlatır. Karakterlerini adım adım ge-
liştirerek, en ilkel halindeki saldırgan ve
korkak tutumlarında bile insanoğlunun
her bireyinin eşsizliğine vurgu yaparcası-
na karakterler arasındaki çatışmaları
konu alır. Bir yaratık öyküsünden fazla-
sıdır. Yaratıklar kişisel korkulara yol açar-
lar, zombiler ise Max Brooks’un da be-
lirttiği gibi “bütün insanlığın yok oluşu için
tehdit oluştururlar.”
EMEK GEREKT�R�YORBu bağlamda sanılanın aksine bir zombi
kurgusu oluşturmak oldukça zordur. Tah-
min edilenden daha fazla emek gerekti-
rir. Karakterleriniz çeşitli olmalı, apoka-
liptik set yansıtılabilmeli ve hepsinden öte
tekrar altını çiziyorum “çaresizlik” duy-
gusu okuyucuya/izleyiciye geçebilmeli-
dir. Bütün bu faktörler göz önüne alındı-
ğında daha önce keşfedemediğim için şu
an hayıflandığım Wayne Simmons, hari-
ka bir iş çıkarmış diyebiliriz. Zombileri ve
yayılmakta olan enfeksiyonu arka planda
tutarak (enfeksiyon hakkında pek açık-
lama içermediği için kimi okuyucuyu kız-
dırabilecektir), adım adım oldukça çeşit-
li ruh hallerine dağılan, ya sevip ya nef-
ret edeceğiniz (her iki halde
de karakter kurgulamada ba-
şarı kriteridir şüphesiz)
karakterlerinin gelişimi-
ne, çatışmasına, hayatta
kalma mücadelelerine
bizi de tanık ediyor. Pek
çok “zombi” kurgusu-
nun düştüğü tuzağa düş-
müyor. Bir korku öy-
küsü olmaya çalışmı-
yor, tersine böyle bir
durumla karşılaştıklarında
karakterlerinin nasıl dav-
ranacağı sorusuna ağırlık ve-
riyor, karakterlerinin mü-
cadelelerine yoğunlaşıyor,
korku faktörünü yaratıktan
değil insandan çıkarıyor. Ve
benim için bir “zombi” kurgu-
sunun en önemli kriteri olan “çaresizlik”
duygusunu iliklerinize kadar hissettiriyor.
Şu sıcak günlerde, zombi öykülerini öz-
lediyseniz veya hiç zombi öyküsü oku-
mamış ve önyargılarınızı bir kenara bıra-
karak gerçekte ne hakkında olduklarını
anlamak istiyorsanız, Wayne Simmons’ın
“Salgın”ını kesinlikle tavsiye ediyorum.
Max Brooks’un “World War Z” (Zombi
Savaşı, Doğan Kitap) kitabından bir alın-
tıyla vedalaşalım: “Ölümden gelen yara-
tıklar, kalplerimizde taşıdığımız yaratık-
ların yanında hiç kalır.”
(Salgın, Wayne Simmons, Altın Bilek Yay., Çev: Zuhal İnal, 363s.)Wayne Simmons
6 TEMMUZ 2012 CUMA Aydınlık KİTAP10
CAFER YILDIRIMcfryildirim@hotmail.com
Üzerinde “toplu şiirler” ibaresi olan bir ki-
tapla ne zaman karşılaşsam içimi bir ra-
hatlık duygusu kaplar.
Artık güncelliğini yitirmiş dergilerde,
gündemden çıkmış kitaplarda varlığından
haberdar olunması tesadüflere kalmış fa-
kat aslında büyük bir ırmağın yan kolları,
iç akıntıları, dip kaynakları olan bütün şi-
irler ait oldukları ve oluşturdukları varlığın
bünyesindeki yerlerini almış, işlevlerini
yükümlenmişlerdir.
Artık şairin inşaasına taptaze ümitler-
le başladığı, emek ve bilinçle her parçası-
nı tamamlayıp bir kenara koyduğu yapı bi-
rimleri bir araya gelmiş ve esas yapı hayal
edilen kimliğine kavuşmuştur.
Şairin iç huzuruyla eserine bakma ola-
nağına ulaştığı bu aşamada bilinir ki oku-
run yolculuğu başlayacaktır.
Bütün “toplu şiirler” şairlik kadar okur
olarak da bu nedenlerden dolayı benim se-
vinç kaynağımdır.
Hüseyin Ferhad’ın “Kılıç İpekle Sına-
nır”ını da aynı duygular, benzer düşünce-
lerle satın aldım. Daha sonra kendisiyle ya-
pılmış bir mülakatı okuduğumda şairimi-
zin de “toplu şiirler” konusunda benzer dü-
şünceler taşıdığını gördüm. Bütün şiirlerini
içeren “Kılıç İpekle Sınanır” için bakın ne
diyor: “Kılıç İpekle Sınanır, tek bir şiir. Bir
fısıltılar kitabı. Bir tür divan (…) Aslında
her şiir, her şiir kitabı, birer seyir defteri-
dir veya seyir defterinin bazı sayfaları. Bu
açıdan bakıldıkta ‘Kılıç İpekle Sınanır’a
Hüseyin Ferhad’ın düşsel hayatı denebilir.”
KÜLTÜREL YI�INAKŞairin otuz yıllık çalışmasının sonucu olan
ürün toplamına alçakgönüllü bir dille
“düşsel hayatım” demesine bakmayın siz.
Onun şiirlerinin arka planında esaslı bir
kültürel yığınak bulunuyor. Özellikle Türk
tarih bilgisi, dinlerle ilgili birikimi ve gün-
cele ilişkin seçkin gözlemciliği, Hüseyin
Ferhad şiirinin üzerinde yükseldiği ana sü-
tunlardır.
“Eski Türk toplumlarının dünyasına yö-
nelik merak”, “dinsel değer ve kaidelerin
insan hayatındaki yeri”, “Türkiye sevgisi ve
bu bağlamda uç veren devrimci mücade-
lenin yenilgisinden gelen hüzün” ve “aşkın
bireyin yaşantısında yarattığı anaforlar”
farklı yoğunluklarda da olsa Hüseyin Fer-
had şiirinin belirginlik kazanmış, öne çık-
mış tematik yörüngeleridir.
“Camın üzerinde ışığa tırmanan bir bal
arısıyım;
yüzümü gölgeliyor kan birikintile-
riyle sulanan bir saydam ağaç
fabrikaların güneşe ba-
kan uzak kıyılarında.
-Bu kırmızı lekeler
de ne, ellerimi tutan da
kim?
-Niye böyle yaşlı,
niye böyle gencim?
Dipçiklerle ezilmiş
çığlıklar, çiğnenmiş
grev bildirileri;
bir toplu iğneyle boy-
numa asılan ‘suçlu bilinç’.
Hayır, tüm soruların ya-
nıtlarını biliyorum aslında,
Üzerime çevrili silah-
ların namlusundan sarkıyor diplo-
malarım, nüfus cüzdanım.”
“Uçurumlar Dolambacı-I”den
alıntıladığım bu bölüm şairin “De-
niz Çobanları (1982)” adlı kita-
bında yer alıyor.
YA�ANAN �LE TAR�HSEL'�NHARMANIHüseyin Ferhad şiirinin, daha önce
belirttim, temel izleklerinden biri
yakın tarihimizde yenilgiye uğramış
olan devrimci mücadeledir. Bu iz-
lek yıllar itibarıyla giderek yoğun-
luğunu yitirecektir ama yiten büyük
umudun boşluğundan yayılan hü-
zün hiç ummadığınız anda onun şiir
sürekliliği içinde yer yer ve değişik
biçimlerde yüzünü göstermekten
geri durmayacaktır.
Yaşanan’la tarihsel’in harman-
lanmasında şairimizin çok başarı-
lı olduğu aşikârdır. Yaşananla ta-
rihselin, bugünle geçmişin iç içe
geçtiği estetik örgünün iç kori-
dorlarında, ara uğraklarında,
gölgeli dehlizlerinde, kenar
bölgelerinde ise farklı kimlik-
lerle karşınıza çıkan şiir kişisi
bazen cin, bazen şaman, bazen
bilge bir ihtiyar, bazense ken-
di kimliğinden sıyrılmış Hüse-
yin Ferhad olarak konunun
gerektirdiği sözcüklerle ve has-
bıhalin ruhuna uygun bir ton-
la size kendisini hiç bıkkınlık
vermeden, üstelik sayfalar
boyu dinletiyor.
Genellikle sözü kısa sür-
müyor şiir kişisinin. Aynı adı
taşıyan şiirler, örneğin “Güneş
İşaret Parmağımın Arkasın-
dan Doğar” ya da “Hayal Ülkesinin Keş-
fi” 1-2-3-4 diye ve sürüp gidiyor.
Orta Asya içlerinden onca yol ve dağı
aşarak, onca gece ve gündüzü geçerek Ana-
dolu’ya inmiş bir kavmin burada-
ki bin yıllık bir tarhinin pen-
ceresinden ve ulaşabildiği
uygarlık mesafesinden
geriye, geçmişe dönük
merak ve arayışın ürü-
nü olan şiirler onun
şiir toplamı içinde ta-
bii ki oransal bir ağır-
lığa sahip. Bu ne-
denle olmalı steplerin
at nallarıyla bezenmiş
sesi ve rüzgârın uğul-
dayan soluğu onun şiir di-
lini, şiirsel söylemini besle-
yen ana kaynaklardan biridir.
“Kımız dolu bir çini kâse: Bakü
misk ve ambere batırılmış bir otağ:
Aşkâbâd
som altından bir İskit tacı: Alma-Ata
karla çitilenmiş bir keten mendil: Abakan
göğü saf atlastan bir hasbahçe: Urumçi.
Asya, kül denizindeki ada! Sağrındaki
ışık bulutundan ağdım toprağa ben, tanı-
dım hayatı. Susa yollarında dolaştım, pü-
renlerle örtülü bayırlarında uyudum, at sür-
düm tundralarında.
Kam’larınla, lama’larınla arkadaşlık
ettim. Asya, totem denizindeki ada! Seni
aşkla sevdim.”
D�L ��Ç�L���YLE ANLAMKATMANLARIHüseyin Ferhad, duygulu bir anlatım ala-
nında yetkin bir dil işçiliği ile sürekli yeni
anlam katmanları oluşturuyor. Her anlam
katmanının ise lirik anlatımın genel sarmalı
içinde kendine özgü söylemi bulunuyor. Bu
söylem bazen destansı (Ha-
yal Ülkesinin Keşfi-8) olabildiği gibi bazen
mizahi ve ironik bir eda da (Ah Barbar Kal-
bim) taşıyabiliyor.
“Issık Göl, Erlik, Umay, Ötüken, Be-
güm, Çin Seddi, Ulan-Bator, Tiyanşan, Ta-
las, Bahr-i Hazer, İtil, Divan-ı Lügati’t Türk,
Kutadgu Bilig” ve yüzlerce daha başka İs-
lamlık öncesi Türk kültürü, yaşantısı ve coğ-
rafyasıyla ilgili kelime... Fakat Hüseyin
Ferhad tarih olmuş gerçekliğin, yaşantı ve
serüvenlerin, kültür ve maneviyatın bize ar-
mağan kalmış kavram ve kalıtlarından bir
malzeme olarak yararlanmıyor. O samimi
olarak o devirlerin hayatlarına ait olan de-
ğerleri bugünün dünyasına da taşımak is-
tiyor. Bastırılmış devrimci mücadelenin, şai-
ri yönelttiği yeni arayışlarla ilgilidir belki bu
tutumu. Belki de İslamiyet öncesi Türk
dünyasının değerleriyle sosyalizm değerleri
arasında bir yakınlık görmesindendir.
Her iki durumda da tavrını ve tarzını
önemli bulduğumu belirtmeliyim. Bizde
Türk tarihine ait değerlerin savunucu ve ko-
ruyucu rolünü hiç hak emediği halde dai-
ma sağ sahiplenmiştir. Sağ ne İlteriş Ka-
ğan’la İlbilge Hatun’un yanyana duruşunu
ne laik yaşam tarzını ne Gök Tanrı’yı ne de
bireyler rasındadaki eşitliği ve obaların de-
mokrasi kültürünü içine sindirebilmiştir. O
değerlerin özü ve içeriğiyle hiç alakaları ol-
madıkları halde sağ, daima ecdat hamasati
yapmaktan ve bu hamasatin rantını ye-
mekten hiç geri kalmamıştır. Sağın ekme-
ğine tabii ki solun tarzı ve Türk tarihi kar-
şısındaki tavrı da fazlasıyla yağ sürmüştür.
Hüseyin Ferhad’ın “Kılıç İpekle Sına-
nır”ı ne iyi ki bu tabloyu alt üst eden bir ni-
telik taşıyor. Dileğim Hüseyin Ferhad’ın ba-
kışının, ufkunun, yeteneğinin yeni şairler-
de yankısını bulması, kültür alanımızdaki
çarpıklığın düzelmesi, herkesin durşunun
ve konumunun gerçek sesi, gerçek sahibi
olmasıdır.
HÜSEYİN FERHAD, BÜYÜK UMUDUN BOŞLUĞU VE “KILIÇ İPEKLE SINANIR”
Bazen şaman, bazen bilge bir ihtiyar...
BizdeTürk tarihine ait
de�erlerin savunucu vekoruyucu rolünü hiç hak
emedi�i halde daima sa�
sahiplenmi�tir. Sa� ne �lteri�
Ka�an’la �lbilge Hatun’un
yanyana duru�unu ne laik ya�am
tarz�n� ne Gök Tanr�’y� ne de
bireyler ras�ndadaki e�itli�i ve
obalar�n demokrasikültürünü içinesindirebilmi�tir
Hüseyin Ferhad �iirinin temel izleklerinden biri yak�n tarihimizdeyenilgiye u�ram�� olan devrimci mücadeledir. Bu izlek y�llar itibar�yla giderekyo�unlu�unu yitirecektir ama yiten büyük umudun bo�lu�undan yay�lan hüzünhiç ummad���n�z anda onun �iir süreklili�i içinde yer yer ve de�i�ik biçimlerde
yüzünü göstermekten geri durmayacakt�r
Hüseyin Ferhad
6 TEMMUZ 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP
CENK ÖZDAĞozdagcenk@hotmail.com
“Hiç kimse özgürlükle savaşmaz; olsa olsadiğerlerinin özgürlüğüyle savaşır. Öyleyse hertürden özgürlük daima varolmuştur, bir za-manlar sadece özel bir imtiyaz, bir başka za-mandaysa evrensel bir hak.”
K. Marx
Son zamanlarda özellikle Gramsci üzerine
eğilen, Marksizme ilişkin çeviri kitaplara yer
veren Dipnot Yayınları, 2012'nin ilk ayla-
rında Karl Marx'ın Ren Bölge Meclisi'nde
görüşülen basın sansürüne ve basın özgür-
lüğüne ilişkin görüşlerini içeren gazete ma-
kalelerinin bir çevirisine yer verdi. ''Basın Öz-
gürlüğü Üzerine'' başlıklı eseri çevirenler
Önder Kulak ve Kurtul Gülenç'tir. Eserin
sunuş metni Haluk Gerger tarafından, ''Öz-
gürlük ve Özgürlüğün Basındaki Zorunlu
Dışavurumu'' başlıklı açıklayıcı metin ise
Thedor Oizerman tarafından yazılmış.
Marx'ın söz konusu yazılarının güncel-
liğini ve önemini özlü bir biçimde işleyen
Haluk Gerger'in yazısı eseri okutan önem-
li bir unsur. Gerger, liberal yazında ''basın
özgürlüğü'' şeklinde ifade edilen özgürlü-
ğü ayakları üstüne dikiyor ve bu özgürlüğü,
bir hak olarak, ''toplumun habere ulaşma
ve bilgi edinme hakkı'' şeklinde kavram-
sallaştırıyor. Daha özlü bir ifade olarak ''hal-
kın haber alma özgürlüğü'' kavramsallaş-
tırmasını öneriyoruz.
ÖZGÜR BASIN HALKINUZUVLARIDIR!İnsanın geleceğini tayin etmede öngörü, ta-
sarım yetisi ve nesnel koşullar başat önem-
dedir. Öngörü ve nesnel koşulların bilin-
mesi, dahası tüm bunlara dayanarak tasa-
rımın yapılması insanın haber alma men-
zilinin genişliği ve doğruluğu ile yakından
ilgilidir. Bu açıdan haber alma edimi insa-
nın, insan topluluğunun türsel bir edimidir.
İnsanın doğayı, nesnelliği dönüştürme sü-
recinin özsel bir uğrağı olan bilme süreci,
yapma sürecinin özsel bir parçasıdır. Bu
bağlamda, hele hele öznelerararası bir va-
roluş içeren devlet, gündelik hayat, vergi dü-
zenlemesi, aile kurumu, sokak temizliği, gü-
venlik, eğitim, sağlık, bütçe harcamaları gibi
konular insanın kişi olarak varoluşunun ger-
çekliğini saran nesnelliğin çeşitli yönleridir.
Bu yönler, gerçek kişilerin, somut hayatı-
nın bileşenleri olduğundan, gerçek insan-
lara yakalamanın en etkili silahı gündelik
hayatı bilmek ve bu bilgiyi kamusal alanda
paylaşmak, yaymaktır. Dolayısıyla, basın de-
mokratik mücadelenin en başat ortamla-
rındandır. İncil'de ''taşı kaldırsan beni bu-
lacaksın'' diyordu, modern toplumda ise ta-
şın altına bakanlar hakikati kayda düşen, iz
bırakan haberlerde bulacaktır. Hakikat,
mürekkeple kamusal alan iz bıraktıkça
kamunun hakikati haline gelecek. Tekil
olaylar kamusallaştıkça kamunun tanıklı-
ğında yeniden gerçekleşecek ve yeniden an-
lamlandırılacak. Dolayısıyla basın, halkın
uzuvları olduğu denli, halkın ruhu, zihnidir.
Marx, özgür basın için yazdığı yazıda bunu
özlü bir biçimde ifade ediyor: Özgür basın
insan ruhunun her yerdeki uyumayan gözü,
insan kaderinin kendinde somutlaşmasıdır.
��DDET�N KONUSU VE ORTAMIOLARAK BASINGerger'in yazısında da belirttiği gibi, her ha-
ber belirli bir haberdir. Dolayısıyla tekil bir
olaya gönderme yapmaktadır. Bu tekil olay
öznelerararası gerçekliğin bir unsuru ol-
duğundan, son tahlilde, ta-
raflardan birinin lehine so-
nuçlanmış yahut sonuçlan-
dırılacak bir olaydır. Bu
olayın hakikate iliştirilme-
si için yayılması gerekti-
ğinden, yayılım öncesinde
olayın yeniden yaratılma-
sı gerekmektedir. İşte bu
yeniden yaratım ve yayım
aşamalarında şiddet ken-
dini gösterir: ya sistemin
sansürü, ablukası ya da
hakikatin devrimciliği iş
başında olacaktır. Haki-
katin devrimciliği işte bu
şiddeti delip geçmesin-
dendir. Bu şiddet, insan
hakkının, demokratik
hakların önündeki en
büyük engeldir. Bu engelin aşılması da, tek
tek olaylar bazında değil, proleter bir haber
kaynağı üretmek en büyük demokratik
mevzilerdendir. Herkese eşit uzatlıkta ola-
bilecek tek şey, hakikattir. Kişiler ve sınıflar
hakikatin karşısında eşitlenebilir ve eşit-
lendikçe sınıfsal sınırlar tehlike altındadır.
Sınıfların sınır koyucuları için, basına ve hal-
kın haber alma özgürlüğüne yönelik şiddet
zorunludur.
