192-taĞyÎr (bİreysel ve toplumsal deĞİŞİm_dÖnÜŞÜm)
Post on 05-Apr-2018
265 Views
Preview:
TRANSCRIPT
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 1/37
TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM/DÖNÜŞÜM)
Tağyîr; Anlam ve Mâhiyeti
· Bireysel ve Sosyal Değişme ve Sosyal Değişimin Dinamikleri
· Kur’an ve Değişim
· Kur’ân-ı Kerim’de Değişimle İlgili Kavramlar
· Kur’ân-ı Kerim’de Tağyîr/Değişim
· Hadis-i Şeriflerde Tağyîr/Değişim
· Müslümanın Görevi: Yeryüzündeki Fesâdı Değiştirip Arzı Islah Etmek
· Hayırlı Değişimin Önündeki Engeller
· Tefsirlerden İktibaslar
هللا ی
ی ی ھی ی ھ ھ هللا هللا ی ی ھ
هللا ھ ی ھ ی
ھ ھ
“Onun (insanın) önünde ve arkasında Allah’ın emriy le onu koruyan takipçiler (melekle r) vardır. Bir toplum kendindekini (kendi durumunu) değiş tirmedikçe Allah,
onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.”
(13/Ra’d, 11)
Tağyîr; Anlam ve Mâhiyeti
Sözlükte değiştirmek anlamına ge len “tağyîr”, bir şeyin gerçek formunu aslından başka yapmak, değiştirmek anlamında kullanılır. Ra’d sûresinin 11. âyetinde iki
kez geçen tağyîr kavramı, hem kavm (toplum), hem de enfüs (nefis kelimesinin çoğulu; birey, bireyin kimliği/kendisi) kavramlarına izâfe edilmekte, böylece
birindeki değişiklik, diğerinde meydana gelecek değişmeye bağlanmış olmaktadır.
Kavram olarak “değişme”; belirli bir tarihsel dönem içerisinde, tabiatta, toplumda ve insanda gözlenen başkalaşmalar ve farklılaşmaları ifâde etmek için
kullanılmaktadır. Toplumsal alanda ise değişme, be lirli bir toplumsal gerçekliği, değer yargılarından arınmış olarak ve özel durumların tümünü kapsayacak biçimde
ifâde eder. Sosyolojik bir kavram olarak toplumsal değişme, toplumun yapısını oluşturan sosyal ilişkiler ağının ve bunları belirleyen sosyal kurumların değişmesi
şeklinde tanımlanır.
Toplumsal değişme olgusunun özellikle çağdaş toplumlarda kurumsal, normal ve gündelik bir gerçeklik haline gelmesi nedeniyle hem aktüel hem de tarihsel bir
meşrûiyete sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. Esasen değişme konusundaki tartışmaları Herakleitos’a (M.Ö. 540-480) kadar götürmek mümkündür. Onun, “birırmakta iki defa yıkanılmaz” şeklindeki sözü, değişmenin mutlak bir olgu olarak değerlendirilmesi için referans gösterilir. Değişme kavramı zamanla, gelişme,
ilerleme ya da yozlaşma, bozulma gibi farklı anlamları yüklenerek bir değer yargısına dönüşmüştür.
Kur’an açısından toplumsal değişmenin ancak, aktarılan tarihî örnekler çerçevesinde ve Vahy’in aşkın (beşerüstü) niteliği gözardı edilmeksizin ele alınabileceği
unutulmamalıdır. Dinin toplumsal düzenleyiciliği, emir ve yasaklarıyla toplumda önemli değişmelere sebep oluşu, onun toplumsal yapıya yönelik fonksiyonundan
kaynaklanır. Ayrıca dinin diğer önemli bir fonksiyonu da, onun ferde yönelik olmasıdır. Fert ise, toplumsal yapıdan ay rı düşünülmemektedir. Bu yüzden Kur’an’da
geçmiş toplumlara gönderilen peygamberlere ve toplumların değişim süreçlerine sık sık yer verilmektedir. Aslında Kur’an’ın bu toplumlara ilişkin açıklamaları tarihî
bir olayı haber vermekten çok, toplumların süreklilik ve değişim konusunda tâbi oldukları sosyal ve fıtrî olguları hatırlatmaktan ibârettir.
Kur’an, vahiy olarak indirildiği toplumda kendisine toplumsal karşılık ve ren muhâtaplara sahipti ve tebliğ unsurlarını peygamber aracılığıyla belirli bir zaman
sürecine yayılmış toplumsal pratikler üzerine aktarıyordu. Kur’an’da toplumların değişim süreçleri sadece geçmiş toplumların yaşadıkları kıssaların açıklanmasıyla
sınırlı kalmayıp aynı zamanda Sünnetullah bağlamında evrensel ve sürekli bir mâhiyet de arzetmektedir.
Toplumsal Değişmenin Faktörleri: Değişme, bir halden başka bir hale geçiş ya da önceki durum veya davranıştan uzaklaşma biçimi olarak tanımlanır. Toplumsaldeğişme ise, bir toplumun sosyal sistemi içerisindeki kurumların, sosyal rol kalıplarının ve insanlar arasındaki ilişkiler ağının değişmesi anlamına gelmektedir.
Değişmenin kendisinde gerçekleştiği sosyal yapı, öncelikle bu yapıyı meydana getiren sosyal kurumların, insan ilişkilerinin ve bunların karşılıklı ilişkilerinden doğan
sosyal değerlerin birbirini direkt olarak etkiledikleri bir bütündür. Sosyal yapı, bir toplumsal sistem içindeki ilişkilerin, toplumsal olgular ya da kurumlar ile
düzenlendiği zaman ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sosyal yapı, sadece kalıtımla ya da doğal çevreye dayalı olarak açıklanması mümkün olmayan ortak insan
Cts, May 26th arama... ARAMA
ANA SAYFA SIYER HAKKINDA KAVRA M TEFSIRI ONLINE KITAP SAT IŞ VIDEO
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 2/37
davranışlarının tümünü yansıtmaktadır.
Özellikle sosyal yapının ortaya çıkışında önemli bir rolü olan sosyal olgu, genelde Durkheimci bir anlayışla “bireyin üzerine belli davranışların yapılması için oluşan
dış baskı” biçiminde tanımlanır. Öte yandan Marx da (1818-1883) sosyal yapıyı altyapı-üstyapı şeklinde ikiye ayırır. Üretim ve mülkiyet alanındaki ilişkilere altyapı
denilirken; din, ahlâk ve siyaset gibi üretim ve mülkiyet dışında kalan ve toplumsal bilincin varlığını gösteren öteki toplumsal ilişkilere de üstyapı denir. Altyapı,
sınıfları; üstyapı, toplumsal bilinci belirler. Burada gerek Marx, ge rekse de Durkheim’de görülen tanımlamalar, sosyal gerçekliği, tek nedenli bir yaklaşımla ele
almaktadırlar. Günümüz sosyolojisinde ise tek nedenli yak laşımlar, sosyal sebepliliğin karmaşıklığı nedeniyle yeterli görülmemektedir.
Değişme hiçbir doğrultuyu açıkça ifâde etmeyen bir kavramdır. İleriye doğru olabileceği gibi, geriye doğru da olabilir. Olumlu olarak değerlendirilebileceği gibi,
olumsuz olarak da değer lendirilebilir. Değişme, hangi tür bir e tkene bağlı olursa olsun, dinî yaşayış üzerindeki etkilerinin önemliliği asla gözardı edilemeyecektir.
Bir değişme faktörü olarak din, içinde bulunduğu konuma göre kimi zaman değişim talebinde bulunan, kimi zaman da (olumsuz) değişmeye karşı direnç kaynağı
oluşturabilen dinamikler içerebilir. Aslında dinler, teşekküllerinde sosyal düzene karşı bir e leştiri unsuru getirmekle birlikte, kendi amaçladıkları ve oluşturduklarısosyal yapının olduğu gibi kalarak korunmasını isterler. Bütünlüklerinin bozulması, yerleştirdikleri değer hükümlerinin kaybolması, istikrar unsurlarının
zayıflatılması gibi konularda dinler, değişime karşı refleks tutumlar sergiler.
Dinlerin, kurumsallaşmasından sonra oluşturduğu yapıyla statikleşip değişmeye karşı şiddetli bir muârız haline geldiğini belirten klasik yaklaşımların dışında,
aslında ferdî alandan başlayıp toplumsal alana uzanan çok köklü değişmeleri gerçekleştirdiği yer yer görmezden gelinmektedir. Ferdî inançların kuşatıcılığı,
parçaları birleştirici olmaya götürdüğü gibi; eksik ve yanlıştan mütemâdiyen kurtulmak da istemektedir. Böylece inanç, toplumsal alana da yansıyan bir değişme
faktörü olmaktadır. İnsanın bu bilinçle mükemmele doğru yönelişi, aslında dinamik bir tutum olduğundan, bu özelliğiyle din, insanın kendisine zarar vermeyen
değişmelerin muharriki de olabilmektedir.
İnsanların içinde yaşadıkları fizikî ve sosyal çevre, iktisadî faâliyetleri, onların karakter ve mizaçlarını belirli oranlarda etkilerken; kişilerin psiklojik özellikleri de
sosyal ve kültürel yapıya etki etmektedir. İbn Haldun (1332-1406), coğrafî çevrenin, özellikle iklimin insan ve kültür üzerinde önemli etkileri olduğunu savunan
görüşleriyle bu faktöre büyük önem ve rmiştir. İbn Haldun’a göre; “sünnetullah”a göre yara tılan insanı, tüm hayatı boyunca kendisini içinde bulduğu ve kısmen de
seçtiği, değiştirdiği çevresel şartlar (ailesi, toplumu, fizik çevresi vd.) tekrar oluşturmaktadır. Coğrafî şartlar ise insanların huy ve tabiatlarını belirlerken, genel
anlamda iklimlerin toplumsal yapıyı etkilediğini de eklemektedir.
Bununla birlikte, toplumlar karmaşıklaştıkça, coğrafya etkisini gittikçe kaybederek, yerini başka faktörlere bırakmakta, bu yüzden coğrafya faktörleriyle toplumsal
olaylar arasındaki ilişkiler, her çağ ve her toplumda değil de, bazı çağlara ve bazı toplumlara uygun düşmektedir.
Toplumsal değişmeye yol açan faktörlerden bir diğeri de, teknolojideki gelişmeler olarak gösterilir. Teknoloji, ilmî bilginin pratiğe yansıması olup kaynağında
modern bilimle birlikte gelen bir değerler sistemi vardır. Örneğin, “çağdaş Batı teknolojisinin temel değerleri” denirken, esas itibarıyla çağdaş düşüncenin; özel bir
rasyonalite anlayışı, tabiatla uyum yerine ona tahakküm etme ve kullanma eğilimi gibi özellikleri kastedilmektedir. Bu temel değerler üzerine şekillenen teknoloji,
belirli bir kültürü göz önüne almadan, teknolojiyi değerlerinden bağımsız bir olgu gibi kabul etmek ve transfer edilecek teknolojinin kültür temellerinin dışarıda
kalacağını sanmak yanlış olacaktır.
Teknolojinin, onu üreten kültür unsurlarının özelliğine bağlı olarak orta çıktığı, bugün artık reddedilmesi zor bir gerçeklik olarak kabul edilmektedir. Modern
teknolojinin vazgeçilmez gibi görünen değerleri, gerçekte teknolojiyi de içine alan daha geniş bir sosyal çerçevenin oluşturmuş olduğu değerlerdir. Bununla birlikte
bir toplum, bir başka ülkenin sadece teknolojisini veya sadece kültürünü benimsemek istese bile, bunu istediği şekilde gerçek leştiremez. Bazı teknolojik
değişmeler, kültürde birtakım değişimlere sebep olurken, inanç ve tutumlardaki bazı değişmeler de teknolojik değişmeleri hazırlamaktadır.
Gerçekten de teknolojik gelişmeler doğal olarak toplumsal değişmeye yol açan önemli bir faktör olmakla birlikte, bu değişim, teknolojinin gelişiyle meydana çıkan
bir değerler topluluğuyla gerçekleşmektedir. Toplumsal değişmeye sebep olan faktörler konusunda temel tartışma konularından biri de, değişmede ekonomik
(maddî) faktörlerin belirleyiciliği üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu konuda Marx, insanların toplumsal üretim işinde, zorunlu ve irâde lerinden bağımsız olan birtakım ilişkilere giriştiklerini belirtir. Bu durum üretim ilişkilerini;
üretim ilişkilerinin toplamı da toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. İşte toplumsal bilincin belirli biçimlerini karşılayan kanun ve politik üstyapılar, hep bu
gerçek temel üzerine kurulmuştur. Maddî hayattaki üretim biçiminin, politik ve mânevî bütün toplumsal oluşumların genel ka rakterini belirlediği düşüncesi böylece
temellendirilmektedir.
Ekonomik şartların toplumsal yapıda önemli değişikliklere sebep olmakla birlikte, değişimi belirleyici tek faktör olmadığını söylemek mümkündür. Toplumsal
yapıdaki bütün değişiklikler, ekonomik şartlardaki değişikliklerin bir sonucu olarak değerlendirildiği zaman, ekonomi faktörünün kendi dinamizminin nasıl izah
edileceği zaman zaman eleştirilegelen bir husus olmuştur. Ekonomi faktörünün hiçbir etkiye bağlı olmadan kendi kendine hareket e ttiği varsayımı ise, bu faktörüngücünü abartmaya götürecek hataların başlangıcı olabilir. Bu yüzden toplumsal hayatın ya da tarihin açıklanmasında tek belirleyici etkenin ekonomi olarak
gösterilmesi, olgulara ters düştüğü kadar, mantığa da uygun düşmeyen bir durum olmaktadır.
Yeni ihtiyaçların ortaya çıkması ve bilgi artışı ile toplumsal ve kültürel yapının karmaşıklık derecesi sosyal değişmenin gerçekleşme zeminini oluşturan şartlar
olarak değerlendirilebilir.
Din-Toplum İlişkileri: Dinin toplumla ilgili önemli fonksiyonlarından birisi, “toplumu düzenleyici normlar sistemi” olarak ortaya çıkmasıdır. D in, mü’minlere nasıl
hareket edeceklerini gösteren davranış kalıplarını sunmaktadır. Bu itibarla mü’min, dinin kendisine sunduğu hazır bir harita ile karşı karşıya bulunmaktadır. Dinin
bu anlamda toplum normu düzenleyici özelliğinin daha çok İslâm toplumlarında belirginleştiği ve geçerli olduğu da belirtilmektedir.
Toplumsal yapı üzerinde dinin değiştirici ve yeni yapıyı örgütleyici fonksiyonuyla; koruyucu ve sürdürücü fonksiyonu birbiriyle çelişiyor gibi görünmesine rağmen,
bunlar farklı şeylerdir. Genellikle bir toplumda dinin, ilk örgütlenme ve yay ılma dönemlerinde, toplumsal yapıyı değiştirici ve yeni yapıyı örgütleyici fonksiyonu öne
çıkar. Yapı oluştuktan ve ilişkiler örgütlendikten sonra, bu yapıyı koruyucu ve sürdürücü fonksiyonu rol oynamaya başlamaktadır.
Dinin, toplumun örgütlenmesinde en önemli fonksiyonu, insanlara belli bir zihniyet yapısı, bir değer ler sistemi kazandırmasıdır. Bir dine mensup olan fert, dinin
dünya hakkındaki değerler manzûmesini kabul etmekte ve davranışlarını buna göre ayarlamaktadır. Dinin dünya karşısındaki tavrı, mü’minlerin zihniyet yapılarını
şekillendirmekte, onlara yeni bir form kazandırmaktadır. Böylece her din, sahip bulunduğu değerler ve semboller sistemi ile bir ekonomik ahlâkın ve sosyal
anlayışın oluşmasında önemli rol oynamaktadır.
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 3/37
Din-Değişme İlişkisi: Toplumsal yapının bir ögesi olarak dinin, toplumdaki genel değişmeden bağımsız olduğunu söyleyebilmek zordur. Dinin toplumsal değişmede
itici ya da engelleyici bir faktör olarak değer lendirilmesiyle birlikte, dinî değişmeyi toplumsal değişmenin bir sonucu şeklinde ele almak da söz konusudur.
Düşünce tarihinde, dinin temel karakteristik özellikleri nedeniyle, değişmeyi engelleyici muhâfazakâr rolü sürekli olarak dile getirilmiştir. Gerçekten de din, özü
itibarıyla bir kalıcılığı ve sürekliliği ihtivâ etmesi nedeniyle, her çeşit zihniyet, değer; sosyal ve kültürel yapı değişikliklerine karşı bizâtihî engel teşkil etme
durumunda görülmektedir (Bu, özünde devrimci özelliği barındıran, insanı takvâya doğru sürekli ge liştirici emir ve tavsiyeleri olan ve bağlılarından tüm dünyaya
hayra doğru değişim mesa jlarının iletilmesini isteyen İslâm için pek doğru değildir. Buna rağmen çağdaş Müslüman halklar İslâm’ı Batılılar gibi anladığı için
muhâfazakâr bir anlayış, dindarlık/Müslümanlık gibi görülmeye başlanmıştır).
Bir istikrar fak törü olarak, toplumsal bütünleşmeyi sağlayan din, toplumları derinden etkileyen, onların istikametini tayin eden, idâmesini mümkün kılan, ayniyetin
muhâfazasını sağlayan bir olgu olmaktadır. Dinin bu anlamda bazı (olumsuz) toplumsal değişmelere direnç oluşturması, kökü mukaddes â leme uzanan beşer üstü,
vahiy kategorisinde bulunması ile izah edilebilir bir durumdur. Böylece inançların değişmeyen yönleri, dine bir devamlılık kazandırmaktadır. (Bunun yanında, dininbir amacı da, bireysel ve toplumsal değişmeyi sağlamak, insanı fıtratı istikametinde olgunlaştırmak, toplumu asr-ı saâdet örneğine yaklaştırmaktır.) Gerçekten din,
ilk örgütlenme dönemlerinde mevcut toplum yapısını, kendi yapısal ve fonksiyonel özellikleri ile değişikliğe uğratarak, yeni bir toplumsal yapının oluşmasını
sağlamaktadır. Bu yolla din, kendi getirdiği özgün kurumları ve kazandırdığı zihniyet ile eski toplum yapısını sarsmakta ve ona yeni bir biçim vermek tedir. Bu
gerçeğe rağmen Marxistlere göre din, toplumsal değişmeyi önleyici, kurulu düzeni sürdürücü bir ideoloji olarak itham edilebilmektedir. (Bu iddia, belki muharref
Batı dini için bir vâkıa olsa da, İslâm için kesin bir iftiradır.)
Peygamberlerin ve dinî önderlerin tebliğlerinde, temel olarak toplumda yerleşmiş bütün kurum ve gelenekleri reddettiklerini söylemek de mümkün
görünmemektedir. Eleştiri konusu olup değiştirilmek istenen, tevhidî gelenek üzerine zamanla birikmiş bozucu ve yozlaştırıcı durumlar olmaktadır. O yüzden
peygamberler, var olan her şeyi kökten reddeden bir yaklaşımla değil de, toplumun idealize edilebilecek geçmişinden kaynaklanan geleneksel normlara ve
sembollere de (tevhide ters düşmüyorsa) dayanırlar. Bu durum, onların toplumsal değişmedeki rollerini pekiştirici ve kolaylaştırıcı bir unsur da olmuştur.
(Peygamberler değişim konusunda süpürücü değil, seçicidir.) (1)
Bireysel ve Sosyal Değişme ve Sosyal Değişimin Dinamikleri
Bireysel Değişme
Sosyolojide genel kabul gören yaklaşımlardan biri de, “bireyin toplumsal hayat içinde şekillendiği ve yine bu ölçüde de hayatı etkilediği” yönündedir. Toplumsal
dinamikte objektif veya subjektif bir kriter olarak bilinç düzeyinde meydana gelen değişmeler, toplumsal değişmeyi açıklamada önemli bir ayraç olarak dikkatleri
çekmektedir.
Toplumsal değişme açısından bireysel değişmenin ve birey -toplum ilişkilerinin mâhiyetinin ve etkilerinin bilinmesi gerekmektedir. Her şeyden önce insan, toplumsal
bir varlık olup, toplum da ihtiyaçların zorlaması sonucunda oluşan inanç, ideal ve arzuların etrafında birbirine kenetlenmiş insan gruplarının somut bir sembolü
olarak nitelendirilebilir.
Kur’an’da toplumsallaşma sürecinin insan fıtratına yerleştirildiği ve yaratılışında var olduğu bildirilmiştir. Bu durum, Hucurât Sûresinde dile getirilmiştir: “Ey
insanlar, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi toplumlara ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız en çok takvâsahibi olanınız, korunanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberi olandır.” (49/Hucurât, 13). Görüldüğü gibi âye tte farklılıklar nedeniyle insanların birbirlerini
tanımaları gerektiği inancından hareketle, bir toplumsal ilişkinin gerekliliği vurgulanmaktadır. Bireysel farklılıklar ve tanışma eylemi, toplumsal hayatın vazgeçilmez
şartı olup, bu tür farklılıkları bir ayrım aracı olarak kabul etmek mümkün değildir. İnsanlar kendilerine tanınan imkânlar ve beceriler açısından aynı olarak
yaratılmamışlardır (Bak. 43/Zuhruf, 32). Eğer böyle yaratılmış olsaydılar, yani herkes aynı özelliklere sahip olsaydı, doğal olarak kimsenin kimseye ihtiyacı kalmaz
ve karşılıklı olarak yerine getirilen sorumluluk anlamsız hale gelirdi.
Allah insanları gerek beceri bakımından, gerekse ruhsal, fiziksel ve benzeri bak ımlardan farklı şekillerde yara tarak, her birine ayrı yetenek ve eğilimler vermiştir.
Özel kabiliyetleri yönüyle insanlardan bazıları diğerlerine üstün kılınmış, böylece insanlar doğuştan birbirlerine muhtaç hale geldikleri için birliktelikler kurmaya
başlamışlardır. Bu da kolektif ve toplumsal hayata geçiş sürecini hızlandırmıştır.
Kur’an, toplumsal yapı içerisinde fertleri bütünüyle irâdesiz varlıklar olarak görmemekte, bilakis topluma karşı bireye öncelik tanımaktadır. Toplum, bireyi çok
değişik şekillerde etkileyen ve sınırlayan bir gerçeklik olmak la birlikte, münferit insanlar aracılığıyla da yönlendirilebilmektedir. Zira insanlar için kendi irâdelerinin
payı olmaksızın içine doğdukları çevre gerçeğinden önce nitelikli bir fıtrat gerçeği vardır. Kur’an çevre faktörünü belirleyici özelliklerinin varlığına rağmen, “fıtrat
gerçeğine” dönmeyi başarabilen insanların tarihsel örneklerini vermektedir (Bak. 66/Tahrîm, 11; 18/Kehf, 10, 26; 36/Yâsin, 20, 27). Kur’an’da birey olarak insaniçinde yaşadığı toplumun kaderini belirlemede Allah’ın mutlak otoritesinden bağımsız olmaksızın, güç sahibi kılınmış ve tarih âdetâ onun eline teslim edilmiştir.
Toplumsal çözülmeyi ve çöküşü hazırlayan faktörlerin geneli Kur’an terminolojisinde zulüm kavramıyla da ifâde edilmiştir. İnsanın “zulmü” ortaya çıkaran zaafları,
öncelikle bir insan olarak kendisine, topluma ve tabiata karşı davranışlarında kendini göstermektedir. Sözkonusu bu zaaflar, “düşüncesizlik (17/İsrâ, 100);
huysuzluk (70/Meâric, 19); acımasızlık (14/İbrâhim, 34); nankörlük (43/Zuhruf, 15); azgınlık (96/Alak, 6); telâş (17/İsrâ, 11) olarak gösterilebilir. Bu zaaflardan
herhangi biri insana hâkim olmaya başladığında, diğerleri de onu izleyecektir. Bu çerçevede insanda kendisini yeterli görme ve Allah’tan bağımsız hissetme
(istiğnâ-tekebbür) eğiliminin varlığından söz edebiliriz (Bak. 96/Alak, 6-7). Eğer bu istiğnâ ve tekebbür duygusu kontrol altına alınmazsa, bu zaaflar insanı sadece
Allah’a değil, içinde yaşadığı topluma da sorumsuz bir hale getirecektir.
İnsan davranışlarının içgüdüselliğinden bahsetmemiz mümkün değildir. İnsan, ya “Allah’ın emirlerine uyarak” ya da “yoldan saparak” sürekli olarak hiç sonu
gelmeyen zihnî çatışmalara yakalanma veya onlardan kurtulmaya çalışma sürecini yaşamaktadır. Yolunu seçme hakkıyla doğan birey “uyumlu” ya da “uyumsuz”
rollerden birini tercih ederken her hâlukârda rolünden yana davranışlar sergilemeye çalışmaktadır.
Ancak bireyin yolunu seçme hakk ının bazen gelenekler tarafından yönlendirildiği durumlar da sözkonusudur. Gelenekler, sosyal hayatın düzenli akışını sağlayantoplumsal pratikler olarak fonksiyon gördüğü gibi, bir diğer yönüyle de olumlu anlamdaki değişmelere engel teşkil edebilmektedir. Genellikle değişimin karşısında
geleneklere bağlanmanın getirdiği durgunluğun çekici bir rahatlığı bulunmaktadır.