S�STEM�N DE D�YECEKLER� VAR!Bu gerçeklere karşı sistemin dediklerini
her gün duyuyoruz. Eserde, Marx'ın ele al-
dığı konuşmacı da o günün sistemi adına ko-
nuşuyor: ''Halkı etkilemeyin, meclisi ve yar-
gıyı etkilemeyin!''. Özgürlüğe karşı en sıra-
dan, en yavan argümanı büyük bir iştahla dile
getiriyor: Halk henüz olgunlaşmamıştır.
İkircikli, ürkek aydınların aksine, sistem ve
sistemin temsilcileri halka güveniyorlar.
Halkın haber almasının ne menem bir teh-
like yaratabileceğinin bilincinde olanlar
''sansür''ün zorunluluğunu, halk deyişlerinin,
halk dilinin yaygınlaşmasının yaratabilece-
ği sorunları hemencecik kavrıyorlar. Bu ne-
denle, aydınları hapise atıyorlar, basını san-
sürlüyorlar, kitapları toplatıyorlar.
�Y� BASIN ''�Z'' BIRAKMAZ!''İyi basın, insanlar üstünde etkisiz, kötü ba-
sın kaçınılmaz bir etkiye sahipken, konuş-
macı iyi basın aciz ve kötü basın her şeye ka-
dir dediğinde, iyi basının kötü basınla iliş-
kisi hâlâ tuhaftır. Konuşmacı için iyi basın
ve aciz basın özdeştir. Yoksa böylece iyi olan
acizdir ya da aciz olan iyidir mi demek is-
tiyor?'' diyor Marx. Onların iyi, uslu bası-
nı etki etmeyen, kimsenin kanaatine tesir
etmeyen bir basın olmalıdır, okunmasa
daha da iyi olur. Okunmadığı sürece basın
sonuna kadar özgürdür. Böyle bir mazlumu
gören sistem kıyamaz, okunmaması şartıyla
sürekli şımartır.
Basın halkı, halkın
dilinden ve halk için an-
lattığı için sansürleni-
yor. ''Tin anlaşılamaz gi-
zemli sözcüklerle konu-
şur, çünkü anlaşılabilir
sözcüklerin anlaşılması-
na artık müsaade edil-
miyor''. Almanya'da fel-
sefe halkı anlatmadığı
sürece özgürdür, Türki-
ye'deyse aydınlar soyut
bir edebiyat yaptığı süre-
ce özgürdürler. Belki de
bu nedenle Almanya'da
en soyut felsefe, Türki-
ye'de de en soyut edebiyat
boy verebildi.
Basın anlaşılmazlık, bi-
linmezlik, kimliksizlik sa-
yesinde ''özgürlükler''e, serbestliğe, kayıt-
sızlığa erişebiliyor. Bu türden bir özgürlük
arayışına Marx'ın yanıtı kısa ve net: ''On-
lara, Prusyalı gazeteler Prusya halkına kar-
şı ilgisiz olurlarsa, Prusya devletinin de ga-
zetelere karşı ilgisiz olacağını anlatmalıyız''.
MÜTH�� ÇÖZÜM: A�RIYAN KOLUKESEREK TEDAV� ETMEK!Marx basının işleyebileceği cürümleri ve
bunlara koşut olarak basının sınırlılıkları-
nı incelterek ele alan bir yasal mevzuat yok-
luğunun, esasında, basın özgürlüğünün bir
yokluğu anlamına geldiğini belirtmekte ve
basın özgürlüğü ve basına ilişkin sınırla-
malar yasalaştırılmadığı sürece böyle bir öz-
gürlüğün olmadığını söylemektedir.
Marx, kimsenin özgürlüğe karşı olmadığı
konusunda ısrarcıdır: karşı olunan belirli
kimselerin özgürlüğü daha doğrusu eldeki
imtiyaza ortak çıkmasıyla imtiyazın son
bulmasıdır. Buradaki silahların başında ise
geleceğin belirsizliğinden hareketle yaratı-
lan felaket senaryoları ile halkın zihnini bu-
landırmaktır. ''Basın özgürlüğü'' pratikte, dev-
let tarafından resmi ilanlarla başarıyla uy-
gulanırken, ilanlara ilişkin soru sormak, ilan-
ları eleştirmek işte bu imtiyazı çiğnemektir.
İmtiyaz çiğnenince, yeniden mülkiyet hak-
ları devreye girer: Adalet mülkün temelidir
ve mülk korunur. Önce gelen, mülkü üze-
rine geçirmiştir ve bunlar ortak istemezler.
Liberalizmin özgürlükçülüğü sınır komşu-
luğu aşıldığı an son bulur.
�DEAL�ZM�N SINIRLARINDAGEZ�NEN MARXSöz konusu makalelerin yazarı, o tarihler-
de hâlâ idealist felsefenin çerçevesinden yaz-
maktaydı. Bu, Marx'ın kullandığı sözcüklere
de yansımış. Doğal hukuk ve pozitivizm kar-
şıtlığında henüz ikisini de aşan tutuma
erişmemiş olan Marx, doğal hukukun belirli
bir türünü savunur görünmektedir ve ''ger-
çek yasa''dan söz etmektedir: ''Sansür yasa-
sı özgürlüğe karşı bir şüphe yasasıdır. Basın
yasası, özgürlüğün kendisine verdiği bir
güvenoyudur. Basın yasası özgürlüğün is-
tismarını cezalandırır. Sansür yasasıysa öz-
gürlüğü bir istismar olarak cezalandırır ve
bir suçlu olarak anar... Sansür yasası sade-
ce bir yasa biçimine sahiptir. Basın yasası ise
gerçek bir yasadır'' ya da ''Sansürcü yasala-
ra değil, üstlere sahiptir. Hakim de üstlere
değil, yasaya sahiptir.'' Buna karşın devrimci
yönelimleri nedeniyle negatif özgürlük an-
layışının yerine, özgürlüğün yasada somut-
lanmasını savunan pozitif özgürlük anla-
yışını savunur: ''...Basın mevzuatının yokluğu,
yasal özgürlük ortamından basın özgürlü-
ğünün dışlanması olarak kabul edilmelidir;
çünkü yasal olarak tanınan özgürlük devlette
yasa olarak varolur... Yasa çiğnendiği zaman
etkili hale gelir... Yasanın gerçek bir yasa, eş-
deyişle özgürlüğün varoluşunun bir biçimi
olduğu yerde, insan için özgürlüğün gerçek
varoluşu vardır... Basın yasasının olmadığı
yerde, basın tarafından çiğnenecek hiçbir
yasa da yoktur. Sansür beni mevcut bir ya-
sayı çiğnediğim için suçlamaz.''
TÜRK�YE HALKININ HABERALMA VE MÜCADELE ETMEÖZGÜRLÜ�ÜBugün Türkiye'de de ihlal edilen, basın öz-
gürlüğünü aşan bir özgürlüktür: Halkın ha-
ber alma ve mücadele etme özgürlüğüdür.
Sorunu yalınlaştırırsak, insanın türsel geli-
şiminin önüne imtiyazlarıyla geçenlerle
imtiyazlara sahip olma ihtiyacı bile duy-
madan hakikati haykıranlar arasındaki
mücadeledir. Hakikat mürekkeple yazılır
ama mürekkeple yaratılmaz. Hayatı yaka-
layanlar hayatlarını feda edebilenlerdir ve
hakikat onlarla yaşamaktadır!
(Basın Özgürlüğü Üzerine, Karl Marx,Dipnot Yayınları, Çev: Kurtul Gülenç,
Önder Kulak, 120 s.)
Hakikati yakalama hakkı ya da halkın haber alma özgürlüğü
�kircikli, ürkek ayd�nlar�n aksine, sistem ve sistemin temsilcileri halka güveniyorlar. Halk�n haber almas�n�n nemenem bir tehlike yaratabilece�inin bilincinde olanlar ''sansür''ün zorunlulu�unu, halk deyi�lerinin, halk dilinin
yayg�nla�mas�n�n yaratabilece�i sorunlar� hemencecik kavr�yorlar. Bu nedenle, ayd�nlar� hapise at�yorlar, bas�n�sansürlüyorlar, kitaplar� toplat�yorlar.
6 TEMMUZ 2012 CUMA Aydınlık KİTAP12 KAPAK
CAN GÜRZAP, “PERDE ARKASINDAN” KİTABINDA DEVLET TİYATROSU GERÇEĞİNİ ANLATIYOR
PINAR AKKOÇ
Yılların tiyatro sanatçısı Can Gürzap'ın, bu-
güne dek “kapalı kutu” olarak görülen Dev-
let Tiyatrosu'na, belgeler, tanıklıklar ve
anılarla yaklaştığı çalışması “Perde Arka-
sından”, geçtiğimiz günlerde Remzi Ki-
tabevi tarafından okurlara sunuldu. Devlet
Tiyatrosu'nda 45 yıl boyunca oyuncu, yö-
netmen, çevirmen ve yönetici olarak çalı-
şan Gürzap, son dönemde Türkiye gün-
demine oturan Devlet Tiyatrosu'na “içeri-
den” bir bakış gerçekleştiriyor 392 sayfalık
kitabında. Elimizdeki kitabın yalnızca isim
dizini bile okurun ne denli geniş bir dünyaya
ve zengin bir tarihe dalacağının işareti. Dev-
let Tiyatrosu'nun neden kapatılamayacağı
üzerinde duran, Şehir Tiyatroları ve Dev-
let Tiyatroları'nın özelleştirilme girişimle-
rini de değerlendiren Gürzap'la tiyatrocu-
lar adına özeleştirel bir bakışın da yer aldığı
bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kitabınızın arka kapağında şöyle de-niyor: “Gürzap bu kapsamlı araştırma-sında Devlet Tiyatrosu sorununu içeriden,yani perdenin arkasından inceliyor.” Sizebu kitabı yazdıran, “Devlet Tiyatrosu so-runu” nedir?Devlet Tiyatrosu sorunsuz zamanlar da ya-
şamıştır sorunlu zamanlar da. Sorunlu za-
manlar Devlet Tiyatrosu'na çeşitli zararlar
vermiştir. Tiyatro huzurlu bir ortamda ya-
pılır, moralli bir ortamda yapılır. Türkiye'de
yaşananlara bakacak olursanız 1960'tan
itibaren -daha öncesini ben bilemiyorum -
son derece problemli dönemlerden geçil-
miştir. Bu problemli dönemlerde Devlet Ti-
yatrosu bu problemlerden zaman zaman et-
kilenmiş zaman zaman da etkilenmemeyi
bilmiştir. Sorun, politikacılar ya da politi-
ka kökenli bürokratlarla sanat arasındaki
ilişkiden kaynaklanmaktadır. Çünkü -kita-
bımda da yazdığım için rahatlıkla söyleye-
bilirim- kültür sanat alanında bakan olarak
atanan kişilere baktığınız zaman bu kişile-
rin yüzde sekseninin kültürle, sanatla, ti-
yatroyla, baleyle, operayla hiçbir ilişkisinin
olmadığını görürsünüz. Olması gerekir mi
diyeceksiniz. Hayır, gerekmez. Olmayabi-
lir. O kişiler politik gerekçelerle oraya ge-
tirilmişlerdir. Oysa oraya gelen kişiler po-
litik gerekçeyle belirlenmemeli. Bu kişile-
rin belli bir bilgiye sahip olmaları, o bilgi-
yi kullanabilmeleri, örneğin bir basın or-
ganında bir yazı kaleme almış olmaları, gö-
rüş bildirebilmeleri, en azından sanatla, kül-
türle uzaktan da olsa ilişkilerinin olması la-
zım. İşin içine politika girince bütün bun-
lar birden gözardı ediliyor. Bu işin doğa-
sında olan bir şey bu. Ne olacak? Bir par-
tili gelecek, sizden bir şey isteyecek... Her-
hangi bir meslekten olsa bir partiye bağlı-
lık kabul edilebilir. İşini yaparken yeri ge-
lir, parti yönlendirir. Ama sanat söz konu-
su olduğu zaman, sanat yönlendirilemez. Sa-
nat, ancak sanatın oluşacağı ortamın ha-
zırlanmasıyla yönlendirilir. Bundan başka
bir yönlendirme kabul edilemez. Bir yö-
netim “Ben şöyle bir kültür politikası uy-
guluyorum” dediği zaman orada kültür yara
almış demektir. Ismarlama, ya da bu me-
seleyi bilmeyen kişiler tarafından politik ter-
cihlerce yönlendirme yapılması son dere-
ce yanlıştır. Sonucu alınamaz. Bunun ken-
dilerine de faydası olmaz, sanata da faydası
olmaz. Tam tersi zararı olur.
Bu kitabı yazmamın sebebi de
şu: Devlet Tiyatrosu sanatçıları
için “Bunlar zaten yan gelip
yatarlar, para alırlar, iş
yapmazlar, arada sırada
ayaklanırlar...” denir.
Merak ettiniz mi?
Bu kadar insan ne-
den bir araya gelip de
toplum önünde ka-
muoyunu aydınlatmak
için bildiriler okuyor?
Gerekli makamlara, ge-
rekli mercilere neden ra-
porlar veriyor? Bunu her
zaman mı yapıyorlar, ya da du-
rup dururken mi? Tabii ki hayır. Ne-
ler olmuş, nasıl olmuş, bunların sonucun-
da tiyatrocular ne yapmış, işte onları anla-
tıyorum.
“BU �� BA�KA YERLERE G�DEB�L�R”Kitabın "tiyatro tartışmaları"nın gündemeoturduğu, tiyatrocuların ayakta olduğudönemde yayımlanması tesadüf değil öy-leyse...Tesadüf! Ben bu kitabı on sene önce yaz-
maya başladım. On sene boyunca kimi za-
man ara verdim, düşünmeye zaman ayır-
dım, biraz daha olgunlaşmasını istedim, bi-
raz daha sinirli halimden, onun bana ge-
tirdiklerinden, beni rahatsız eden şeylerin
uyandırdığı duygulardan arınmak istedim.
Benim kitabım Ocak ayı sonunda hazırdı.
Şehir Tiyatrosu olayları Nisan ayında gün-
deme geldi. Devlet Tiyatrosu olayı ise Ma-
yıs'ta. Ama ben bunları gördüm. Bunlar ola-
caktı. Tiyatroların kapatılmasını düşün-
medim tabii ama bu iş başka yerlere gide-
bilir; bunu gördüm ve bunu anlatmaya ça-
lıştım. Ve bütün bunları belgelere dayana-
rak yaptım, yaşadıklarımla açıkladım, şa-
hitlerimle destekledim.
Devlet Tiyatrosu nedir?Farkı nedir? Neden ge-
reklidir?Türkiye'de tiyatroyu,
ilk akademik tiyatroyu
ya da modern tiyatro-
yu Şehir Tiyatrosu,
arkasından da Devlet
Tiyatrosu oluştur-
muştur. İkisinin de ku-
ruluşunda Muhsin Er-
tuğrul vardır. Şehir Ti-
yatrosu kurulurken çok genç
bir insan, fakat tiyatroyu iyi bi-
len, tiyatroya gönül vermiş, tiyatroyla
yatıp tiyatroyla kalkan bir insan. Devlet Ti-
yatrosu'nun kuruluşunda da önemli rolü var.
Ödenekli tiyatrodur bunlar. Dünyanın her
yerinde bu böyledir, devlet tiyatrolara öde-
nek verir. Bazı yazarlarımızın, televizyona
çıkıp görüş bildiren bazı entelektüelleri-
mizin çıkıp da bunun aksini iddia etmele-
rini hayretle izliyorum. Hiçbir yerde sade-
ce özel tiyatro yoktur. Özel tiyatrolar var-
dır ama devlet tiyatroları da vardır. Kaldı
ki özel tiyatrolar da devletten belli bir
para alır. Ama bir de doğrudan Devlet Ti-
yatrosu vardır. Özellikle bizim gibi ülkelerde
özel tiyatroların yapamayacağı işi devlet ti-
yatrosu yapar. Nedir yapamayacakları ti-
yatro? Büyük kadrolu oyunlar ki tiyatro ede-
Tiyatro, aklın vitaminidir ama...“Ben bu kitab� on sene önce yazmaya ba�lad�m. On sene bo-
yunca kimi zaman ara verdim, dü�ünmeye zaman ay�rd�m, birazdaha olgunla�mas�n� istedim, biraz daha sinirli halimden, onun banagetirdiklerinden, beni rahats�z eden �eylerin uyand�rd��� duygulardanar�nmak istedim. Kitab�m Ocak ay� sonunda haz�rd�. �ehir Tiyatrosu
olaylar� Nisan ay�nda gündeme geldi. Devlet Tiyatrosu olay� ise May�s'ta. Ama ben bunlar� gördüm. Bunlar olacakt�.”
Kültürsanat akl�n
vitaminidir. Vitaminsizbir vücut olabilir mi?
Vitaminsiz ya�ayabilir miyiz,
ya�ayamay�z. Ak�l insan�n enönemli yol göstericisidir.
Akl�m�z�n geli�tirilmesi laz�m.Her �eyi okulda
ö�renemezsiniz. Baz��eyleri sanatla
ö�reniriz
Can Gürzap arkada��m�z P�nar Akkoç ile birlikte ...
6 TEMMUZ 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
biyatının klasikleri ve pek çok oyunu geniş
kadrolu oyunlardır. Olmaz, bunları özel ti-
yatro oynamaz, oynayamaz. Devlet Tiyat-
rosu oynar. Kalabalık oyunları özel tiyatro
oynamaz çünkü özel tiyatroların yeteri ka-
dar teknik kapasitesi yoktur. Oyuncularla
uğraşacak mercileri yoktur. Ayrı bir yapı-
ya sahip. 20 kişiyle çalışmak başkadır, altı
kişiyle çalışmak başkadır. 20 kişiye kostüm
yapmak başkadır, altı kişiye kostüm yapmak
başkadır. Bütün dünyada tiyatrolar dev-
letten ya da vakıflardan destek alırlar. En
uygar ülkelerde, bütün Avrupa ve Ameri-
ka'da bu böyle. Güney Amerika dahil. Ti-
yatro dediğiniz şey sadece bugün yazılan
şeyler değildir. Moliere, Shakespeare bugün
hâlâ geçerliliğini koruyor. Buna benzer
yüzlerce, binlerce oyun var. Türk oyunları
da var. Özel tiyatroların da daha iyi dö-
nemleri oldu. Türk klasiklerini oynadıkla-
rı oldu. Fakat şimdi başka bir aşamaya ge-
lindi. Artık oynayacak tiyatro bulamazsınız.
İstediğiniz kadar katkı sunun, istediğiniz ka-
dar para yardımında bulunun, olmaz. Oy-
nayamaz. Devlet Tiyatrosu Türk tiyatro-
sunun amiral gemisidir. Amiral gemisini ba-
tırırsanız tiyatro biter.
“UNUTULMAMASI GEREKENLER�YAZDIM”Şehir tiyatrolarında yaşananları nasıl de-ğerlendiriyorsunuz?Dediğim gibi, bunların olacağı belliydi.
Bundan sonra neler olabileceğini bilmiyo-
rum. Göreceğiz. Bu iş sadece tiyatrocula-
rın kararlılık sergilemesiyle olmaz ki. Güç
kimdeyse, iktidar kimdeyse biraz o yön ve-
riyor sürece. Bu kitabı zaten bunların ola-
bileceği ihtimalini düşünerek kaleme aldım.
Bakıyorsunuz, neler neler olmuş, görü-
yorsunuz. Ben bile unutmuşum bazı şeyle-
ri, yazarken fark ediyorum, gördüğüm za-
man şaşırıyorum. Arkadaşlarımız da oku-
yunca hatırlayamadıkları şeyler olduğunu
söylüyorlar. Nasıl hatırlamazsın, bak burada
belgesi var diyorum o zaman. İnsanın en bü-
yük özelliği unutmaktır. Unutmak hem
iyidir hem kötüdür. Mesela bir yakınınızı
kaybedersiniz yavaş yavaş unutursunuz,
başka türlü yaşayamazsınız. Unutulma-
ması gereken şeyler vardır. Onları bu kitapta
bir araya getirmeye çalıştım. Şehir tiyatro-
larında yaşananlara katkısı olur diye ümit
ediyorum.
“Ucube” olayı kültür sanatı tartışmaya açtısanki. Nedir kültür sanat, tanımını yapa-bilir miyiz? Kültür sanat aklın vitaminidir. Vitaminsiz
bir vücut olabilir mi? Vitaminsiz yaşayabi-
lir miyiz, yaşayamayız. Akıl insanın en
önemli yol göstericisidir. Aklımızın gelişti-
rilmesi lazım. Her şeyi okulda öğrene-
mezsiniz. Bazı şeyleri sanatla öğreniriz. Me-
sela ruhumuzu, beynimizi dinlendiren, ona
huzur veren gibi bir konser bir terapi gibi-
dir. İnsanlar niye mutlu olur, neye gülerler.
Bir resim gördüğünüz zaman o resim size
bir haz verir. O hazzın getirdiği bir vitamin
vardır. Tiyatro da aynı etkiyi yaratır. Tiyatro
aynı zamanda yaşamın gerçeğidir. Yaşam-
daki yanlışları ve doğruları anlatır. Öyle de-
ğilse zaten o ileriye kalmaz, oynanır biter.
Ama iyi oynanması lazım, doğru oynanması
lazım. İyi demek doğru demek. Doğru
olan her şey iyidir. Kötü olan doğru yoktur.
Tiyatroda da bu geçerlidir. Orada isten-
meyen bir şey cinayet bile en doğru şekil-
de canlandırılır. Onun için mesela bir ci-
nayeti konu alan eserler heyecan verir
ama o heyecanla birlikte pek çok şey öğ-
renirsiniz. Bu işin neden yanlış olduğunu an-
latır orada size. Yani tiyatro doğruları an-
latır. Okulda her şeyi öğrenemezsiniz,
okulda hayat gerçeğini vermezler. Mantık
verir, felsefe verir. Ben bunların yeterli ol-
duğuna inanmıyorum. İşte orada sanat
devreye girer. Tiyatro, sinema, bale, müzik,
resim, heykel; her biri eğitime hizmet eder.
“OYUNCULUK DADEMOKRAS�YLE GEL��T�”Biraz da oyunculuk hakkında konuşalım.Sinema oyunculuğuyla tiyatro oyunculuğubiraz farklı denir...Hiç farklı değil. Sinemada bilmeniz gere-
ken bazı teknik meseleler vardır. Onun dı-
şında fark yok. “Birinde büyük oynanır di-
ğerinde daha sade” denirdi. Yok öyle bir şey.
Tiyatroda ne oynuyorsak sinemada da onu
oynuyoruz. Evveldendi o. Eskiden tiyatro-
da büyük oynarlar sine-
mada küçük... Bakın eski
filmlere, bulabilirseniz gö-
rürsünüz. O zaman tiyat-
ro gibi sinemada da jestler
büyüktü. Antikden kal-
maydı bu herhalde. Son-
raları her şey sadeleşme-
ye başladı. Demokrasinin
yaygınlaşmasıyla birlikte
oyunculuk da değişti, sa-
deleşti. Yaşama daha ya-
kın olması gerektiği gö-
rüşüne varıldı. Bu, rejisör
tiyatrosuyla ortaya çıktı.
Birinci Dünya Sava-
şı'ndan sonra ortaya çı-
kan bir tiyatrodur. Yine
tiyatronun bu gelişimine
en büyük katkıyı sağlayan öncülerden Sta-
nislavski'nin geçtiğimiz yüzyılın başında
büyük katkıları olmuştur. Arkasından ti-
yatroya psikodramayı getirmiştir. Psikolo-
jiyi dahil etmiştir, insan yapısını işlemiştir.
İnsanı araştırmıştır. Ve en doğalını yansıt-
maya çalışmıştır. Onlardan sonra Max Re-
inhardt gelir. Ondan sonra bazı kuramcılar
gelir. Bunların hepsinin ortak görüşü ti-
yatronun ayrı bir anlatımının olmaması, ya-
şamda neyse bunun olduğu gibi anlatılması
gerektiği yönündedir. Gerçeklerin daha
iyi verilmesidir amaçları. Gerçeğin olduğu
gibi yansıtılması çabası oyunculukta sade-
leşmeyi getirdi. Bu hem sinema oyunculu-
ğu hem de tiyatro oyunculuğu için geçerli.
Dizileri nereye koyuyorsunuz?Diziler hayatın bir gerçeği. Arz talep me-
selesi. O kadar çok dizi çekiliyor ki. Çok zor
şartlarda çekiliyor. Dört beş günde bir bö-
lüm çekiliyor. Bir film uzunluğunda. İki set
yapıyorlar. Çalıştıkları toplam saat 20 iş gü-
nüne denk geliyor. 20 günlük işi dört güne
sığdırmış oluyorsunuz. Ama yine de çok iyi,
çok kaliteli çekimler yapılıyor. Çok iyi di-
ziler var. Hepsini takip etme imkanım ol-
masa da iyi işler yapıldığını biliyorum.
Halk da seviyor. Zaten beğenilmeyen de
kaldırılıyor.
“APARTMAN DA�RES�NDET�YATRO ÇALI�ILMAZ”Tiyatronun gelişimini nasıl değerlendiri-yorsunuz? Yeni yazarlar, yeni oyuncular...
Her şeyden önce salona ih-
tiyaç var. Şu anda Türki-
ye'de salon yok. Olanların
asgari donanımı yok. Bir-
kaç tane var. Çok yetersiz.
Devletin bu işi planlaması
lazım. Görüyoruz, kentsel
dönüşüm projesi var mese-
la Beyoğlu'nda. Binalar yı-
kılıp yeniden yapılıyor. Ne-
den bir tanesini tiyatro yap-
mıyoruz. Ben genç tiyatro-
culardan müthiş şeyler çı-
kacağına inanıyorum. Ama
kendilerini gösterme im-
kanları yok. Bugün burada-
lar, oyun çıkarıyorlar. Yarın
nerede oynayacakları belli
değil. Nasıl geliştirecekler
kendilerini? Bir çadır olsa sabit, o bile işe ya-
rar. Şimdilerde gençler ellerinde çadır, do-
laşıp duruyorlar. Yer bulamıyorlar. Apartman
dairelerinde çalışıyorlar. Ama apartman
dairesinde tiyatro yaparsanız tiyatro gelişmez.
Mini futbolla futbolu geliştirebilir misiniz?
Futbol nizami sahada gelişir. Tiyatroda da
asgari düzeyde nizami bir salonun olması la-
zım. Siz ne yapıyorsunuz? Siz varolan salo-
nu kapatıyorsunuz? Alın size AKM... Ben
nasıl mutlu olurdum hafta sonları o gençleri
gördüğüm zaman. Salonlar dolup taşardı.
Neredeler şimdi o gençler? Bu bizim gör-
evimiz. Biz onları eğitimlerinden mahrum bı-
rakıyoruz. Bunda bizim sendikalarımızın da
sorumluluğu var. Ben yıllarca derneklere,
sendikalara üye oldum. Artık bıraktım çün-
kü oralarda neler olduğunu biliyorum. On-
larda da kabahat var.
Bakın benim özel tiyatrom vardı. Ken-
dime göre ciddi bir miktar zarar ettim. Ben
tiyatrolara para kazandıran biriyim nor-
malde. Sadece kendimi demiyorum, içinde
olduğum oyunları kastediyorum. Ama ti-
yatronuzu kurunca ne oluyor? Burada
oyun yapıyorsun, izleniyor. Oyun beğenili-
yor, fısıltı gazetesi dağılıyor. İnsanlar gelip
aynı oyunu izlemek istiyorlar. Bir geliyorlar
ki oynadığın salona, oyun yok. Nerede? Val-
la bilmiyoruz burada oynamıyor bu ay. Se-
nin tiyatron değil ki. Sonra nereye gidiyor-
sunuz? Küçükçekmece'ye gidiyorsunuz me-
sela. Dekoru kaldırıyorsunuz, yeni dekor ko-
yuyorsunuz. Mazot parası, kamyon parası.
Nasıl yöneteceksin tiyatronu? Mali olarak
da altından kalkılabilir bir şey değil. Seyir-
ci açısından da çile. Seyirciye seni takip etme
imkanı tanımıyorsun ki. Çünkü tiyatro yok.
Tiyatro dediğin pazartesi, salı başlayacak, bir
sonraki pazartesiye kadar sürecek bir prog-
ramdır. Devamlılık şart. Bu, iki ay oynar, bir
ay oynar, önemli değil. Ama tiyatro dediğin
böyle olur. Bir gün orada oyna, bir gün baş-
ka bir yerde, olmaz. Çadır tiyatrosu bile böy-
le olur. Çadırı alırsın, kurarsın. Ben bura-
dayım diye bağırırsın. Zaten kitapta yazıyor.
İstanbul'da en aşağı 15-20 tane tiyatro yıkıldı
diyorum. Ben demiyorum, gerçek bu. Yıl-
lardır aynı sorunlarla uğraşıyoruz. Aşamı-
yoruz. Tiyatronun önündeki en büyük en-
gel bu salon meselesi. O yüzden şu anda ül-
kemizde tiyatronun durumu deyince bunun
dışında bir değerlendirme yapamıyorum.
Cumhuriyet diyoruz. Bakıyoruz, Cumhuri-
yet döneminde nasıl olmuş bu işler. Ben ba-
kıyorum. On sene önce lise son sınıf edebiyat
kitaplarına baktım. Son okutulan metinler
Halide Edip Adıvar'ın kitapları, “Ateşten
Gömlek”, 1922. Yazıldığında daha savaş de-
vam ediyor. Cumhuriyet ilan edilmemiş. Hiç
mi bir şey yazılmamış ondan sonra... Neden
bu kadar korkuyoruz yazılanlardan. Hep
sansür, hep baskı. Neler çektirdik yazarla-
rımıza, sanatçılarımıza. Nazım'a, Kemal
Tahir'e. Sinemayı sansürle, kitabı sansürle,
dizileri yak. “Yılanların Öcü” sansür edil-
di bu ülkede. Fakir Baykurt, Cumhuriyet ya-
zarı değil mi. Neden yaptık bunları? Yaşar
Kemal neler çekti...
“E��T�M DÜZEY� �Y� DE��L”Üniversitelerde tiyatro eğitimi ne durum-da?İyi olduğunu zannetmiyorum. Sadece ti-
yatro değil diğer alanlarda da eğitim düzeyi
iyi değil. Duyuyorum arkadaşlardan. 25 ki-
şilik sınıflarda eğitim yapılıyormuş kon-
servatuarda. Olmaz. En fazla 10 kişiyle olur.
Biz burada diksiyon derslerine bile en faz-
la 13 kişi alıyoruz.
Şu anki çalışmalarınız neler?Devlet Tiyatrosu'nda yeni bir oyun çalışı-
yoruz. Altı yedi yıldır Devlet Tiyatrosu'nda
oynamıyordum. Çalışmalarına başladık
ama bu sezona yetiştiremedik. Eylül'de
başlayacağız. Çok güzel bir oyun. Bana göre
son yüzyılın en büyük yazarlarından Fri-
edrich Dürrenmatt'ın “Yaşlı Hanımın Zi-
yareti” oyununu sergileceyeceğiz. Bir de bir
dizi olacak. Onlar da yeter herhalde..
CAN GÜRZAP
6 TEMMUZ 2012 CUMA Aydınlık KİTAP14 KAPAK
İRFAN YALÇINKurtuluş Savaşı tarihimizde, Kuvay-ı Mil-
lîyeci denilen ulusal savaşçı tipinin en seç-
kin örneklerinden biri olan Tâhir Karau-
ğuz’un yaşam öyküsünü, oğlu Doğu Ka-
raoğuz “Kuvay-ı Milliye Ruhuyla Bir
Ömür” adlı kitabında nesnel bir yöntemle,
ortaya somut belgeler koyarak anlatıyor.
Gazeteci-Yazar Orhan Karaveli’nin önsözü
ve Doğu Karaoğuz’un sunuş yazılarıyla
başlayan ve sekiz bölümden oluşan yapıt-
ta, yer yer geriye dönüşlere başvurulsa da,
genellikle sıradizinsel (kronolojik) bir çiz-
gi izleniyor.
1898’de Safranbolu’da doğan, ilkokulu
(iptidai) ve ortaokulu (rüştiye) burada oku-
duktan sonra, Kastamonu Lisesi’ne giden Tâ-
hir Karauğuz, burada İsmail Habib (Se-vük),
İsmail Hakkı (Uzunçarşılı), Suat Hakkı
(Soyer) gibi kendi alanlarında ün yapmış öğ-
retmenlerin öğrencisi oluyor. Balkan Sava-
şı yıllarında (1912-1913) henüz 15 yaşın-
dayken, Kastamonu’da “İttihat ve Terakki
Cemiyeti”nin yapısı içindeki “Türk Gücü”ne
yazılan ve yine orada yayımlanan “Köroğlu”
gazetesinde, yurt sevgisini çığlıklaştıran ko-
çaklamalı (hamâsi) şiirler yayımlayan Tâhir
Karauğuz, bir yandan da Mehmet Âkif, Aka
Gündüz ve Ziya Gökalp gibi ünlü yurtsever
yazın adamlarına mektuplar yazıp, onlarla
ilişki kurmaya çalışıyor.
1916’da henüz 18 yaşındayken, gönül-
lü olarak askere yazılıyor ve yedek subay (ih-
tiyat zâbiti) olarak göreve başlayıp, “Kör-
dede” adında bir eşkiyâyı ve onun adam-
larını kovalayan birliğe kumanda ediyor.
1918’de, 2 yıl, 7 ay, at sırtında, firari ve eş-
kiyâ kovaladıktan sonra, terhis edilen Ka-
rauğuz, yarım kalan öğrenimini bütünlemek
için, 20 yaşındayken, yeniden Kastamonu
Lisesi’ne geliyor ve iki okul arkadaşı ile bir-
likte tek yapraklı bir gazete çıkartıyor:
“Açıksöz”.
Tâhir Karauğuz’un iki arkadaşı ile bir-
likte çıkardığı o tek yapraklı gazetede,
“Nidâ” imzasıyla İstanbul halkını isyana ça-
ğıran zehir zemberek bir yazı yayımlanıyor:
“Zavallı İstanbul!”. Şöyle bitiyor yazı:
“Uyan ey Anadolu ahâlisi! Uyan! Uyan!
Uyku devresi çoktan geçmiştir!..” (S.16).
İşin ilginç yanı, bu yazı yayımlandığın-
da, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı iki ay
bile olmamış, Erzurum ve Sivas Kongreleri
henüz yapılmamıştır. İşte o üç liseli gencin
çıkardığı “Açıksöz” gazetesi, Ulusal Kur-
tuluş Savaşı’nı destekleyen ilk Anadolu ga-
zetesi olacaktır. “Açıksöz”ü çıkaranlar, İs-
tanbul Hükümeti’nin yayın organı “Zafer”
gazetesinden gelen “Asarız, keseriz” teh-
ditlerine kulak asmamakta, hemen her
sayıda Kuvay-ı Milliyeciliği övmekte, sürekli
olarak Mustafa Kemal’in telgraflarına yer
vermektedir. “Ulusal Hareket”in Anado-
lu’daki sesi olan “Açıksöz”ün 1919 Ağus-
tos sayısında, “İstiklâlimize yan gözle bakan
bir müzâhiri (yardımcıyı), velev ki bizi ha-
zinelere garketse ve şu bir iki asırlık terakki
(ilerleme) yolunda bizi 10-15 senede ka-
tettiriverecek bile olsa, istemeyiz. İstiklâli-
mizden zerre kadar fedakâlığa râzı değiliz.”
yazılıdır (S.46).
1919’da, Kastamonu Lisesi’ni bitiren
Tâhir Karauğuz, Safranbolu’nun bir buca-
ğı olan Ulus’a Bucak Müdürü olarak atan-
dıktan hemen sonra, oradaki 67 köyü at sır-
tında tek tek dolaşarak Kuvay-ı Milliye’ye
asker yardımı için elinden geleni yapacak
ve “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” ile bağ-
lantı kurarak onun şubelerini açacaktır.
KARAELMAS D�YARI ZONGULDAKTâhir Karauğuz, 1920’de, Zonguldak’ta
kömür ocağı işleten ve buraya Kuvay-ı
Milliye anlayışını ilk getiren dayısı Maksut
Çivi’nin önerisiyle, Ulus’tan ayrılıp Zon-
guldak’a geli-yor. Burada Zonguldak Müf-
tüsü İbrahim Hakkı (Ak-ça) Efendi’nin baş-
kanlığında “Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Ce-
miyeti”nin Zonguldak Şube-si’nin kurul-
masına yardım ediyor. Ankara Hükümeti
tarafından çalışmaları yakından izlenen
ve göğsünde Birinci Dünya Savaşı ile ilgi-
li madalyası bulunan Tâhir Karauğuz,
Garp Cephesi Komutanlığı’nca As-kerî
Polis Müdürü olarak atandıktan pek az son-
ra, 1 Aralık 1920’de, Osmanlı ordusunda 2
yıl 7 ay askerlik yapmış olmasına karşın, Ak-
çaşehir İskele ve Limanlar Kumandanlığı
emrine atanıyor, teğmen olarak.
GARP CEPHES�Tâhir Karauğuz’u örnek bir Kuvay-ı Milli-
yeci olarak gören Ankara Hükümeti, ona
durmadan yeni görevler vermektedir. Ak-
çaşehir’de beş ay görev yapan Karauğuz,
24 Nisan 1921’de, Garp Cephesi Komu-
tanlığı’na bağlı İstihbârat Zâbiti (Giz Araş-
tırma Subayı) olarak Zonguldak’ta, daha
sonra da Ankara’da Garp Cephesi Komu-
tanlığı Matbuat ve Neşriyat Şubesi’nde
çalışıyor.
Karauğuz, Ankara’daki görevi sırasın-
da, Yunus Nâdi, Zonguldak milletvekili Tu-
nalı Hilmi, Mehmet Âkif, Hamdullah Sup-
hi, Yusuf Akçuraoğlu gibi, Ankara Hükü-
meti yanlısı ünlülerle tanışıyor. O günler-
de, İnönü’nün, Yunan ordusunun Anado-
lu halkına yaptığı zulmün tarihe net olarak
geçilmesi için kurduğu “Tetkik-i Mezâlim
Heyeti”nde, Hâlide Edip (Adıvar), Yâkup
Kadri (Karaosmanoğlu), Yüzbaşı Yusuf
(Akçura)’dan başka Tâhir Karauğuz da var-
dır (Hâlide Edip Adıvar, “Türk’ün Ateşle
İmtihanı” kitabında, Tâhir’den “Mülâzım”
diye söz ediyor). Tâhir, düşmanın yakıp yık-
tığı Anadolu’yu gezerken, gördük-lerinden
duyduğu büyük acıyı, “Harâbeler İçinde”,
“Ötme Bülbül”, “Ah Vatan, Sen Misin?”,
“Akşam” gibi şiirleriyle dile getiriyor.
Tetkik-i Mezâlim Heyeti’nin çalışması
bittikten sonra Ankara’ya dönen Karauğuz,
İsmat İnönü ve Fevzi Çakmak’la görüşme
olanağı buluyor ve onla-
rın övgülerini kazanıyor.