Ancak insan, özgür bir irâdeye sahip olduğu için “geleneklerle şartlandırılmış olma” mâzeretine sığınamamaktadır. İnsanı özbilinçten ve seçme yeteneğinden
alıkoyan “atalarının izinden gitme” davranış kalıbı, bu yönüyle Kur’an’da olumsuz bir tutum olarak eleştirilmiştir (Bak. 43/Zuhruf, 23, 24). Çünkü geleneksel
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 4/37
etkenlerin bireyin bütün davranışlarında belirleyici olması, bireyin irâdesinin, bütünüyle geleneklerle sınırlandırılması ve yönlendirilmesine sebep olmaktadır.
Bu bakımdan peygamberlerin karşılaştıkları önemli engeller arasında, münker olarak bilinen toplumsal kesimlerin “geleneği” bir koruma aracı olarak öne sürmeleri
olmuştur. Böylece “gelenek”, değişme karşısında durağanlığın elverişli bir zırhı olarak sahiplenilmektedir. Bu vesileyle de, insanlarda bireysel sorumluluklar,
geleneğin ağır tahakkümü karşısında irâde dışlanmasıyla e ritilmekte ve böylece de toplumsal vicdan rahatlatılmaktadır.
Kur’an açısından yaklaşıldığında, insanın iki boyutlu olduğu görülmektedir. İnsanda bu iki boyuttan hangisinin ön plana çıkacağını belirleyen faktör, yine insanın
kendi hür irâdesinde somutlaşmaktadır. İnsanın tarih içerisinde çoğu zaman olumsuz rol oynaması daha çok zaaflarının güdümüne girmesi ile gerçek leşirken,
olumlu rol oynaması da onun, genellikle fıtratına uyması, kendisini yabancılaştırıcı etki ve unsurlardan arınması ile gerçekleşmektedir.
Kur’an birey ve toplum ilişkilerine değinirken de, kendine has üslûbuyla toplumlar/ümmetler için de ortak bir kaderden, tarihten söz etmektedir. “Her ümmet içinbir ecel vardır. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilir, ne de öne alınabilir” (7/A’râf, 34). Bu âyette toplumlar için tıpkı insanlarda olduğu gibi bir ölümden,
toplu bir yok oluştan bahsedildiği görülmektedir. Burada sanki toplumların da yaşayan bir organizma gibi özgür irâdeleri olduğu düşüncesi ön plana çıkmaktadır.
Ayrıca her ümmetin/toplumun kendi toplumsal bilincini ve düşünce biçimini belli oranlarda belirleme özgürlüğüne sahip oluşu da göz önünde bulundurulduğunda,
toplumlar arasında oluşan değer farklılıklarının da bireylerin algılama şekillerine yansıması normal bir sonuç olmaktadır.
Doğal olarak bireylerin bu tür davranışlarını topluma malettiğimiz takdirde bireysel dav ranışlardan dolayı toplumun genel olarak sorumlu tutulması da mümkün
olabilmektedir. 91/Şems, 14 ve 26/Şuarâ, 157-158. âyetlerde Semud k ıssasında, Sâlih Peygamber’in devesinin kesilmesini tek bir kişi gerçekleştirdiği halde, suç
bütün topluma maledilmiş ve bütün toplum bundan sorumlu tutularak sonuçta topluluğun tümü cezâlandırılmıştır. Çünkü toplum sözkonusu suç eyleminin
gerçekleştirilmesine göz yummakta, engellemek için çaba göstermemekte, ya da desteklemektedir. Dolayısıyla da bu tutumun bir ürünü olarak bireysel eylemlerin
sonucuna ka tlanmak zorunda kalmak tadır (Bak. 27/Neml, 51).
Eğer toplumsal irâde, suçun oluşmasına zemin hazırlıyorsa, aynı zamanda bu durumu destekliyor anlamına da ge lecektir. Zaten bireyin onaylaması ve karar
vermesi gerçekte, toplumsal irâdenin ya da toplumsal kabullerin bir parçası olmaktadır. Burada bireysel eylemin toplumsal irâdeden kolay kolay ayr ı
düşünülemeyeceği dikkat çekici bir biçimde belirginleşirken, bireysel suçlar toplumsal suçların bir prototipi olarak meydana çıkabilmektedir.
Bireylerin tek tek rol, k imlik, yöneliş ve tutumlarının örgütlenmiş modeli olarak ortaya çıkan toplum, aynı zamanda insanların psikolojik ve rûhî temeli üzerinde
yükselen bir yapı görüntüsü taşımaktadır. Bu temel üzerindeki üst yapı, yani toplumsal durumda meydana gelebilecek değişme ancak temelin (bireysel olanın)
değişmesiyle mümkün olmaktadır. “Bir toplum kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” (13/Ra’d, 11) âyetinde işin temeli ile onun
üzerine yükseltilen yapı arasındaki belirlenmiş ilişkiden söz edilmekte, insanın psikolojik ve fikrî konumu ile sosyal durumu arasındaki bağlantı üzerinde
durulmaktadır. İnsanın iç âlemiyle dış â lemi arasındaki ilişki vurgulanırken, bir topluluğu meydana getiren fertlerin psikolojik durumu değişince, sosyal
konumlarının da değiştiği belirtilmektedi. Burada sözkonusu edilen iç değişiklik ahlâkî alanın en uzak noktalarına kadar uzandığı gibi, kişisel ve psikolojik yapının
temellerini de kapsamaktadır. Ayrıca bu iç değişiklik, bizzat insanın kendi yapısı ve nefsiyle olan ilişkilerinde etkili olduğu gibi diğer insanlarla da (ister birey, ister
toplum olarak) tarihî hareketin seyri ile de ilgili görünmektedir.
Kur’an, birey-toplum, ilişkilerine değinirken, bazen bireyin önceliğine dikkat çekmekte (5/Mâide, 105), bazen de toplumun belirleyicilik bağlamındaki anahtar rolünü
teyit edici (6/En’âm, 108) ifâdeler kullanmaktadır. Ayrıca Kur’an kendilerini mustaz’af olarak tanımlayan (4/Nisâ, 97) insanların, sorumluluklarından kurtulmak için
kendi “zayıflık ve ezilmişliklerini” mâzeret olarak kullanamayacaklarını, çünkü zayıflıklarının asıl sebebinin toplumsal baskılar karşısında kendi k işiliklerinin ve
sorumluluklarının farkında olamayışları olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle Kur’an’da insanın sorumluluğu üzerinde durulmuş, bireyin bu sorumluluğunu canlı
tutacak ve onu toplumsal yozlaşmalara karşı dirençli kılacak “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker” ilkesi yer leştirilerek bireyin korunmasına öncelik verilmiştir.
Kur’an kıssalarına genel bir göz atıldığında da, peygamber ler ve tarihsel dinî önderlerin toplumlarına rehberlik ederken karşılaştıkları güçlükleri, bu ilkeye karşı
gösterdikleri kararlılık ile aşmayı başardıkları görülmektedir.
Toplumsal Değişme
Din ve toplumsal değişme arasındaki ilişkiler değerlendirilirken, bir yandan toplumsal değişmenin din üzerindeki etkileri, diğer yandan da dinin toplumsal değişme
süreci içerisindeki rolü üzerinde durulması gerekmektedir. Bu bağlamda din, bir yönüyle toplumsal değişmeye engel teşkil ederken, bir başka yönüyle de
değişmenin temel faktörü şeklinde fonksiyon görebilmektedir.
Toplumsal değişme açısından din, insanın tutum ve davranışlarını, insanlararası ilişkileri ve toplumsal hayatı belirleyici temel özellikleri taşıması nedeniyle değişme
süreçlerini, kişilik ihtiyaçlarının karşılanmasını veya engellenmesini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu etkileşimde sosyal yapıdaki değişmelerin dinî hayata yansıyan
yönü de göz önünde tutulması gereken bir boyut olmaktadır. Dinin fonksiyonelliği ile toplumsal hayatta girdiği etkileşimleri, onun vahye dayanan özellikleri dışarıda
bırakılarak anlaşılamayacaktır.
“Şüphesiz bir toplum kendi lerinde bulunan (güzel meziyet)i değiştirmedikçe, A llah onlara verdiği nimeti değiştirmez…” (8/Enfâl, 43). Toplumlar ın bağıms ız bir va rlık
olarak, genel tarihî süreçlerden farklı bir sorumluluğa sahip olduğu görülür. Toplumların tarih içerisinde yer aldığı olumlu ya da olumsuz pozisyonlar, kendi fiillerinin
bir sonucu şeklinde oluşmaktadır. Böylece toplumsal değişmenin, toplumun kendi iç dinamiklerine ve insanî sorumluluklarına bağlı olduğu öne çıkmaktadır. Allah’ın
toplumsal değişme ile ilgili sünnetleri, insanların hür irâdeleriyle seçtikleri eylemlerin sonuçlarıyla karşılaşmaları şeklinde ge rçekleşmektedir. Allah herhangi bir
toplumun durumunu (onlara verdiği nimet ve üstünlükleri ya da iyi-kötü herhangi bir durumu) onlar kendi öz benliklerindekini değiştirinceye kadar
değiştirmemektedir.
Allah’ın bir toplumda meydana getirdiği değişim, insanların ve toplumun kendi irâdeleriyle gerçekleştirdikleri sosyal değişmelerden bağımsız ele alınamayacak bir
ilişkiye dayanmaktadır. Bu sebeplilikte, Allah toplumsal irâdenin değişimini öncelikli şart olarak koymuştur. Bu durum birey planında geçerli olmayıp toplumsal
alana ait bir özellik olarak uhrevî olmaktan çok, dünyevî bir nitelik taşımaktadır. Bu iki değişimden birinin diğerini gerektirecek biçimde nedensel bir süreci içerdiği
görülmektedir. Zira Allah, belli fiillerin ardından bu sonuçları yaratmaktadır ve bu sonuçlarda âde ta Allah’ın doğal dünyada yerleştirdiği yasaların işlerlik göstermesi
gibi doğrudan oluşmaktadır.
Kur’an, tarih sürecinde toplumların çeşitli yönlerde yaşadıkları değişiklikleri onların irâdelerinden bağımsız gelişen bir süreç olmadığını temel bir vurgu olarak
sürekli dile getirmektedir. Her değişimin odak noktasında ise, bizzat insanın kendisi bulunmakta olup değişiminde yaratıcısı olması itibarıyla var oluşun merkezi
olan Allah, değişimle ilgili yaratışını insanın hür eylemine bağlı kılmıştır (bak. 8/Enfâl, 43; 13/Ra’d, 11).
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 5/37
Kur’an’da adı geçen “ortak kader” (bak. 7/A’râf, 34), “toplumsal âkıbet” (bak. 27/Neml, 51; 40/Mü’min, 5) gibi kavramların ise tarih içerisinde toplumların
değişimine etki eden bazı dinamiklerin bulunduğuna işaret ettiğini söylemek mümkündür. Fıtratından (yaratılmış insan tabiatından) sapan ve insanlığını yitiren bir
birey gibi, toplumlar da aynı âkıbete uğrayabilirler.
Toplumlar arasındaki farklılıklar genellikle bireyse l değerlerin bütünüyle sosyal yapıya ve kültüre yansımasıyla oluşmaktadır. Doğal olarak toplumların sosyal
yapılarında ve kültürlerinde birtakım biçim ve karakter farklılıklarına rağmen, ortak insanî bir öz taşıdıklarını söylemek mümkündür. Kur’an bu özellikleri dolayısıyla
toplumu, kendine özgü bir varoluşu, sorgulama ve değişim yapabilme dinamikleri olan bir varlık gibi değerlendirmektedir. Çünkü bu anlamda tarihsel süreçte
toplumlar da, bireyler gibi sorumluluk sahibi olarak irâdeleriyle yönlenen bir hayatı yaşamaktadırlar.
Ancak toplumsal değişimin yönü İlâhî irâdenin belirlediği doğrultuda olmalıdır. İnsanlar, bireysel ve toplumsal irâdelerinde diledikleri gibi davranma hakkına sahip
olmakla birlikte, kendilerine verilen “emanet”in (bak. 33/Ahzâb, 72) bir gereği olarak “fıtrat” temelinde ahlâkî amaçlara uygun değişimleri yaşamakla da sorumlu
olmaktadırlar. Toplumsal sorumlulukların ve hedeflerin yer ine getirilebilmesi toplumun kendi iç dinamikleriyle değişim yapabilme gücüne ve irâde se rbestisinesahip olmasına bağlı olduğu için insanlara bu imkânların tanındığı söylenebilir. Bu durum neticesinde doğal olarak Allah’ın kendine özgü kıldığı değişimin, toplumun
kendi irâdesiyle gerçek leştirdiği değişimden önce meydana geleceğini ummak sünnetullaha aykırı bir tutum olacaktır. Ayrıca böyle bir eğilim, insanın yerini,
sorumluluğunu ve kendisine verilen emâneti yok sayma gibi olumsuz yönelişleri beraberinde getirecektir.
Kur’an, geçmiş toplumlardan örnekler verirken, onların cezâlandırılma sebeplerini de izah eder. “Onlar, sadece küfürleri -hakikate yanaşmamaları- nedeniyle değil,
suçları -zulümleri- sebebiyle cezâlandırılmışlardır.” (bak. 11/Hûd, 117). Bu cezâ ve âk ıbetler, toplumların kendi içlerinde zulmün ve adâletsizliğin yaygınlaşmasını
önleyici denetim mekanizmalarını kurmayıp seyirci kalmalar ıyla başlayan bir sürecin sonunda gerçekleşmektedir (bak. 91/Şems, 7-10). Kur’an, burada tarihsel
süreci açıklama/anlamlandırma konusunda bir “bakış açısı” getirmektedir. Bu anlamda tarihsel süreç belli bir amaçlılık taşımakta olup toplumlar bu amaca uygun
bir akışın içinde olmalıdır. Bu bakış açısına göre insan fıtratına uymayan her türlü yöneliş, bir “bozulma ve hakikatten uzaklaşma” olup bu yönde değişim sürecine
giren toplumlar da tıpkı insanlar gibi “hesaba çekilecek” ve “sorgulanacaklar”dır (bak. 45/Câsiye, 28).
Kur’an, hitap ettiği toplumun yabancısı olmayan, bilinen bir tarih kültürüne işaret ederek tarihsel ve toplumsal değişmeler üzerinde durmaktadır (bak. 9/Tevbe, 70;
22/Hacc, 42, 46; 25/Furkan, 40). Kur’an’da Âd kavminin belirgin bir özelliği olarak “oldukça güçlü ve gücünün fazlasıyla farkında bir toplum olduğu” belirtilir (bak.
41/Fussılet, 15; 89/Fecr, 6, 8). Aynı şekilde Semud toplumu da “ileri bir refah düzeyine sahiptir” (bak. 7/A’râf, 74). Ancak bu toplumların içinde bulunduğu lükshayat, onları adâletten uzaklaştırmış ve müfsit, haddi aşmış bir toplum haline getirmiştir. Toplumda bir kesim lüks içinde yaşarken, diğer bir kesimin sefâlet
çeaktiği toplumsal dengesizlikler meydana gelmiştir. Sâlih Peygamber’in, halkı bilinçlendirme çabalarına rağmen, toplumu ıslah etmeye güç yetiremediğini ve
sonuçta Âd kavmi gibi (bak. 26/Şuarâ, 128, 129), Semud kavminin de cezâlandırıldığı anlaşılmaktadır (27/Neml, 51, 53; 91/Şems, 11, 12). Diğer helâk olan
kavimlerle ilgili de benzer durumlar sözkonusudur.
Kur’an’ın genel olarak, tarihsel seyir içerisinde aktarmış olduğu toplumsal değişim süreçlerinin, ahlâkî bir amaçlılık taşıdığı görülmektedir (bak. 20/Tâhâ, 47, 48).
Buna göre Allah tarihsel süreçte başkalarıyla ilişkilerinde adâletin, iyi davranışın ve doğruluğun asgarî şartlarını bile yerine getirmeyen bir toplumun ilerlemesine ve
bazı üstünlüklere sahip olmasına izin vermemektedir. Ahlâkî açıdan üstün olanlar, tarihin ahlâkî konumlu bir süreç olması nedeniyle zirveye çıkarken, aşağıda
olanlar çöküşü ve yok oluşu yaşamaktadırlar. Her iki durumda da karşılaşılan sonuç, öncelikle toplumların kendilerinde olanı değiştirmeleriyle gerçekleşmekte,
Allah onlara yöneldikleri tercih ve işledikleri fiiller sebebiyle yaptıklarının karşılığını vermektedir. (2)
Sosyal Değişimin Dinamikleri
“Sosyal değişim” kavramı, bir toplumun içinde meydana gelen değişimi ifâde ettiği gibi, toplumlar arası değişimi de ifâde e tmektedir. B ir toplumun diğer bir
toplumun yerini alması gibi büyük bir değişimin dinamiklerini veren Kur’an, aynı toplum içindeki değişimlerin dinamiğini de vermek tedir. Bir toplumun içinde olan
değişimler, toplumlar arası meydana gelecek olan değişimlerin de dinamiğini oluşturmaktadır. Toplumlar arası değişimleri Yüce A llah iyiden yana murâd ederken,
aynı toplum içindeki değişimlerin hem iyi hem de kötüden yana olabileceğine de işaret etmektedir. Yüce Allah bir toplumu yıkarken, yerine kesinlikle iyisini getirir
ve bu değişimi daima iyiden yana ve iyinin devamlılığı amacını güderek gerçekleştirir.
Toplumlar arası aynı toplum içindeki bu değişimin insanlık tarihi boyunca var olduğunu Kur’an bir ilke olarak koymaktadır. Değişmeyen tek şeyin bizzat değişimin
kendisi olduğu kanununa dikkat çekmektedir. Diğer taraftan değişimin en büyük amacının kalite olduğu da ortaya çıkmaktadır. 3/Âl-i İmrân Sûresinin 140. âyeti,
sürekli değişime işaret etmektedir. Âyet şöyledir: “Eğer siz bir acıya uğradınızsa, o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri Biz, insanlar arasında değiştirir
dururuz. Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şâhitler edinsin. Allah zâlimleri sevmez.” Âye tte yer alan “o günleri Biz insanlar arasında
değiştiririz” ifâdesi, zaman denen şeyin, her yeniyi eskittiğini, eskiyen şeyin yer ine doğal olarak yenisinin geleceğini, bu değişen şeylerin bazen insanların, yani
bazı toplumların lehine, bazılarının da aleyhine cereyân edeceğini gündeme getirmektedir. Değişim olmasaydı, toplumlar kötünün çürümüşlüğünden
kurtulamayacaklardı. Değişim onları yeni bir oluşuma, ufka ve aydınlığa taşımaktadır. Şimdi bu değişimin dinamiklerinin neler olduğunu açıklayabiliriz: İlâhî irâde,
vahiy ve peygamberler, ilim, sâlih amel (yararlı iş yapmak), sevgi, helâl lokma, siyâset (sosyal müesseseler kurmak, toplumsal barış ve güveni temin etmek,
istişâre ve eğitim) (3)
Kur’an ve Değişim
Kur'an, Hz. İsa'dan 610 yıl sonra yeni ve son bir Rasûl (s.a.s.) ile başlayan zulumattan nura çıkış hareke tinin kılavuz kitabıdır. 23 yıl süren bir devr im hareketinin
yol gösterici metinlerinin (âyetlerinin) bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Bu açıdan Kur'an 23 yıllık bir toplumsal değişme mücâdelesi içinde anlaşılabilir.
Âyetlerin inmesiyle beraber Rasûlullah harekete geçmiş, içinde yaşadığı toplumu bu âyetlerle değiştirmek için gece gündüz çalışmıştır. Nihâyet çağrısı kendi
doğup büyüdüğü Mekke'de değil; Medine'de yankı bulmuştur. Orada toplumun lideri olarak peygamber liğine devam etmiş, 10 yıl içinde insanlık için örnek bir
toplum modeli kurulmuştur. Bu esnada yüzlerce âye t nazil olmuş, ilk günden son güne kadar harekete sürekli Kur'an rehberlik etmiş, Rasûlullah da uygulamış,
âyetlerin pratiğe geçirilmesinde Kur'an'ın mücessem bir ifâdesi olmuştur.
Kur'an, Peygamberimiz'in en büyük mûcizesidir. Diğer mûcizeler, belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan sınırlı sayıdaki insanın şahid olduğu
olağanüstülükler olduğu halde; Kur'an, her coğrafyada, Peygamberden sonra her tarih diliminde yaşayanlar için apaçık görülen bir mûcizedir. Edebiyat yönüyle
mûcizedir, benzerinin yazılamayacağı için mûcizedir, problemlere çözüm getirip ölümcül hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir, evrensel hakikatleri ihtiva etmesi
yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen, eskimeyen ve en âdil kanunları içermesi yönüyle mûcizedir.
Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddi farklılıklara rağmen tüm insanları her yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle mûcizedir.
Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile, ruhları huzura kavuşturan, gönülleri titreten nağmeleriyle
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 6/37
mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel
kelam olması, bıktırmaması, okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle, gaybdan verdiği haberler le mûcizedir...
Bütün mûcizelerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem
meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır.
Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şahid olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılabdır.
Kur'an, kişileri kısa zamanda, tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.
Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil'in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda
değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur'an sayesinde insanları ihya eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adalet
timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde
yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ıngerçekleştirdiği inkılap sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada a t koşturan, en büyük devlet ve medeniyet olmuşlar.
Gerçek Anlamda Dünyanın Gördüğü En Köklü Değişim ve Dönüşümü Gerçekleştirerek Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır: Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır.
Hemen her konuda olduğu gibi, cahiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden
gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru
haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o
tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan
inkılabın köşe taşıdır. Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılab, Kur'an'ın yaptığı inkılab; en büyük inkılabçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Kur'an'la
cahiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saadet; inkılabçı insanın adı da müslüman'dır artık.
Diğer devrimler, adına inkılab denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye
başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; kaçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman
dilimlerinin adı çağ olamaz.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı cahiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur'an'da "cahiliyye" kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âye t, cahiliyyenin dört özelliğinibelirtir. Cahiliyye, İslâm'a zıt, putçu bir inanç sistemidir. (bkz. 3/Âl-i İmran, 154) Cahiliyye bir hayât felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir (bkz. 48/Fetih,
26). Cahiliyye ahlaksızlık, hayâsızlıktır (bkz. 33/Ahzâb, 33). Ve cahiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: "Yoksa onlar, cahiliyye hükmünü, idaresini mi
istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah'tan daha güzel kim var?" (5/Mâide, 50). Cahiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü
sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern cahiliyyede şey tanın, nefislerinin, heva ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-
kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve ye rli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski cahiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa
gömüyorlar, kızlarının dünya hayâtlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern cahiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor.
Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü'mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayâtları mahvediliyor. (Tabii, kürtaj, intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya
gerek görmüyorum.) Kısaca, Kur'an gelip cahiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir.
Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü cahiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik
bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık inkılab yapamıyor? Kur'an değişmemiştir ama, Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış,
Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır ama, Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bindört yüz yıldır
akmaktadır. Bu güne kadar onun hayât veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam
etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç e lbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan
çeşmenin yolunu unutmuş olabilir ama, çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı
başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (davet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını
körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim
ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumattan nura, herşeye galip ve hamde layık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana
indirdik." (14/İbrahim, 1) "O (Kur'an) sizi zulumattan nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir." (39/Zümer, 39) "O bir
peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nura çıkasınız." (65/Talâk, 11)
Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başka larına engelleyip
karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 45). Nur, tek olduğu halde;
karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlukatını ışıksız bırakmadığı gibi;
gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur'dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve K itap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla
irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle
ördüğü duvarlardır. Ahiretteki cezanın sebebi, dünya hayâtını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de;zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama, başkalarına zindan hayâtı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saadet asrı insanının saadetine benzer bir
mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlartar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. "Allah, mü'minlerin dostudur, onları
karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür." (2/Bakara, 257)
Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah'ın "gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler" (7/A'râf, 179)
dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan
ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.
Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur; fobidir, aç kalmaktan,
insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve
ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nuruyla
görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.
Aydın insan, münevver insan, cahiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da "Nur" olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la
bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayât, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayâttır, zindan hayâtıdır,körlerin hayâtıdır. "Kim benim zikrimden (Kur(an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayâtı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O:
'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Ç ünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları
unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âye tlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha
şiddetli ve daha süreklidir." (20/Tâhâ, 124-127)
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 7/37
Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakare t kabul eder ama, yaşayışıyla bu sözü
hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur cahiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin "Kitabın ne?" sorusu
olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder." (36/Yâsin, 65) Kitabın ne,
sorusuna o gün ellerimiz "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah'ın
Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap'tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf
edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını
yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz.