İşte tam o günlerde, Mü-
dür-i Umûmi (Genel
Müdür) Ağaoğlu Ah-
met’in imzasıyla, yeni-
den Zonguldak’a atanı-
yor. Yeni görevinin adı:
GenelKurmay Başkanlı-
ğı İstihbarat Subayı ve İs-
tihbarat Müdürlüğü’dür.
ZONGULDAKLIYILLARTâhir Karauğuz’un Zon-
guldaklı yılları, 1922’den
1962’ye kadar sürüyor
ve bu 40 yıl içinde in-
sanüstü bir çabayla çalı-
şıp, hemen hemen bü-
tün Türkiye’ye sesini
duyuran bir Zonguldak
basını yaratıyor tek ba-
şına. 23 Mart 1923’te,
Zonguldak’ta ilk gaze-
teyi (Zonguldak) çıka-
ran, 13 Aralık 1923’de
ilk basımevini (Zonguldak Karaelmas Ba-
sımevi’ni) kuran odur. Gazetenin yazarla-
rı arasında, Aka Gündüz, Ahmet Naim Çı-
ladır, Sâdi Yâver Ataman; ozanları arasın-
da, Behçet Kemal Çağlar, Ârif Nihat Asya,
Orhan Şâik Gökyay, Rızâ Polat Akkoyun-
lu gibi o yılların ünlüleri bulunmaktadır. Sık
sık Cemal Nâdir’in karikatürleri de yer alır
gazetede. Zonguldak madenlerinin kamu-
laştırılması konu-sunda sürekli olarak ya-
yın yapan gazetenin genel politikasını, ga-
zetenin yazarlarından Hüseyin Avni şöy-
le özetliyor: 1. Her şeyin üstünde millî men-
faat duygusu; 2. Tam ola-rak inkilâp davâsı;
3. Türkçülük davâsı; 4. Kömür havzasının
davâsı.
Yalnız gazete yayımlamakla yetinmeyen
Karauğuz, kurduğu basımevinde kitaplar da
yayımlıyor. 1922’de, Hâlide Edip Adıvar’ın
önsözüyle yayımlanan “Orduya Armağan”
adlı şiir kitabı ve özellikle “Orta Anadolu’da
Yunan Faciaları”, o zamanki Anadolu
bası-nında büyük yankı uyandırıyor. Öyle
ki, Süleyman Nazif ve Abdülhak Hâmid,
yazdıkları mektuplarla Tâhir Karauğuz’u
kutluyorlar. Ama kuşku yok ki, Karauğuz’u
en çok mutlu eden, Atatürk’ün 9 Mayıs
1922 tarihli mektubu olmuştur (S.113):
“Ankara, 9.5.1338 (1922); Zonguldak İs-
tihbârat Müdürü Tâhir Karauğuz Bey’e:
Türki-ye Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü
sene-i devriyesi münasebetiyle yazılan şii-
ri hâvi 23 Nisan 338 tarihli mektubunuzu
ve ‘Orduya Armağan’ ve “Orta Anadolu’da
Yunan Facia-larıı” ünvanlı iki kitabınızla be-
raber 1 Mayıs 338 tarihli mektubunuzu
memnuniyetle al-dım. Hissiyât-ı vataniy-
yelerinize teşekkür eder ve hidemât-ı mil-
lîyede muvaffak olmanızı temenni ederim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi, Baş-
kumandan Mustafa Kemal.”
Tâhir Karauğuz, yaşamı boyunca yü-
reğindeki Kuvay-ı Milliye ateşini hiç so-
ğutmamış, Kurtuluş Savaşı’nın bitimiyle,
1922’de Zonguldak’a geldikten sonra da,
aynı güç, inanç ve coşkuyla, âdeta tek kişi-
lik bir kültür kurumu gibi çalışarak, yalnız
Zonguldak basınının değil, başka bir çok
toplumsal kurum ve etkinliklerin oluştu-
rulmasında da öncülük etmiş ve bu ildeki
türlü “ilk”lere imza atmıştır.
Ama ne hazindir ki, 1962’de büyük pa-
rasal sıkıntılar içinde kalarak, varını yoğu-
nu, canı gibi sevdiği basımevini satmak zo-
runda kalarak, kimseye duyurmadan, bin-
diği Tarı vapuruyla, ömrünü verdiği Zon-
guldak’tan küskün ayrılmış, 1982 yılında öle-
ceği İstanbul’a oğlunun yanına gitmekten
başka çare bulamamıştır.
(Kuvay-ı Milliye Ruhuyla Bir Ömür,Doğu Karaoğuz,
Truva Yayınları, 376 s.)
DOĞU KARAOĞUZ’DAN “KUVAY-I MİLLİYE RUHUYLA BİR ÖMÜR”
Bir CumhuriyetSavaşçısı’nın yaşam
öyküsü
6 TEMMUZ 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP
SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com
Geçen haftaki Arakablo’nun başlığı “Dine
Dair Kimi Yanılsamalar ve 2 Temmuz”du.
Yazıda Selahattin Bağdatlı’nın “Selahattin
Hilav’la Konuşmalar” (Nisan 2012, YKY)
kitabını da “birçok meseleyi dinle ilişkisi
bağlamında ele almasından” ötürü önem-
li bularak Hilav’ın kimi saptamalarını tar-
tışmaya çalışmıştım. Polemik yanı ağır ba-
san bir yazı ortaya çıkmıştı: “Düşünebiliyor
musunuz, [1950’den beri] dinsel yabancı-
laşmanın yanılsattığı kitleler, laik ve Ke-
malist olmadıkları için, seçilenlerse onları
ülkenin talanına ortak etmek üzere din kis-
vesiyle aldatarak büsbütün soyup soğana çe-
virdikleri için sol oluyor?! Tutarsızlığın bu
kadarına pes!”
Bu vargı, olumlu ve olumsuz tepkilere
yol açtı. Hilav’ın “ATÜT’çü bakış açısının
ürünü olan bu tür sakatlıklarını eleştirmekle
iyi ettiğimi” belirtenlerin yanı sıra, “hem ül-
kemiz felsefesinde emek ve katkısı bulun-
duğunu söylüyorsun hem de tutarsızlıkla
suçluyorsun” diyerek, “asıl tutarsızlığa be-
nim düştüğümü, gerçekliğe karşı sorumlu-
luk duygusunu polemik tutkusuyla zedele-
diğimi” öne sürenler oldu. Birincilere
olumlama yönünde sık sık gönderdikleri ile-
tilerle beni düzenli yazmak üzere yürek-
lendirdikleri için teşekkür ederim. İkinci-
lere benim için öğretici saptamalarından
ötürü iki kez teşekkür ederim.
AÇIMLAYICI VE YARATICIGÖRÜ�LER�YLE ÖNE ÇIKANÇAPLI B�R DÜ�ÜNÜR
Selahattin Hilav, benim için hep, “ül-
kemiz Marksist felsefe kültürünün oluş-
masında büyük emek ve katkısı bulunan”,
dahası bizde diyalektik felsefenin dilini
kurmada öncü ve kalıcı çabaları yıllar geç-
tikçe yoğun anlamlar kazanacak derin bir
felsefecidir. Nâzım Hikmet üstüne yazılmış
en güzel birkaç yazıdan birini Papirüs’te
(1967) onun kaleminden okuduğumdan
beri, Yeni Dergi, Yazko Felsefe ve başka-
larında adını görmemle yürek atışlarımın
hızlandığını duyumsadığım, Aydınlık’ta
yazmaya başlamasını (1993) büyük gaze-
tecilik başarısı olarak sevinçle karşıladığım
bir yazardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Ke-
mal Tahir, Can Yücel eleştirileri ve ger-
çeküstücülük yorumları (Edebiyat Yazıla-
rı, 1993, YKY), Murat Belge ve Hilmi Ya-
vuz’la yürüttüğü, bugün niye benzerleri
yok diye hayıflandığımız eşsiz derinlikteki
polemikler, o yazmazsa kimsenin el atıp da
yazamayacağını düşündürten birçok felse-
fe kavramı ve sorunu üstüne yazılar (Felsefe
Yazıları, 1993, YKY), Diyalektik Düşün-
cenin Tarihi (1966, Sosyal Y.) ve 100 Soruda
Felsefe Elkitabı (1970, Gerçek Y.) gibi
kırk yıldır elden düşürmediğim kitaplar bize
hep onun armağanı.
Yine birçok meselede olduğu gibi, Tür-
kiye’nin tarihsel geçmişi, toplumsal yapısı,
kültürel derinliği ve politik ufku üstüne ha-
zırlop yargılara uzak duruşu, aydınlarımı-
zı silkeleme girişimlerinin yanı sıra ATÜT
(Asya Tipi Üretim Tarzı) konusunda genç
araştırmacılar kadar uzmanlar için de son
derece açımlayıcı ve yaratıcı görüşler orta-
ya koyuşu onun çaplı düşünür kimliğinin ka-
lıcı yansımalarıdır. Entelektüeller ve Eylem
kitabı (haz.: Sema Rifat, 2008, YKY) Hi-
lav’ın gazete ve dergilerde kalmış yazı,
tartışma ve söyleşilerinin derlendiği bir ki-
tap olarak onun düşüncesini bütünleyen,
ama daha önemlisi, günümüzde çok yakı-
cı biçimde gereksinilen aydın ve eylem di-
yalektiğini vurgulamasıyla öne çıkmaktadır.
İki kalem darbesi üç tuş dürtmesiyle onu
harcayacağını sanma hafifliğine kapılacak
kadar enayi ya da hödük olmadığım kanı-
sındayım; onun bir Marksist felsefeciye
uygun düşen bu özellikleri üstüne 1967’de-
kinden farklı düşünüyor da değilim. Yazı işi-
ni öyle ciddiye alır ve titizlikle yürütür ki,
özensiz yazılmış tek cümlesini, gereksiz tek
sözcüğünü gösteremezsiniz.
D�N FELSEFEN�N KAR�ITI B�R�DEOLOJ�K TOPLAMDIR
Onu hep çekici ve etkili kılan yönüyle en
iyi tanımlayan kişi, Bağdatlı’nın da anım-
sattığı gibi, Kemal Tahir olmuştur: “Sela-
hattin Hilav’ın özelliği ve gücü, genel ola-
rak eski ve yeni felsefe bilgisinin sağlamlı-
ğında, genişliğinde ve derinliğinde değil, bu
bilgiyi en ileri görüşlerle birleştirebilme özel-
liğinde, yeteneğindedir. (...) Modern felse-
fede büsbütün kendi alanına girmiş olan Se-
lahattin Hilav, burada Marx’ı hazırlayan bü-
yük düşünce ırmağını, Batı’da bile çok az
rastlanan bir sağlamlıkla izlemekte, Mark-
sizm’in günümüzü etkileyen yönlerine ay-
rıca önem vererek, Batı’daki çalışmaları ay-
dınlattığı gibi, bizim belli anılarda kalmış ka-
lıp aktarıcı Marksist geçinenlerimizi de
uyarmaya çalışmaktadır.”
Benim Hilav’da tutarsızlık olarak nite-
lediğim durumlar, din ve politik egemenlik
ilişkisine dair tanım ve tavırlarda ortaya çı-
kıyor. Anadolu toplumuna ilişkin, yine Ke-
mal Tahir’in de dikkat çektiği şu saptama-
sı, gerçeğin somut ve engin anlatımıdır:
“İdeoloji, yani din, gelenek ve alışılagelmiş
yaygın düşünce tarzları, felsefenin ve felsefe
ihtiyacının yerini tutmaktadır. (...) din ve
ideoloji felsefenin yerini almış... felsefî dü-
şüncenin canlanması ve yeniden doğması
(Rönesans) imkânsız hale gelmiştir. Ana-
dolu Türk toplumu da Yakındoğu İslâmî
toplumlar kategorisi içinde yer alır ve bel-
ki de bu kategorinin en kusursuz örneğidir.”
(Elkitabı, s. 142 - 143)
Hilav daha Yön’deki bir yazısında (Şu-
bat 1966, S: 149) dini ideolojik bir olgu, bir
yanılsama biçimi olarak tanımlar: “Din, te-
mel yapısı bakımından, bir ideolojidir. Yani
insanların içinde yaşadıkları maddi şartla-
rın, aldatıcı bir biçimde insan bilincinde yan-
sımasıdır.”
LA�KL�K VE ASKER-S�V�L AYDINZÜMRE
Hilav, “insanoğlunun aldanması, ken-
dini aldatması” olarak adlandırılabilecek
yöneliminin dinde karşılık bulduğunu, bu
toplumsal ve ruhsal gereksinmenin aşılması
yönünde yüzeysel ileri-geri kavgasının çö-
zümsüz kaldığını belirtir. Din üstüne Ay-
dınlık’taki “Bizdeki Laiklik” yazısında
(29.06.1993), “İttihat-Terakki’den kay-
naklanan ve Cumhuriyet döneminde ra-
dikal bir biçim alan din düşmanlığı”nın yo-
bazlık karşıtı edebiyata dönüşmesini eleş-
tirerek Marksistleri uyarır: “Kemalizmin
tezgâhında dokunmuş solculuk ile Marx-
çılık arasındaki örtüşmezliği ve uyuşmaz-
lığı apaçık bir biçimde ortaya koymak ge-
rekiyor.”
Cumhuriyet laikliğinin “tarihsel-top-
lumsal koşullardan soyutlanarak tek başı-
na ele alındığında kendi öz amacına ters dü-
şen bir tutum”a yöneldiğini belirtir. Ke-
malizmin aydınlanma savaşımının da asker-
sivil aydın zümrenin Osmanlı’dan müdev-
ver baskıcı ve yasakçı yöntemlerle, yüzey-
sel olarak yürütüldüğünü ısrarla öne sürer.
Toplumun geleneklerinden ve tarihinden
kopartılmasını eleştirir.
İslâm toplumlarında isyanların başladığı
yere dönerek sona erdiğini belirleyen En-
gels’e dayanarak Hilav Anadolu’da dönü-
şüm ve yenilenme geçirmeksizin toplu-
mun kendini sürekli yinelediği gerçeğini sık
sık anımsatır; Hegel’in saptama ve öngö-
rülerini de kaynak alır. Bu durumda top-
luma dinamizm kazandırmak ancak dış et-
kilerle olanaklıdır. Emperyalizmin dayat-
masıyla örtüşen dinci politika ve örgütlen-
meler, toplumun tarihsel ve yapısal bir
özellik olarak talanı üleşme alışkanlığını bu
kez dış yardım ve borçla giren yabancı ser-
mayenin paylaşılması eğiliminde canlı tu-
tarak dinci kitlelerle bütünleşir, çıkarları uğ-
runa ülkeyi pazarlamayı ve peşkeş çekme-
yi dinsel örtülerle kutsallaştırır. Peki top-
lumun %50’si emperyalizmin yedeğinde ül-
kesine ihaneti dinsel meşruiyete ve rızaya
dayalı yıkıcı ittifaklarla yürütünce sol olu-
yor da, yurdunu savunmak niye azınlıkçı,
seçkinci, yasakçı, halk düşmanı ve sağ olu-
yor?
Doğu ve İslâm toplumlarının, özellikle
Türk toplumunun özgün tarihsel nitelikle-
ri bulunduğu gerçeğinde bugün herkes
birleşiyor. Asker sivil aydın zümrenin top-
lumsal değişme sürecinde tam da bu ger-
çeğin karşı ucunda yer alması tarihsel bir
olgu. Bu gerçeği ilk kez tanımlayan Yusuf
Akçura’nın sınıfsal çözümlemesiyle 1908
Devrimi’nde –ve yüz yıldır– yaşananlara ba-
kınca şunu görüyoruz: Dönüşüme yatkın
unsurlar olarak asker-sivil aydın zümre, ulu-
sal burjuvazi ve halkın üretici kesimleri,
emek verdiği yurdunu Batı’nın evrensel de-
ğerleriyle donanmış düzeyde yeni bir top-
lumsal ve anayasal düzene taşıma savaşı ve-
rir. Emperyalizm de bu gelişmeyi durdu-
racak dinci karşıdevrim cephesiyle sürekli
işbirliğinin önündeki engelleri adım adım
kaldırır...
Onca doğru saptamadan sonra Hilav, ne
yazık ki, Marksizm’in felsefi ve tarihsel il-
kelerini verdikten sonra evrensel bütünün
tekerleğini düşünsel hakikatle ekonomik ya-
salar arasındaki yarığa sokan Hegel’in yaz-
gısını başka bağlamda, politikanın sıradan
girdabında ve trajikomik biçimde paylaşır.
Hegel’in yazgısını Türkiye gerçeğinde paylaşmak
Onca do�ru saptamadan sonra Hilav, ne yaz�k ki, Marksizm’in felsefi ve tarihselilkelerini verdikten sonra evrensel bütünün tekerle�ini dü�ünsel hakikatle ekonomik
yasalar aras�ndaki yar��a sokan Hegel’in yazg�s�n� ba�ka ba�lamda, politikan�ns�radan girdab�nda ve trajikomik biçimde payla��r.
ARAKABLO
16 Aydınlık KİTAP6 TEMMUZ 2012 CUMA
HÜSEYİN ÇOBANOĞLU
Doğu Perinçek’in “Türkiye’nin Anayasa
Birikimi – ‘Bölücü Anayasa’nın Eleştirisi
ve Cumhuriyetin Yeniden Örgütlenme-
si” adını taşıyan son kitabı geçtiğimiz gün-
lerde Kaynak Yayınları’ndan çıktı.
Kitap, ülkemizde anayasa hukuku
üzerine yazılan; meselenin teknik yön-
lerine yoğunlaşan “şekli ve maddi ana-
yasa hukuku” eserlerinden ya da yalnız-
ca güncel tartışmaya yoğunlaşıp anaya-
sayı toplumsal sürecin bütünlüğünden ko-
paran eserlerden esaslı bir şekilde ayrı-
lıyor. Türkiye’nin anayasa tarihindeki bi-
rikimi ve saflaşmaları tarihsel gelişim için-
de ortaya koyarak, bugünkü tartışmala-
rı, anayasa yapma girişimini ve Türki-
ye’nin ihtiyacı olan anayasayı bu temel-
de açıklıyor. Bu sebeple, klasik bir “ana-
yasa hukuku” kitabı olmanın çok ötesi-
ne geçiyor.
Diğer yönden, yeni devletin temel-
lerinin yazıldığı “kurucu hukuk” olan
anayasayı, bu niteliğine uygun olarak,
Türkiye’nin devrimler ve karşı devrimler
tarihi düzleminde ele alıyor ve “hukukun
en siyasi olanını”, hak ettiği biçimde top-
lumsal pratikle birleştiriyor. Bu da ese-
ri klasik anayasa hukuku kitaplarından
farklılaştırıyor. Aslında alt başlıkta yer
alan “Cumhuriyetin Yeniden Örgütlen-
mesi” ifadesi de, eserin niteliğini ortaya
koyuyor. Yanıt aranan soru yalnızca
anayasanın nasıl, kim tarafından, hangi
içerikle hazırlanacağı değil; karşı devrim
saldırısıyla Cumhuriyetsiz kalmış bir
toplumun, bu saldırıyı püskürtürken
Cumhuriyetini yeniden nasıl örgütleye-
ceği. Devrimci Cumhuriyetin esasları, ku-
ruluşu ve felsefesi, devrimci anayasanın
da içeriğini oluşturuyor.