Kur’ân-ı Kerim’de Değişimle İlgili Kavramlar
Kur’ân-ı Kerim, tarihî süreç içerisinde değişmeyen fıtrî değerleri ve toplumlarda meydana gelen değişim olaylar ını farklı kavramlar kullanarak zikreder. Değişme
olgusuyla ilgili çok sayıda Kur’an kavramı vardır. Bunların bir k ısmı bireysel değişimle, bir kısmı da toplumsal değişimle ilgilidir. Kur’ân-ı Kerim, toplumsal değişimi
ele almadan önce, onun temelini oluşturan bireysel değişimi, psikolojik, yani mânevî değişimi ve onun getireceği fazileti/kaliteyi açıklar ve onun dinamiklerini
belirler. Bireysel, yani psikolojik/mânevî değişimle ilgili olarak Kur’an “akıl”, “kalp” ve “nefis” kavramlarını ve bunlara yakın anlamları olan bazı kelimeleri kullanır.
Toplumsal değişimle ilgili olarak da Kur’an “tağyîr”, “tebdîl”, “tahvîl”, “inkılâp”, “tedâvül”, “tahrîf”, “tasrîf” ve “sünnetullah” kavramlarını kullanır.
a) Kur’ân-ı Kerim’de Bireysel/Psikolojik Değişimle İlgili Kavramlar:
Kur’ânî mânâda “akıl”, “kalp” ve “nefis” ele alındığında, insanın insanlığını belirleyen bu üç merkezin olduğu görülecektir. Kur’an ve genel anlamda eğitim, bu
merkezlere yönelik faâliyet göstermektedir. Kur’an, insanı bütüncül bir yaklaşımla ele a lmakta, akıl, kalp ve nefis gibi önemli merkez ve kabiliyetlerin toplandığı
yerleri geliştirmeye, işlevlerini belirlemeye, insanın faziletini arttırıp olgunlaştırmaya ve kaliteli ürün üretmeye sevk etmektedir. Çünkü Kur’an, sâlih amelin, yani
kaliteli eylemin kaliteli bir akıl faâliyeti, açık/selîm gönül ve disipline edilmiş bir nefis işi olduğunu öne sürmektedir. Fazilet, kalite gibi insanlığın ana hedeflerini
çizerken Kur’an, gelişmeye, değişmeye açık bir ak ıl, gönül ve nefse sahip olmayı şart koşmaktadır. Bir bakıma Kur’an, fazilet ve kalite ağacının, insanın akıl, gönül
ve nefsine kök salıp gıda aldığını insanlığa haykırmaktadır.
Akıl kelimesi, Kur’an’da hep fiil olarak kullanılır. Akıl, Kur’an’da anlamak, düşünmek, birleştirmek/bağ, kendini kritize etmek anlamlarında kullanılır. Akıl mânâsına
gelen Kur’an’da başka kavramlar da vardır. Bunlar: Lubb, nuhâ, hicr, hilm, mirre kelimeleridir. Lubb, Kur’an’da düşünmek, bir şeye bağlanıp vazgeçmemek, öğüt
ve ibret almak, seçmesini bilmek anlamlarında kullanılır. Akıl, Allah’ın emirlerine muhâtaptır. Kur’an’da akıl ve lubb kavramlarıyla ifâde edilen âyetlerde aklını
kullanan insanların özelliği olarak şunlara vurgu yapılır: İman, düşünmek, seçmesini bilmek, öğüt ve ibret almak, namazı gereği gibi kılmak, Allah’a haşyet/saygı
duymak, ahde vefâ, antlaşmayı bozmamak, Allah’ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştirmek, hesaplarının kötü çıkmasından korkmak, takvâ, zikir, Allah rızâsı için
sabretmek, fakirlerin elinden tutmak, kötülüğü iyilikle defetmek.
İnsanın gelişimi, değişimi ve kalitesini temin eden merkezlerden biri de kalptir. Kur’an’da kalp, farklı özelliklerle karşımıza çıkar. Bunlardan bir kısmı bazılarının
olumsuzluğa doğru değişmesini ifade eden özelliktedir. Yani, kötü değişimlerin oluşturduğu kalp çeşitleridir. Bunlar: Katı kalp, taşlaşmış kalp, kilitli kalp,
örtülü/kılıflı/perdeli kalp, hasta kalp, dağınık kalp, mühürlenmiş kalp, günahkâr kalp, şüpheci kalp, benzeşen kalpler, korkan kalp, gâfil kalp, münâfık/iki yüzlü
kalp, kör kalp, kâfir/inkârcı kalp, câhil kalp. Bunun yanında Kur’an, iyi yöndeki değişimlerin oluşturduğu kalp çeşitlerinden de bahseder: İ lâhî vahye ev sahipliği
yapan kalp, iman eden kalp, kaynaşan kalp, selîm kalp, sükûnet bulmuş kalp, huşû duyan kalp, münîb kalp, hidâyete eren kalp, yumuşak kalp, takvâ ile imtihan
edilen kalp, titreyen kalp, akleden ka lp, tatmîne/doyuma ulaşmış kalp. Kalp anlamında Kur’an’da yer alan başka kavramlar da vardır. Bunlar: “Fuâd” ve “sadr”
kelimeleridir. Kalbin sorumluluk görevinin olduğu fuâd kelimesiyle vurgulanır. Fuâd kelimesiyle kalbin şu özelliklerine Kur’an’da vurgu yapılmaktadır: Tasdik etmek,hasret çekmek, bilgi ile beslenmek, insana meyletmek, kendine dönmek. Sadr kelimesiyle kalbin şu özelliklerine vurgu yapılır: Sadr/kalp şüphenin merkezidir,
sırların saklandığı yerdir, gücünün sınırının farkına varır, nimete hamd eder, hakikati anlar, k ibrin bulunduğu yerdir, korkunun bulunduğu yerdir, hasedin
merkezidir (Geniş bilgi için bak. Bayraktar Bayraklı, Kur’an’da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 45-166).
İnsan bireyi ile ilgili değişim ve gelişimi temin eden merkezlerden biri de “nefis”dir. Nefis kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de şu anlamlara ge lir: Zât (Allah’ın zâtı), kişi,
cevher, can, iç, ve ka lp. Nefsin olumsuz özellikleri daha çok Kur’an’da “hevâ” kavramıyla ifâde edilir, nefsin kötü arzu ve istekleri anlamında kullanılır. Nefsin
gelişim ve değişim özellikleri olarak şu meşhur ifâdeler Kur’an’dan çıkarılmıştır: Emâre nefis, levvâme, mülhime, mutmainne, râzıye, marzıyye nefis.
b) Kur’ân-ı Kerim’de Sosyal/Toplumsal Değişimle İlgili Kavramlar:
Değişimin, gelişmenin ve kalitenin bir de toplumsal boyutu vardır. İnsan aklının, kalbinin ve nefsinin geçirdiği değişim, gelişme ve olgunlaşma, doğal olarak
topluma yansımaktadır. Toplumsal oluşumların temelinde, insan psikolojisinin varlığını inkâr etmek mümkün değildir. Kalitesiz/erdemsiz fertlerin kaliteli bir toplumu
meydana getirmeleri imkânsızdır. Toplumsal kalite, psikolojik, yani bireysel kalitenin işareti olmaktadır. Sosyal değişimi, psikolojik değişimle beraber ifâde eden
kavramlar “tağyîr”, “tebdîl”, “tahvîl”, “inkılâp”, “tedâvül”, “tahrîf”, “tasrîf” ve “sünnetullah”tır.
Tağyîr: Değişimle ilgili anahtar kavramlardan biri olan tağyîr kelimesi, sözlükte “değiştirmek” anlamına gelir. Bir şeyin gerçek formunu aslından başka yapmak,
değiştirmek anlamları vardır. Ra’d sûresinin 11. âyetinde iki kez geçen tağyîr kavramı, hem kavm (toplum), hem de enfüs (nefis kelimesinin çoğulu; birey, bireyin
kimliği/kendisi) kavramlarına izâfe edilmekte, böylece birindeki değişiklik, diğerinde meydana gelecek değişmeye bağlanmış olmaktadır.
Tağyîr, daha çok toplumsal değişmeyi sağlayan iç dinamikleri, sosyo-psikolojik etkenleri açıklayıcı bir kavram olarak kullanılmaktadır. Ra’d sûresi, 11. âyetinde
geçen “mâ bi kavm” ifâdesi, değişebilirlik özelliğine sahip toplumsal yapıda meydana gelen değişim, o toplumda yaşayan bireylerde de bir değişiklik meydana
getirmektedir. Ve yine tersine bir süreç olarak insanlarda meydana gelen değişimlerin de, toplumsal bir değişikliğe yol açtığından aynı şekilde söz etmek
mümkündür (Celaleddin Çelik, Kur’an’da Toplumsal Değişim, s. 58).
Tağyîr kelimesinin kökü olan ğâre kelimesinden muğîrât ifâdesi, Âdiyât sûresinin 3. âyetinde geçmektedir. Bu âye tte “sabahleyin akın edenler” anlamında
kullanılan muğîrât ifadesinden yola çıkılarak bu kavramın cehâletin karanlığını değiştirmek, bunun için cihad edip savaş vermek mesaj olarak tavsiye edilmektedirdenilebilir.
Toplum ve Nefsin Değişimi: Toplumsal değimin temelindeki dinamik, insan nefsinin, yani şahsiyetinin değişimidir. Bir toplumun fertleri değişmedikçe, Yüce Allah o
toplumu değiştirmeyeceğini beyan etmektedir. İnsan kendi şahsiyetini kötüden yana değiştirmekle, Yüce Allah’ın toplumu değiştirmesine zemin hazırlamaktadır.
Psikolojik değişim, beraberinde toplumsal değişimi getirmektedir. Böylece toplumsal oluşumların temelinde, psikolojik oluşumların yattığı ortaya çıkmaktadır. İyi
toplum, iyi şihsiyetli insanların omuzlarında yükselir ve yürür. Kötü şahsiyetli insanlar, iyi toplum kuramaz ve yürütemezler. Yüce Allah Enfâl Sûresinin 53. âyetinde
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 8/37
bunu şöyle ifâde e tmektedir: “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı (güzel meziyeti) değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah
işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53)
Yüce Allah’ın âyette bahsettiği bir kavme verilen “nimet”, ne mânâya gelmektedir? Biz bu nimetleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Bir milletin sürü olmaktan kurtulup bir (İslâmî) dev let kurması, (İslâm’ın hâkim olduğu bir siyasi otorite oluşturması) büyük bir nimettir.
b) Bu nimet, ekonomik bir nimet de olabilir. Başkalarına boyun eğecek ve mânevî değer lerinden fedâkârlık yapacak kadar muhtaç olmayan, dünya insanlığına din
ve ırk farkı göstermeden ekonomik yardımda bulunan, insan hayatını kolaylaştıracak buluşlara yatırım yapan bir millet, büyük bir nimete sahiptir. Bize göre,
bunları yapabilenler, millet olma hakkına sahiptir. Diğerleri figüran olmaktan öteye geçemezler. Millet olmak, insanlığa verdiğiyle, tarihe ne bıraktığıyla, geleceğe
yönelik ne niyetler beslediğiyle ve ne projeler üreteceğiyle alâkalı bir kavramdır. Böyle bir nimeti Yüce Allah, bir toplumdan çok büyük bir bunalım olmadan almaz.Bu nimetin değişimi, yani iktidarın elden gitmesi, milletler safında önde iken geri düşmesinin sorumluluğu, toplumu meydana ge tiren fertlerin kendi içlerindeki,
nefislerindeki, yani şahsiyetlerindeki değişime yüklemektedir. Nefis, yani şahsiyet, nasıl değişecektir? Bu soruyu şöle cevaplandırabiliriz:
a) Yüce Allah insana akıl ve kabiliyetler ve rmiştir. Nefse fücûrunu verdiği kadar, takvâsını da vermiştir. Hayatını kolaylaştıracak düşünme yeteneği de bahşetmiştir.
Bu yeteneklerini kullanıp devlet olabilecek seviyeye gelen bu toplum, bu kabiyetlerini kullanmazsa, takvâdan fücûra geçecek şekilde değişirse, akla uyacak yerde
nefse uyarsa, bu büyük bir değişim olur. Zâten 10/Yûnus sûresinin 100. âyetinde, aklını kullanmayanların murdâr olduğunu gündeme getirmektedir. Temizle pisin
arasındaki fark, aklını kullanmakla kullanmamanın farkını temsil etmektedir.
b) İmandan imansızlığa doğru gerçekleşen bir değişim, şahsiyette büyük bir değişimi göstermektedir. 6/En’âm sûresinin 125. âyetinde de inanmayanların murdâr
olduğunu beyan eden Yüce Allah, şahsiyetin değişimindeki dinamikleri vermektedir. Demek ki insanlar, aklını ve inanç duygusunu işletmeyen insanların
oluşturduğu toplumun temelinden sarsılacağı ve büyük bir değişime uğrayacağını bilmelidirler. Bundan şu gerçeği çıkarıyoruz: Kendine sahip olamayan insanlar
devletlerine, toplumlarına sahip olamazlar.
c) Nefisteki değişim, hakkı ona tâbi kılmakla gerçekleşir. Nefsini hakka, gerçeğe değil de, hakkı ona tâbi kılmak, sadece toplumu değil, kâinâtı temelinden sarsacakbir değişimi meydana getirebilir. Yüce Allah bu değişimin gücünü 23/Mü’minûn sûresinin 71. âyetinde şöyle açıklamaktadır: “Eğer hak, onların hevâsına, kötü
arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, Biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine sırt
çevirdiler.”
Tüm kâinâtı sarsacak kadar güçlü olan insan nefsi, değişime uğrayınca toplumu toz-duman etmektedir. Bir insan için nefis, amaç olamaz; amaç haktır,
doğruluktur, şereftir, güzelliktir, iyiliktir. İnsanın bunlara sırtını çevirmesi, toplumsal depremin oluşmasına sebep olmaktadır. Nefiste olanı değiştirmek demek ,
takvâyı bırakıp Allah’ın âyetlerini terk edip hevâya tâbi olmak demektir. Yüce Allah bunu şöyle anlatıyor: “Dileseydik elbette onu bu âyetler sâyesinde yüceltirdik.
Fakat o, dünyaya saplandı ve hevâsının peşine düştü. Onun durumu, tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, varmasan da dilini
çıkarıp solur.” (7/A’râf, 176)
Hevâ insanı yere doğru çeker, onu hayvanlaştırır. Şerefli bir yaratık olmaktan çıkıp köpekleşen birey lerin toplumunda, elbette değişim olacaktır. Âyette yer alan
“yere saplandı kaldı” cümlesi, değişime açık olmamayı ifâde etmektedir. Yere çakılıp kalan insanı kimse yüce ltemez. Bu insanların kafası statik tir, ufku dardır ve
taklit içinde olduklarından, değişime ve yücelmeye açık değildirler.
Diğer taraftan hevâlarına (nefislerinin kötü arzularına) bağlı kalmaları da, onlara daima tenkitçi bir huy kazandırmaktadır. Yüce Allah, hiç değişmeyen ve her
zaman bağıran bir köpekle onları anlatır. Yere çakılan insan, yani değişmeyen insan köpeğe benzer; çünkü o köpek her zaman aynı hareketi yapar, kendisini
değiştiremez ve bir kültür oluşturamaz. Nefsine tâbi olan insan da köpeğe benzer, çünkü nefsinin peşinde koşan insanlar, yeni bir şey üretemezler, onlar üretilen
yeni şeyleri sadece tenkit ederler. Başka bir fikir ve icat yapamayan ve yapanların kıymetini bilmeyenler, durmadan havlayan köpek gibi, sadece yıkıcı tenkit
ederler. Bu yenilikler ve değişimler kendileriyle alâkalı olsa da olmasa da bu yıkıcı tenkitlerine devam ederler . Değişime açık olmayanlar ve kendilerini
değiştiremeyen veya değişmeyenler yücelemezler. Köpekler gibi bir uğultu çıkarırlar ve değişimi engellemeye çalışırlar.
İşte Yüce Allah’ın âyetleriyle insanları yüceltmek istemesi, insanlık için bir nimettir. Bu nimeti nefsin uğruna kurban etmek, bir toplumun yıkımı demektir. İnsan
nefsindeki takvâyı, fücûra fedâ edince, nefiste büyük bir değişim meydana gelecek ve bu değişim de İlâhî irâdeyi etkileyecek, neticede Allah da o toplumu kötüden
yana değiştirecektir. Böylece Yüce Allah, psikolojik değişimin neticesi olarak, sosyolojik değişimi gündeme getirmiştir. Yukarıdaki 7/A’râf sûresinin 176. âyetinde
ele aldığı konu ve benzetmeyle Yüce Allah, insanların düşünmelerini temin etmek istediğini âyetin sonunda belirtmektedir.
13/Ra’d sûresinin 10-11. âyetleri, insanların nefislerini değiştirmekle neleri değiştirdiklerini açıklamaktadır. Bu âyetler bize, Yüce Allah’ın insanın nefsindeki bütün
oluşumları ve değişimleri bildiğini öğretmekte ve bu değişimlerin ardından Yüce Allah’ın toplumları değiştirdiğine dikkat çekmektedir. Nefsini değiştiren insanlar,
aslında Allah Teâ lâ’nın irâdesini etkilemektedirler. (Bu fiilî duâlarıyla) Toplumlarının değişimini O’ndan istemektedirler. Nefsinin kötülüğünü öne çıkaranlar,
toplumdaki kötü davranışlardan zevk almaya başlar ve o kötü davranışları üretenleri yüceltirler. Aslında bu tip davranışlar, iyinin kötüye fedâ edilmesi, kötünün
huzûrunda kurban edilmesidir. Yüce Allah da iyinin yok olmasını istemediği için, kötüyü isteyenlere kötülüklerini verir ve bu veriş toplumu temelinden değiştirip
çökertir.
8/Enfâl Sûresinin 53. âyeti ile 13/Ra’d Sûresinin 11. âyetlerinde yer alan “enfüs” kavramı; şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter mânâlarını içermektedir. Demek ki
toplumları değiştiren en önemli etken, kimlik bunalımıdır. İşte âyetler, bu k imlik bunalımının nelere mal olacağına ışık tutmaktadır. Her toplum kendi kültürünü
oluştururken, aynı zamanda fertlerine de bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumlarının kimliği de doğal olarak değişecektir.
Tağyîr kav ramı, Nisâ sûresinin 119. âyetinde “Allah’ın yaratışını değiştirmek” anlamında kullanılmaktadır. Şeytanın insana karşı faâliyetlerinin şeytanın ağzından
belirtildiği bu âyette belirtilen bu tağyîrin, bir şeye zarar ve hastalığın, yani olumsuz değişimin Fahreddin Râzî, üç yolla geldiğine işaret etmektedir. Bunlar: Karışım,
noksanlaşma ve bozulmadır (B. Bayrak lı, s. 180-186).
Tebdîl: Tağyîr kavramının “bir şeyin kendinde değişiklik yapmak” anlamındaki tanımıyla eş anlamlı olan tebdîl de, toplumsal değişmeyle ilgili bir başka Kur’an
kavramıdır. “Mutlak değişim” için kullanılan “tebdil”in sözlük anlamı, bir şeyin başka bir şeyi başkalaştırması, başka kılmasıdır. Bu anlam, bir şeyi kaldırıp yerine
başka bir şeyi koymak veya bir şeyin kendinde değişiklik yapmak şeklinde de tarif edilebilir.
Kur’an’da 2/Bakara, 59, 181; 7/A’râf, 95. âyetlerde geçen tebdîl kavramı, “bir şeyin yerine başka bir şey i getirip yerleştirme” anlamını taşımaktadır. Öte yandan
2/Bakara, 181. âyetinde, sadece “dinin veya Allah’ın” hükümlerinin bir başka din veya hükümlerle değiştirilmesi anlamlarına ek olarak, bizzat o din ve hükümlerde
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 9/37
değişiklik yapmak da kastedilmektedir. Sonuçta, “tebdil” kavramını, kullanımlarında olumsuz bir anlamı taşıdığından dolayı negatif değişimleri ifâde eden bir
kavram olarak değerlendirmek mümkündür (C. Çelik, s. 59).
Değişme, mübâdele, tağyîr, başka türlü olmak, günah ve ahlâksızlığı bırakıp iyiye dönmek, çevirmek , yüreğini değiştirmek, başka birinin yerini vekîl olarak almak,
şeklini değiştirmek, sözü tahrif etmek, arkadaşını değiştirmek, fikirlerini değiştirmek mânâlarına ge len “tebdîl” kavramı, Kur’an’da önemli anlamlarıyla yer
almaktadır. Şöyle ki: Küfürle imanı değiştirmek (2/Bakara, 108), sözü değiştirmek (2/Bakara, 59), âyetleri ve dini değiştirmek (48/Fetih, 15; 10/Yûnus, 15;
40/Mü’min, 26), kaliteli olanı elde etmek (68/Kalem, 32; 18/Kehf, 81), kötülüğün iyiliğe dönüşümü (5/Mâide, 100; 7/A’râf, 95; 27/Neml, 11; 25/Furkan, 70; 4/Nisâ,
2), fıtrat (doğa) kanununu değiştirmek (30/Rûm, 30; 33/Ahzâb, 92; 48/Fetih, 23), sosyal değişim (9/Tevbe, 39).
Tahvîl: Tahvîl de tebdîl gibi değişim olgusunu negatif anlamda taşıyan bir Kur’an kavramıdır (Bak. 35/Fâtır, 43; 33/Ahzâb, 62; 48/Fetih, 23). Kur’an’da sadece bir
yerde tebdîl ve tahvîl kavramları aynı âyet içerisinde bir arada kullanılmış olup (bak. 35/Fâtır, 43), bu kavramlar dikey ve yatay düzlemdeki (zamana ve mekâna
bağlı) değişmeler anlamlarına gelmektedir.
Tahvîlin kök anlamı, bir şeyin, kendi dışındakinden değişip ayrılmasını ifâde ede r. Bu bağlamda “tahvîl”in değiştirmek anlamı olup bu değiştirme, ya bizzat (pratik)
ya da hükmen (teorik) olur (C. Çe lik, s. 59).
Tahvîl kavramı, havl kökünden türemiştir. Bir halden diğer bir hale geçmek, eski halinden değişmek, araya girmek, kâ firin İslâm olmasındaki değişim, bir şeyi bir
yerden başka bir yere nakletmek, bir şeyin tamamlanması için teşebbüste bulunmak, bozulup değişmek, kuvvet, mahâret, hareket edip değişmek, ayrılmak,
çabuk değişen, çok hilekâr adam, zât veya hükmü değiştirmek, senenin geçmesiyle zamanın değişmesi, âdetlerin değişmesi mânâlarına gelmektedir.
Tahvîl kavramının toplumsal sıkıntıların değişimi ile alâkalı bir anlamı da vardır. Bu mânâda hem psikolojik değişim ve hem de toplumsal değişim bir araya
gelmektedir. 17/İsrâ Sûresinin 56. âyeti bu değişime dikkat çekmektedir. Âyet şöyledir: “De k i, Allah’ı bırakıp da tanrı olduğunu ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne ki,
onlar sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilirler ne de değiştirebilirler.” Âyette bahsedilen sıkıntı, toplumsal sıkıntıdır. İnsanların sıkıntılarını, problemlerini ve dertlerini
değiştiremeyen güç, tanrı olamaz. Demek ki değişim, Allah’ın ilâhlığını ispat eden önemli bir eylemdir. Öyleyse değişimi meydana getiren toplumlar, Allah’ın bu
eylemini yeryüzüne yansıtacak kadar olgun insan, yani kaliteli toplum oluşturmuşlardır. Toplumun sıkıntılarını değiştirecek biçimde proje üreten düşünen insanlar,
kaliteyi yakalamışlardır. Kâmil insan, yani kaliteli insan, Yüce Allah’ın değiştirme gücünü yeryüzünde yansıtıp toplumsal sıkıntıları çözüme kavuşturandır.
Allah’ın sünnetinde değişme bulunamayacağı belirtilirken tahvîl kelimesi kullanılır (17/İsrâ, 77; 35/Fâtır, 43). Bu âyetlerden değişmeyen tek şeyin değişme
olduğunu öğreniyoruz.
Psikolojik Değişim: Tahvîl mânâsındaki değişim, insanın iç âleminde de gerçekleşmektedir. Yüce Allah, 8/Enfâl Sûresinin 24. âyetinde bu değişim olgusuna işaret
etmektedir. Âyet şöyledir: “Ey iman edenler, sizi size hayat ve recek şey lere dâvet ettiği zaman Allah’a ve Rasûlüne icâbet edin. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına
girer ve siz gerçekten sadece O’na döndürülüp toplanacaksınız.” Âyetin analizini yaparsak, buradaki değişimin boyutlarını, kalitesini ve derinliğini anlamamız
mümkün olacaktır. “Size hayat verecek şeylere dâve t ettiği zaman”: İnsana hayat vermek demek, hayat ile ölü arasındaki fark kadar değişim meydana getirmek
demektir. Dâvet edilen hayatta olan bir insan olduğna göre, nedir o hayatta olan insanın hayat bulması?
Âyette geçen “kalb” kavramı, “aklı” ifâde eder. Aklın canı, İlâhî vahiydir. Ç ünkü 42/Şûrâ Sûresinin 52. âyetinde Kur’an’ın ruh olduğu beyan edilmektedir. Böylece
akla can ve ren, onu harekete geçiren, ona üretkenliğini sağlayan İlâhî vahiy olmak tadır. İşte insana hayat veren ruh, o Kur’an’ın öğretileridir. Kur’an’ın
öğretilerinde iman, barış, güven, rahmet, teslimiyet, itaat, sevgi, sadâkat, güzellik, iyilik, kibarlık, hoşgörü, sabır, iyiniyet, iyimserlik, yardımlaşma, a ffetme, kininiyutma, cesâret, bağımsızlık, cömertlik, adâlet, iffet gibi sosyal hayatın temel değerleri yer almaktadır. Aklını kullanmayanlar içn bütün bu değerler hiçbir şey ifâde
etmeyecektir. Yukarıda saydığımız değerler, hem ferdin ve hem de toplumun hayatı olmakta, ona can vermekte ve onun devamını sağlamaktadır.
Bu hayat veren çağrıya uyacak olan insanaların bir şeyi bilmeleri gerekiyor; o da Allah’ın kişi ile kalbi, yani aklı arasına girmesidir. Demek ki Yüce Allah, kişinin
benliği ile kalbi arasına girmektedir. Allah Teâlâ o ince çizgide insanın psikolojik âlemindeki değişimleri gerçekleştirmekte ve gerçekleşenleri gözlemektedir. Kalp
ile kişi arasına girme konusunda “tahvîl” kavramını kullanmaktadır. “Araya girmeyi”, “yehûlü” kavramıyla ifâde etmektedir. araya girmek demek, bir değişim
meydana getirmek demektir. Değişim olmadan araya girilemeyeceği için, burada değişim kavramını kullanmaktadır.
Bilmeyen, düşünmeyen, anlamayan, üretmeyen kalp, yani akıl ölüdür. Ölüyü diriltmek için, hayat ile ölüm arasındaki çizgiye girmek gerekiyor. İşte çizgi, değişimin
adı olmaktadır. Güzel ile çirkin, iyi ile kötü, yanlış ile doğru, hak ile bâtılın arasındaki çizgiyi yakalayıp aradaki farkı belirlediğimiz zaman, kaliteyi ve değişimi
yakalamış olacağız. İşte insan aklı bunların arasına girebilmeli ve o değişim çizgisinde rolünü oynamalıdır. Yukarıdaki belirtilenlerin farkını belirlemek, onları
ayırmak ve aralarına girecek eşiği yakalamak ve tespit etmek, kaliteli bir beyin ve ka lp gözü ister. Bu oluşumlar, bu tespitler ve bu değişimler, fert ve toplum için
can olacak ve onlara hayat bahşedecektir (B. Bayraklı, s. 195-198).
İnkılâp: Kur’an’da toplumsal değişme ile ilgili diğer kavram inkılâb kavramıdır. İnkılâb; dönmek, vazgeçmek, çevrilmek ve bir şeyin tersyüz olarak değişmesi
anlamlarına gelmektedir. Aynı şekilde tahvîl, tağyîr (hal değiştirme, değişme) kelimeleri de bu kelimenin eşanlamları olarak değerlendirilebilir. Nitekim, “…
Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227) âyetinde geçen “inkılâb” kelimesi, bu kavramlarla ortak anlamları
taşımaktadır. Âyette geçen zulüm ise, Kur’an’da menfî bir değer anlamına sahiptir ve bu olumsuz anlamları üç şeye taalluk ede rek gerçek leşir. Bunlar:
a) Allah’a karşı yapılan zulüm. Bunun en büyüğü, şirk ve küfürdür (7/A’râf, 103; 8/Enfâl, 54).
b) Başka insanları ilgilendiren zulüm; haksızlık ve katl gibi (Bak. 17/İsrâ, 33).
c) Kişinin kendine yaptığı zulüm; insanın kendisine hiçbir faydası olmayan ve acı veren/verecek fiillerde bulunması (Bak. 2/Bakara, 35; 7/A’râf, 19). Kısaca zulüm,
“kişinin kendi sınırlar ını aşması ve yapmaya hiç hakkı olmayanı yapması” (hakkı olana hakkını hak ettiği oranda vermemesi) anlamında adâletsizlikte bulunmasıdır.
Bu durumda zulüm, insanın insan davranışı konusunda Allah tarafından belirlenmiş sınırları aşması ile ilişkilendirilmektedir. Doğal olarak psikolojik ve sosyolojik
açıdan haksızlık ve adâ letsizliğe yol açan fiillerin işlenmesi ile gerçekleşen zulüm, toplumda bu yönde gerçekleşecek değişmelerin de sebebi olacak tır. Toplumsal
yapıda çeşitli nedenlerle oluşan haksızlık ve adâ letsizliklerin birtakım sosyal tepkilere ve bunun akabinde gelecek inkılâplara yol açacağı mâlumdur. “Zulmedenler
yakında nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir” (26/Şuarâ, 227) âyeti de, bu toplumsal gerçekliğe işare t etmektedir.
Kur’an toplumsal değişme ile ilgili kavramları tarihsel olaylar arasındaki bağımlı ilişkilere dikkat çekmek için kullanmaktadır. Bu determine ilişkiler. Sünnetullahın
değişmezliği ilkesiyle teyit edilmiş olmasıyla birlikte, yine de olayların ak ışı için önceden belirlenmiş bir seyir anlayışını ifâde e tmemektedir. Kur’an’ın teyit ettiği,
belli bir toplumsal değişme için gereken şartlar oluştuğunda, bunun sonucu olan değişmenin mutlaka gerçek leşeceğidir. Ama değişmeyi belirleyen sebeplerin fâili,
hür irâde sahibi bireylerden oluşan toplum olduğu için, meydana gelen toplumsal değişmelerin önceden belirlenmişliği anlamına gelen bir sosyal determinizmden
bahsedilmesi güçtür (C . Çe lik, s. 60-61).
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 10/37
İnkılâp kavramı “kalb” kavramından türemiştir. Bu kavramın anlamını kökü olan “kalb”in mânâsından başlayarak anlatabiliriz. Kalb, bir şeyin altını üstüne
getirmek, geriye döndürmek, çevirmek, bel veya kazma ile toprağı bellemek, bir şeyin içini dışına çevirmek, denemek mânâlarına gelmektedir. İnkılâb da
değişmek anlamını ifâde etmektedir. Yüce Allah, kalp kavramını, hem psikolojik ve hem de sosyolojik mânâda Kur’an’da kullanmaktadır. Her iki mânâsıyla
değişimi ifâde etmektedir. Toplumsal inkılâbı, yani değişimi meydana getirebilmek için, öncelikle mânevî kalpteki inkılâbı meydana getirmek gerekiyor. Böy lece
Yüce Allah, mânevî değişimden (inkılâptan) sosyal değişime geçişin çizgisini gündeme getirmiştir.
Kalpteki İnkılâp: Yüce Allah öncelikle inkılâbı, yani değişimi kalbin kendisinde yapmakta ve bu değişimi ad olarak kalbe vermek tedir. Kalp demek, değişim
demektir. 2/Bakara Sûresinin 97. âyetinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “De ki, Cebrâil’e kim düşman ise, şunu iyi bilsin ki, Allah’ın izniyle Kur’an’ı senin kalbine
önce gelen kitapları doğrulayıcı bir hidâyet rehberi ve mü’minler için bir müjdeci olarak indirmiştir.” 26/Şuarâ Sûresinin 193-194. âyetleri de meal olarak şöyledir:
“Onu (Kur’an’ı) C ebrâ il uyarıcılardan olasın diye, apaç ık Arap diliy le, senin kalbine indirmiştir.”
Yüce Allah, Cebrâ il vâsıtasıyla Kur’an’ı Hz. Peygamber’in kalbine indirmekle, orada bir inkılâp yapmıştır. O değişimle Peygamberimiz uyarıcı olmuştur. O İlâhî ilim,kalbinde bir devrim meydana getiriyor. Bu demektir ki, kalbinde inkılâp olmayan, değişmeye gönül vermeyen, yani kalp adamı olmayan, din dâvetçisi ve dâvâ
adamı olamaz. Dâvetçi dâvâ adamı, toplumda meydana getireceği inkılâbı, yani değişimi önce kendi kalbinde gerçekleştirmelidir. Değişimle kalp aynı mânâya
geldiklerine göre, değişime gönül verenler, Hakka ve halka gönül vermiş olacaklarından, toplumsal değişimin öncüleri olacaklardır.
Kalben başlamayan değişim, ka lıcı olamadığı gibi, kaliteyi de yakalayamayacak ve bir kültür de oluşturamayacaktır. Onun içindir ki, Allah câhiliye toplumunda bir
değişim, yani inkılâp meydana getireceği zaman, peygamberinin kalbinden başlamıştır. Kur’an’ın toplumsal değişimdeki ilk hareketi olan rehberlik ve müjdenin
meydana gelebilmesi için, ilk tecrübenin Hz. Peygamber’in gönlünde gerçekleştiğini görüyoruz. “Devlet” kavramı ile “kalp” kavramı, “dolaşmak” mânâsında bir
araya ge lmektedir. Bu mânâdaki âye tler şöyledir: “Veya onlar dönüp dolaşırlarken Allah’ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular?...” (16/Nahl, 46);
“Secde edenlerin arasında dolaşmanı da görüyor.” (26/Şuarâ, 219); “İnkâr edenler müstesnâ , hiç kimse Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaz. Onların şehirlerde
gezip dolaşması seni aldatmasın.” (40/Mü’min, 4)
Her üç âyette yer alan fiil halindeki “kalp” kavramı, sosyal hareketliliği ifâde etmektedir. İkinci âyette yer alan “dolaşma”, Yüce Allah tarafından
değerlendirilmektedir. Her hareket bir yerden bir yere geçişi, değişimi gösterir. Hareketin kaynağı ve bizzat kendisini “kalp” oluşturmaktadır. Kanın vücutta
dolaşımı ne ise; ilmin, sevginin ve aklın toplumdaki dolaşımı da odur. Dolaşma, bir amaca yönelik olmalıdır ki, beklenen değişimi ve gelişimi meydana getirsin.
Kalp kavramının toplumsal ve siyâsî boyutuyla inkılâbı, yani değişimi ifâde ettiği âyetlerin başında, 26/Şuarâ Sûresinin 227. âyeti gelmektedir. Âye t şöyledir:
“Zulmedenler, yakında nasıl bir ink ılâba uğrayıp devr ilecek lerini bile ceklerdir.” Âyetteki değişimin dinamiğini “zulüm” oluşturmaktadır. Yanlış hareket, karanlık iş,
haksızlık ve baskı yapmak mânâlarını ifâde eden “zulüm”, toplumsal değişimin dinamiğini teşkil etmektedir. Kalp kavramından türeyen inkılâb kavramı ile zulüm
kelimesi, bu âyette bir araya gelmiştir. Devrilmek ve bunu meydana getiren inkılâbı ifâde eden bu kavram, toplumsal ve siyâsî değişimi vurgulamaktadır. Nedir
buradaki zulmün mânâsı? Özellikle âyetin geçtiği 26/Şuarâ Sûresinin bu âye tle ilgili olan diğer âyetlerine bakmamız ge rekiyor:
1. Günah ve iftiraya düşkün olanlar (26/Şuarâ, 222),
2. Şeytana kulak verip yalan söyleyenler (26/Şuarâ, 223),
3. Sapıklık yapanlar (26/Şuarâ, 224),
4. Hayâl vâdisinde dolaşıp söylediklerini yapmayanlar (26/Şuarâ, 225-226).
Bu hareketler bir zulüm yumağı oluşturmaktadır. Zamanla bu zulüm çığ gibi büyüyerek , büyük bir inkılâp yaparak, toplumsal ve siyâsî değişimi meydana getiriyor.
İman edip sâlih amel işleyenler ve Allah’ı çokça düşünen insanların zaferi oluyor. Onun içindir ki âyet, “İman edip sâlih amel (yararlı işler) yapan ve Allah’ı çokçadüşünenler, zulme uğradıktan sonra zafere ulaşacaklardır” ilkesini koymaktadır. Böylece bu altı âyet, hem iyiden yana inkılâbı, yani değişimi ve hem de kötüden
yana değişimi gündeme getirmekte ve bunların dinamiklerini vermektedir. Bu inkılâbın gerçekleşme şeklini 26/Şuarâ Sûresinin 221. ve 222. âyetleri şöyle
anlatmaktadır: “Şeytanların kimlerin tepesine indiğini bildireyim mi? Şeytanlar, her günahkâr yalancının tepesine inerler. Şeytanlar onlara duyduklarını anlatırlar ve
onların çoğu yalancıdırlar.”
Şeytanların insanların tepesine inmesi, bu inkılâbın başlangıcını göstermektedir. Günahkâr ve yalancı olup şeytana kulak verenlerin gönlü ve beyni, şeytanın üssü
olmaktadır. Tepesine inmek; şeytanlar önce insanların beynini değiştirmek sûretiyle devrimlerine başladıklarını ifâde eder. Beyin ve kalpte meydana getirecekleri
en büyük değişim;
a) Allah’a şirk olacaktır; “Allah’a şirk koşma da en büyük zulümdür” (31/Lokman, 13). Zulüm denen bu şirkin, toplumu temelinden nasıl alt-üst ettiğini şu âyetlerde
görmekteyiz: “Sonra onların ardından Mûsâ’yı mûcizelerimizle Firavun ve kavmine gönderdik de, o mûcizeleri inkâr ettiler, ama bak ki, fesatçıların sonu ne oldu!”
(7/A’râf, 103); “(Bunların durumu da) Firavun âilesi ve onlardan öncekilerin durumuna benzer. Onlar Rabler inin âyetlerini yalanlamışlardı; Biz de onları
günahlarından ötürü helâk etmiştik ve Firavun âilesini boğmuştuk. Hepsi de zâlim idiler.” (8/Enfâl, 54)
İnanç ve sosyal yapısıyla zulüm, kötüden yana toplumsal değişimin dinamiği olmaktadır. Vücutta hareket eden kanın çıktığı ve dönüp dolaştıktan sonra döndüğüyer kalp olduğu için, bu kavramla toplumsal inkılâbın ifâde edildiğini görüyoruz.
b) İnsanları haksız yere öldürmek. İnsanlar arasındaki ilişkileri bozarken şeytan, cana kıymayı, saldırganlık içgüdüsü ile süslü gösterir. Şeytan, saldırganlık
içgüdüsünü istismar ederek, psikolojiden topluma sıçrayan devrimi gerçek leştirmeye çalışır. Yüce Allah, 17/İsrâ Sûresinin 33. âyetinde şöyle buyurur: “Bir kimse
zulmen öldürülürse, onun velîsine yetki verdik.” Demek ki, Allah’a şirk koşmak ile kasden insan öldürme, zulüm kavramı ile ifâde edilmektedir.
c) İnsanın kendine zulmetmesi. Vicdânını rahatsız eden, kendisine acı çektiren fiiller de bu zulüm kav ramının içine girmektedir. Yüce Allah’ın yasakladığı bir
davranışı yaparak kendisine bir zarar veriyorsa, insan kendisine zulüm yapmış olur. “Bu ağaca yaklaşmayın; eğer yaklaşırsanız, her ikiniz de zâlim olursunuz.”
(2/Bakara, 35); “Rabbimiz biz kendimize zulmettik” (7/A’râf, 19) âye tleri, insanın kendi kendine zulmünü anlatmaktadır.
Kötü mânâda toplumsal inkılâbın dinamiği olan zulümde, üç boyutlu davranışlar zinciri yer almaktadır. Allah’a şirk koşmak, haksızlık yapmak ve kendine acı
çektirmek gibi fertten topluma, oradan Allah’a yükselen bu yanlış dav ranışlar, toplumu temelinden sarsmaktadır (B. Bayraklı, s. 189-192).
Tedâvül: Bir halden bir hale geçmek, değişmek, cezânın değişmesi, elbisenin eskimesi, devletleştirmek, müzâkere etmek, insanların bir yerden başka bir yere göç
etmeleri, üstünlük, tâlihin dönmesi mânâlarını ifâde etmektedir. “Devlet” kelimesi bu kav ramın kökünden türetilmiştir. Niçin değişme kavramından “devlet” denen
“siyâsî erk” üretilmiştir? Bu sorunun cevabını kelimenin kendi anlamından çıkarmamız mümkündür. Ge lişme, yenilenme ve değişme, kendi başına bir güç ve erktir.
Değişimi yapabilen, kendini geliştiren ve yenileyen toplumlar, siyâsî erki e le geçirirler ve devlet haline gelirler. Demek ki değişimin kendisi bir devlettir. Milletler,
devlet kurmak için kendilerini durmadan değiştirme, geliştirme ve yenileme mecbûriyetindedirler. Devlet olmanın en büyük düşmanı statiklik, yani
değişmemezliktir. Değişmeyen, kendini yenilemeyen toplumlar “siyâsî erk”i ellerinden kaçırmaya mahkûmdurlar. Yüce Allah bu “siyâsî erk”i, bu gücü ve üstünlüğü
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 11/37
toplumlara ihsân ederken, yani verirken, ölçü olarak gelişmeyi, yenilenmeyi ve değişmeyi kullanmaktadır.
Onun içindir ki, 3/Âl-i İmrân Sûresinin 140. âyetinde şöyle buyrulmuştur: “Eğer siz bir ya ra almış iseniz, o kavim de o kadar yara a lmış idi. Biz o günleri insanların
arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri bilmesi, içinizden şâhitler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.” Âyette yer alan “müdâvele” kavramı, bir
şeyin bir kimsenin elinden çıkıp başkasına intikal etmesidir. Dünya ile beraber kullanıldığında, dünyanın bir toplumdan başka bir topluma, ondan da daha başka bir
topluma geçmesi demektir. Zamanla beraber kullanıldığında da zamanın bir kimsenin veya toplumun lehine çalışması anlamına gelir. Âyetteki mânâsı şudur:
Dünyanın günleri insanlar arasında dönüp dolaşır. Dünyanın sevinci de, tasası da devamlı değildir. Bir gün biri için sevinç, düşmanı için keder olur. Başka bir gün
de bunun tersi olur. Dünyanın hiçbir durumu dâima aynı kalmaz. Yüce Allah dünya tarihinde hiçbir millete sürekli zafer ve dünyada siyâsî erki elinde bulundurma
fırsatını vermemiştir. Yukarıdaki âyette, bunu devamlı olarak toplumlar arasında değiştirdiğini ifâde etmektedir. Bu değişimin sebeplerini, yani dinamiklerini de
belirlemektedir. Bunları şu şekilde tespit edebiliriz: İman, zulüm, inkâr etmek, doğru yolu bulmak, öğüdü dinlemek, kahramanlık, sabır (3/Âl-i İmrân, 138-142).
Bunlardan iman, doğru yolu bulmak, öğüdü dinlemek, kahramanlık ve sabır gibi mânevî oluşumlar, zaferi ve e rki bir topluma vermeye sebep olurken; zulüm veinkâr, toplumların elinden onları almaya sebep olmaktadır. Demek ki, siyâsî erki elinde tutmak veya onu kazanmak, toplumun bazı değerlere olan mesâfesiyle
alâkalı olan bir durumdur. Âl-i İmrân Sûresinin 139. âyetinde şu kanunu görüyoruz: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer iman ediyorsanız, en üstün olanlarsınız.” Âyette
geçen “a’levn” kavramı, “en üstün” demektir. Bu da savaşta zaferi, medeniyet yarışında öne geçip dünyayı idâre etme erkini ele geçirmektir.
Doğru yolda olmayan, istişâre etmeyen, her şeyden korkan ve cesaretini yitiren toplumlar, dünyayı idâre etme gücünü nasıl muhâfaza eder ve bu e rk ona nasıl
verilir? İnanç yapısı perişan olan, durmadan zulüm yapan insanlara üstün olma erk ini Yüce Allah nasıl verir?
İman, sabır, cesaret, istişâre ve doğruluk, insana kaliteli iş üretme insiyatifini verir. Şahsî teşebbüsçü olma, farklı şeyler üretme imkânını tanır. Bunları hayatına
geçiren toplumlar, üstün olmaya hak kazanmışlar demektir. Toplumların kültürünü bu değerlere göre şekillendiren ve onlarla yoğuranlar, dünyayı idâre etme erk ini
elinde bulundurma bahtiyarlığına ererler. Fertlerine kendi kendine karar verip kendi insiyatifini kullanarak bir teşebbüste bulunmayan toplumlar, insanların
kabiliyetlerine zincir vurmaktadırlar ki, bu zulmün en büyüğüdür. Bireylerinin kabiliyetlerini tesbit edemeyen, onlara faâliyet alanı tanımayan ve onların gelişip
serpilmesi için hürriyetlerini vermeyen toplumlar, zulüm içinde olduklarından hiçbir alanda erki ellerinde tutmaya lây ık değillerdir. Tedâvül kavramı, Haşr Sûresinin
7. âyetinde devlet olarak yer almaktadır. Orada dolaşmak , elden ele geçmek mânâlarını ifâde e tmektedir. Âyetin o kısmı şöyledir: “Ta ki bu malları, içinizde
zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”
Fahuddin Râzî, âyetteki “dûle” kavramını şöyle açıklamak tadır: Dûle kelimesi, bir topluluğun, elden ele dolaştırdıkları ve böylece bazen şöyle bazen böyle olan
şeyin adıdır. Dûle kelimesini, devlet şeklinde de okumak mümkündür. O zaman sevindirici bir hâlin, durumun bir topluluktan başka bir topluluğa geçmesidir.
Böylece “dûle”, elden ele intikal eden şeyin adı olurken, devlet de bir şeyin halden hale intikal eden şey in hâli olmaktadır (F. Râzî, Mefâtihu’l Gayb, 20/408-409)
Değişimin kendisi bir devlettir, erktir, yani güçtür. Değişim yapamayan toplumlar, kendilerini yenileyemez ve geliştiremezler. Değişime, yeniliğe ve gelişmeye açık
olmayan toplumlar, bir güç oluşturamayacaklarından dolayı, devlet olamazlar; devlet iseler, devlet olmalarını sürdüremezler. Demek ki değişim, yenilik ve
gelişme, her milletin devlet kurmasının ruhu, esası ve hayatı olmaktadır. Değişmeyen, yenilenmeyen ve gelişmeyen toplumlar durağan hale geldiklerinden,
çürümeye, kokuşmaya ve zamanla ölmeye mahkûmdurlur. Öyle ise devlet ve devletçilik, değişmeye ve yenilenmeye yardım eden bir müessese olmalıdır.
Fertlerinin hür teşebbüsünü durduran müessesenin adı devlet olamaz (B. Bayraklı, s. 186-189).
Tahrîf: Tahrif kavramını fiil olarak kullanınca; yana yatmak, meyletmek, alttan alta iş görmek, çarpıtmak, alt-üst etmek, biçimini bozmak, çarpıtmak, bozmak, ters
mânâ vermek, sürüklemek, bükmek, yanlış anlamak, bir şeyin sahtesini yapmak mânâlarına gelmektedir. İsim olarak da değişimi ifâde etmektedir.
Genelde bu değişim şekli, dinî hükümlerde ve hukukta olmaktadır. Kur’an’da bu değişim şek line dikkat çekilmektedir. Bakara sûresinin 75. âyetinde tahrîf
şeklindeki değişimi görüyoruz. Âyet şöyledir: “Şimdi onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki onlardan bir grup, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice
anladıktan sonra bile bile onu tahrîf ederler, değiştirirlerdi.”
2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13 ve 41. âyetlerinden anlaşıldığına göre tahrîfât, dinde ve hukukta olmaktadır. Dinin hükümlerini bir tarafa atarak yanlış
fetvâlar vermek bir tahrîfattır, yani kötü mânâda bir değiştirmedir. Verdiği sözü değiştirmek, dinleyip anladığı ve bildiği halde İlâhî kelimelerin ye rini değiştirmek
de tahrîf kavramının kapsamına girmek tedir. Bu tür tahrîfât, topluma aşağılık, lânet ve azap getirmektedir. İnsanların irâdî olarak bu şekildeki değiştirmeleri,
kullarına daima iyiyi takdir eden Allah’ın takdirini lânete çevirmektedir. Tahrîfât şeklindeki değişim sadece yerde kalmamakta, Allah katına yükselerek oradan
toplumun sarsılmasına sebep olacak değer lendirmeleri alıp dönmektedir (B. Bayraklı, s. 198-200).