Eserin ilk bölümünde anayasanın ne
olduğu sorusuna yanıt aranıyor. Anaya-
sanın devlet ve onun örgütlenmesi ba-
kımından taşıdığı anlam, yeni toplumu
kurmada ve ekonomik, siyasi, sosyal iliş-
kilerin düzenlenmesinde anayasaların
üstlendiği rol ortaya konuluyor. Ana-
yasalarla devrim ve karşıdevrimler ara-
sındaki ilişki, hem toplumsal gelişme,
hem de Türkiye pratiği düzleminde açık-
lanıyor. Bu bölümde ayrıca, güncel ana-
yasa tartışmasında neoliberal cephenin
can simidi olan ve bilgi kirliliği yaratma
aracına dönüşen “sivil”, “ideolojisiz”, “uz-
laşma” gibi kavramların, tarihsel geliş-
mede nasıl ortaya çıktıkları, yüklendik-
leri anlamlar ve devletin, anayasanın
taşıdığı anlam ortaya konularak, kav-
ramların anayasa teori ve prati-
ğine yabancılıkları inceleni-
yor. Bu bölüm, kamuo-
yunda yürütülen yü-
zeysel ve içi boş tar-
tışmaya, kapsamlı
eleştiri ve yanıtlar
içeriyor.
Sonraki iki bö-
lümde Türkiye’nin
anayasa tarihi ve bi-
rimi, devrim ve karşı
devrimler esas alına-
rak, dört temel süreç
içinde ve kronolojik bi-
çimde ele alınıyor. Burada iki
de direnç noktası yer alıyor. Bunlar-
dan biri Tanzimatçılığa direnç olarak or-
taya çıkan Genç Türk hareketi ve onla-
rın getirdiği 1876 Anayasası, diğeri ise
“Küçük Amerika” sürecine direnç orta-
ya koyan 27 Mayıs Devrimi ve 1961
Anayasası. Bunların direnç olarak ifade
edilmelerinin nedeni ise devrimci, ileri-
ci yönleriyle içinde bulundukları süreç-
leri kesintiye uğratmalarına karşın, sü-
recin yönünü değiştirememiş olmalarıdır.
Özellikle ilerici ve devrimci yanları ya-
nında, zayıf yanları ve hatalarıyla 1961
Anayasası’na ilişkin, eserin ilgili bölü-
münde önemli değerlendirmeler yapıl-
mıştır.
İkinci bölümde, çok partili yaşam tec-
rübeleri irdelenirken, demokrasinin özü
ve gerçek demokrasinin ancak Ortaçağ
kurum ve ilişkilerinden tamamen arınmış
ve özgürleşmiş bir toplumda kurulabi-
leceği yalın bir biçimde ortaya koyuyor.
1950’lerden itibaren geçilen çok partili
yaşamda, demokrasinin nasıl adım adım
yürürlükten kalktığını ve Ortaçağ’ın, ya-
şamın her alanına hakim kılındığını, 60
yıllık tecrübe de tartışmasız biçimde or-
taya koyuyor.
Eserde, yeni anayasa girişimi ve Cum-
huriyet’in yeniden örgütlenmesiyle buna
bağlı devrimci bir anayasa seçeneği ise
ayrı birer bölüm halinde ele alınıyor. Yeni
Anayasa girişimine ilişkin bölümde, bu
anayasanın omurgasını oluşturan, Türk-
lüğün ve milletin anayasadan çıkarıl-
ması, özerklik, vatandaşlık, anadille eği-
tim konuları; felsefi temelleri, sosyolojik
yönleri ortaya konarak ele alınıyor. Va-
tandaş olmakla millet olmak arasındaki
fark, millet kavramının Ortaçağ aidiyet-
lerine üstünlüğü ve birleştiriciliği, Atatürk
milliyetçiliği ve emperyalizm, Cumhuri-
yet Devrimi pratiği konularında yapılan
açıklamalar, hem bölücü anayasa girişi-
minin temellerine vurmak, hem de cum-
huriyet anayasasının ihtiyaçlarını
anlamak bakımından büyük
önem taşıyor.
Eserin bir diğer
önemli yanı, anayasal
belgeler incelenirken,
yalnızca madde içe-
rikleri ve içeriğin,
anayasal gelişim ba-
kımından önemi de-
ğil; değişiklere yol
açan toplumsal pra-
tikler, bu pratiklere ön-
derlik eden sınıflar ve
onların karşıt güçleri orta-
ya konuyor. Bu, anayasanın
“anayasa hukuku” için taşıdığı de-
ğerden öte, verili koşullar ışığında top-
lumsal yaşam bakımından taşıdığı değeri
ve üstlendiği rolü kavramayı, anayasa ta-
rihimizdeki ilerleme ve gerilemeleri mu-
hakeme edebilmeyi mümkün hale geti-
riyor. Ayrıca bu bölümlerde herkes ta-
rafından kabul edilen anayasal metin-
lerden başka, daha derin bir bakış açısıyla
kapsamlı bir çalışmanın ürünü olan pek
çok metne yer veriliyor. Bunlardan bel-
ki de en önemlisi 1921 Anayasası’na da
ruhunu veren Halkçılık Beyannamesi.
Aslında yazar, eserin bütününde,
anayasa tarihimizi en yalın ifadeyle,
“egemenlik ve onun ait olduğu sınıflar”
temelinde tarihsel bir biçimde açıklıyor.
Anayasa; yeni bir devletin, yeni bir top-
lumun, yeni bölüşüm ilişkilerinin gün-
deme geldiği koşullarda ortaya çıkıyor.
Bu koşullarda bölüşülecek en değerli şey
ise “egemenlik” oluyor. Çünkü bütün di-
ğer bölüşümlerin kaynağını oluşturu-
yor. Anayasa ise “en üst paylaşımı” gü-
venceye kavuşturan “en üst hukuk met-
ni” olarak karşımıza çıktığı için, ege-
menliğin paylaşımına esaslı değişiklik ge-
tiren metinler “anayasal nitelikte” me-
tinler oluyor. Egemenliğin kayıtsız şart-
sız halka ait olduğunu ilan edenler dev-
rimci birikimi , egemenliği Avrupa mer-
kezlerine ve ABD’ye devredenler ise
karşı devrimciliği temsil ediyorlar. Kuş-
kusuz tek ölçüt bu değil, ama eninde so-
nunda her ölçüt egemenliğin ait olduğu
sınıfa bakılarak cevaplanıyor. Egemen-
lik halka aitse, gerçek demokrasi ve la-
iklik hayat buluyor, kamuculuk ve toplum
yararı öne geçiyor, Ortaçağ ilişkileri ge-
riletiliyor. Egemenliğin kaynağı ABD ve
AB merkezlerinde aranıyorsa, Ortaçağ
ilişkileri mezarlarında hortluyor, bencillik
ve bireysel menfaat öne çıkıyor, toplum
yozlaşıyor, demokrasi soytarılığı yaşanı-
yor, laikliğe rahmet okunuyor.
İşte “Türkiye’nin Anayasa Biriki-
mi”, en başta köklü anayasa birikimimi-
zi ortaya koyuyor; 150 yılı aşan ve bugün
de en büyüğüyle karşı karşıya olduğumuz
bir çok karşıdevrimci atakla boğuşan bu
mücadelenin ve onun devrimci anayasa
birikiminin özgüveniyle, devrimci seçe-
neğe ışık tutuyor. Anayasayı tartışırken
sırtını neoliberalizmin sahte kavramlarına
değil, Namık Kemallere, Ziya Paşalara,
Talat Paşalara, Mustafa Kemallere, Ca-
hit Talaslara ve onların gerçek demokrasi,
özgürlük, hak arayışlarına yaslıyor.
Eser bütün bu yönleriyle, büyük ana-
yasa çarpışmalarının ve mücadelesinin
arifesinde, bu sürece ışık tutacak bir ba-
şucu kitabı ve başvuru kaynağı olma
özelliği taşıyor.
(Türkiye’nin Anayasa Birikimi,Doğu Perinçek,
Kaynak Yayınları, 384 s.)
150 YILLIK MÜCADELEDEN SÜZÜLÜP GELEN “TÜRK�YE’N�N ANAYASA B�R�K�M�”
Egemenlik ve ait olduğu sınıflarAnayasan�n devlet ve onun örgütlenmesi bak�m�ndan ta��d��� anlam, yeni toplumu kurmada ve ekonomik, siyasi,
sosyal ili�kilerin düzenlenmesinde anayasalar�n üstlendi�i rol ortaya konuluyor. Anayasalarla devrim vekar��devrimler aras�ndaki ili�ki, hem toplumsal geli�me, hem de Türkiye prati�i düzleminde aç�klan�yor.
Anayasa;yeni bir devletin,
yeni bir toplumun, yenibölü�üm ili�kilerinin
gündeme geldi�i ko�ullarda
ortaya ç�k�yor. Bu ko�ullarda
bölü�ülecek en de�erli �eyise “egemenlik” oluyor.
Çünkü bütün di�erbölü�ümlerin kayna��n�
olu�turuyor
Doğu Perinçek
6 TEMMUZ 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAPBİR KİTAP BİR FİLM
HOMEROS’UN “�LYADA”SI VE PETERSEN’�N “TRUVA”SI
Hektor’dan yana olmak…
AGAH ÖZGÜÇ
“...Öyküleriyle romanları, gençlik yılların-
dan bu yana su gibi okuduğum biri o. An-
latı kişileri, iletişimsizlik, toplumsal çalkantı,
insanların kayıtsızlığı karşısında kendileri
için evrenler kurmaya girişirken birer sı-
ğınak arar hep; aşktır bu yuvadır, dostluk-
tur, güvendir kimileyin ucu rezilliğe de var-
sa... Bu nedenle karakterlerden yansıyan
korku, güven, kuşku, aşk, bağlılık, ihanet
duyguları, baskın rol oynar yapıtlarında...”
Böyle yazar M. Sadık Aslankara, Tarık
Dursun K. için. Gerçekten, o kendine
özgü yalın anlatı biçimiyle “su gibi” okunan
bir yazardır. Ve Türk edebiyat dünyasındaki
1950 kuşağının en verimli, en renkli ka-
lemlerinden biri Tarık Dursun K.
Yalnızca edebiyat dünyasının mı? Bir si-
nemacı kişiliği var ki, enine boyuna üze-
rinde durulup araştırılması gerekir. Film
eleştirmenliğiyle, senaryoculuğuyla, diya-
log yazarlığıyla. Evet, Tarık Dursun K., bir
Orhan Kemal gibi “diyalog ustası”dır Türk
sinemasında. Orhan Kemal de edebi-
yattaki ustası değil mi Tarık Dur-
sun K.'nın...
YÖNETMENL�KYA�AMIO, bir yazı ustasıdır tar-
tışmasız. Herkes tanır,
herkes bilir. Ne var ki
yeni kuşak, çoğu kişi,
Tarık Dursun'un “yönet-
menlik” yaptığını bilmez.
Bir süre Osman F. Seden'e
asistanlık ve senaryo yazarlığı
yapan Tarık Dursun, kamera ar-
kasına geçip, 1962'de Ahmet Mekin'le
“Aramıza Kan Girdi”, 1963'te Eşref Kol-
çak'la “Korkusuz Kabadayı”, 1964'de Sezer
Sezin ve Cüneyt Arkın'la “Cehennem Ar-
kadaşları” ve aynı yıl Sadri Alışık, Ahmet
Mekin ve Sevda Ferdağ'la “Kelebekler
Çift Uçar” ve de Yılmaz Güney'le “Yara-
lı Kurt” adlı filmleri çeker. Tartışmalı bir yö-
netmenlik macerası yaşasa da, yeni bir ba-
kış açısıyla tekrar izlenmeli filmleri. Özel-
likle de “Kelebekler Çift Uçar'ı. Ama na-
sıl?.. “Kayıp film”lerden biri o, yazık ki...
Bir “kaçak” olarak asistanlığını yaptığım
bu filmin maceralı bir “perde arkası” var-
dır. Çetin Emeç'in yayın yönetmenliğini yap-
tığı “Ses Mecmuası”nda çalışırken “rö-
portaja gidiyorum” numarasıyla dergiden
kaçıp, Tarık Dursun'a gizlice ve “kaçak” ola-
rak asistanlık yaptığımı anımsıyorum da...
Tarık'la dostluğumuz yıllar öncesine da-
yanır, 1960'lı yılların başlarına. O yıllarda
“T.Kakınç” imzasıyla çeşitli gazete ve der-
gilerde film eleştirileri yazmaktadır. Ara-
da bir beni de peşinden sürüklerdi. 1965'de
Milliyet gazetesinin Haftasonu ekinde bir
süre birlikte çalışmıştık. Tarık, Haftasonu
ekinin birinci sayfasını hazırlıyor, ben de si-
nemayla ilgili güncel yazılar kaleme alı
yordum imzasız.
1960'ların başı film eleştirmenliğinin
en etkin ve en saygın yıllarıdır. Semih Tuğ-
rul'la, Çetin A. Özkırım'la, Ali Gevgilili'yle,
Giovanni Scognamillo’yla, Onat Kut-
lar'la, Nijat Özön'le, Rekin Teksoy'la ve
Tuncan Okan'la. Ve elbette Tarık Dur-
sun'la. Ne yazık ki bu öncü eleştirmen ku-
şağının en önemli kalemlerinden altısı ya-
şamıyor bugün.
Ve o kuşağın en acımasız kalemlerinden
biriydi Semih Tuğrul. Türk sinemasıyla il-
gili eleştirilerinde kimsenin gözünün yaşı-
na bakmaz, “vur abalıya” misali önüne ge-
lene verip veriştirirdi. Dost Dergisi'nin si-
nema özel sayısındaki bir eleştiri yazısının
bazı yerlerini hafifletmek için az mı ter
dökmüştü Tarık Dursun. Benim de “en iyi
on Türk filmi” soruşturmasını düzenlediğim
bu sinema özel sayısında Tarık da Semih
Tuğrul'u aratmayan bir genel yazı yazmış-
tı. İmzasız bir yazıydı bu. Ve bana “Aman
benim yazdığımı kimse bilmesin” diyerek
kulağımı çektiğini hatırlıyorum.
Dinarlı şair ve adaşı Tarık Gürcan, şair
Tevfik Akdağ, gazeteci yazar Cen-
giz Tuncer'in vakitsiz ölümüy-
le nasıl da sarsılmıştı. Ama
o ne ki? Onu asıl yıpratan,
yalnızlaştıran, yaşam dü-
zenini bozan sevgili eşi
Nermin Kakınç'ın ölü-
müydü. Her ne kadar
“ölenle ölünmez” den-
se de içinden bir şeyler
kopmuş ve “yaşam”la
“ölüm” arasında kalakal-
mıştı öylece...
Tarık Dursun K. “ön-
söz”lerinin birinde şöyle diyordu:
“İnsanlar yaşlandıkça bellekleri de eski gü-
cünü yitirir. Her şey, giderek unutulmanın
ıraksal sislerine bürünür. Hatırlamaya
kalktığınızda yanılgının çeşitli tuzaklarına
düşebilirsiniz. İzlenecek en akılcı yol, ya-
zılmaya değer bulduklarınızı unutmadan
kağıda dökmektir.”
UCUNDA ÖLÜM YOK!İşte Tarık Dursun, eşi Nermin Kakınç için
şöyle yazmıştı. Onun ölümünden yıllar
önce “Karım Benim” başlığıyla kağıtlara dö-
kerek, der ki: “Aradan kırk yıl geçmiş. Tam
dün gibi. Hayır, düş gibi. İlk yaptığın yemeği
ikimizde hatırlıyoruz; pilavdı ve dibi tut-
muştu. İlk ütüsünde pantolonumu yaktı ve
hiç sesimi çıkarmamıştım. Ankara'daydık,
paramız yoktu ve ikinci pantolon alama-
yacağımı ikimiz de biliyorduk. Çok üzüldü,
evet... Ama ucundan ölüm yoktu ki!”
Oysa “ölüm” denen yokoluş, yazarken
ardında hiçbir şey bırakmayanlar içindir.
“Ölümsüzlük” ise bir sanatçının ya da bir
yazarın geride bıraktığı ürünlerle, eserler-
le geçerlidir.
Evet, sevgili Tarık Dursun K., sonsuza
dek öpüldünüz...
TARIK DURSUN K.'NIN YA�GÜNÜ K�TABINA YET��T�R�LEMEYEN B�R SAYGI YAZISI:
“Öpüldünüz”Tarık Dursun K...
TUNCA ARSLAN
Homeros’un epik destanı “İlyada”da bin-
lerce yıldır yankılanan, “O dövüşen ada-
mın adı Hektor’du. Ama o atların sü-
rüklediği artık Hektor değildi” dizesi, Tru-
va Savaşı'nı çok iyi özetler. Truvalıların
kahraman başkomutanı, ülkesini canla
başla savunan, işgalci Yunan gemilerini
ateşe veren ama sonunda karşı saflarda-
ki benzeri Aşil’in öfkesinden kurtulama-
yıp kılıçla can verdiğinde cesedi atlar ta-
rafından sürüklenen Hektor’un öyküsü
gerçekten de “binlerce filme” bedeldir.
Hollywood’un Alman kökenli yönet-
menlerinden, “Ateş Hattında”, “Kusur-
suz Fırtına” gibi büyük bütçeli, aksiyonu
bol sansasyonel filmleriyle tanıdığımız
Wolfgang Petersen de Hektor’un, Aşil’in,
Paris’in, Helen’in, Yunanlıların, Truvalı-
ların öykülerinden oluşan, “garantili mi-
tolojik malzemeyi” doğrusu gayet iyi de-
ğerlendirmişti 2004’te çektiği “Truva”da.
İşbilir yönetmen Petersen, özel efektlerin
başarısı, savaş sahnelerinin etkileyiciliği,
iki ayrı aşk öyküsünün akışı, Aşil rolün-
deki Brad Pitt’in her kesimden seyirci üs-
tündeki karizması sayesinde, klasik met-
ne saygıda kusur etmeyen iyi bir film koy-
muştu ortaya.
Paris’in Helen’i kaçırmasının, Yu-
nanlıların yayılmacı emelleri için bir ba-
hane olarak kullanılışını özellikle vurgu-
layan; genel sempatisini, binlerce gemiy-
le Anadolu’ya, Truva surları önüne çı-
karma yapan işgalcilerden değil, yurtlarını
savunan Truvalılar’dan yana gösteren
Petersen’in, dolayısıyla tarihteki ilk Batı-
Doğu savaşında doğru bir tercih yapmış
durumda. Bunu da bilinen “mitolojik
kabulleri” çok fazla eğip bükmemeye
borçlu olduğunu söyleyebiliriz.
Filmde Aşil’in (Akhilleus) kullanım bi-
çimine gelince, bir iki noktanın üzerinde
özellikle durmak gerekir. Homeros des-
tanının başkahramanı, “kollarından, ba-
caklarından güç ve canlılık fışkıran, tan-
rıça oğlu ve tanrılara denk” Aşil, destana
uygun biçimde öncelikle kaba güçten, sa-
vaşçılıktan, hatta acımasızlıktan ibaret gös-
teriliyor. Wolgang Petersen de “sanatı
Aşil’den ama yüreği, yurdunu savunan, er-
demli Hektor’dan yana olan” Homeros
gibi davranmış; Aşil’i içinde savaştığı dü-
zenli ordunun kurallarına bile boyun eğ-
meyen, günümüzün “anarşizm moda-
sı”na uygun, “itaatsiz” bir karakter olarak
resmetmekten çekinmemiş. Homeros’un
da destanında Aşil’e fazlasıyla eleştirel
yaklaştığı, “hem iyi hem kötü” bir karak-
ter olarak anlattığı düşünülürse Petersen’e
diyecek fazla bir şey yok. Ama destanı
okumamış çoğu seyircinin, örneğin Hek-
tor’dan değil de Aşil’den etkilendiği,
Aşil’i “olumlu kahraman” gibi algıladığı
da bir gerçek...