Tasrîf: Bir şeyi çevirmek, döndürmek, dişi birbirine sürüp gıcırdatmak, yönlendirmek, açıklamak, geri dönmek, ayr ılmak, vazgeçmek, bir işte ileri geri hareket
etmek, halden hale sokmak, bozmak, tevbe etmek, gece ve gündüz mânâlarına gelen tasrîf kavramının diğerleriyle müşterek olan anlamı değiştirmektir. Bu
mânâlardan bazılarını alarak, özündeki değişimi açıklayabiliriz.
a) Açıklamak: Bilinmeyen bir şeyin üstünden bilinmemezlik örtüsünü kaldırıp bilinir hale getirmek, çok büyük bir değişimdir. Bu eylem, toplumun geneline yapıldığı
zaman, büyük bir gelişme, değişme ve kalite ortaya çıkmış olacaktır. Meselelerin bilinmemezliği, toplumun kalitesini düşürmektedir. Eğitim faâliyeti, bu
bilinmemezlik perdesini kaldırmalıdır. İşten açıklamak dediğimiz “tasrîf”, bu görevi yerine getirmektedir. Tasrîf kavramının bu anlamıyla ilgili olarak şu âyetlere
bakılabilir: 7/A’râf, 58; 17/İsrâ, 41; 25/Furkan, 50; 46/Ahkaf, 27.
b) Haktan Çevrilmek: Tasrîf kavramının diğer bir anlamı da çevrilmektir. Bu mânâsıyla âyetlerde yer alan tasrîf kavramı, toplumdaki etkileşim olgusuna dikkat
çekmektedir. Kötüye dönüş, ya da iyiden çev rilip kötüye varmak gibi önemli değişimin bilinmesinde toplumlar için yarar vardır. Kendileri düşünemeyen, irâdelerini
başkasına teslim edenler, her zaman etkiye açık olacaklarından çevrilmeye de mahkûm olacaklardır. Bu tip çevrilmelerin hemen hepsi, gerçek inançtan
olmaktadır. Gerçeği anlamalarına ve itiraf etmelerine rağmen çevrilmeleri, çok büyük ve çok kötü bir değişimi göstermektedir. Yûnus Sûresinin 31. ve 33. âyetleri,
bu çevrilme şeklini beyan etmektedir. Âyetler şöyledir: “De ki, size gökten ve yerden k im rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik bulunuyor? Ölüden
diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşi k im idare ediyor? ‘Allah’tır’ diyecekler. De ki, öyle ise niçin sakınmıyorsunuz?” “İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır.
Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl çev riliyorsunuz?; “İşte böylece Rabbinin yolundan çıkanlar hakkındaki, ‘onlar inanmazlar’ sözü
gerçekleşmiş oldu.”
Ekonomiden, duyu organlarından, ölünün diriltilmesinden, kâinâtın idâresine varıncaya kadar bir dizi sorunun arkasından, bütün bunları gerçekleştirenin Allah
olduğunu itiraf etmelerine rağmen, sakınmamaları ve haktan çevrilmeleri, bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Hakikati bildikleri halde asla iman e tmeyeceklerdir.
Bilgiden imana geçiş denen değişimi meydana getirememelerinin nedeni, etkilenip çevrilmeleridir. Çevrilmeleri bir değişim olduğuna göre bu değişim, iman
etmeleri gibi önemli bir değişimin meydana ge lmesini engellemektedir. Böylece âyet, değişimin değişimi nasıl engellediğini net bir şekilde ortaya koymaktadır.
39/Zümer Sûresi, 6. âyetinden yola çıkarak da diyebiliriz ki, Yüce Allah’ın insanlara göndermiş olduğu öğretilere tepki göstermek, bir anlayışsızlığın eseridir.
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 12/37
Anlamayıp sırtını dönmek, Yüce Allah’ın gönülleri çevirmesinin zeminin hazırlamaktadır (B. Bayraklı, s. 200-204).
Sünnetullah: Sünnetullah kavramı, tarihî hareke tin akışını ve dinamiklerini ifâde eden “sünnet” ve “sünnetullah” ifâdesidir. Kelime olarak sünnet; âdet, gidiş, yol ya
da tâkip edilmesi âdet olan iyi veya kötü yol anlamındadır. Kur’an âyetlerinde gönderilen peygamberler ve onların milletleri hakkında Allah’ın sünnetleri olduğunu
(3/Âl-i İmrân, 137; 17/İsrâ, 77; 33/Ahzâb, 38, 62; 40/Mü’min, 85), bu sünnetlerin önceden takdir edilmiş olduğunu (33/Ahzâb, 38) ve hiçbir şeyin O’nun sünnetini
değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini (17/İsrâ, 77; 33/Ahzâb, 62; 35/Fâtır, 43; 48/Fetih, 23), geçmiş toplumların kalıntıları üzerinde yapılacak gözlemlerin bu
sünnetleri açığa çıkaracağını (3/Âl-i İmrân, 137), onları bizzat (Kur’an’da) açıklayacağını (4/Nisâ, 26) ve her kavmin yaşadığı hâdiselerin, sosyal tavırlarının
birbirine benzediğini ve bundan sonrakilerin de böyle olacağını (2/Bakara, 118, 214; 6/En’âm, 148; 8/Enfâl, 38; 15/Hıcr, 13) haber vermektedir. Bu âyetlerde
anahtar kavram olarak kullanılan sünnet kavramının, sosyolojik açıdan bakmaya da imkân verecek bir toplumsallık ve sosyal değişme îmâsı taşıdığından söz
etmemiz mümkündür.
Nihayet bireysel ve toplumsal yapıların hayatları ve yaşama biçimleri, medeniyetlerin doğuşu, yükselişi ve yıkılışı gibi olgular da “sünnet” kavramı içerisindedeğerlendirilir. Bu bağlamda Kur’an, tarihî sürece yayılmış, tarihsel ve toplumsal değişmeyi yönlendiren ilişkiler bütününü “sünnetullah” ifâdesi ile
kavramlaştırmaktadır (Bak. 3/Âl-i İmrân, 137; 4/Nisâ, 26; 15/Hıcr, 13; 17/İsrâ, 76-77; 33/Ahzâb, 38, 62; 35/Fâtır, 43, 44; 48/Fetih, 23). Toplumların kendi içinden
gerçekleştirdikleri değişim ve dönüşüm, bir yasadan bağımsız olarak gerçek leşmemekte, bilakis sünnetullah bağlamında Allah’ın evrensel olarak geçerli kıldığı
kanunları çerçevesinde oluşmaktadır.
Tarihin bir yasaya bağlı olarak işlediği yönünde bir kanaat belirtmek durumunda kaldığımızda, tarihin sünnettullah bağlamında teşekkül ettiği, gerçekleştiği, Kur’ânî
bir olgu olarak öne çıkmaktadır. Kur’an’da sünnetullah, tarih içerisinde insanın başıboş bırakılmadığını ve her davranışının bir değişimle sonuçlandığını
vurgulamaktadır. Takdir, kazâ-kader ve insanın hürriyeti gibi konular hatırda tutularak denilebilir ki; sünnetullah çerçevesinde tanımlanmış tarih, kötünün
karşısında iyiden, yanlışın karşısında doğrudan, zorluğun karşısında kolaylıktan yana olan “seçmeci” bir özellik taşımaktadır (C. Ç elik, s. 56-58).
Kur’an’da toplumsal sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana başlıklarıyla sunabiliriz:
I. Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri
a- İnsan, toplumsal bir varlıktır.
b- Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.
c- Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.
d- Toplumsal yasalarda değişme olmaz.
e- Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.
f- Toplumlar değişkendirler.
g- Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.
h- Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.
i- Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.
j- Helâk edilen toplumlarca bütün elç iler yalanlanmıştır.
k- Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.
l- Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.
II. Mü’min Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri
a- Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.
b- Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.
c- Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.
d- Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.
e- Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.
f- Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.
III. Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleri
g- Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.
h- Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.i- Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.
j- Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa A llah affeder.
k- Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.
l- Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.
IV. Bazı Toplumsal Sünnetullah İlkeleri
a- Allah, kâ firlere karşı mü’minlerin yardımcıdır (48/Fetih, 22-23)
b- İster sâlih bir toplum olsun, ister câhilî bir toplum; Allah, kendi nefislerini, benliklerini değiştirmeyen toplumların konumunu değiştirmez. “Bir toplum, kendi öz
benliğinde olanları değiştirmedikçe, A llah onların durumlarını değiştirmez.” (13/Ra’d, 11)
c- Bir toplumun niceliği değil; niteliği önemlidir. Kur’an, Tâlut’un az sayıdaki üstün nitelikli kuvvetiyle mü’minlerin, Câlut’un çok sayıdaki nicel açıdan üstün kuvvetini
nasıl yendiğini anlatır (2/Bakara, 246-252 ve bu konudaki İlâhî sünnetini hatırlatır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle nice çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir.”
(2/Bakara, 249); “Eğer Allah’ın kimi insanları, diğerleriyle def edip yok etmesi olmasaydı, ye ryüzü mutlaka fesâda uğrardı.” (2/Bakara, 251)
d- Allah müstaz’aflardan ve muttakîlerden yanadır: “Biz istiyorduk ki; orada müstaz’aflara lütufta bulunalım; onları imamlar/önderler yapalım ve onları yeryüzünde
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 13/37
vârisler kılalım.” (28/Kasas, 5); “Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri ye rleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci
taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” (14/İbrâhim, 13)
Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin
şu örnekler verilebilir:
a. Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar: “Onlara azâbımız geldiği zaman; ‘biz gerçekten zulmedenlerdendik’ demekten başka itirafları olmadı.” (7/A’râf, 5)
b. Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma: “Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın bolluktan şımaranlarına emreder iz. Orada bozgunculuk
yaparlar.” (17/İsrâ, 16)
c. Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme: “Gerçekten siz (Lût kavmi), sizden evvel hiçbir kavmin yapmadığı çok kötü işi yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşacak, yol
kesecek ve toplantınızda edepsizlik yapıp duracak mısınız?” (29/Ankebût, 28-29)
d. Günah, zulüm, refah ve zevke dalma: “zulmedenler, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar, mücrimlerden/günahkârlardan oldular.” (6/En’âm, 44)
e. İtaatsizlik, nankörlük: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden A llah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını
tattırdı.” (16/Nahl, 112)
f. Kitabın (Kur’an’ın) bir k ısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır (2/Bakara, 85).
g. Hz. Peygamber’in emr ine muhâlefet, fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir (24/Nûr, 63).
h. Önde gelenlerin ve Sâlihlerin fesâdı önlememeleri (11/Hûd, 116)
i. Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar (11/Hûd, 84-86)
Kur’ân-ı Kerim’de Tağyîr/Değişim
“Bir mille t kendi durumlarını değiştirmedikçe A llah onlar ın durumlar ını değiştirmez- Allah da bir kavme kötülük istedi mi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten
onların, O'ndan başka koruyucuları da yoktur.” (13/Ra'd, 11) “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı (güzel meziyeti) değiştirmedikçe Allah onlara
verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53)
Bu âyetlerde bir toplum kendilerinde bulunan iyi ahlâk ve meziyetlerini kötüye değiştirmedikçe, daha genel tâbiriyle bir millet kendi kendini bozmadıkça Allah'ın,onlara verdiği nimetleri değiştirmeyeceği vurgulanmaktadır. Bir millet ahlâkını bozar, şerlere, kötülüklere, fesatlara dalar, isyan ederse Allah da onlara lutfettiği
nimetleri ellerinden alır, onları perişan eder. Böylece güçlerini kaybeder, felâketlere uğrar, küçülürler. Bu, Allah'ın sosyal yasalarındandır. Sağlam karakter sahibi
milletler kuvvetli, müreffeh olmuşlar; karakterleri bozulunca zayıflamış, perişan olmuş, başka milletlerin egemenliği altına girmişlerdir. Böyle kimseler, Allah'ın
cezasını hak ederler. Bu, onların mahvı, egemenliklerini kaybetmeleri demektir. Allah bir milleti cezalandırmak dilerse O'nun cezasını kimse engelleyemez.
Âyetlerde anlatılan durumun tersi de doğrudur. Yani bir toplum kötü ahlâkını düzeltmedikçe Allah onları düzeltmez. Ama millet gittiği yanlış yoldan döner, doğru
yola girer, ahlâkını düzeltirse Allah da onların durumunu düzeltir, kötü hallerini iyiye, sıkıntılarını mutluluğa, refaha çevirir.
Allah'ın yasaları, toplumun davranışlarına göre kendisini gösterir. Kötülük edenler, yaptıklarının kötü sonuçlarıyla karşılaşırlar. Kuvve tleri, servetleri bir gün e lden
gider. Nimetleri, yurtları başkalarının eline geçer. Kendilerini düzeltip uslananların hallerini de A llah düzeltir, işlerinin iyi gitmesine yardımcı olur. Hâsılı Allah'ın
yasaları, iyiye yönelenlere o yönde yardımcı olur; kötüye yönelenlere de o yönde tecellî edip onları bozar. Her ikisi de Allah'ın yasaları gereğidir.
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır . Sizden önce Kitâb verilenlere de, size de 'Allah'tan korkun!' diye tavsiye ettik. Allah zengindir, övgüye lây ıktır.
Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Vekîl olarak Allah yeter. Ey insanlar, (Allah) dilerse sizi götürür ve başkalarını getirir. Allah bunu yapabilir. Kim dünyâ
sevabını isterse (bilsin ki) dünyâ ve âhiret sevabı Allah katındadır. Allah işitendir, görendir.” (4/Nisâ, 131-134)
4/Nisâ, 131-133. âyetlerde Allah'ın, bütün kâinatın hükümdarı olduğu ve bütün dinlerde takvây'ı (Allah'tan korkup kötülüklerden sakınmayı) öğütlediği
hatırlatılmakta, insanların küfür ve isyanlarının, Allah'a zarar ve remeyeceği; Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı; bütün övgülerin O'na özgü olduğu belirtilmekte;
Allah dilerse bütün insanları götürüp yeni halklar ge tireceği; bunun Allah'a çok kolay olduğu vurgulanmaktadır.
Allah dilerse isyan eden bir topluluğu götürür, yok eder; onun yerine yeni bir topluluk getirir. Zaten hep götürüp getirmektedir. Bazı toplumları yükseltirken
bazılarını alçaltmakta; yıpranan vücutları götürüp yeni canlar, yeni bedenler yaratmakta; her an hayatı tazelemekte; her an yaratmaktadır. O, her anda başka bir
şandadır. Her şeyi yapmaya gücü yeter.
Nisa sûresinin 126. âyetinden 133. âyete kadar üç defa göklerde ve yerde bulunan her şeyin Allah'a ait olduğu, Allah'ın hiçbir şeye muhtaç bulunmadığı
hatırlatılmaktadır. Bu demektir k i; her şeyi yaratan Allah, evrenin ve insanların nasıl bir düzenle mutlu olacaklarını en iyi bilendir. O'nun, sizin için indirdiği bu
hükümler, sizin mutluluğunuz içindir. Eğer siz, bu hükümlere uyarsanız mutlu olur, güçlenirsiniz. Dünyada şeref ve izzet içinde yaşarsınız; Ama bu hükümlerdenşaşarsanız, o zaman gücünüzü yitirirsiniz. Allah dilerse sizi mahveder, yerinize, yasalar ına uyacak toplumlar getirir. Allah her şeyi yapabilir (Süleyman Ateş, Kur’an
Ansiklopedisi Kuba Yayınları, c. 5, s. 50-52).
“Dinde zor lama yoktur. Ç ünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde kim tâğutu inkâr edip A llah’a iman ederse, sağlam kulpa yapışmıştır ki , o
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 14/37
hiçbir zaman kopmaz. A llah işitir ve bilir.” (2/Bakara, 256)
“(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.” (3/Âl-i İmrân, 139)
“Eğer siz b ir yara almış iseniz, o kavim de o kadar yara almış idi. B iz o günler i insanlar ın aras ında döndürüp dururuz. Bu, A llah’ın iman edenleri bilmesi, içinizden
şâhitler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.” (3/Âl-i İmrân, 140)
"(İblis:) Onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar; şüphesiz onlara
emredeceğim de Allah'ın yarattığını tağyîr edecekler, değiştirecekler. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüştür." (4/Nisâ,
119)
“Ey insanlar, (Allah) dilerse siz i götürür ve başkalarını ge tirir. Allah bunu yapabilir.” (4/Nisâ, 133)
“Ey iman edenler, s iz kendinize bak ın; hidâyette/doğru yolda iseniz dalâlettekiler/sapıtanlar size zarar veremezler.” (5/Mâide, 105)
“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı (güzel meziyeti) değiştirmedikçe A llah onlara verdiği nimeti değiştirmez. A llah işitendir , bilendir.” (8/Enfâl, 53)
“Eğer gerektiğinde savaşa çıkmazsanız, sizi pek e lem ve ren bir azapla cezâlandırır ve sizi başka bir kav im ile değiştirir (yerinize sizden başka bir kavim getirir).
Siz ona hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.” (9/Tevbe, 39)
"Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez." (11/Hûd, 117)
“Onun (insanın) önünde ve arkasında Allah’ın emriy le onu koruyan takipçiler (melekle r) vardır. Bir toplum kendindekini (kendi durumunu) değiş tirmedikçe Allah,onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.”
(13/Ra’d, 11)
“Allah, sizlerden iman edip sâ lih amel işleyenlere, kendiler inden öncek ileri ha life (sahip ve hâk im) kıldığı gibi kendilerini de yeryüzünde halife yapıp hâkim
kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven
sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar (sadece) Bana kulluk/ibâdet ederler; hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim küfreder, inkâr ederse,
işte bunlar asıl fâsıklardır, büyük günahkârlardır.” (24/Nûr, 55)
“Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler ve A llah’ı çokça zikredenler ile zulme uğradıktan sonra yardım edilenler başka. Zulmetmekte olanlar nasıl bir ink ılâba
uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227)
“Başınıza gelen her musîbet, kendi elle rinizle işledikler iniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affede r.” (42/Şûrâ, 30)
Hadis-i Şeriflerde Tağyîr/Değişim
“Yüce Allah İsrail oğullarından bir peygambere şöy le vahyetti: ‘Kavmine de ki: Herhangi bir şehir ve herhangi b ir ev halkı A llah'a itaat eder, sonra bu hal lerinden
Allah'a isyan haline dönerlerse, Allah onların sevdikleri şeyi ellerinden alır, onun yerine sevmedikleri şeyi verir.” (İbn Ebî Hatim; İbn Kesir Muhtasarı, 2/274;
Safvetü’t-Tefâsir, Ra’d, 11. âyetin tefsiri)
“Allah’ın çizd iği sınırları aşmayarak onlar ı koruyanlarla yasak larını hiçe sayarak hudûdu ç iğneyenlerin durumu aynen şöyledir: Bir gemideki yerle rini almak üzere
bir toplum aralarında kur’a çektiler. Bunlardan bir k ısmı geminin alt katına bir kısmı da üst katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst
kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar hissemize düşen alt kattan bir delik açsak da, üst katımızda oturanlara su a lmak için eziyet etmemiş olsak,
dediler. Eğer üstte oturanlar bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer buna engel olurlarsa hem
kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” (Buhârî, Şirket 6)
“Ümmetimle ilg ili olarak en çok korktuğum şey, Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya , güneşe ve puta tapacaklar ’ demiyorum. Fakat
onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır ve gizli
şehvet içinde olacaklardır.” (İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205)
Ebû'l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: "Bana Hz. Ali (r.a.): 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?' diye sordu ve Rasûlullah'ın
kendisene: "Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!" buyurduğunu söyledi." (Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz
99)
“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emir leri (kanunları, yasalar ı, hükümleri ve bakış açı ları) ayaklar ımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ Hutbesinden-
(Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no: 3087)
“Sizden k im bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu e liyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin (diliy le onun
kötülüğünü söylesin). Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim,İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20)
Zeyneb bint Cahş (r. anhâ): “Yâ Rasûlallah! Aramızda sâlihler/iyiler de olduğu halde biz felâkete uğrayıp helâk olur muyuz?” dedim. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu: “Evet! Fısk u fücur (kötülükler ve fenâlıklar) çoğaldığı vakit!” (Buhârî, Fiten 4, 28, Menâkıb 25, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 1, h. no: 2880, Tirmizî, Fiten 21,
23; İbn Mâce, Fiten 9; Muvattâ, Kelâm 22; Ahmed bin Hanbel, 6/428, 429)
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 15/37
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 16/37
olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.” (11/Hûd, 116-117)
Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde “sâlih amel” ile “iman” kavramları âdeta bağımsız düşünülemeyecek kadar iç içe bir birliktelikte kullanılmıştır. Sâlih amel, açıkça
imanın dışa yansıyan gerekliliğidir. Sâlih amelde bulunabilmenin şartı olarak, ıslahat çabaları söz konusu olmakta ve bu da mü’minlerin temel görev alanlarını
belirlemektedir. Yeryüzünün ifsad edildiği, zulüm ve şirkin alabildiğine azgınlaşıp cahilî kültür ve uygulamaları yaygınlaştığı ve vahyî ölçülerden uzaklaşıldığı her
dönemde, ıslahat çabalarının gerçekleştirilmesi mü’minlerden beklenilen temel farîzalardır. Rabbimizin müjdelediği sonuca da, ancak bu konularda göstereceğimiz
sâlih amellerimizle ulaşabiliriz. Zaten mü’minlerden beklenilen, zorbalara uymalar ı veya boyun eğmeleri değil; ıslah edicilerden olmalarıdır (28/Kasas, 19).
Muslihun (ıslahatçı olanlar), Rablerine ibadette kimseyi ortak koşmayan (18/Kehf, 110), Allah’ın kitabına sımsıkı sarılan (A’raf, 170), cehalet ve kötülükten
arınmaya çalışan (17/İsrâ, 9), mü’min kardeşlerinin arasını ıslah eden (49/Hucurât, 10), rasullerin canından önce kendi canlarının kaygısına düşmeyip A llah
yolunda susuzluğa, açlığa, yorgunluğa hazır olan (9/Tevbe, 120), iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve hayır işlerine koşan (3/Âl-i İmran, 114), Allah'a çağırıp
ben müslümanlardanım diyen (41/Fussılet, 33) kimselerdir.
Gerçek Islahatçılar Aynı Zamanda İnkılâpçıdırlar
Islahat çabalarıyla ve rilen mücadele, egemen şirk güçlerinin hâkimiyetini hayatın bütün şubelerinden söküp atmaya çalışan aktivite kadar (7/A’râf, 85-86; 11/Hûd,
116-117), en az, iman ettikten sonra imanlarına zulüm karıştıran ve kötü amellere meyleden müslümanları uyandırıp ıslah etmeyi amaçlayan iç aktiviteyi de
(5/Mâide, 39; 3/Âl-i İmrân, 86-89) bünyesinde barındırmaktadır. İster Yüce Allah’ın ilahlığını ve rububiyetini tanımayan veya O’na ortaklar koşarak azgınlık yapan
tutumlar sonucu olsun, isterse tevhid dinine girdikten sonra cahilî arzu ve anlayışların tesiriyle itikadî ve amelî yanlışlıklara ve kötülüklere bulaşma sonucunda
olsun, yeryüzünde ve toplumsal hayatta baş gösteren bozulma, çözülme, tuğyan ve zulüm karşısında ortaya konabilecek olumlu çabanın Kur’an’daki tanımı ıslahat
ve sâlih ameldir. “Mevcut düzenin ıslah edilmesi” gibi ifadelerle karşımıza çıkan kısmî düzeltme, uzlaşma, düzenle müslümanı bağdaştırma şeklinde anlayış, ıslahat
kavramını tahrif etmektir. Islahat, günümüzde yanlış olarak inkılapçı hareketlerin karşısında, düzen ve sistem içi hafif yumuşatma ve zalim düzenin devamı
anlamlarında kullanılıyorsa, bu Kur’an’ın anlaşılmasını istediği bu kavramdan ve içeriğinden uzaklaşmadır, yanlıştır. Islahat, devrimci bir ey lemdir. Bozulmuş ve
sapmış olanı düzeltme ve vahyî hakikatleri yeniden egemen kılma çabasıdır. Islahatçı, insan ve toplumların düşünce ve eylemlerinde vahyî doğrular istikametinde
köklü bir değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmeyi amaçlar ve bu işin sünnetine uygun bir mücadele içinde olmaya çalışır. Hasenât ise, genelde fıtrî bir iyiliği,
insanlara hizmeti ifade eder. Ancak ıslahat çabaları doğrultusunda yapılan hasenatların, anlamlı ve kalıcı olan değerinden bahsedilebilir (18/Kehf, 30).
Islahat; kesin ve muhkem olan vahyî ölçüye dayanarak cahilî bütün tutum ve davranışları, ifsad edilmiş bütün kurumları tepeden tırnağa değiştirmeyi amaçlamış
devrimci bir tavırdır. Islahatçı (muslih), ilahlık taslayan egemen şirk güçlerine karşı gösterdiği tavır kadar, şirk güçlerinin saldırısı karşısında ümmet bünyesinin
mukavemetini yıkan, onu hastalıklı kılan iç bozulmaya karşı da mücadele vermek zorundadır. Islahatçı, kendi ümmetinin, dış güçlerin saldırılarından önce, kendi
halini bozması, olumsuz olarak değiştirmesi sonucunda ger ilediğini ve A llah’ın verdiği nimetleri elinden kaçırdığını bilir (8/Enfâl, 53). Islahatçı; Allah’ın
düşmanlarıyla mücadele etmek kadar, düşmanla mücadele edecek sağlıklı bir bünyeye sahip olma çabasının da taşıyıcısıdır. O, bozulma ve zilletin nedenlerini,
şeytanî güçlerin aslî görevi olan saldırılarından önce, çözülmeye ve hastalanmaya müsait hale gelmiş olan kendi ümmetinin itikadî ve amelî tutumlarında arar.