Homeros, Agamemnon’a karşı, “Kı-
yasıya savaşta benim kollarım görür en bü-
yük işi / ama bölüşmede payın en okka-
lısı sana gider” dedirttiği Aşil’in hiçbir çı-
kar gütmeden savaştığını, sömürüye kar-
şı olduğunu vurgular. İşte filmde bu vur-
gunun yeterince yapılmayışı, seyircinin ka-
fasında bazı eksen kaymalarına yol aça-
biliyor. Biz yine de karısına “Köleliğe sü-
rüklenirken çığlığını duymaktansa / Dağ-
lar gibi toprak örtsün beni daha iyi” diyen,
yurdu için ölmeyi göze almış, alçakgönüllü
yiğit Hektor”a daha fazla kulak verelim
elbette.
Paris’in Helen’i kaç�rmas�n�n,Yunanl�lar�n yay�lmac� emelleri için
bir bahane olarak kullan�l���n�özellikle vurgulayan; genel
sempatisini, binlerce gemiyleAnadolu’ya, Truva surlar� önüne
ç�karma yapan i�galcilerden de�il,yurtlar�n� savunan Truval�lar’dan
yana gösteren Petersen’in,dolay�s�yla tarihteki ilk Bat�-Do�usava��nda do�ru bir tercih yapm��
durumda
6 TEMMUZ 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Sen Bana Bakma
“Düzeltmeler”, birbirlerine duyduk-
ları güvenle kusursuz bir "aile" olmak
isteyen, ama birbirlerini sürekli hayal
kırıklığına uğratan, farklı hayatlar
içinde çırpınırken ortak bir alanda bir
türlü buluşamayan beş kişinin ince
ince örülmüş, çarpıcı ve sürükleyici hi-
kâyesi.
“Düzeltmeler”, her gün yaptıkla-
rı hataları onarmaya çalışırken yeni ha-
talar yapan tüm insanların tuhaf ol-
duğu kadar da gerçek hayat hikâyesi.
"Bu kitabı okurken gülümseye-
ceksiniz, öfkeleneceksiniz, söylene-
ceksiniz, gözleriniz yaşaracak, yüre-
ğiniz sevinç ve ümitle dolacak. Ama
her şeyden önce neden iyi edebiyat
metinlerine ihtiyacımız olduğunu an-
layacaksınız."
-The New York Review of Books-
Düzeltmeler
Şeytani yaratıcılığının müthiş pa-
rıltısını 16 yaşında bir delikanlıyken dün-
yaya saçmaya başlayan Fransız şair
Arthur Rimbaud (1854-1891), hayli
sarsıcı olaylar yaşadıktan sonra tutku-
lu bir ilişki sürdürdüğü Paul Verlaine'e
ve şiir yazmaya ilgisini yitirerek ortadan
kaybolur. Çeşitli efsanelere kaynaklık
eden hayatının bundan sonraki döne-
minde on üç ülkeye yolculuklar yapar;
fabrika işçiliği, öğretmenlik, dilencilik,
liman işçiliği, paralı askerlik, denizcilik
gibi çok çeşitli mesleklere girip çıkar.
Yaralı bir genç olarak o zamanın uygar
dünyasının dışında kendini arar. Bulur
da... Habeşistan'a yerleşir, iş kurar, ev
kurar, silah ticareti dahil bir sürü iş ya-
par. Delikanlılık çağında Fransa'nın
müesses nizamını reddeden Rimba-
ud, orta yaşlarında Harer'in o kadar mü-
esses olmayan nizamında saygın bir yer
edinir kendine...
Rimbaud
Son otuz yılda strateji üzerine sayı-sız kitap yazıldı, ancak “Stratejist” vebu can alıcı rolün onu omuzlayan ki-şiden neler beklediği hakkında ilkkez bir kitap kaleme alınıyor... Şir-ketiniz önemli mi? Her liderin yanıt-laması gereken en önemli soru budur.Bugün işinizin kapısına kilit vursanızmüşterilerinizin gerçek bir kaybı olurmu? Onların gereksinimlerini sizin ka-dar iyi karşılayabilecek başka bir firmabulmaları ne kadar zaman alır ve nekadar zor olur? Bu soruya vereceğinizyanıttan emin değilseniz, stratejiyeyenilikçi bir bakışla tanışmanızın vak-ti gelmiş demektir. Yirmi yılı aşkın birsüredir Harvard İşletme Okulu'ndastratejinin varyasyonlarını anlatandersler veren profesör Cynthia Mont-gomery, strateji uygulaması ve öğreti-sinde devrim yaratan yaklaşımlarıaçıklıyor.
Stratejist
Bazen, aşkın bitişi bir başlangıçtır...1942 yılında, Will Truesdale adlı İn-giliz, Hong Kong'a geldi ve kendini,Avrasya sosyetesinden güzeller güze-li Trudy Liang'la tutkulu bir aşkın için-de buldu. Ancak kısa süre sonra aşk-ları, ülkenin Japon işgaliyle sarsılma-sıyla altüst oldu. İşgalin hem iki aşıkhem de içinde yaşadıkları kırılgantoplum için korkunç sonuçları olacaktı.Savaşın en karanlık günlerinde, her-kes en yakınlarına dahi, ihanet ede-cekti. On yıl sonra, Claire Pendleton,Hong Kong'a geldi ve varlıklı Chen ai-lesinin kızlarına piyano dersi verme-ye başladı. Koloninin renkli sosyal ha-yatı, yeni evli bir İngiliz olan Claire'inbaşını döndürmüştü. Claire çok geç-meden yeni bir ilişkiye başladı. Ancaksevgilisinin esrarengiz davranışlarınınardında korkunç bir geçmiş yattığınıkeşfedecekti.
Piyano Ö�retmeni
Antalya'da bir apartmanda kapıcılıkyapan "engelli" Süleyman Yürük'ünanılarını çok değişik duygularla oku-yacak, çok farklı bir dünyaya girecek vehayata farklı bir pencereden bakacak-sınız. Bir engellinin hayata tutunma mü-cadelesi...
Elinizdeki kitap, tam anlamıyla bir"hayatım roman" öyküsü içeriyor. İlk ba-kışta "sıradan", "alelade", "hepimizinkigibi" görünen ama bir yandan da zor-luklarla, sıkıntılarla, engellerle doluolağanüstü bir hayat serüveni bu...
Belirleyici olansa azim, direnç, ha-yata tutunma arzusu ve milyonda bir gö-rülen bir hastalığa rağmen yıkılmamairadesi... Antalya'da bir apartmandakapıcılık yapan "engelli" Süleyman Yü-rük'ün anılarını çok değişik duygularlaokuyacak, çok farklı bir dünyaya gire-cek ve hayata farklı bir pencereden ba-kacaksınız.
“Ben Kapıcı Süleyman”, hayata is-yan etmek ile hayata sıkı sıkıya bağ-lanmayı bir arada sunan samimi veaçık sözlü bir anlatı.
Ben Kap�c� Süleyman
Tahsin Yücel, 50'li yıllarda, bir yandan öy-
küler yazıyor, bir yandan çeviriler yapı-
yordu. Aynı yıllarda göstergebilimle de il-
gilenmeye başlayınca bu alanın dünyaca
ünlü hocası Greimas'ın ilgisini çekti ve
onun öğrencisi oldu. Bernanos, Balzac,
Queneau gibi yazarların metinleri üzeri-
ne incelemeler yazmaya başladı. Bu yazı-
lar kısa sürede Avrupa dilbilim çevrele-
rinde adının duyulmasını sağladı.
“Kendine Doğru Yolculuk”, Tahsin
Yücel'in 1974'ten 2005'e Avrupa'nın önem-
li dilbilim ve eleştiri dergilerinde Fransızca
olarak yayımlanan yazılarından yaptığı çe-
virilerden örnekler içeriyor. Bu metinler,
dilin oluşum süreçleri üzerinden anlatıların
kurgusal yapılarını inceliyor; anlatıyı oluş-
turan bağlamları, dilbilim yöntemleriyle
sistemli biçimde açıklamaya çalışıyor. Yü-
cel, ele aldığı anlatıların kültürel gönder-
melerini kendi yöntemleriyle çözümlerken,
özellikle edebiyat eleştirisiyle ilgilenen
okurlara tadına doyamaz yazılar sunuyor.
Kendine Do�ru Yolculuk
Üstteki adam çorabının içinden bir jilet
çıkardı, alttaki adama belli etmeden sağ
elinin baş ve işaret parmakları arasına aldı.
Adam jileti parmaklarının ucunda zehir-
li bir akrebi tutar gibi tutuyordu. Bir yan-
kesicinin el çabukluğuyla alttaki adamın
kasığına jiletle bir yarım ay çizdi. Alttaki
adam neye uğradığını anlayamadan üst-
teki adam sol elini yarım ayın ortasına bas-
tırdı, sağ elini açılan delikten içeriye sok-
tu, alttaki adamın bağırsağını çekti zamanı
durdurmak istercesine bir hırsla.
Yıllar önce işlenmiş bir travesti ci-nayeti etrafında gelişen zincirleme olay-lar, İstanbul'dan New York'a kadar uza-nan kirli ilişkiler, hiç kimsenin masum ol-madığı bir kurmaca dünyası. Haber pe-şinde koşan gazeteciler, Osmanlı hane-danı mirasçıları, güzel kadınlar, zenginişadamları, tuhaf dedektifler, dedektifliğesoyunan işsiz güçsüz bir Ermeni, Mek-sikalı uyuşturucu kaçakçıları ve bir dizicinayet...
Ac� Dü�ler Bulvar�
Süleyman Yürük, Do�an Kitap,306 s.
Ben Senin Bakt���n YöndeOlurum Kolektif, Yap� Kredi
Yay�nlar�, 120 s.
Kitap, Özdemir Asaf'ın kızı Seda Arun'un
babasının sesini kaydettiği kayıtlarından
oluşuyor. Bu kayıtlarda Özdemir Asaf'ın
kendi sesinden dinleyeceğimiz şiirleri ve bir
de İstanbul Radyosu'nda yapılan röporta-
jı bulunuyor.
Seda Arun, kitabın önsözünde evlen-
me teklifi aldığının ertesi konuyu babası-
na nasıl açtığını, onun verdiği tepkiyi ve şi-
irlerin kaydedilme hikayesini şu sözlerle an-
latıyor: "Beş sene olmuştu annemle babam
ayrılalı. O mayıs akşamı babam, annemin
Caddebostan'daki evine geldi. Sofrada ba-
bamla karşılıklı oturduk... Sonra annem ko-
nuyu açtı. Sordu. Benim yanaklarım yine
kızarmıştı. Cevabını bekliyordum ama ver-
medi. 'Benim şiir kitaplarım nerede?' diye
sordu. Annem kitapları sofraya getirdi. Ba-
bam tabağını kenara itti. Rakı bardağını ki-
taplardan uzaklaştırdı. Sayfaları karıştır-
maya başladı. Şiirlerle cevap vereceğini an-
lamıştım. Makaralı teybi sehpanın üzerine
koyup, düğmesine bastım."
Graham Robb, �� Bankas� Kültür Yay.,Çev: Süha Sertabibo�lu, 543 s.
Cumhur Oranc�, Ayr�nt� Yay�nlar�, 176 s.
Jonathan Franzen, Sel Yay�nc�l�k ,
Çev: Füsun Doruker, 496 s.
Cynthia Montgomery, OptimistYay., Çev: Ümit �ensoy, 208 s.
Janice Y. K. Lee, Artemis Yay�nlar�, Çev: Canan Sakarya, 320 s.
Tahsin Yücel, Can Yay�nlar�, 128 s.
6 TEMMUZ 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Be� K�zkarde�
Gazeteci-yazar Hüseyin Aykol, sol ör-
gütlerle ilgili yıllar süren araştırmaları sı-
rasında can sıkıcı bir gerçekle karşılaştı.
Neredeyse bütün sosyalist örgüt liderle-
ri erkekti. Yazar, konuyu biraz daha de-
rinden araştırınca, Türkiye'de verilen
toplumsal mücadele tarihinin aslında
kadınlarla dolu olduğunu, fakat "erkek ta-
rih"in onları ya görmezden geldiğini ya da
öykülerini kısaltıp önemsizleştirdiğini
fark etti.
Yoksa solun yaşadığı başarısızlıkların
temel nedeni kadınların hep geri planda
kalmaları mıydı? Bu sorudan hareket
eden Hüseyin Aykol, bir kez daha ismi ta-
rih kitaplarında geçen kadınların peşine
düştü.
Lider olarak öne çıkan kadınların
yanı sıra, eşini yaratan, ama onun göl-
gesinde kalan kadınların da mücadele ve
katkılarıyla anlatıldığı Aykırı Kadınlar,
bütün bu düşünce ve çabaların ürünü ola-
rak ortaya çıktı.
Ayk�r� Kad�nlar
-Sendikal hak ve özgürlükleri dü-
zenleyen hukuk metinleri: Anayasa,
Yasalar, Kanun Hükmünde Karar-
nameler, Tüzükler, Yönetmelikler,
Bakanlar Kurulu Kararları...
-Anayasalarla belirlenen sendi-
kal hak ve özgürlükler
-1876 Kanunu Esasi'sinden 1982
Anayasasına Türk Anayasalarında
işçi ve sendika hakları
-İşçi ve sendika hakları konu-
sunda 27 Mayıs Anayasasının özel
yeri
-Etnik köken, dini inanç, bölge
mensubiyeti, hükümete yakın durma
gibi sınıf dışı etken ve tercihlere
göre bölünmenin, bugün emek ör-
gütlerini AKP liderliğinde yürütülen
yeni anayasa çalışmaları karşısında
edilgen duruma düşürmesi...
Anayasalar�m�zdaEmekçiler ve Sendikalar
Bu kitap, ülkelerin üretimlerinin öl-çümü için farklı bir temel sunmakta vebunu II. Dünya Savaşı sonrası dönemiçin ABD ekonomisine uygulamakta-dır. Elde edilen sonuçlar, konvansiyo-nel ulusal muhasebe yoluyla sağlanmışistatistiklerden, eğilimlerden köklübir biçimde farklıdır. Konvansiyonelulusal muhasebe, askerî, bürokratik vefinansal faaliyetleri yeni zenginlik ya-ratımı olarak tasnif ettiği için temelekonomik büyüklükleri ciddi bir bi-çimde çarpıtır. Oysa, Shaikh ve Tonak'agöre, söz konusu faaliyetler, kişiseltüketim gibi, icraları sırasında top-lumsal zenginliği kullandıkları içintoplumsal tüketim olarak sınıflandı-rılmalıdırlar. Bu iki yaklaşım arasındakifark, sadece temel ekonomik ölçüm-leri değil, aynı zamanda gözlemlenenbüyüme ve durgunluk eğilimlerininkavranışını da etkilemektedir.
Milletlerin Zenginli�ininÖlçülmesi
Mustafa Kutlu'nun son kitabı Anadolu Ya-
kası, Dergâh Yayınları'ndan çıktı. Son dö-
nemde moda olan nehir söyleşi forma-
tından bir uzun hikâye çıkarmayı başaran
Kutlu, bu yeni tarzıyla Türk edebiyatında
bir ilki gerçekleştiriyor. Kitabı eline ilk
alanların Anadolu Yakası isminin altında
yer alan Nehir Söyleşi ibaresini görünce
ister istemez "Mustafa Kutlu ile yapılmış
bir söyleşi mi var karşımızda?" diye me-
raklanmasına yol açan kitapta, "Anadolu
Yakası" adlı yerel bir kanalın başarılı sa-
hibi Muzo Gönül ile bir gazete muhabi-
rinin yaptığı nehir söyleşi, hikâye forma-
tında sunuluyor okura. Yerel bir televiz-
yon kanalı sahibiyle yapılan röportajdan
doyumsuz bir uzun hikâye çıkaran yazar,
okura Anadolu ile İstanbul arasında gel-
gitler yaşatarak taşra-şehir eksenindeki de-
ğişimi gözler önüne seriyor.
-H. Salih Zengin-
Anadolu Yakas�
"Tanrı kendi başına kaldıramayacağı ka-
dar büyük bir bira fıçısı yaratabilir mi?"
"Evrenin sonunda bir meyhane var
mı?"
"Bir bilgisayar, bira hakkında fikir sa-
hibi olabilir mi?"
Böyle aykırı soruların yanıtını öğren-
meye hazır olun!
Bar filozofu, biranın ve felsefenin
dünyalarını birleştirerek sizi en ünlü ve şa-
şırtıcı felsefi bilmeceleri çözmeye çağırıyor!
Bar filozofları bu kitap sayesinde hem dün-
yanın en kaliteli biralarını tanıma hem de
ilkçağdan günümüze dek felsefecilerin
aklını en çok kurcalayan konular üstünde
düşünme fırsatını yakalayacaklar.
Kitabı okurken Lukretius'un Mızrağı,
Zenon'un İkilemi, Platon'un Biçimleri
gibi en eski felsefi düşünceler ile Zaman-
da Yolculuk ve Işınlanma Sorunsalı gibi en
yeni tartışmalar hakkında bilgi sahibi ola-
caksınız.
Bar filozofu hem eğlenmek hem fel-
sefe yapmak isteyenler için birebir...
Bar Filozofu
30 yıllık bir çalışmanın ürünü, değerli ga-
zeteci Recep Bulut'tan olaylara yepyeni bir
boyut kazandıracak kitap. Türkiye bu ki-
tabı konuşacak. İsimler, yerler, olaylar....
İnfaz Çetesinin Kanlı Tarihi... "Bu kitap-
ta, 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde
sırf siyasi görüşleri nedeniyle cinayet ör-
gütlerinin kurbanı olanların trajedilerine
tanık olacaksanız. Bu cinayetler Adana,
Kayseri ve Nevşehir'de bir dönem yaşanan
karanlık olayları içeriyor. Gazeteci Recep
Bulut bu olayları 30 yıl boyunca yurtiçin-
de ve yurtdışında araştırdı. Adana, Kayseri
ve Nevşehir'de 1978'de başlayıp 12 Eylül
1980'e kadar devam eden süreçte onlarca
insanın hunharca öldürüldüğü olaylar
zincirini polis ve mahkeme tutanakların-
da takip etti. Anlatılan suç ve suçlulara iliş-
kin tanıkların ifadelerini okuduğunuzda
sizler de sarsılacaksınız. İnsanların, nasıl
olup da sadece siyasi düşünceleri uğruna
böylesine kolayca öldürüldüğüne şaşıra-
caksınız. Siyasi görüşü farklı sanılarak
aynı görüşte olan çetelerce infaz edilen
kurbanlara hayıflanacaksınız.
�nfaz Çetesi
Derler ki Türkiye'de herkes şairdir!
Bunu diyenleri mahcup etmemek adına,
yazı yazmayı öğrendiğim günden beri şiir
yazarım ben. Çocuklarıma şiir-masallar
yazdım. Arkadaşlarım yirmi, otuz, kırk,
elli, altmış, yetmiş yaşlarına, babam sek-
sen yaşına basarken, onlar için kutlama
şiirleri yazdım; eğlenceli yolculukları-
mızın, keyifli günlerimizin anılarını, hat-
ta en hüzünlü anlarımın duygularını bile
düzyazıyla değil, şiir formunda ifade et-
tim. Bennu Gerede, 2008'de Teslimiyet
sergisinin resimlerine resim altı yazma-
mı istediğinde, elimden yine bir şiir çık-
mıştı. Şiirlerimin arasında sadece babam
için 1983 yılında yazdıklarım, bir "Baba-
lar Günü" vesilesiyle yazıldıktan on do-
kuz yıl sonra buluşabildi okurla. Diğer-
leri hep saklı kaldılar.