Islahatçı, kurtuluşa kişisel iyiliklerle ulaşılamayacağını bildiği gibi; ıslah çabalarında kendi nefsini de unutmaz. Ve o yine bilir ki, iman edip sâlih amel işleyenler,
insanların en hayırlılarındandır (98/Beyyine, 7).
Islah eylemi, her türlü bozulma, tuğyan ve şeytanî tuzak karşısında tevhidî ilkeleri yaşatmayı ve Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılmayı amaçlayan soylu ve
köklü bir uğraştır. Islahatçı, vahiy temeline bağlı inkılapçı bir öz taşır. O, Rabbimiz'in ilettiği buyruklar doğrultusunda öncelikle kendini ıslah ederek (6/En’âm, 48)
kendi nefsinde inkılabı gerçekleştirmiş ve bu olumlu değişimi çevresine, toplumuna ve yeryüzüne taşımayı amaçlamıştır. İman edip sâlih işlerde bulunalar, halkın
en hayırlılarıdır (98/Beyyine, 7) ve onların da çok olmadığı bilinmektedir (38/Sâd, 24).
Kur’an bize, ıslah kav ramının günümüzde olduğu gibi geçmiş tarihte de yanlış veya kasıtlı tutumlar nedeniyle Allah’ın rızası dışında kullanıldığını göstermektedir.
Sâlih amelle kötü ameli (seyyiât) birbirine kar ıştıranlar (9/Tevbe, 102) olduğu gibi, kendilerine bozgunculuk yapmayın diye ihtar edilenlerden “biz ıslah edicileriz”
(2/Bakara, 12) diye cevap verenler de çıkmıştır. Oysa Allah, bozgunculuk edeni (müfsid), ıslah edenden (muslih) ayırır (2/Bakara, 220). Allah’ın kitabı, sâlih
kulların özelliklerini ortaya koyan en temel, muhkem ve mutlak ölçüdür.
Islah çabalarının birinci elden muhatapları, ilahî vahye kulaklarını tıkamamış, gerçekler karşısında gözlerini yummamış olanlardır. İnandıkları halde, bilmeyerek
kötülük işleyenlere (En’am, 54) veya cehaletleri dolayısıyla bu duruma düşenlere (16/Nahl, 119), cahilî anlayış ve tavırlarından sonra tevbe e tme ve kendilerini
düzeltme (ıslah) kapıları açık tutulmaktadır. Bu bozulma ve kötülük hali, tarihî süreç içinde toplumların bünyesinde de tezahür edebilmektedir. İslam ümmetinin
bugün yaşadığı hastalıklı ve cahilî durum, buna şahitlik etmektedir.
Müslümanlar, tevhidî bilinçlerini, rıza gösterdikleri sistemler içinde yozlaştırmışlar ve büyük ölçüde yitirmişlerdir. Peygamberimiz’den bu yana ıslahat çabalarını ve
tevhidî mücadelelerini sürdüren muvahhid müslümanların gayretlerine rağmen, işbaşına geçtiklerinde bozgunculuk yapanlar (2/Bakara, 205), Allah’ın indirdiği
apaçık belgeleri ve Kitap’ta açıkladığı hidayeti gizleyenler (2/Bakara, 159) İslam ümmetinin bilincini ifsad etmişler ve müslüman kitlelerin halini bozup
değiştirmişlerdir. Ve İ slam ümmeti, Rablerinin kendilerine verdiği arza vâris olma nimetini ellerinden kaçırmıştır. “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerindebulunanı değiştirmedikçe A llah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53)
Fakat Allah ye ryüzünü sâlih kullarına vâr is kılmak (21/Enbiyâ, 105); insanları kurtuluş ve mutluluk yoluna eriştirmek istemektedir (9/Tevbe, 20). Bununla birlikte
değişim, yine bizim ve beraber olduğumuz toplumun iradesine bağlı tutulmuştur. Bireysel ve toplumsal alanda başarılı oluşun yolu, yine ıslahat çabalarıyla
oluşacaktır. “Bir toplum, kendi nefsindekini değiştirmedikçe, kuşkusuz Allah da o toplumun bulunduğu durumu değiştirmeyecektir.” (13/Ra’d, 11) “Ey iman edenler,
Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ki (Allah) işlerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasülüne itaat ederse, büyük bir başarıya erişmiş
olur.” (33/Ahzâb, 70-71)
İlk aile kurumuyla oluşmaya başlayan toplumsal yaşam; şeytanî olanla Rabbanî olan arasındaki tartışma, çatışma ve imtihanlarla çeşitlenerek bugüne dek
süregelmiştir. Tevhid-şirk kutuplaşmasında süregelen toplumsal mücadeleler tarihi, ıslah edilmiş olan yeryüzünde (7/A’râf, 56) Allah'a verilen sözden cayıp,
bozgunculuk yapanlarla (13/Ra’d, 25), inanıp sâlih amellerde bulunanlar (98/Beyyine, 7) arasında devam edegelen sürekli bir çatışmayı oluşturmaktadır. Tevhid ile
şirkin, hak ile bâtılın, ma’ruf ile münkerin, muhkem ile muharref olanın arasındaki çatışma bugün de sürüp gitmektedir.
Hidâyet nimetine nankörlük eden, Yaratıcısı yanında başka velîler edinen, kendi aczini unutarak büyüklük taslayan ve böylece yeryüzünde bozgunculuk yapan,fitne çıkaran, kötülüğü yaygınlaştıran, vahiy dinini tahrif etmeye kalkışan veya bu konuda aracı olanların söz konusu cahilî eğilimleri ve bozgunculukları, rasullerin
öncülüğünü yaptığı sâlih kulların ıslahat çaba larıyla insanlık tarihi süresince giderilmeye, düzeltilmeye ça lışılmıştır. Tartışma, çatışma ve imtihan alanı dediğimiz
tevhidî mücadele ortamı da bu çerçevede oluşmaktadır (Hak Söz, sayı, 3-4, s. 1-2)
Özellikle mü'minlerin kâfirlere ve münâfıklara, kısaca muslihlerin müfsidlere karşı savaşı yalnız insanlar için değil; tüm varlıklar için bir rahmettir. Yeryüzünü
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 17/37
fesada boyayan kâfirler korkaklıkları, paylaşmak istedikleri rant ve sahip oldukları hırs sebebiyle birbirleriyle yardımlaşırlar. Bunlara karşı
muslihlerin/müslümanların, fesada ve müfsidlere karşı ortak bir cephe meydana ge tirmeye gayret etmeleri kulluk ve hilafet görevleridir. "Küfredenler birbirlerinin
velisi, gönül dostudurlar. Eğer siz bunu yapmazsanız (iman edip hicret ederek canlarınızla ve mallarınızla Allah yolunda cihad edip yardımlaşmaz ve böylece
birbirinizin velisi olmazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat başgösterir." (8/Enfâl, 73) Günümüzde fitne ve fesadın iktidarı, bütün kurumları ve kurallarıyla
ayaktadır. Müslümanlar da birbirlerinin velâyetine râzı olmamanın ve cihadı terk etmenin ızdırabını yaşamaktadırlar.
Bir toplumda bozgunculara engel olunamaması ve bozguncuların sayısının artması, bu toplumu ayakta tutan sosyal düzenin bozulması, işlerin çığırından çıkması,
toplumsal hayatta hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve kargaşa ortamının hâkim olması demektir. Özellikle zâ lim yöneticiler ve politik seçkinler, toplumlarında
kötülüğü ve fesadı yaygınlaştırırlar. Bu fesatçılar, ister peygamber, isterse kendi topluluklarından çıkan şuurlu insanlar olsun, bütün ıslahçılara karşı çıkarlar,
onlarla mücadele ede rler. "Dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutan,
işbaşına geçince ortalığı fesada verip bozgunculuk yapmaya, "hars"ı (ürünü, ekini) ve nesli yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez."
(2/Bakara, 204-205) Bu ayetin metninde yer alan "hars" (ekin, ürün) kelimesi iki şekilde yorumlanır:
Hars, emek yoluyla sağlanan kazanç ve gelirdir. Çoğunlukla dünyevî malları, özellikle de hem toprağın işlenmesi yoluyla elde edilen ürünü, hem de bizzat işlenmiş
tarlanın kendisini gösterir. Hars, bu bağlamda ürün olarak anlaşılırsa, bu mecazî olarak, genelde insan davranışlarına, özelde de toplumsal tavırlara uygulanabilir.
Onun için hars, günümüzde kültür kelimesinin karşılığı olarak da kullanılmaktadır.
Bazı müfessirler ise, görüşlerini "kadınlarınız sizin hars'ınızdır" (2/Bakara, 223) ifadesine dayandırarak, bu ayette de "hars"ın eşleri anlattığını öne sürerler. Bu
durumda "harsın ve neslin yok edilmesi", aile hayatının sarsıntıya uğraması ile ve sonuçta bütün bir toplumsal yapının çökmesi ile eşanlamlı olur.
Hevâ ve heveslerini ilâh edinen zümreler, yeryüzünde fesâdın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara
düşen görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah'ın oluncaya kadar hayırlı değişim ve dönüşüm için bütün gücüyle mücâhede, mücâdele ve
mukatele etmektir.
Hayırlı Değişimin Önündeki Engeller
a) Atalar Dini
İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve yaşam perspektiflerini büyük ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve geleneksel yaşam tarzıyla şekillerdirmektedirler. Çünkü
insan, doğduğu andan itibaren, -doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle içiçedir. İnsan, içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası, onu bir
önceki nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek olan bu câhiliyye din ve düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün taşıyıcılığını yapan insan, rolünün
yanlışlığını düşünmek bir yana, çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün doğruluğundan şüphe bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı
kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini yerine getirmektir. Bu görevi yerine getirmeye içinde bulunduğu toplum tarafından zorlanır ve
kendisini bu noktada bilinçsizce zorunlu hisseder. Çünkü geleneksel yapı, bir anlamda, hatta çoğunlukla bilinç denen olgunun iyiden iyiye köreldiği ve alışkanlığa
dönüşen davranışlar bütünü olduğu için, insanı etkin yönlendiricilikle kuşatıverir. İnsanın, kendisini saran gelenek hakkında kuşkuya kapılması için, ya tamamen
farklı kültür ve geleneklerin egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalması, ya da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve
mücâdelede olduğu gibi, kendi toplumunun geleneğine karşı şiddetli bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir. Bu faktörlerin etkisi, değişim sözkonusu
olmadığı müddetçe, geleneksel çark dönmeye devam edecek, yerleşik kültür tek düze yaşamını sürdürecek, ahtapotun kolları gibi bu geleneksel atalar dini tüm
toplum bireylerini sarıp sağlıklı düşünce yapılarını dumura uğratacaktır.
Antropoloji bu olayı "historizm", yani "tarihselcilik" olarak tanımlar. Kur'ân-ı Kerim'in anlatımı ile bu durum, "atalar dini"nin devam ettirilmesi diye vasıflandırılabilir.
Kur'an'da anlatılan geçmiş kavimlere ait kıssalarda görürüz ki; "atalar dini" mâzereti, İlâhî tebliği reddetmekte büyük bir yer tutmaktadır. Yani insanların
atalarından devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, onları hak dini reddetme sonucuna götürmüştür. Çünkü hemen her yönden birbiriyle tezat teşkil eden
"atalar dini" ile "hak din"in öğretileri karşısında bu insanlar tercihlerini atalar dini yönünde yapmışlardır. Bu noktada "atalar dini"ni tercih eden insanlar, alışılmış
tarihî düşünce kalıpları ve davranış biçimleri dışındaki tutum ve anlayışları reddetmişlerdir.
İşte bu "tarihselcilik", İlâhî mesaj karşısında insanın doğru/sağlıklı ve hür düşünebilmesini, buna bağlı olarak da dini yalnızca Allah'a hâlis kılarak yaşayıp sadece
Allah'a kul olarak gerçek özgürlüğüne kavuşmasını engellemiştir. Bu önkabuller "İlâhî din"in evrensel ilkeleri değil de; temelde "atalar dini"nin önkabulleri olunca,
asırlar boyu yanlış anlayış ve yaşayış devam edege lmiştir. Kendilerine getirilen doğrular karşısında da atalarından devraldıklarını mâzeret göstererek kendilerini
sorumluluktan kurtarmaya boşuna çalışmışlardır.
Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin kıssalarını anlatırken inkârcıların mâzeretçi tavırlarını ve "atalar dini" yönündeki tercihlerini bize ibret verici bir şekildeaktarmaktadır. Zaten Kur'an'da kıssaların anlatılmasının da ibret vermekten başka bir amacı yoktur. Âd kavminin kıssasından bahsederek Hûd (a.s.)'un tebliği
karşısında kavmi: "Yâ! Demek sen, tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?!" (7/A'râf, 70) diyerek bu şekilde tavır almış,
Allah'a kulluk yerine atalarının taptıklarını tercih etmişlerdir. Yine Medyen halkına gönderilen Şuayb (a.s.)'ın tebliğine karşı kavminin takındığı tavır da farklı
olmamış, yine "atalar dini"ni terci yönünde olmuştur (11/Hûd, 87).
Kur'an'da anlatılan kavimlerin kıssalarında temelde iki ortak nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, dini sadece Allah'a hâlis kılarak kulluk yapmak; ikincisi, bu
kulluğun zorunlu sonucu olarak "atalar dini"nin getirdiğiyanlış anlayışları reddetmektir. Ancak, İlâhî mesajla karşılaşan her kavim, içlerinde küçük birer topluluk
hâriç, atalarından devraldıkları dinin etkisiyle İlâhî dini reddetmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'i yalanlayanların durumu da bunlardan farklı değildir. Mekke dönemi
müşriklerini anlatırken Rabbimiz bir genelleme yaparak peygamber/elçi gönderilen her kavmin inkârcılarının aynı mâzereti ileri sürdüklerini bildirmektedir
(43/Zuhruf, 22, 23). Buna göre; İlâhî mesajla gönderilen her elçi, birçok yalanlamalarla birlikte "atalar dini" mâzeretiyle (daha doğrusu bahânesiyle)
karşılaşmışlardır. Bu insanlar, gelen mesaj karşısında akıllarını birazcık kullanmak külfetine katlanmak yerine; daima kolaycılığı tercih etmişler, atalarının üzerinde
bulunduklarını yaşamaktan uzak durmamışlardır. Bu tavır da sürekli olarak yanlışların kültürel olarak devam etmesine sebep olmuştur.
Kur'ân-ı Kerim "atalar dini"ni mâzeret gösterenlere karşı: "... ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan kimsele olsalar da mı?!" (2/Bakara, 170,5/Mâide,104) şeklindeki sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz olduğunu istihzâ ile ortaya koymuştur. Atalar dinini mâzeret gösterenler, hiçbir şekilde
ataları tarafından kendilerine sunulan dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece taasssupla/bağnazca kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu
bulamayan atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen, dolayısıyla doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir (21/Enbiyâ, 54).
Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi akıllarını kullanamamaları, onları Allah'a karşı iftiraya (7/A'râf, 28) ve sonuçta da şeytanın dâvet ettiği alevli
ateşin azâbına götürmüştür (31/Lokman, 21).
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 18/37
İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme...
yanlış üzere olan en yakınları, babaları ve kardeşlerini dahi velî edinmemelerini istemiştir (9/Tevbe, 23).
Yukarıda anlatılanların günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde içerik olarak belki biraz fark lı olmakla birlikte, Kur'ânî doğrular karşısında öne sürülen
mâzeretlerin yer ye r benzer itirazlarla aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin
doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslâm kültürü bu zaman zarfında düşünce ve
yaşantı itibarıyla birçok eskiltme, artırma, bid'at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel din anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından sayılmış
ve tarih (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Dinin aslını Kur'ân-ı Kerim'den ve örnek uygulamasını sahih
sünnetten almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini "asıl din" ya da "dinin aslı"
konumuna getirmişlerdir.
Doğru olmayan şeyleri gözü kapalı olarak doğru saymak ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle ortaya konmamış, ancak ataların ve mevcut geleneğingetirmiş olması dolayısıyla "doğru kabul edilen" şeylerli doğru saymak da o kadar yanlıştır. Bundan dolayı atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve
amelde "gerçekten doğru" (5/Mâide, 48) olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı dinin aslı olan Kur'an'dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını da Kur'an
süzgecinden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz. "Asra andolsun ki insan hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel
işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç." (103/Asr, 1-3) (4)
Ataların yolu, babalardan dedelerden devra lınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye,
onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem,
sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi
kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa
geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden
doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî
çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum fark lı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin
sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.
Taklitçilik, şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir. Kur'ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını
pek çok âyette değişik vesilelerle kınar. "Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, 'biz babalarımızı bir din üzerinde
bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz' derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: 'Babalarımızı bir din üzerinde
bulduk, biz de onların izlerine uyarız' derlerdi. 'Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?'
deyince, dediler ki: 'Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.' Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?" (43/Zuhruf, 21-25).
Aynı zamanda atalar kültü, tarihin belli bir dönemiyle belli nesille sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesilden nesile geçerek süreklilik özelliği gösterir:
“Bizden önce babala rımız A llah’a şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra ge len bir nesiliz, işler i bâtıl olanla rın yaptıkları yüzünden bizi he lâk mı edeceksin?”
(7/A’râf, 173)
Kur'ân-ı Kerim, her inanç ve davranışta delile başvurmayı öngörürken, müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit etmeyi ölçü almışlardır. "İbrâhim sordu:
'Nelere tapıyorsunuz?' Onlar: 'Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.' 'Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?' 'Hayır,
ama babalar ımızı da bu şekilde bulduk." (26/Şuarâ, 70-77). Müşrikler putların geçerliliğini geleneğe bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte
kalmanın motivi olup, aynı zamanda Allah'a ortak koşanların düşünce esasını teşkil eder.
Atalardan miras olarak alınan sosyal normların ve bunlara bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidâyete ermesi için bir aşama olan sosyal veya
bireysel değişimi engelliyor olmasıdır. Meselâ, câhiliye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda bir değişim süreci başlatmak isteyen bütün peygamberle bu sosyal
motiv ile karşı karşıya ka lmışlardır. Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Ç ünkü
âdetlerine bağlı olan toplumlar değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine göre de değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad
etmek, insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki âdetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir. Özellikle köklü bir geçmişe sahip
toplumların, yıllar öncesi, hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı değiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu geleneksel yapı toplum
bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte toplum vicdanında kemikleşen bu dahilî geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı
zamanda toplumu İlâhî geleneğe dâvet eden İ slâm olmuştur.
İslâm'ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dinî inanç ve dav ranışların samimi bir insan
ifadesi olmadığı, körü körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir değer lendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putperestliğin gerçek
mânâda bir "din" olmaktan ziyade, kutsallaştırılmış geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan davranış kuralları olduğu sonucuna varılır.
Câhiliye dev ri Araplarında "din" ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kollektif kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür; realiteninüstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya düşünüş biçimi değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel
değerlendirmelerden uzak, körü körüne robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde hareket
etmekti.
Özellikle İslâmî tebliğin Mekke devrinde nâzil olan âyetler, İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık tutmaktadır. "De ki: 'Allah'ı bırakıp da taptığınız
putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde yarattıkları nedir? Bana göstersenize.' Yoksa onların Allah'la ortaklığı göklerde midir? Yoksa Biz onlara kitap ve rdik de
ondaki delillere mi dayanırlar? Hayır! O zâlimler, birbirlerine sadece a ldatıcı söz söylerler." (35/Fâtır, 40) "(Ey inkârcılar!) Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka
üçüncüleri olan Menât'ın ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar (bu putlar), sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir
delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâsına (canlarının isteğine/arzusuna) uymaktadırlar." (53/Necm, 19-20, 23) "Âyetlerimiz onlara apaçık
olarak okunduğu zaman; 'Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor' derlerdi. 'Bu Kur'an düpedüz bir uydurmadan başka bir
şey değildir' der lerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun için; 'bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi." (34/Sebe', 43)
Kur'ân-ı Kerim'in ısrarla, hidâyetin önüne bir engel olarak dikilen atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur'an'da en çok üzerinde durulan inkâr motivi olan
atalar kültü, inkârın tarihî sebebi de sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer yargılarına son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu özelliğe
az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi
gençlerden daha güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körü körüne izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak kabul ederler.
Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah'ın otoritesini benimsemeye engel olur. (5)
Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve tartışmalar konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır. Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli
bid'atlar, hurâfeler, isrâiliyat ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine bolca bâtıl karışmış, dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi)
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 19/37
bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya tarafından destek gören ve gittikçe
yaygınlaşma eğilimindeki modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek, ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur'an ve sahih
sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış, atma ve katmalardan arınmış "hâlis din"e sahip çıkmak, "hak üzere", orta yol olan sırât-ı
müstakîm çizgisinde yaşamaktır.
b) Taklitçilik
Kur’an ve hadisler, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini, yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve dav ranışlarına uymayı yasaklıyor. Daima her
şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile, delillere dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerek tiğini gösteriyor. Bir âyette: “Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin.”
(2/Bakara, 111) buyuruluyor. Diğer bir âyette de: “İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!” (17/İsrâ, 36) buyuruluyor.
c) İctihad kapısının kapandığı anlayışı, yönetimlerin bu donukluğu teşviki
d) Mehdî ve Hz. İsa beklentisi
e) İlim ve hikmet de olsa dünyanın farklı bölgelerindeki gelişmelere olumsuz tavır
Tefsirlerden İktibaslar
Seyyid Kutub diyor ki:
"Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe, Allah onun konumunu değiştirmez." Yüce Allah'ın onları kendi emrine göre hareket eden korucularla izletmesi,
onların hem şahısları hem de durumları açısından meydana getirdikleri değişiklikleri gözetlemek ve bu değişikliklere uygun olarak onlar hakkındaki hükmünü
yürürlüğe koymaktır. Çünkü Yüce Allah insanlara verdiği nimeti ya da azâbı, üstünlüğü ya da alçaklığı, onurluluğu ya da ezilmişliği, onlar, düşüncelerini
davranışlarını ve pratik hayatlarını değiştirmedikçe değiştirmez. Yüce Allah onların şahısları ve davranışları açısından meydana getirdikleri değişiklikler
doğrultusunda onların durumlarını değiştirir. Gerçi, Yüce Allah daha olmadan ne olacağını bilir. Ne var k i, onlara ilişkin hüküm, onların davranışlarına göre olacaktır
ve bu hüküm yaşanan değişiklikle aynı zamanda gerçekleşecektir.
Kuşkusuz bu, insana ağır bir sorumluluk yükleyen bir gerçek tir. Yüce Allah'ın iradesi ve buna ilişkin yasası, insanlar hakkındaki iradesinin yine bu insanların
davranışları yönünde gerçekleşmesi şeklindedir. Bu konudaki yasasını, onların bu yasaya karşı takındıkları tavır uyarınca yürürlüğe koyması yönündedir irâdesi...
Bu konuya değinen âyet gâyet açıktır ve yoruma ihtiyaç bırakmamaktadır. Bu âyet yüklediği sorumluluğun yanında, bu insana verilen değeri de göstermektedir.
Yüce Allah, irâdesini yürürlüğe koymayı insanın davranışlarına bağlamakla ona büyük bir değer vermiştir.
İlke belirlendikten sonra âyetlerin akışı, Yüce Allah'ın bir toplumun durumunu kötülüğe doğru değiştirmesini gözler önüne sermektedir. Çünkü onlar âyetten
anlaşıldığına göre, durumlarını kötülüğe doğru değiştirmiş, Allah da onlara kötülüğü dilemiştir.
"Allah, bir toplumun herhangi bir kötülüğe uğramasını dileyince onu hiç kimse önleyemez. İnsanların Allah'tan başka hiçbir koruyucusu, kayırıcısı yoktur." Âyet
ilkenin bir yönünü açıklıyor ama, diğer yönünü açıklamıyor. Ç ünkü şu anda iyilikten önce kötülüğü isteyenlerin durumu ele alınmaktadır. Daha önce gafletleri iyice
belirginleşsin diye azapdan önce bağışlanma sunulmuştu onlara. Burada ise, sadece kötülüğün sonucu açıklanmaktadır. Amaç onları Yüce Allah'ın karşı konulmaz
azabından sakındırmaktır kuşkusuz. Çünkü Allah'ın azâbını hak ettikleri zaman, kendilerini bu azaptan koruyacak bir dost bulamazlar (Fî Zılâli’l Kur’an, Ra’d, 11.âyetin tefsiri).
Yine Seyyid Kutub diyor ki:
"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez. Hiç şüphesiz Allah her şeyi işitir,
her şeyi bilir." (8/Enfâl, 53)
"Bu kâfirlerin durumu tıpkı Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar Rabblerinin âyetlerini yalanladılar, biz de onları günahları yüzünden
yokettik. Firavunoğulları'nı denizde boğduk. Bunların hepsi zâlimdi." Yüce Allah, âyetlerini yalanladıktan sonra onları yok etmişti. Kâfir oldukları halde Yüce Allah
âyetlerini göndermeden onları yok etmemişti. Çünkü O'nun belirlediği kural ve O'nun kullarına yönelik rahmeti bunu gerektirmektedir. “Biz bir peygamber
göndermedikçe, kimseye azap etmeyiz.” (17/İsrâ, 15) Burada, Firavunoğulları ve onlardan önce Allah'ın âyetlerini yalanlayıp bu yüzden yokedilen kâfirleri
hatırlatmakta, çünkü onlar "zâlimdi" denmektedir. Burada "zulüm" kelimesi, "küfür" ya da "şirk" anlamında kullanılmıştır. Bu kelime Kur'an'da genellikle bu
anlamlarda kullanılır...