-Ayşe Kulin-
Siz beni tanımazsınız
Uzaktan geliyorum
Şiirin satırlarında saklı kimliğim
Kavak yellerinde gizlidir
Sakl� �iirler
Matt Lawrance, Say Yay., Çev: Irmak Kaleli, 304 s.
Barbara Alpern Engel, Clifford N.Rosenthal, Kald�raç Yay., 352 s.
Sınıflı toplumların tarihinde "ikinci cins" ola-
rak hep daha fazla sömürülen kadınlar,
kendileri ve tüm toplumun değiştirilmesi için
mücadele alanlarına çıktıkça özgürleşiyor. Sı-
nıflı toplumlar; işçi sınıfının öncülüğünde
dünya devrimi gerçekleştiğinde son bulacak.
Komünizm; herkesten yeteneği kadar, her-
kese ihtiyacı kadar, diye formüle edebile-
ceğimiz yeni bir üretim ve bölüşüm sistemi
olarak aslında "yeni insan"ın da tarihi demek.
İşte o zaman kadın da "ikinci cins" olmak-
tan kurtulup "iki cinsten biri" olarak tarih sah-
nesinde yerini alacak. Fakat bu kadın so-
runlarının ötelenmesi demek değil! Aksine
her sorunda olduğu gibi, çözmeye bugünden
başlamak zorunda olduğumuz bir sorun. 19.
yüzyıl hareketi koşulları göz önüne alındı-
ğında olağanüstü denecek kadar önemli rol-
ler üstlenmiş olan kadınlar, ağırlıklı faaliyet
biçimi olan köylü sınıfı arasında yürütülen
propaganda çalışmasından, l Mart 1881'de
Çar II. Alexander'a yapılan suikastla doruk
noktasına ulaşan politik "terörizm" aşama-
sına kadar hareketin her evresinde yer aldılar.
Y�ld�r�m Koç, Kaynak Yay., 144 s.
Ay�e Kulin, Everest Yay., 88 s.
Hüseyin Aykol, �mge KitabeviYay., 231 s.
Anwar Shaikh, E. Ahmet Tonak,Yordam Kitap, 408 s.
Mustafa Kutlu, Dergah Yay., 207 s.
Recep Bulut, Destek Yay., 440 s.
6 TEMMUZ 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN
Metis Yayınları’nın “Küçük Fi-
lozoflar Serisi”nin son kitabı Martin
Heidegger’i anlatıyor. Martin adın-
daki küçük böcek, filozof Heideg-
ger'in cesedinde bir serüvene çıkıyor.
Fanatik karıncalar, çılgın makinalar
ve şair kurtçuklarla dolu etlerden
oluşan bu evrende, böbreğin kıyıla-
rında, küçük Martin'e var olma ne-
denini bakalım kim söyleyebilecek?
Filozof olmadan önce onlar da ço-
cuktu. Cevaplarını merak ettikleri
soruları vardı. Onların hikayeleriy-
le siz de kendi sorularınızın peşine
düşebilirsiniz.
Martin Heidegger'in Böceği, Kü-
çük Filozoflar dizisinin onuncu ki-
tabı.
Martin Heidegger’in Böce�i
Yan Marchand, Metis Yay�nlar�,Çev: Necmiye Alpay, 63 s.
Dinkin Dings Serisi’nin dör-düncü kitabı! Dinkin Dings her şey-den korkuyor! Yatağının altındakiÜrkünç Böcüler dışında... Dinkin,bitişikteki eve yeni taşınan komşu-ları gördüğünde küçük kızlarınınKorku Gezegeni'nden gelen ve insanyiyen uzaylı bir zombi olduğundankesinlikle emin olur. Ancak anne vebabası, her zamanki gibi Dinkin'infena halde yanıldığını ve bunun aslagerçek olamayacağını düşünürler.Acaba Dinkin ve Ürkünç Böcüler,bütün insanlık beyinsiz zombi köle-lere dönüşmeden önce gezegeni bukötü yürekli zombilerden kurtara-bilecekler mi? Başrollerde sarsak biriskelet, obur bir canavar ve mızmızbir hayaletle her köşe başında teh-likelerin beklediği bir hikâye... Bu ür-künç üçlüyü merak ediyorsanız say-fa 22'ye bir göz atın!
Dinkin Dings ve ÜrkünçBöcüler
Guy Bass, Final Kültür SanatYay., 130 s.
Ayla Kutlu’nunçocukları
İREM HALIÇirem.halic@hotmail.com
“İyi yetişen bir insanın en belirgin özelliği
taşmasıdır. Herkeste taşacak bir hazine
mutlaka vardır. Bende ‘otuz beş’te taştı” di-
yen Ayla Kutlu yazarlığa geç yaşlarda baş-
lamasına rağmen, Türk Edebiyatı’na art
arda değerli fakat değeri yeteri kadar bi-
linmeyen eserler verdi. İlk romanı “Kaçış”ı
1977’de tamamladı. Kamu görevinden ay-
rıldıktan sonra yazmaya daha çok vakit ayı-
ran Kutlu, 1980 yılında “Islak Güneş”i,
1983’te “Cadı Ağacı” ve “Tutsaklar”ı,
1985’te de Madaralı Roman Ödülü’nü ka-
zandığı “Bir Göçmen Kuştu O” adlı ro-
manını yayımladı. Ardından kitabı Sait
Faik Hikaye Ödülü’nü, filmi de Altın Koza
Ödülü’nü kazandıran “Sen de Gitme Tri-
yandafilis” adlı yapıtıyla en çok sesini du-
yurduğu dönemi yaşadı. Filme çekilen di-
ğer iki eseri de “Hoşçakal Umut” ve “Sol-
gun Sarı Bir Gül”. Kadının mitolojik çağ-
lardaki öyküsüyle bugünü bağdaştırarak ka-
dın sorunlarını ele aldığı manzumesi “Ka-
dın Destanı”nın kapağında diğer birkaç ki-
tabında yaptığı gibi Frida Kahlo tablosuna
yer verdi ve bunun kadını anlatan insanlar
arasında bir duygu birliği oluşturmak ama-
cı olduğunu açıkladı. 1999’da “Bir Göçmen
Kuştu O” romanının devamı niteliğindeki
“Emir Bey’in Kızları” adlı romanını ya-
yımladı. Acıları, ıstırapları, göçleri yaşayan
kadınların öykülerini anlatan Kutlu, “Za-
man da Eskir” adlı kitabında bu kez anıla-
rını anlattı.
“YAZARLAR ARASINDA B�RKADINIM”Ayla Kutlu Türk Edebiyatı’nda “kadın
edebiyatı”nın habercisi sayılır. Romanla-
rındaki kadınlar, toplumun lanetlediği, ko-
nuşmaktan kaçındığı, kabullenemediği,
dışladığı şeyleri yaşarlar. Tecavüze uğrayan,
sürgüne maruz kalan, darbeler gören bu ka-
dınları edebiyatımız yeterince sahiplene-
medi ne yazık ki. Oysaki söylenmeyeni
söyleyebilen bir avuç yazarımız var, hele ki
bir kadın yazar hemcinsleri hakkında bu ka-
dar cesurca yazabilsin. “Yazarlar bazen
yalan, bazen de geleceği söyler. Ben gele-
ceği söyleyen yazarlardanım” diyor Ayla
Kutlu. Karakterlerini toplumsal olaylarla iç
içe, titizlikle ve tüm derinlikleriyle işliyor.
Türkçeyi iyi kullanan yazarlardan değil, ku-
sursuz ve benzersiz anlatımıyla Türkçeyi
zenginleştiren yazarlardan biri Kutlu. Bu
zenginlikten çocuklar da faydalansın diye
1990’lardan sonra çocuk kitaplarına ağırlık
verip ve yirmiye yakın eser verdi. Son çocuk
kitabı olan “Melek ve Dostları”, tüm ço-
cuklar gibi sevinçleri, kıskançlıkları, kor-
kuları olan kocaman bir yüreğe sahip Me-
lek’in hayvan dostlarıyla olan ilişkilerini an-
latıyor.
MELEK ABLA OLMAKTANKORKUYORKedileri, köpekleri, kaplumbağaları olan ve
hepsini de çok seven Melek bir gün anne ve
babasından kendisine kardeş geleceğini
öğrendiğinde neredeyse ödü kopuyor. Ar-
kadaşları “kardeşin gelince pabucun dama
atılır” deyince zavallı çocuk pabucunu ger-
çekten dama atacaklarını zannediyor. Bir de
doğum yapan köpeği, yavrularını koru-
mak için hırçın ve saldırgan bir hayvana dö-
nüşünce Melek sanıyor ki, annesi de kar-
deşini doğurunca Melek’e karşı böyle hır-
çın olacak. Bu yüzden onları kardeş iste-
mediğine ikna etmeye çalışıyor. Ama zaman
geçtikçe hayvan dostlarından gördükleri,
ananesinden öğrendikleriyle Melek insan-
ları daha iyi anlamaya başlıyor ve kendini
doğacak kardeşine hazırlıyor. Şimdi tek der-
di, kardeşinin kız mı yoksa erkek mi olacağı.
İyi okumalar diliyoruz.
(Melek ve Dostları,Yazan: Ayla Kutlu,
Resimleyen: Ayda Kantar Ataman,Bilgi Yayınları, 240s.)
Dünyayı altüst eden “Büyük Sar-
sıntı”nın ardından eski metropol ka-
lıntılarında karanlık bir yaşama mah-
kûm olan “sıradan” çoğunluğun mut-
suzluğundaki tek ışık, beyin burgula-
rıdır. Spaz, hastalığı nedeniyle bu sanal
eğlenceyi yaşayamaz. Geçirdiği kriz-
lerin kardeşini etkileyeceğinden korkan
ailesi tarafından reddedilerek evden
uzaklaştırılan delikanlı, yaşlı bir bilgeyle
tanışır. Bilge, kitapların bile uzak geç-
mişte kaldığı ve yasaklandığı bu ka-
ranlık dünyada, gizlice kitap yazmayı
sürdürmektedir. Kız kardeşinin ölmek
üzere olduğunu öğrenen Spaz, bilge ve
Küçük Surat’la birlikte, hayatlarını
riske atarak çok tehlikeli bir yolculu-
ğa çıkar. Ancak, yol onları hiç düşün-
medikleri bir yere götürecektir... Poli-
siye ve bilimkurgunun çok ödüllü
Amerikalı yazarı Rodman Philb-
rick ürkütücü uzak geleceği, gerçekle
hayal arasına sıkışmış, duygulardan
yoksun bir topluluğun karşısına mü-
kemmel insan kavramını koyarak işli-
yor, ve günümüzde yitirme tehlikesiy-
le karşı karşıya olduğumuz pek çok de-
ğeri yeniden sorguluyor. Geçmişe iliş-
kin her türlü kaydın yok olduğu acı-
masız bir geleceği kurgulayan roman,
günümüz dünyasına tuttuğu aynada
umudu yansıtmayı başarıyor.
Evrendeki Son Kay�t
Rodman Philbrick, Gün����� Kitapl���, Çev: Mehmet A. Ar�duru, 240 s.
Türk Edebiyat�n�n sayg�n yazarlar�ndan Ayla Kutlu son kitab�n�çocuklar için yazd�: “Melek ve Dostlar�”
TUĞÇE ATAY
Baskılar bazen iyi şeylerin tohumlarını serper-
miş farkında olmadan, tam da bu baskıların to-
humlarının nasıl da filizlendiğini hatta serpilip bir
çınar olduğunu gördük İlhanİlhan Kitabevi’nin hi-
kayesini dinlerken.
1980 darbesinden sonra evinde yasak yayın bu-
lundurmaktan gözaltına alınmıştı İlhan Erdost ve
Muzaffer Erdost kardeşler. Ama İlhan Erdost daha
fazla dayanamamıştı gördüğü işkenceye. Üç gün hüc-
re hapsinden sonra “İlhan İlhan” diye sayıklayan Mu-
zaffer Erdost serbest bırakıldı. Yitirdiği kardeş acı-
sıyla kolkola, ama yılmamıştı. Önce 1982’de, Ankara
Selanik sokakta Onur Kitabevi'ni açtı. Bu kitabevi
çalışmalarına devam ederken 1984’te Ankara Ba-
yındır Sokak’ta İlhan Erdost’un adını yayınlarında
yaşatmak için İlhanilhan Kitabevi’ni açtı. İlk başta
yabancı dil kitapları üzerine yayına başlayan kitab-
evi, bu yayın pek yürümeyince Türkçe araştırmaya
dönük bir kitabevine dönüştü. 1991 yılından beri Mu-
zaffer Erdost’un kızı kimya bölümü mezunu Sula-
rı Erdost bu kitabevini işletiyor.
30 metrekarelik bir yer olmasına rağmen bağ-
rında gizli gizli dünyalar barındıran bu kitabevinde
yaklaşık 30 bin kitap okurlarının keşfini bekliyor.
Kendi yayınları olan Sol ve Onur Yayınları’nın
tüm kitapları burada her gün yüzde 20-25 oranın-
da indirimlerle satılmakta.
Tekellerin, holdinglerin kurdukları yayınevleri-
nin ödeyeceği ilan fiyatlarına güçleri yetmediği için
her yıl 7 Kasım tarihinde “İlhan Kitap Günü” dü-
zenliyorlar. Kitap günü boyunca kendi yayınları yüz-
de 50 indirimli olarak satışa sunuluyor. Ayrıca her
yerde bulunmayan sosyoloji, bilim, tarih, felsefe ve
güncel sol dergileri koleksiyonlarını da burada bul-
mak mümkün.
6 TEMMUZ 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Kurgusal olarak, “Katil kim?”den
çok “Cinayet nasıl işlendi?”ye ağırlık
veren, hatta katilin kimliğindeki sürp-
rizi bile ikinci plana atan ama gerçek-
ten keyifle ve merakla okunan bir po-
lisiye “Çin Portakalı”. Amerikalı pol-
islerin tavır ve konuşmalarının da baş-
lı başına eğlence unsuru olduğu söy-
lenebilir
Ellery Queen, Amerikalı iki kuzen
olan Frederic Dannay ve Manfred
Bennington Lee’nin polisiye-cinai ro-
man dünyasında bilinen müstear adın-
dan başkası değil. Meşhur dedektifle-
ri de aynı adı taşıyor.
1930’lu yıllardan itibaren seri hal-
de yazdıkları polisiyelerle ünlenen,
Türkiye’de de “Siyamlı İkizler”, “Mor
İzler”, “Kupa Dörtlüsü”, “Olur Şey
Değil”, “Ölüm Otobüsü”, “Y’nin Es-
rarı” gibi kitaplarıyla hatırı sayılır bir
hayran kitlesi edinen Ellery Queen ma-
ceralarının belki de en ünlüsü, 1934’te
yayımlanan “Çin Portakalı” (The Chi-
nise Orange Mystery). 1968’de Akba
Yayınları’ndan Murat Tanoğlu’nun
çevirisiyle 224 sayfa halinde okurları-
mıza sunulan “Çin Portakalı”, yaratı-
lan atmosfer ve entrikasıyla bugün
de yabana atılmayacak bir heyecan
vaat ediyor polisiye meraklılarına.
Arka kapaktan alıntıladığımız şu
satırlar, tipik bir cinayet romanı key-
fi vaat ediyor sanırız: “New York’lu ki-
tapçı Donald Kirk ile Mister Ellery
Queen yazıhaneye girdikleri zaman,
ilk olarak büyük bir kasırganın içeri-
sini tarumar ettiğini zannettiler. Bütün
möbleler, tablolar, biblolar, yani ye-
rinden oynatılması mümkün olan her
şey odanın içine dağılmıştı. Daha
doğrusu her şey tersine çevrilmişti.
Kendilerini bekleyen ziyaretçinin el-
biseleri de aynı şekilde ters yüz edil-
miş olmakla beraber, zavallı ve meç-
hul adamın bunun sebebini izah et-
mesi imkansızdı. Çünkü şöminenin de-
miriyle vurulan darbeler neticesinde
kafatası çatlamış olarak yerde yatıyor
ve boynuna benzeyen iki garip ve
uzun çubuk, ceketinin iki yanından dı-
şarı taşıyordu.”
Kurgusal olarak, “Katil kim?”den
çok “Cinayet nasıl işlendi?”ye ağırlık
veren, hatta katilin kimliğindeki sürp-
rizi bile ikinci plana atan ama gerçek-
ten keyifle ve merakla okunan bir po-
lisiye “Çin Portakalı”.
“Çin Portakalı”, başlangıçta elinde
hiçbir ipucu bulunmayan ve üstelik de
rastlantılardan söz edilmesinden hiç
hoşlanmayan Queen’in, bildik eski usul
yöntemlerden de bir sonuç alamamasıyla
belli bir “sıkışma” yaşıyor ama sonra-
sında her polisiyede olduğu gibi süreç hız
kazanıyor, mesele dallanıp budaklanıyor.
Kahramanımızın dişlerini sıkıp daha
çok çaba göstermesi bu kez de işe yarı-
yor anlayacağınız.
Ellery Queen imzalı kitapların hiç-
birinin “kötü” olmadığı konusunda
garanti verebiliriz. “Çin Portakalı” ise
başta da söylediğimiz gibi en iyilerin-
den biri… Sahaflarda rastlarsanız ka-
çırmamaya çalışın. Özellikle serinin di-
ğer kitaplarını da edinebilirseniz, ken-
dinizi küçük bir servete konmuş gibi
hissedebilirsiniz.
ELLERY QUEEN’�N EN �Y� POL�S�YE MACERALARINDAN B�R�: “Ç�N PORTAKALI”
ANKARA/ �LHAN�LHAN K�TABEV�
Sistemin silemediğitozlu raflar...
Bu cinayet nasıl işlendi?
İlha
n Er
dost
Kurgusal olarak, “Katil kim?”den çok“Cinayet nas�l i�lendi?”ye a��rl�k veren,hatta katilin kimli�indeki sürprizi bile
ikinci plana atan ama gerçekten keyifleve merakla okunan bir polisiye “Çin
Portakal�”. Amerikal� polislerin tav�r vekonu�malar�n�n da ba�l� ba��na
e�lence unsuru oldu�u söylenebilir
6 TEMMUZ 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
Ben askere gelmeden önce üç yıldızlı bir yüzbaşırütbesinin, bu kadar büyük bir şey olduğunu aslatahmin edemezdim. Adını duymak bile, çok zorbir işin yapılmasına yeter bir güçtü. Bu rütbeyitaşıyan Ramazan Yüzbaşım, benim için bura-daki en büyük kuvvet, en büyük kurtarıcıydı.Onu bölükte aramızda neredeyse ilah gibi görürolmuştuk.