Şu âyetin anlamı üzerinde biraz düşünmek gerekmektedir kuşkusuz: "Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe Allah da o
topluma ve rmiş olduğu nimeti değiştirmez." (8/Enfâl, 53). Bu âyet, bir açıdan Yüce Allah'ın kullarla ilişkilerinde her zaman adil davrandığını vurgulamaktadır.
İnsanlar niyetlerini bozmadıkları, davranışlarını değiştirmedikleri, konumlarını terk etmedikleri sürece Yüce Allah onlara bahşettiği nimetini geri almaz. Böyle bir
durumda, imtihan ve deneme için kendilerine bahşedilen nimetin değerini bilmedikleri, bu nimete karşılık şükre tmedikleri için kendilerinden nimetin geri alınmasını
hak ediyorlar... Bir açıdan da bu âyet, insan denen yaratığa ver ilen en büyük onura işaret etmektedir. Yüce Allah, kaderinin uygulanışını insanın hareketlerine ve
davranışlarına göre ayarlamakla bu lütfu bahş,etmiştir insana. Yüce Allah, insan hayatındaki takdiri değişikliği, onların gönüllerinde, niyetlerinde, davranışlarında,
hareketlerinde ve kendileri için seçtikleri hayat tarzlarında meydana gelen pratik değişikliğe dayandırmıştır. Bir diğer açıdan da insan denen varlığa -kendisine
verilen bu büyük onura denk düşecek- büyük bir sorumluluk yüklemektedir. İnsan, nimetin değerini bilip, şükrettiği sürece, Allah'ın kendisine verdiği bir nimeti
kalıcı kılabilir, arttırabilir de. Aynı zamanda nimete karşılık nankörlük yaptığı zaman, şımardığı zaman, niyeti ve hayat tarzı bozulduğu zaman bu nimeti kendi eliyle
giderebilir, yok edebilir.
İşte bu önemli gerçek , "insan gerçeğine ilişkin İslâmî düşüncenin" şu varlık bütününde Allah'ın kaderiyle insan ilişkisinin, insanın şu evren ve ev renin içindekilerle
ilişkisinin bir yönünü temsil etmektedir. Bu yönden, insanın Allah'ın terazisindeki değeri ve bu değerle kazandığı onur ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda insanın
gerek kendi âkıbeti, gerekse çev resindeki olayların âkıbeti üzerindeki etkinliği ortaya çıkmaktadır. Allah'ın izni ve kendi hareketleri, davranışları, niyet ve hayat
tarzı ile birlikte hareket eden Allah'ın takdiri uyarınca sonucu üzerinde etkin rol oynayan bir varlık kimliğine bürünür insan. Bu düşünce sayesinde materyalistdüşünce ekollerinin kendilerine yüklediği, aşağılayıcı ve fonksiyonsuz kimliği atar. Bu düşünceler insanı, zorlayıcı determinizm karşısında fonksiyonsuz bir varlık
olarak görürler. Ekonomik determinizm tarihi determinizm, evrim determinizmi gibi, insanın karşılarında güçsüz ve e tkisiz bir varlık olarak belirlediği daha nice
kaçınılmazlıklar, gerekircilikler... İnsan bu zorunlulukların kendisine yüklediği görevi yerine getirmekten başka bir şey yapamaz. Bunlar karşısında insan silik,
zavallı ve aşağılanmış bir yara tıktır.
İşte bu önemli gerçek, insanın hayatında ve çalışmasında, iş ve karşılığı arasındaki bu gerek liliği bu şekilde tasvir etmektedir. Aynı zamanda bu ge rekliliği kaderi
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 20/37
doğrultusunda yürürlüğe giren evrensel yasalarından biri haline getiren Yüce Allah'ın mutlak adaletini de dile getirmektedir. Bu yasanın uygulanışında Allah'ın
kullarından herhangi birine haksızlık yapılmaz. "Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık yapmaz." "Biz de onları günahları yüzünden yok ettik, Firavunoğulları'nı da
denizde boğduk. Onların hepsi zâlimdi." "Bu böyledir. Ç ünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti
değiştirmez." ... Ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun... (Fî Zılâli’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri)
Mevdûdi diyor ki:
“Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenler i vardır…” (13/Ra’d, 11). Yani, "Al lah yalnızca her şahsın neler yaptığını gözlemekle, yaptığı şey leri bütünüyle
bilmekle kalmaz aynı zamanda o şahsa her yerde eşlik eden koruyucular (gözetleyiciler, gardiyanlar) tayin ederek amellerinin hepsini kayda geçirtir." Bu âyet,istediklerini yapmakta serbest olduklarını ve bu dünyada yaptıklarının hesabını vermeyecekler i vehmiyle yaşayan sözkonusu insanlara uyarı olması için
zikredilmiştir. Uyarı, bu kavmin kendi cezalarının kendileri tarafından davet edildiğini vurgulamaktadır.
“…Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedimi, artık onu
geri çevirmeye hiç bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O'ndan başka bir veli yoktur.” (13/Ra’d, 11). Bu âyet, bir takım kutsal şahısların, azizlerin veya
meleklerin kendilerini İlâhî cezâdan kurtaracak güce sahip olduğunu sananlara bir uyarıdır. Zira onları A llah'a karşı savunacak hiç kimse yoktur. Onlar istedikleri
kadar Din Günü'nde Allah'ın tâyin edeceği cezâdan kendilerini kurtarırlar, kendilerine şefaat ederler umuduyla rab ve hâmi edindikleri kimselere kurbanlar
sunsunlar, biatlar etsinler, hiç fark etmez (Tefhîmu’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin tefsiri).
Yine Mevdûdi diyor ki:
“Nedeni şu: Bir kav im (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Al lah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir…” (8/Enfâl, 53). Yani, "Bir topluluk
davranışlarıyla ve rilen nimete lâyık olmadığını göstermedikçe, Allah, topluluktan lütuf ve nimetini esirgemez." (Tefhîmu’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri).
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki:
Her biri için önünden ve arkasından birtakım muakkipler, tâkip edici, izleyici kuvvetler vardır ki, onu hıfzederler, her birinin sözünü ve işini kaydederler veya
sürekli olarak izleyip korurlar, muhafaza ederler. K i, onlar Allah'ın emrindendirler. Yani bu tâkip edici güçler veya bu koruyucu kuvvetler "De ki, ruh Rabbimin
emrindendir" (17/İsrâ, 85) âyeti gereğince Allah'ın emrinden ibâret olan birtakım ruhlar veya meleklerdir. Bundan dolayı her birinizin bütün söyledikleri ve
yaptıkları, Allah Teâlâ'nın kontrolü, gözetimi, gözlemi ve izlemesi altındadır. Bütün oluşları ve olayları ile hayat her bak ımdan O'nun yönetimindedir. O halde hepsi
bilinen, her yönüyle kontrol edilen ve inceden inceye izlenen bir şey in gizlisi, açığı olur mu? Sizce gizli veya açık diye adlandırılan bütün sözleriniz ve bütün
davranışlarınız karşılıksız kalır mı? Muhakkak ki, A llah, herhangi bir kavimdeki hali değiştirmez, onlara bahşettiği nimet ve ikbâli ya da iyi-kötü herhangi bir hali ve
hasleti değiştirmez, tâ onlar kendi özbenliklerindekini değiştirinceye kadar. Yani, kavimler bir süre için iradelerinde serbesttirler ve sorumlulukları iradelerine
göredir. Şimdiye kadar hep böyle olagelmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır. (Enfal Sûresi'nde "Bu, Allah'ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerindekini
değiştirmedikçe değiştirmeyeceğinden böyledir" meâlindeki (âyetin tefsirine bkz: 8/Enfâl, 53). Bununla beraber Allah bir kavme bir fenalık murad e ttiği vakit ar tık
onu geri çevirecek hiçbir kuvvet yoktur, onun önlenmesine imkân yoktur. İsteseler de istemeseler de A llah'ın murad ettiği o kötülük, geçici ise geçici olarak, ebedî
ise ebedî olarak mutlaka meydana gelir ve hiçbir şekilde önlenemez. Ve onların Allah'tan başka bir velîleri de yoktur ki, ona bir çare bulsun (Hak Dini Kur’an Dili,
Ra’d, 11. âyetin tefsiri).
Yine Elmalılı diyor ki:
53- Bu, yani bu âdetin böyle olması, bütün bunların başlarına gelen cezaların ve ikabın böylece kendi amellerine, dayanması şu iki sebep iledir ki, Allah Teâlâ bir
kavme, bir topluma ihsan ettiği nimeti durup dururken değiştirecek değildir. Ta onlar kendilerindekini değiştirinceye kadar. Yani onlar o nimete erdikleri zaman
kendilerinde o nimete sebep ve vesile olan fıtrî misakı, ahlâk ve güzel amelleri, kendileri bozup değiştirinceye kadar, huylarını değiştirinceye kadar A llah'ın o
nimeti değiştirmesi, Allah'ın âdetlerinden değildir. İlâhî âdet kişisel sebeplere dayalı olarak verdiği nimetin değişmesini de yine kişisel huyların ve davranışların
değişmesi sebebine bağlamıştır. Ki insanın sorumluluğu da buna dayanır. Sebeplerin birincisi işte budur. İkincisi de A llah kesinlikle her şeyi işitir ve bilir. Çünkü
Allah herkesin içyüzünü bilir, ne söylediğini de işitir. Onun gözünden hiç kimse bir şey kaçıramayacağı için, O da ona göre hesaba çeker. Şu halde akıl ve irade,
küfür ve iman, ahlâk ve amel gibi kişisel sebeplere bağlı olan nimetlerin dışındaki doğrudan doğruya a lınıp verilen nimetler bu konunun dışındadır. Hiç şüphe yok
ki, bu konuda bütün kişisel sebeplerin k ıymeti, nimet veya nimet say ılan şeylerin gerçek yüzünü tanıtan âyetleri tanıyıp tanımamaktan ileri gelmektedir. Bir
kimsenin kendi fıtratını ve fıtratla ilgili ahdini bozması ve kendisine vârid olan sezgi ve delillerin yardımıyla hakkı duymaması ve duymak istememesi elindeki
nimetin değişmesine sebep olur. Yine bir kavmin kendi içinde veya dışında bulunan ve kendilerine İlâhî ahkâmı tebliğ eden hak rehberlerinin dâvetini duymak ve
tanımak istememesi, toplumsal şuur ve zihniyetlerinde öyle bir bozukluktur ki, bu da onların ellerindeki nimetlerin değişmesine ve elden çıkmasına sebep olur (Hak
Dini Kur’an Dili, Enfâl, 53. âyetin tefsiri).
Muhammed Esed diyor ki:
“(Böyle b iri sanıyor mu k i) kendisini önünden ve a rdından iz leyen (ve) onu Allah her ne k i takdir etmişse ona karşı koruyup gözeten re fakatçile ri vardır. Gerçek şu
ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez; ve Allah insanlara (kendi kötülüklerinin bir sonucu olarak) bir felâket tattıracağı
zaman hiçbir şey bunun önünde duramaz: Çünkü onların, kendilerini O'na karşı koruyabilecek kimseleri yok tur.” (13/Ra’d, 11)
“(Böyle b iri sanıyor mu k i) kendisini önünden ve a rdından iz leyen…” Lafzen, “eller inin aras ından ve arkasından”. 2:255'de olduğu gibi, “eller inin aras ında” tâbiri
“onun tarafından fark edilen, görülen” ya da “onun için âşikâ r olan” anlamına ge lirken, “onun arkas ında olan” tâbiri mecâzî olarak “onun haberdar olmadığı” ya da
“ondan gizli” olan şey anlamında kullanılmak tadır. Bkz. bundan sonraki not.
“…(ve) onu Allah her ne k i takdir e tmişse…” Lafzen, “Allah'ın emrinden”. Yukarıdak i bölümün çevirisini büyük ölçüde mu‘akk ibât (“bir şey in hemen peşinden giden
ya da gelen yahut kesintisiz olarak onu izleyen başka şey” anlamındaki mu‘akkib sözcüğünün çoğuludur) teriminin anlamı belirlemektedir. Klasik müfessirlerin
çoğu mu‘akkibât sözcüğüne “melekler kafilesi” yahut “melekler ordusu” anlamını, yani, her insana refakat eden ve kesintisiz olarak birbirinin peşinden görev
yapan kaydedici melekler anlamını vermişlerdir. Bunun bir sonucu olarak da min beyni yedeyhi ve min halfihî ibaresine “önünde ve arkasında sıralanan” yani, “insanı her yandan kuşa tan” anlamını, min emrillâh ibaresine de “A llah'ın buyruğuyla” anlamını vermişler ve böy lece mu‘akkibât sözcüğünden yola çıkarak âyeti
meleklere ve onların gözcülük görevlerine işaret olarak yorumlamışlardır.
Ne var ki, bu yorum bütün müfessirler tarafından desteklenmemektedir. İlk müfessirlerden bazıları mu‘akkibât teriminin, insanın, istek ve niyetlerini Allah'ın
irâdesinden bağımsız olarak gerçek leştirmesinde kendisine yardımcı olacaklarına inandığı ve böylesine boş ve bâtıl bir inançla bağlanıp güvendiği her türlü dünyevî
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 21/37
güçleri ve kav ramları işaret ettiğini söylemiştir; Râzî'nin kaydettiğine göre bu vecîz âyeti ünlü müfessir Ebû Muslim İsfehânî de aynı yönde yorumlamıştır. Adı
geçen müfessir 10. âyetle 11. âyetin baş kısmını aktarırken şöyle söylemektedir: “Allah'ın ilmine nisbetle, gizlice yapılan işlerle açıkça yapılanlar, gecenin
karanlığında kendini saklayan kimseyle gün ışığında (cüretle ortalıkta) dolaşan kimse hep aynıdır... Çünkü gece(nin örtüsün)e sığınan kimse (böyle yapmakla) asla
Allah'ın takdirinden (emr) kaçamaz, tıpkı yardımcılarıyla/refakatçileriyle (mu‘akkibât) çevrilmiş olarak gün ışığında dolaşan kimsenin bundan kaçamadığı gibi:
Çünkü o yardımcılar, o kimseyi Allah'ın emrine/takdirine karşı hiçbir şekilde koruyamazlar.” Biz de çeviride bu doyurucu yorumu esas aldık. Günahkâr kimsenin
güvenip dayandığı “koruyucu” ya da “destekleyici” güçler (zenginlik, soy-sop, zürriyet genişliği gibi) gözle görünür şeyler olabileceği gibi, (kişisel nüfûz, yüksek
toplumsal itibar ya da kişinin “şans”ına inanması gibi) soyut ve görünmez şeyler de olabilir; bu husus, min beyni yedeyhi ve min halfihî ibaresinin “hem kişinin
görüp farkında olduğu, hem de farkında olmadığı ya da kendisinden gizli” anlamına yorumlanması için bir dayanak oluşturmaktadır (bkz. önceki not).
“…Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını…” Lafzen, “içlerinde olanı”. Bu ifadenin olumlu ve olumsuz o lmak üze re ik i anlamı vardır : yani, insanla r kendi
nefislerini fesat ve yozlaşmaya terk etmedikçe Allah yardım ve esirgemesinden onları yoksun kılmaz (karş. 8:53); buna karşılık, yine Allah, bilerek-isteyerek
günah işleyen kimseler kendi içlerindeki eğriliği, olumsuz eğilimleri değiştirerek bunu hak etmedikçe, onlara rahmet ve inâyetini nasip etmez. En geniş anlamıylabu ifade, hem bireysel, hem de toplumsal hayata yön ve biçim veren; taşıyıcılarının ahlakî niteliklerine ve “iç dünyalarındaki” rûhî/mânevî biçimlenmelere göre
uygarlıkları yükselten ya da alçaltan ilahî sebep-sonuç ilke ya da ilişkisini, yani, sünnetullâhı dile getirmektedir (Kur’an Mesajı, Ra’d, 11. âyetin tefsiri).
Yine Muhammed Esed diyor ki:
“Bu böyledir, çünkü A llah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez; ve (bilin ki) A llah her şeyi işi ten, her
şeyi bilendir.” (8/Enfâl, 53)
“…Allah, bir topluma bahşe ttiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe…” A llah'ın, yaratılış olgusu ve yarattığı âlemler için belirlediği sebep-sonuç
ilkesi (ki bu, Kur’an'ın başka yerlerinde sünnetullah, “Allah'ın hüküm ve yara tışında irâde buyurduğu yol” olarak geçmektedir) çerçevesinde olmak üzere
yukarıdaki ifadenin geniş çağr ışım alanı hakkında yapılmış bir açıklama için, 13:11'deki “Allah insanların durumunu değiştirmez, tâ ki onlar kendilerini
değiştirinceye kadar” şeklinde geçen ifade için düştüğümüz nota bkz. “…asla değiştirmez.” Yani, nimeti ve esenliği geri almaz. (Kur’an Mesajı, Enfâl, 53. âyetin
tefsiri).
Ali Küçük diyor ki:
İnfitâr sûresinde de şöyle buyurulur: "Muhakkak ki üzerinizde koruyucu melekler vardır. Şerefli yazıcılar her yaptığınızı bilmektedirler." (82/İnfitâr, 10, 12). İşte
bütün bunlar A llah’ın sizin üzerinizde hâkimiyetini, Kahhâr oluşunu, sizi kendi halinize bırakmayıp sürekli sizinle diyalog halinde oluşunu, sizin hayatınıza karıştığını
ve sizin her ânınızı kontrol ettiğini gösterir. Hiç kimse bir tek saniye bile kendi başına değildir. İnsanın her hareke tini kontrol eden, her nefesini sayan melekler
vardır yanında. Zaten İslâm’daki melek inancının odak noktası da budur işte. Yâni öyle bir Allah’a inanacağız ki melekleri vâsıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde
olan bir Allah. Yâni böyle k imilerinin iddia ettikleri gibi dünyayı yara tmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş, dünyayla ilgilenmeyen ve ne haliniz varsa görün, bildiğiniz
gibi yaşayın diyen bir Allah değil.
Öyleyse anlıyoruz ki insan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyeti altındadır. İnsan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyetine mahkumdur. Alıp verdiği nefesler bile O’nun kontrolü,
izni ve hâkimiyetine tâbîdir. Her şey Onun gücü ve tasarrufu altındadır. Her şey Ona boyun eğmiştir. Ve O Kahhâr olan, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah
sizin üzerinize koruyucular göndermektedir. Sizlerin yeryüzünde yaşadığınız sürece işlediğiniz tüm amelleri tespit etsinler diye, sizi görüp gözetsinler, sizin
amellerinizi yazıp muhafaza etsinler diye ve de sizleri korusunlar diye meleklerini göndermektedir. Hadisin ifadesiyle söyleyecek olursak, bir an bile bu melekler
sizin üzerinizdeki korumalarını kaldırıverse şeytanlar tarafından kapılırdınız diyor Allah’ın Rasûlü.
Âyetin bu bölümünde de Rabbimiz, bize değişimin; bireysel ve toplumsal değişimin yasasını anlatıyor. İnsanlar ve toplumlar kendi kendilerini değiştirmedikçe,
kendi içlerinde olanı değiştirip kendi kendilerini iyiliğe doğru götürmedikleri sürece Allah onları değiştirecek değildir. Öyleyse eğer Rabbimizin bizi değiştirmesini,
bizi iyiye, doğruya, Hakka yönlendirmesini istiyorsak, biz önce kendimizi değiştirmek, kendimiz iyiye, doğruya, Hakka, hidâyete yönelmek zorundayız. Kendimizi
ıslah etmek zorundayız.
Evet Allah’ın bizim durumlarımızı değiştirmesini mi istiyoruz? İnsanların durumlarını, çevremizdekilerin, çocuklarımızın, hanımlarımızın, arkadaşlarımızın,
dostlarımızın, toplumun mevcut hayatlarını beğenmedik de Allah’ın değiştirmesini mi istiyoruz? Veya bu insanların bu toplumun hayatlarını bir kademe ileriye
götürmek, bir kademe daha güzelleştirmek, Müslümanlaştırmak mı istiyoruz? Kur’an ve sünnete uygun bir bireysel ve toplumsal yapıya kavuşmak mı istiyoruz?
Önce kendimizin ve toplumun hayatını değiştirmeye, Allah’ın istediği bir hayata yönelmeye mecburuz. Müslümanlığımızı güzelleştirme yoluna girmeye mecburuz.
Biz böyle bir adım atarsak, biz kendimizi değiştirmeye karar verirsek Allah da bizi değiştirecektir. Bir kimse kendisini değiştirmeyi istemedikçe Allah onu
değiştirmiyor. Bir toplum kendisini değiştirme yoluna girmedikçe Allah o toplumu değiştirmiyor. Bu Allah’ın değişmez bir yasasıdır. Yattığımız yerden Allah’ın bizi
değiştirmesini bek lememeliyiz. Bu sünnetullaha terstir.
Mala bakışı bozuk olan, dünyayla ilişkisini Allah’ın istediği bi-çimde ayarlayamayan, bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatını Allah’ın istediği biçimde
dengede tutamayan, evinde karısını ve çocuklarını Allah’ın istediği biçimde eğitemeyen, evinde Allah’ın, Peygamberin, kitabın, sünnetin isminin dahi geçmediği,
Allah’ın kitabından ve Rasûlünün sünnetinden habersiz bir hayat yaşayan bir ferdi, bir a ileyi, bir toplumu Allah asla değiştirmez. İnsanlar alıştıkları İslâm dışı
yerleşik hayatlarından rahatsız olup mevcut hayatlarından farklı Allah ve Rasûlünün istediği bir hayat programına geçmeye karar verip bu yola girmedikçe Allah
onları asla değiştirmez. Biz önce kendimiz değişikliğe talip olacağız, A llah da bizi değiştirecektir. Biz önce Allah’ın kitabıyla Rasûlünün sünnetiyle tanışacak, tüm
hayatımızı onlarla yargılayarak A llah’ın istediği bir hayata gireceğiz ki Allah da bizi düzeltsin. Okudukça hayatımız değişmelidir.
İşte İslâmî değişimin yasası budur. Küfrün ve şirkin de değişim anlayışları vardır. Bak ın insanlara, hep değişim istiyorlar, değişmeden yanalar değil m i? Yeterli
bulmuyorlar, tatmin olmuyorlar hep değişmeden ve değiştirmeden yanalar da onun için moda denen şeyi icad ediyorlar. Arabasını değiştiriyor adam, evini
değiştiriyor, modelini değiştiriyor, evindeki e şyasını değiştiriyor, değiştiriyorlar. Bu da küfrün değişim modelidir.
Allah bir toplumun fenalığını dileyince, bir topluma kötülük ulaştırmayı murad edince artık onun önüne geçilmez. Hiç kimse bunu engelleyemez. Onun takdirinin
önüne hiç kimse geçemez. Onun isyankarlara yazdığı azabı hiç kimse engelleyemez. Dünyada insanlara sınırlı bir özgürlük verir, ne yaparsanız yapın imtihan
gereği size dokunmuyorum der, ama bir kere de onlara bir kötülük dokundurmayı diledi mi artık onun önüne kimse geçemez. Onlar için Allah’tan başka hâmî de
bulunmaz. (Besâiru’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin Te fsiri).
Yine Ali Küçük diyor ki:
“Bu, bir topluluk iy i gidişini değiştirmedikçe A llah'ın da verdiğ i nimeti değiştirmeyeceğinden ve Allah'ın işiten bilen o lmasındandır.” (8/Enfâl, 53)
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 22/37
Evet salahla ilgili, ıslahla ilgili bir başka yasanın böylece gündeme getirildiğine şâhit oluyoruz. Herhangi bir toplum kendisini, kendi durumunu, kendi hayatını
değiştirmedikçe Allah da o toplum üzerindeki nimetlerini değiştirecek değildir. Bu Rabbimizin hikmetine terstir. Evet Rabbimiz herhangi bir topluma verdiği
nimetlerini değiştirmeyecektir. Bu nimet iman nimeti olabilir, hidâyet nimeti, sağlık nimeti, servet nimeti, güvenlik nimeti olabilir. B ir toplum kendisini değiştirip,
Allah’a kulluğunu bozup nankörleşmedikçe onlara verdiği nimetlerini Rabbimiz asla onlardan geri almamaktadır.
Tabii bu değişim müsbet de, menfî de olabilecektir. Rabbimiz tarafından beğenilen bir durum beğenilmeyen bir durumla değiştirilebileceği gibi, bunun tamamen
aksi de olabilecektir. Yâni bir toplum tavırlarıyla Rabbimizin kendilerine lutfettiği nimetlerine ehil olmadıklarını göstermedikçe onlara lütfettiği nimetlerini esirgemez,
çekip onların elinden geri almaz.