1 Çay getirmeye mutfağa giderken arkasındansaygıyla baktım. Soyu tükenmekte olan, kayagibi sağlam, Egeli cumhuriyet kadınlarından bi-riydi… Son söyledikleri biraz olsun bizi rahat-lasa da ortada bir gerçek vardı ki, o sabahkahvaltı masasındaki üç kişi de yüreklerindetek bir insan için, Funda için üzülüyor hatta acıçekiyordu…
2 Çöküş süreci hep aynı. Gecenin başında çalanşarkılar ne kadar elit, seçkin, ayrıcalıklı, Avru-pai ise gecenin sonundakiler bir o kadar ara-besk, ilkel, hayvani reflekslere hitap edencinsten. Otururken Batılı, ayağa kalkınca Do-ğulu… Ayıkken Batılı, kafayı bulunca Do-ğulu… Önce Frank Sinatra, sonra KenanDoğulu…
3
Do�ru yan�tlar gelecek hafta bu sayfada… Geçen haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(b) 2-(e) 3-(b)
a) İlhan Selçuk / Yüzbaşı Selahattin’in Romanı
b)Vedat Kuşaklı / Yüzbaşı Murat
c) Cihangir Akşit / Savruluş
d) Louis de Bernieres / Yüzbaşı Corelli’nin
Mandolini
e) Ali Recan / Yüzbaşı Volkan
a) Kerime Nadir / Funda
b) Ilgın Olut / Günaydın Funda
c) Funda Özşener / Ah Tamara
d) Funda Keskin / Kolumdaki Akrep
e) Funda Kalaycıoğlu / Karya Kraliçesi
a) Hakan Bıçakçı / Karanlık Oda
b) Mehmet Doğan / Batı’da Doğulu Olmak
c) Joseph Conrad / Batılı Gözler Altında
d) Murathan Mungan / Kırk Oda
e) Tarkan Barlas / Lanetli Oda
Soldan sa�a1. Resimdeki yazar - Üzüm2. Tövbe etme - Verme, ödeme - �amand�ralarda, r�ht�mlarda
halat ba�lamaya yarayan, sa�lam mapalara geçirilmi� demirhalka
3. "Diyelim ki", "Varsayal�m ki" anlam�nda bir sözcük - Dikkatiçeken veya çekebilecek nitelikte olan her türlü olgu, hadise -Gelece�i ö�renmek, �ans ve k�smetini anlamak amac�ylaoyun ka��d�, kahve telvesi, avuç içi, vb.'ye bakarak anlamç�kartma, bak�
4. Büyük ve süslü çad�r, ota� - Saz�n en kal�n teli ya da kiri�i - "...ç�karmak" (satrançta acemi oyuncuya kar�� vezirsiz oynamak)
5. �yiyi kötüden, hayr� �erden ay�rt eden - Figür - Bizmut'unsimgesi
6. Belli ki�ilere ta��t, sinema, maç, vb.'de ücret indirimi sa�layanbelge - Ümit - Beyaz ve siyah kar���m� bir renk
7. Ceviz - Lümen (k�sa) - Bir peygamber ad� - Bir seslenme sözü8. Sahip - Allah'tan hay�r dileme - Bir soru sözü - Kas�k9. Erkek evlat, o�ul - Türk müzi�inde bir makam10. Ard�ç a�ac�n�n meyvesi - "... King Cole" (Amerikal� caz
piyanocusu ve �ark�c�) - Lityum'un simgesi11. Allah'�n ve insanlar�n sevgisinden, ilgisinden yoksunluk -
�plak toprak - Y�rt�k, yar�k12. "... Ayhan" (�air) - Dervi�lerin ba�lar�na giydikleri tiftikten
yap�lm�� ince ve hafif bir çe�it takke - Kabaca i�te orada13. Bir çe�it t�kaç - Bir i�i, bir görevi yerine getirme - "O�uz ..."
(yazar)14. E�ilimi olan - Dul kalan kad�n�n sadakatini göstermek üzere
kendini kurban etmesi �eklinde bir Hindu gelene�i - Çok eskive bilinmeyen bir tarihi anlatan bir söz - Radyum'un simgesi
15. Önemli günleri ve baz� istatistik bilgilerini iceren kitapbiçimindeki takvim - Gerçekçi
Yukar�dan a�a��ya1. Yelkenli gemilerde, kontra kapelesiyle direk �apkas� aras�nda
kalan uç bölüm - Resimdeki yazar�n bir eseri2. Ayak direme - Suyu al�nm�� her türlü yiyecek maddesinin
art��� - Aktinyum'un simgesi - Arnavutluk'un plakas�3. Söz dinlemeyen, uslu durmayan - Denetleme, tefti�, kontrol4. Say� boncu�u - Yüz yaprakl�k alt�n varak paketi - Kekli�in
boynundaki siyah halka5. Ate�li silahlarda namlunun gerisinde bulunan ve ni�an almaya
yarayan kertik - Bir ilimiz - Azarlama, paylama6. A�abey (k�sa) - E�kenar dörtgen - H�rvatistan'da bir liman
kenti7. �lgi eki - Mezopotamya panteonunda tüm tanr�lar�n babas� ve
kral� olan gök tanr�s� - Rusça'da “evet” - Beyaz8. Birkaç türü birle�ti�inde çe�itli kimyasal birle�ikleri yani
molekülleri, bir tek türü ise bir kimyasal ö�eyi olu�turanparçac�k - Sözle�me, mukavele, kontrat
9. Parlak, saydam k�rm�z� renkte de�erli bir ta� - Bir göstermes�fat� - Tütün duman�n�n b�rakt��� ya�l� kir
10. Atatürk'ün manevi evlatlar�ndan olan kad�n tarihçi - Birhayret ünlemi
11. Ku'ran cümlesi - Küçük saray - Bir nota12. Küçük ma�ara - Letonya'n�n ba�kenti - Cet - Ailesinin
geçimini sa�layan13. Hastal�k an�nda gelen titreme - Bir kan grubu - Makam,
mevki14. Gözde aç�k kestane rengi - �ki y�lda bir yap�lan sanat etkinli�i
- Kültür15. Muhtemel olarak, muhtemelen - Resimdeki yazar�n bir eseri
Bulmacan�n do�ru yan�tlar�n�bize 1 hafta içinde fax veyamektup yoluyla gönderenokurlar�m�za �brahim �im�ek’inresimdeki kitab�n� arma�anedece�iz FAX: 0212 252 51 22
DÜZELTME VE ÖZÜRSon iki say�d�r teknik biraksakl�ktan dolay�bulmacam�z yanl��yay�mlanm��t�r.Okurlar�m�zdan özür dileriz.Bu say�da hata düzeltilmi�tir.
TUĞÇE ATAY
Baskılar bazen iyi şeylerin tohumlarını serper-
miş farkında olmadan, tam da bu baskıların to-
humlarının nasıl da filizlendiğini hatta serpilip bir
çınar olduğunu gördük İlhanİlhan Kitabevi’nin hi-
kayesini dinlerken.
1980 darbesinden sonra evinde yasak yayın bu-
lundurmaktan gözaltına alınmıştı İlhan Erdost ve
Muzaffer Erdost kardeşler. Ama İlhan Erdost daha
fazla dayanamamıştı gördüğü işkenceye. Üç gün hüc-
re hapsinden sonra “İlhan İlhan” diye sayıklayan Mu-
zaffer Erdost serbest bırakıldı. Yitirdiği kardeş acı-
sıyla kolkola, ama yılmamıştı. Önce 1982’de, Ankara
Selanik sokakta Onur Kitabevi'ni açtı. Bu kitabevi
çalışmalarına devam ederken 1984’te Ankara Ba-
yındır Sokak’ta İlhan Erdost’un adını yayınlarında
yaşatmak için İlhanilhan Kitabevi’ni açtı. İlk başta
yabancı dil kitapları üzerine yayına başlayan kitab-
evi, bu yayın pek yürümeyince Türkçe araştırmaya
dönük bir kitabevine dönüştü. 1991 yılından beri Mu-
zaffer Erdost’un kızı kimya bölümü mezunu Sula-
rı Erdost bu kitabevini işletiyor.
30 metrekarelik bir yer olmasına rağmen bağ-
rında gizli gizli dünyalar barındıran bu kitabevinde
yaklaşık 30 bin kitap okurlarının keşfini bekliyor.
Kendi yayınları olan Sol ve Onur Yayınları’nın
tüm kitapları burada her gün yüzde 20-25 oranın-
da indirimlerle satılmakta.
Tekellerin, holdinglerin kurdukları yayınevleri-
nin ödeyeceği ilan fiyatlarına güçleri yetmediği için
her yıl 7 Kasım tarihinde “İlhan Kitap Günü” dü-
zenliyorlar. Kitap günü boyunca kendi yayınları yüz-
de 50 indirimli olarak satışa sunuluyor. Ayrıca her
yerde bulunmayan sosyoloji, bilim, tarih, felsefe ve
güncel sol dergileri koleksiyonlarını da burada bul-
mak mümkün.
6 TEMMUZ 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Kurgusal olarak, “Katil kim?”den
çok “Cinayet nasıl işlendi?”ye ağırlık
veren, hatta katilin kimliğindeki sürp-
rizi bile ikinci plana atan ama gerçek-
ten keyifle ve merakla okunan bir po-
lisiye “Çin Portakalı”. Amerikalı pol-
islerin tavır ve konuşmalarının da baş-
lı başına eğlence unsuru olduğu söy-
lenebilir
Ellery Queen, Amerikalı iki kuzen
olan Frederic Dannay ve Manfred
Bennington Lee’nin polisiye-cinai ro-
man dünyasında bilinen müstear adın-
dan başkası değil. Meşhur dedektifle-
ri de aynı adı taşıyor.
1930’lu yıllardan itibaren seri hal-
de yazdıkları polisiyelerle ünlenen,
Türkiye’de de “Siyamlı İkizler”, “Mor
İzler”, “Kupa Dörtlüsü”, “Olur Şey
Değil”, “Ölüm Otobüsü”, “Y’nin Es-
rarı” gibi kitaplarıyla hatırı sayılır bir
hayran kitlesi edinen Ellery Queen ma-
ceralarının belki de en ünlüsü, 1934’te
yayımlanan “Çin Portakalı” (The Chi-
nise Orange Mystery). 1968’de Akba
Yayınları’ndan Murat Tanoğlu’nun
çevirisiyle 224 sayfa halinde okurları-
mıza sunulan “Çin Portakalı”, yaratı-
lan atmosfer ve entrikasıyla bugün
de yabana atılmayacak bir heyecan
vaat ediyor polisiye meraklılarına.
Arka kapaktan alıntıladığımız şu
satırlar, tipik bir cinayet romanı key-
fi vaat ediyor sanırız: “New York’lu ki-
tapçı Donald Kirk ile Mister Ellery
Queen yazıhaneye girdikleri zaman,
ilk olarak büyük bir kasırganın içeri-
sini tarumar ettiğini zannettiler. Bütün
möbleler, tablolar, biblolar, yani ye-
rinden oynatılması mümkün olan her
şey odanın içine dağılmıştı. Daha
doğrusu her şey tersine çevrilmişti.
Kendilerini bekleyen ziyaretçinin el-
biseleri de aynı şekilde ters yüz edil-
miş olmakla beraber, zavallı ve meç-
hul adamın bunun sebebini izah et-
mesi imkansızdı. Çünkü şöminenin de-
miriyle vurulan darbeler neticesinde
kafatası çatlamış olarak yerde yatıyor
ve boynuna benzeyen iki garip ve
uzun çubuk, ceketinin iki yanından dı-
şarı taşıyordu.”
Kurgusal olarak, “Katil kim?”den
çok “Cinayet nasıl işlendi?”ye ağırlık
veren, hatta katilin kimliğindeki sürp-
rizi bile ikinci plana atan ama gerçek-
ten keyifle ve merakla okunan bir po-
lisiye “Çin Portakalı”.
“Çin Portakalı”, başlangıçta elinde
hiçbir ipucu bulunmayan ve üstelik de
rastlantılardan söz edilmesinden hiç
hoşlanmayan Queen’in, bildik eski usul
yöntemlerden de bir sonuç alamamasıyla
belli bir “sıkışma” yaşıyor ama sonra-
sında her polisiyede olduğu gibi süreç hız
kazanıyor, mesele dallanıp budaklanıyor.
Kahramanımızın dişlerini sıkıp daha
çok çaba göstermesi bu kez de işe yarı-
yor anlayacağınız.
Ellery Queen imzalı kitapların hiç-
birinin “kötü” olmadığı konusunda
garanti verebiliriz. “Çin Portakalı” ise
başta da söylediğimiz gibi en iyilerin-
den biri… Sahaflarda rastlarsanız ka-
çırmamaya çalışın. Özellikle serinin di-
ğer kitaplarını da edinebilirseniz, ken-
dinizi küçük bir servete konmuş gibi
hissedebilirsiniz.
ELLERY QUEEN’�N EN �Y� POL�S�YE MACERALARINDAN B�R�: “Ç�N PORTAKALI”
ANKARA/ �LHAN�LHAN K�TABEV�
Sistemin silemediğitozlu raflar...
Bu cinayet nasıl işlendi?
İlha
n Er
dost
Kurgusal olarak, “Katil kim?”den çok“Cinayet nas�l i�lendi?”ye a��rl�k veren,hatta katilin kimli�indeki sürprizi bile
ikinci plana atan ama gerçekten keyifleve merakla okunan bir polisiye “Çin
Portakal�”. Amerikal� polislerin tav�r vekonu�malar�n�n da ba�l� ba��na
e�lence unsuru oldu�u söylenebilir
6 TEMMUZ 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
Ben askere gelmeden önce üç yıldızlı bir yüzbaşırütbesinin, bu kadar büyük bir şey olduğunu aslatahmin edemezdim. Adını duymak bile, çok zorbir işin yapılmasına yeter bir güçtü. Bu rütbeyitaşıyan Ramazan Yüzbaşım, benim için bura-daki en büyük kuvvet, en büyük kurtarıcıydı.Onu bölükte aramızda neredeyse ilah gibi görürolmuştuk.
1 Çay getirmeye mutfağa giderken arkasındansaygıyla baktım. Soyu tükenmekte olan, kayagibi sağlam, Egeli cumhuriyet kadınlarından bi-riydi… Son söyledikleri biraz olsun bizi rahat-lasa da ortada bir gerçek vardı ki, o sabahkahvaltı masasındaki üç kişi de yüreklerindetek bir insan için, Funda için üzülüyor hatta acıçekiyordu…
2 Çöküş süreci hep aynı. Gecenin başında çalanşarkılar ne kadar elit, seçkin, ayrıcalıklı, Avru-pai ise gecenin sonundakiler bir o kadar ara-besk, ilkel, hayvani reflekslere hitap edencinsten. Otururken Batılı, ayağa kalkınca Do-ğulu… Ayıkken Batılı, kafayı bulunca Do-ğulu… Önce Frank Sinatra, sonra KenanDoğulu…
3
Do�ru yan�tlar gelecek hafta bu sayfada… Geçen haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(b) 2-(e) 3-(b)
a) İlhan Selçuk / Yüzbaşı Selahattin’in Romanı
b)Vedat Kuşaklı / Yüzbaşı Murat
c) Cihangir Akşit / Savruluş
d) Louis de Bernieres / Yüzbaşı Corelli’nin
Mandolini
e) Ali Recan / Yüzbaşı Volkan
a) Kerime Nadir / Funda
b) Ilgın Olut / Günaydın Funda
c) Funda Özşener / Ah Tamara
d) Funda Keskin / Kolumdaki Akrep
e) Funda Kalaycıoğlu / Karya Kraliçesi
a) Hakan Bıçakçı / Karanlık Oda
b) Mehmet Doğan / Batı’da Doğulu Olmak
c) Joseph Conrad / Batılı Gözler Altında
d) Murathan Mungan / Kırk Oda
e) Tarkan Barlas / Lanetli Oda
Soldan sa�a1. Resimdeki yazar - Üzüm2. Tövbe etme - Verme, ödeme - �amand�ralarda, r�ht�mlarda
halat ba�lamaya yarayan, sa�lam mapalara geçirilmi� demirhalka
3. "Diyelim ki", "Varsayal�m ki" anlam�nda bir sözcük - Dikkatiçeken veya çekebilecek nitelikte olan her türlü olgu, hadise -Gelece�i ö�renmek, �ans ve k�smetini anlamak amac�ylaoyun ka��d�, kahve telvesi, avuç içi, vb.'ye bakarak anlamç�kartma, bak�
4. Büyük ve süslü çad�r, ota� - Saz�n en kal�n teli ya da kiri�i - "...ç�karmak" (satrançta acemi oyuncuya kar�� vezirsiz oynamak)
5. �yiyi kötüden, hayr� �erden ay�rt eden - Figür - Bizmut'unsimgesi
6. Belli ki�ilere ta��t, sinema, maç, vb.'de ücret indirimi sa�layanbelge - Ümit - Beyaz ve siyah kar���m� bir renk
7. Ceviz - Lümen (k�sa) - Bir peygamber ad� - Bir seslenme sözü8. Sahip - Allah'tan hay�r dileme - Bir soru sözü - Kas�k9. Erkek evlat, o�ul - Türk müzi�inde bir makam10. Ard�ç a�ac�n�n meyvesi - "... King Cole" (Amerikal� caz
piyanocusu ve �ark�c�) - Lityum'un simgesi11. Allah'�n ve insanlar�n sevgisinden, ilgisinden yoksunluk -
�plak toprak - Y�rt�k, yar�k12. "... Ayhan" (�air) - Dervi�lerin ba�lar�na giydikleri tiftikten
yap�lm�� ince ve hafif bir çe�it takke - Kabaca i�te orada13. Bir çe�it t�kaç - Bir i�i, bir görevi yerine getirme - "O�uz ..."
(yazar)14. E�ilimi olan - Dul kalan kad�n�n sadakatini göstermek üzere
kendini kurban etmesi �eklinde bir Hindu gelene�i - Çok eskive bilinmeyen bir tarihi anlatan bir söz - Radyum'un simgesi
15. Önemli günleri ve baz� istatistik bilgilerini iceren kitapbiçimindeki takvim - Gerçekçi
Yukar�dan a�a��ya1. Yelkenli gemilerde, kontra kapelesiyle direk �apkas� aras�nda
kalan uç bölüm - Resimdeki yazar�n bir eseri2. Ayak direme - Suyu al�nm�� her türlü yiyecek maddesinin
art��� - Aktinyum'un simgesi - Arnavutluk'un plakas�3. Söz dinlemeyen, uslu durmayan - Denetleme, tefti�, kontrol4. Say� boncu�u - Yüz yaprakl�k alt�n varak paketi - Kekli�in
boynundaki siyah halka5. Ate�li silahlarda namlunun gerisinde bulunan ve ni�an almaya
yarayan kertik - Bir ilimiz - Azarlama, paylama6. A�abey (k�sa) - E�kenar dörtgen - H�rvatistan'da bir liman
kenti7. �lgi eki - Mezopotamya panteonunda tüm tanr�lar�n babas� ve
kral� olan gök tanr�s� - Rusça'da “evet” - Beyaz8. Birkaç türü birle�ti�inde çe�itli kimyasal birle�ikleri yani
molekülleri, bir tek türü ise bir kimyasal ö�eyi olu�turanparçac�k - Sözle�me, mukavele, kontrat
9. Parlak, saydam k�rm�z� renkte de�erli bir ta� - Bir göstermes�fat� - Tütün duman�n�n b�rakt��� ya�l� kir
10. Atatürk'ün manevi evlatlar�ndan olan kad�n tarihçi - Birhayret ünlemi
11. Ku'ran cümlesi - Küçük saray - Bir nota12. Küçük ma�ara - Letonya'n�n ba�kenti - Cet - Ailesinin
geçimini sa�layan13. Hastal�k an�nda gelen titreme - Bir kan grubu - Makam,
mevki14. Gözde aç�k kestane rengi - �ki y�lda bir yap�lan sanat etkinli�i
- Kültür15. Muhtemel olarak, muhtemelen - Resimdeki yazar�n bir eseri
Bulmacan�n do�ru yan�tlar�n�bize 1 hafta içinde fax veyamektup yoluyla gönderenokurlar�m�za �brahim �im�ek’inresimdeki kitab�n� arma�anedece�iz FAX: 0212 252 51 22
DÜZELTME VE ÖZÜRSon iki say�d�r teknik biraksakl�ktan dolay�bulmacam�z yanl��yay�mlanm��t�r.Okurlar�m�zdan özür dileriz.Bu say�da hata düzeltilmi�tir.
top related