Meselâ Rabbimiz Kureyş’e nimetler göndermişti. Tüm dünyaya karşı büyük bir güven duygusu vermişti. İşte onlar kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, yâni
kendilerine Allah’ın Rasûlü geldikten sonra onu ortadan kaldırma eylemlerinden, Allah’la savaş cüretlerinden vazgeçmedikleri sürece Allah onlara verdiği bu
nimetlerini değiştirecektir. Ama insanlar iyiye doğru, Hakka doğru, kulluğa doğru bir düzelme gösterirlerse Rabbimiz onlara daha çok nimetler gönderiyor.Günahlara doğru, isyanlara doğru bir eğilim gösterdikleri zaman da Rabbimiz ellerindeki nimetlerini geri alıveriyor.
Evet bu yasa kâfirler için de, mü’minler için de geçerlidir. Kâfirlerin de mü’minlerin de bu yasayı bilmeleri gerekmektedir. Eğer her gün biraz daha güzel
Müslümanlığa yönelebilirsek, durumlarımızı biraz daha güzelleştirebilirsek, imanlarımızı, takvâlarımızı, teslimiyetlerimizi, amellerimizi, namazlarımızı biraz daha
güzelleştirebilirsek kesinlikle bilelim ki Rabbimiz bize daha çok nimetler gönderecektir. Ama şu anda imtihan için bize verilen nimetleri Allah’a kulluk yolunda
kullanmaz, bunların birer imtihan sebebi olduğunu unutursak kesinlikle bilelim ki bu nimetler e limizden alınacaktır. Hiç şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve bilendir
(Besâiru’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri).
Hayreddin Karaman, M. Çağrıcı, İ.K. Dönmez, S. Gümüş diyorlar ki:
Burada genel bir kural, İlâhî bir âdet açıklanıyor: Allah'ın kullarına sayısız nimetleri vardır, bunları baştan vermesinin veya esirgemesinin de ilâhî adalet ilkesiyle
çelişmeyen hikmet ve sebepleri mevcuttur. Ancak Allah verdiği bir nimeti durup dururken, nimete mazhar olan kulda bir değişiklik meydana gelmeden geri almaz,
zıddı İle değiştirmez. Önce insanlar, Allah'ın hoşnut olmadığı bir şekilde değişirler, öz değerlerine yabancılaşırlar, ellerindeki nimetin şükrünü yerine getirmez, onu
gerektiği yerde, gerektiği gibi kullanmazlar, şımarırlar, nimetlerin Allah'ın lütfü ile ilişkisini unutur, kerameti kendilerine mal ederler ; güç, servet, ilim, iktidar gibi
ilâhî nimetleri zulüm için kullanırlar... İşte böyle de|işen ve bozulan insanların elinden nimet, onu veren Allah tarafından alınır ve yer ine zıddı (felâket, mahrumiyet,
sıkıntı) verilir.
Yukarıda (8/52. âyet) müşriklere yönelik bir uygulamanın tarihî örneği verilmişti. Bu âyet ise genel kuralın, İlâhî âdetin, tarihte olup biten bazı örnek ve uy-
gulamalarını hatırlatmaktadır. Âyetlerden anlaşıldığına göre sosyal değişim daima düz bir çizgide ve ileriye veya önce ileriye sonra ger iye doğru seyretmez.
Allah'ın sünnetine (koyduğu kanunlara) göre değişimin belirleyici âmili ne tarihtir ne de insan irâdesi dışında bir başka sebeptir. Fert ve toplum olarak insanlar
kendi iradeleriyle inanç, ahlâk ve zihniyet bakımından değişirler. Bu değişme üst yapıda, kültür ve medeniyette de değişmeler meydana getirir, değişim kemale
doğru da zevale doğru da olabilir, değişimin ilâhî kanunu ve kuralı budur (Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, Enfâl, 53-54. âyetlerin tefsiri).
Kurtubî diyor ki:
“Onun önünden de, arkasından da kendisini Allah'ın emriy le koruyan izleyicileri vardır. Gerçek şu k i; bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da
hallerini değiştirip bozmaz. Allah, bir toplumun da kötülüğünü diledi mi, artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur. Onların, O'ndan başka bir vekilleri de olmaz.” (13/Ra’d, 11). Yüce Allah'ın: "Onun... izleyicileri vardır." Yani Yüce Allah'ın gece ve gündüz bir diğerinin yerine geçen melekleri vardır. Gece melekleri yukarı çık-
tımı, onların akabinde gündüz melekleri gelir.
"Gerçek şu ki; bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da hallerini değiştirip bozmaz." Yüce Allah bu âyet-i kerîmede bir toplum da -ya bizzat kendileri,
ya kendileri için gözetlemek durumunda olanlar, nezaret edenler, yahut herhangi bir sebep dolayısıyla kendilerinden sayılan bir kimse tarafından- bir değişiklik
meydana getirilmedikçe o toplumun durumunu değiştirmeyeceğini haber vermektedir. Meselâ, Uhud günü okçuların kendi nefislerindekini değiştirmeleri sebebiyle
Yüce Allah bozguna uğrayanların (önceki) hallerini değiştirmişti. Buna benzer şeriatte görülebilen başka misaller de vardır. Buna göre âyet-i kerîme; herhangi bir
kimse önce bir günah işlemedikçe ona hiçbir şekilde ceza gelmez anlamında değildir. Aksine başkalarının günahları dolayısıyla musibetler de gelebilir. Nitekim
Peygamber (s.a.s.): Sâlih kimseler aramızda varken helâk edilir miyiz? diye sorulunca, "Eğer f'ısk ve fücur artacak olursa evet" diye cevabını vermiştir.
(Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.)
"Allah bir toplumun da kötülüğünü" helâk ve azâbını "diledi mi artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur." Yüce Allah, bir toplumun hastalık ve türlü rahatsızlıklar
gibi bir takım belâ ve musîbetlere uğramalarını dileyecek olursa, onun belâsını hiçbir kimse geri çeviremez.
Bir diğer açıklamaya göre Yüce Allah, bir kavim hakkında kötülüğü dileyecek olursa, onların basiretlerini köreltir ve onlar da belâ ihtiva eden şeyi tercih eder ve
onu işlerler. Böylelikle kendi ayaklarıyla helâklarına doğru yürürler. O kadar ki; onlardan birisi kendi eliyle, kendisini öldürmenin yollarını araştırır, kendi ayakları
ile kendi kanını akıtmaya doğru yol alır hale gelir.
"Onların O'ndan başka bir vekilleri" bir sığınakları "da olmaz." es-Süddî'nin yaptığı açıklamanın anlamı budur. Bir diğer açıklamaya göre; A llah'ın azabına karşı
onları koruyacak bir yardımcıları olmaz (El-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin tefsiri).
Yine Kurtubî diyor ki:
“Bunun sebebi şudur: Bir kavim nefisler inde olanı değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir. Ve şüphesiz ki Allah her şeyi işitendir,
bilendir.” (8/Enfâl, 53). Bu buyruk, (azap için) gerekçe mâhiyetindedir. Yani, bu şekilde cezalandırma, onların Allah'ın nimetini değiştirmeleri, tebdil etmeleridir.
Kureyş içine Allah'ın nimeti; verimlilik ve bolluktur; güvenlik ve âfiyettir: "Görmediler mi ki Biz onlara güvenilir bir haram (belde) kıldık. Bununla birlikte onların
etrafındaki insanlarda kapılıp alınmaktadırlar..." (29/Ankebût, 67) es-Süddî der ki: Allah'ın onlara nimeti Muhammed (s.a.s.)'dır. Ancak onu inkâr ettiler. O
bakımdan o da Medine'ye göç etti, İlâhî ceza da müşrikleri buldu (El-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri).
İzzet Derveze diyor ki:
Sosyal Değişim Yasası
"Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştir inceye, bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz." Bu cümle üzerinde durup düşünmek gerek ir.
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 23/37
Çünkü Yüce Allah'ın toplumsal hayata egemen kıldığı bir sosyal yasaya dikkat çekmektedir. İnsanlık, bu yasa uyannea nimet ve intikam, refah ve yokluk, dirlik ve
bozgunculuk a rasında sürekli bir değişim ve dönüşüm yaşamaktadır. Ayrıca âyet-i kerimede tüm zaman ve mekânlardaki insanlara yönelik evrensel bir mesaj yer
almaktadır. İnsanların sahip oldukları nimetler, zaman zaman yaşadıkları cezalandırma amaçlı musibetler, iyilikler ve inim inim inleten felâketler durduk yerde
ortaya çıkmazlar. Tam tersine bu durumların, insanlığın tutum ve davranışları ile, hayat tarzı ile doğrudan ilgisi vardır. Eğer insanlar bir yerde güçlü ve onurlu bir
hayat sürdürüyorlarsa, huzurlu ve başarılı bir toplum örneğini sergiliyorlarsa, bunun tek nedeni hayat biçimlerinin hak ve doğruluk esaslarına dayanıyor olmasıdır.
Üzerinde bulundukları bu hayat biçimini sürdürdükleri bu dosdoğru yoldan sapmadıklar ı sürece, konumlarının iyi niteliği kötülükle değiştirilmez. Bir yerde herhangi
bir toplum güçsüz ise, musibetlerden belini doğrultamıyorsa, zillet içinde yaşıyorsa, yoksulluk çekiyorsa, hayatına kelimenin tam anlamıyla anarşizm egemen-se,
kuşku yok ki, bunun tek nedeni, adı geçen toplumun hayat biçiminin sapıklığa, boş vermişliğe ve bozgunculuğa dayanıyor olmasıdır. Bu toplum, dengeli bir hayat
çizgisine dönüş yapmadıkça, doğruluk ve dirlik yolunu izlemeye başlamadıkça, içinde bulunduğu kölü durum iyilikle yer değiştirmez, olumsuz hali, olumlu hale
dönüşmez. Bu realite, eşyanın hakikatine yönelik dikkatli bir bakış ile daha bir belirginlik kazanır. Cümledeki ifade mutlak oluşun, ortaya konan gerçeğin, bütün
insanları, bütün ortamları, bütün sınıfları, bütün ulusları, bütün dinleri ve bütün sosyal, ekonomik ve politik durumla rı kapsadığını anlatmaktadır. Bu bakımdan
ifadenin Kur'an-ı Kerim'de yer a lan hikmetli özdeyişlerin, deyimlerin ve somut örneklerin en vurgulayıcısı, en çarpıcısı ve en etkileyicisi olarak nitelendirilmesi
yerindedir. Enfal sûresinde, bir ölçüde bu ifadeyi çağrıştıran bir âyet yer almaktadır: “Bir kavim kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarakbağışladığını değiştirici değildir.” (8/Enfal, 53). Ne var ki, incelemekte olduğumuz cümle, hem nimet, hem de musibet halini kapsayacak şekilde mutlak olması
bakımdan daha geneldir.
"Allah bir topluluğa kötülük diledimi..." ifadesini açıklarken, bir topluluk olumsuz tavırları dolayısıyla Allah'ın cezasını hakettiği zaman.... şeklinde bir de-
ğerlendirmede bulunduk. Görüldüğü gibi bu değerlendirmemiz âye tin atmosferi ile örtüşmektedir. Âyet-i kerimede şu gerçek net biçimde ortaya konmaktadır:
İnsanlar, kendi iradeleri ile nefislerinde olanı değiştirme kabiliyetine ve yetkisine sahip oldukları için yapıp ettiklerinin sorumluluğunu taşıyorlar. Vardığımız bu
sonuç çeşitli münasebetlerle vurguladığımız gibi, Kur'an direktifleriyle de bağdaşır niteliktedir (et-Tefsîru’l Hadîs, Ra’d, 11. âyetin tefsiri).
Yine İzzet Derveze diyor ki:
Allah'ın dünya toplumları için koyduğu kanundan -burada kasıt sünnetullahtır- bahsedilmiştir. Allah, bir kavme verdiği nimeti değiştirmez. Emniyetlerini korkuya,
zenginliklerini fakirliğe, izzetlerini zillete, selametlerini helaka dönüştürmez. Ama o kav im, eğer Allah'ın sağlam yolundan sapar, günahlara ve kötülüklere dalarsa o
taktirde Allah verdiği nimeti değiştirir. Şüphesiz Allah, işiten ve bilendir. O, her şeyi işitir, her şeyi bilir ve kullarına yaptıkları ile muamele eder.
Yukarıdaki âyetler, Bedir Savaşı'nın sonuçlarını izlemek sûretiyle önceki âyetlere bağlıdır. Kâfirlerin durumunun, dünyevi azap yönünden Firavun kavmi ve daha
önceki kavimler gibi olduğunu, ahirette de onlarla aynı âkıbeti paylaşacaklar ını bildiriyor. Kâfirlerin başlarına gelen felâketi edebî bir üslûpla tahlil eden âyetler,
onların, bu felâketi tutumlarından ve küfürlerinden ötürü hakettiklerini ifade ediyor.
Değişimin Yasası ve İçerdiği Sosyal Öğre tiler
Burada, bütün zaman ve nesilleri içine alan mutlak bir ifade kullanılmış, Ölümsüz bir sosyal gerçekliğe dikkat çekilmiştir. Gerek olumlu gerekse olumsuz yönde bir
toplumun sosyal değişimi, toplumun kendini değiştirmesine bağlıdır. Allah'nm toplum tabiatına koyduğu kanun budur. Yani, bir topluluk içinde bulunduğu olumsuz
yapıdan, olumlu ve daha iyi bir sosyal yapıya ulaşmak için sahip olduğu olumsuz değer yargılarını olumlu yönde değiştirmek zorundadır.
Bu âyette, nimetin değişimi yani, iyiden kötüye bir değişim sözkonusudur. Bunun sebebi âyetin nüzul sebebi ve indiği zamandır. Ra’d sûresinin 11. âyet-i
kerimesinde ise, hem iyiden kötüye hem de kötüden iyiye bir değişimden bahsedilmiştir. Nitekim, âyette şöyle buyuruluyor; "Bir kav im kendinde olanı
değiştirmezse Allah ta onların durumunu değiştirmez." Bu cümlenin açıklanmasını yaparken çift yönlü değişimin, toplum bireylerinin çaba ve gayre tine bağlı
olduğunu söylemiştik. Çünkü Allah insana bu kabiliyeti vermiş ve ona sorumluluk yüklemiştir.
Bir kısım müfessirler, Tabiin ulemasından Süddi'ye nisbet ettikleri bir kavli naklct-mişlerdir. 53. âyet hakkındaki bu kavle göre, âyette geçen nimet, Allahtarafından Ku-reyş'e, Muhammedi risalet ile verilen nimettir. Kureyş, Muhammed (s.a.s.)'i yalanlayınca, Allah bu nimeti Medineli Ensara verdi. Ancak Muhammedi
mesajın, Kureyş için büyük bir nimet ve Hz. Peygamber'in kıyâmete kadar bütün alemlere bir rahmet olarak gönderilmesi göz önüne alınırsa, âye tin mânâsından
da anlaşılacağı üzere Kur'an'ın sosyal hikmetlerinden birini en kapsamlı, en geniş bir şekilde ele aldığı görülecektir. Bunu, Kureyş'in sözkonusu risalet nimetinden
ebediyyen mahrum bırakılın ayışı, sadece az bir zaman bu nimetten mahrum kalması da teyid ediyor. Fetih gerçekleştikten ve Mekke halkı Allah'ın dinine girdikten
sonra Kureyş de bu nimetten yararlanmaya başladı (et-Tefsîru’l Hadîs, Enfâl, 53. âyetin tefsiri).
Fahreddin Râzî diyor ki:
Küfran Olmadıkça Nimet Geri Alınmaz
Cenâb-ı Hakk'ın “Bir kavim, kendinde olan durumu değiştirip bozmadıkça, hiç şüphesiz Allah da, onu değiştirip bozmaz” buyruğuna gelince, bu hususta, bütün
müfessirler bundan murâdın, "Allah, onlardan isyan ve fesatların zuhur etmesi durumu hâriç, onlardan intikam almak sûretiyle içinde bulundukları nimetleri
değiştirmez" mânâsı olduğunu söylemişlerdir. Kâdi demiştir: "Âyetin zâhiri, ancak bu mânâya gelebilir. Zira Allah, dünyada olan nimeti, kullardan gelen bir sebep
olmaksızın verir. Yalnız, cezalandırma böyle değildir (Ceza, ancak kuldan gelen bir duruma karşılık verilir.) Çünkü Allah Teâla, gerek uhrevî ve gerekse dünyevî
nimetleri sebep olmaksızın (hak edilmeksizin) verir ve bu hususta dilediğini, dilediğinden üstün kılar. Şu halde Hak Teâlâ'nın âyette bahsettiği "değiştirme"den
muradı, helâk etme ve cezâlandırmadır."
Sonra müfessirler ihtilâf etmişler ve bazıları, "Bu söz, daha önce geçen "(Müşrikler) senden, iyilikten önce çarçabuk kötülük isterler" (13/Ra’d, 6) âyeti ile ilgilidir.
Binâenaleyh Allah Tealâ, o müşriklerin başına, onların küfür ve günahta ısrar edecekleri iyice belli oluncaya kadar, köklerini kazıyacak bir azab indirmeyeceğin
beyan etmiştir" demişlerdir. Hatta bunlar şöyle de demişlerdir: "Onların içinde, ileride iman edecek kimseler olduğu veya onların soyundan iman edecek kimselerin
geleceği bilinir ise, Hak Teâlâ onların kökünü kurutacak bir azab indirmez." Diğer bazılar "Aksine âyetteki bu ifâde, mutlak mânâsı üzere geçerlidir ve bundan
murac "alabildiğine fesada dalmış ve Allah'a kulluk etmede yollarını bozup değiştirmiş her kavimden, Allah nimetlerini giderir (geri alır) ve onların üzerine çeşit
çeşit azablar indirir" mânâsıdır" derlerken, bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Bu kavimlerin içinde yaşamakta olan mü'minler de, bazan o azaba dûçâr olurlar." Hz.
Ebu Bekir (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Eğer insanlar bir zâlimi görür ve ona engel olmazlarsa, Allah'ın herkese şâmil bir azab
indirmesinden korkulur."
Ebû Ali el-Cübbâî ve Kâdî, bu âye ti iki meselede delil getirmişlerdir:
Birinci Mesele: Allah Teâlâ, babalarının günahları yüzünden, müşriklerin (küçük iken ölen) çocuklarına azab etmez. Çünkü onlar. Allah'ın kendilerinde olan hiçbir
nimetini değiştirmemişlerdir ki, Allah da onların halini, nimetten azaba değiştirsin.
İkinci Mesele: Onlar (muhtemelen ehl-i sünnet'i kastederek) şöyle demişlerdir: "Âyet, Cebriye'nin şu şekildeki: "Kul, daha bâliğ olur olmaz, ondan ileri gelen bir
sebep olmaksızın, Allah onu saptırıp hidâyetten mahrum bırakabilir. Bu ise, cezalandırmaktan daha müthiştir. Üstelik kulun tağyiri (bozması) da sözkonusu
değildir" görüşünün yanlışlığına delildir.
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 24/37
Cevap: Âyetin zahiri, Allah'ın bu "değiştirme" meselesindeki fiilinin, kulun "değiştirme" fiilinden sonra olduğunu gösterir. Ama "Siz, Allah dilemedikçe,
dileyemezsiniz" (76/İnsan, 76) âyeti, kulun fiilinin, Allah'ın fiilinden sonra olduğuna delâlet eder. Böylece sanki bir tearuz ortaya çıkmaktadır.
Cenâb-ı Hak, "Allah bir kavmin de fenalığını diledimi, artık onun reddine hiç bir (çare) yok" buyurmuştur. Alimlerimiz, bu âyeti kulun fiillerinde bağımsız olmadığına
delil getirerek şöyle demişlerdir: Çünkü kul, kâfir olduğunda, Allah Teâlâ'nın, o kulun dünyada ayıplanmaya, âhirette de cezaya müstehak olduğuna
hükmedeceğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh kul şâyet imanı elde e tmede bağımsız olsa idi, o zaman Allah'ın, kendisi hakkında irâde ettiği şeyleri reddetmeye de
kadir olurdu. Bu durumda Hak Teâlâ'nın, "Allah bir kavmin de fenalığını diledi mi, artık onun reddine hiç bir (çâre) yok" buyruğu geçersiz olmuş olurdu. Böylece
önceki âyet, her nekadar Mu'tezile'nin görüşü lehine bir delil ihtivâ ediyor gibiyse de, bu âye tin de bizim (ehl-i sünnet) mezhebinin doğruluğuna delâlet eden en
kuvvetli delillerden biri olduğu sâbit olur. Dahhâk, İbn Abbas (r.a.)'ın: "O mu'akkıb (takibçi melekler) hiçbirşeyi savuşturamaz" dediğini; Atâ da yine İbn Abbas
(r.a.)'ın: "Allah'ın bununla, benim azâbımı ge riye çevirecek olan, benim hükmümü bozacak hiç bir şey yok tur" mânâsını kastetmiştir" dediğini rivâyet etmiştir.
Cenâb-ı Hak, "Onlar için O'ndan başka bir veli de yoktur" yani, Allah'ın dışında onlara ve li olacak, Allah'ın kaza ve kaderini onlardan savuşturabilecek hiç kimseyoktur" buyurmuştur. Bu, "onların işlerini deruhte edecek İlâhî azabı onlardan defedecek bir sahib ve yardımcıları yoktur" demektir (Mefâtihu’l Gayb -Tefsîr-i
Kebir-, Ra’d 11. âyetin tefsiri).
Yine Fahreddin Râzî diyor ki:
8/Enfâl, 52-54. âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır:
Firavun İle Mekke Müşrikleri Arasında Benzerlik:
Allah Teâlâ, daha önce de açıkladığımız gibi, Bedir'de kâfirlerin ahirette başına gerek bu dünyada gerekse indirdiği ve indireceği azabları, cezaları beyan edince,
bunun peşinden bunun, kâfir ve zâlim olan herkes hakkında tatbik etmiş olduğu yolu ve âdeti olduğunu da beyan ederek. "Firavun hanedanının gidişi gibi"
buyurmuştur. Buna göre mânâ, "Bunların küfürleri konusundaki âdetleri, tutumları, tıpkı küfürleri hususunda Firavun hanedanının âdeti gibidir " şeklindedir.
Binaenaleyh onlar, boğulmakla cezalandırıldıkları gibi, bunlar da öldürülmek ve esir alınmakla cezalandırılırlar. Arapça'da, de'b kelimesinin asıl mânâsı, bir şeyi, işi
sürdürmek anlamına gelir. Nitekim, denilir ki, yani, "Falanca, o işe devam ediyor, onu sürdürüyor ve o hususta kendisini yoruyor" demektir. İnsan, âdetlerine
devam edip onu sürdürdüğü için de, bu âdet ve tutuma, de'b adı ve rilmiştir.
Daha sonra C enâb-ı Hak, "Çünkü Allah, en büyük kuvve tin sahibidir, cezası pek çetin olandır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı, onların başına gelen
bu peşin, dünyevî azabtan başka, tehir edilmiş ve e rtelenmiş bir başka azâblarının daha olduğuna dikkat çekmedir. Daha sonra C enâb-ı Hak, onlara indirdiği o
azabın sebebi yerine geçebilecek bir hususu zikrederek, "Bunun sebebi şudur: Bir kavim, nefislerinde olan iyi hali değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti
değiştirmez" buyurmuştur.
Bu tabirle itgili birkaç mesele vardır:
Allah'ın Takdiri İle Kulun Fiili Arasındaki Münâsebet
Kâdî şöyle demektedir: "Âyetin mânâsı şudur: Allah Teâlâ onlara akıl, kudret vermek; engelleri ortadan kaldırarak yollarını kolaylaştırıp âsân etmek suretiyle
in'am ve ihsanda bulunmuştur. Onun böyle yapmasının maksadı, onların. Allah'a ibadet ve şükürle meşgul olmaları, küfürden vazgeçmeleridir. Fakat onlar bu
durumları fısk ve küfr cihetine sarfedince, Allah'ın onlara olan nimetlerini değiştirmiş oldular. Böylece de hiç şüphesiz onlar, nimetin gazab-ı İlahî ile: lütuf ve
keremin de, mihnet ve azâb ile değiştirilmesine müstehak oldular." Kâdî sözüne devamla şöyle demektedir: "İşte bu husus, Allah Teâlâ'nın hiç kimseye işin
başında azâb ve zarar ve rmediğine; O'nun yaptığı şeyin, daha önce işlenmiş birtakım günahlara ve rdiği bir karşılık olduğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir.
Binâenaleyh muarızlarımızın dediği gibi, eğer Cenâb-ı Hak o insanları ve onların bedenlerini ve akıllarını cehennem için yaratmış olsaydı, bu doğru olmazdı."
Âlimlerimiz de, âyetin zâhirinin İmam Kâdî'nin dediği şeyi hissettirdiğini, ama âyeti bu mânâya hamlettiğimiz takdirde, Allah'ın sıfatının insanın fiiline bağlı olması
gerekeceğini söylemişlerdir. Çünkü eğer A llah'ın hükmü bu değiştirme ve iradeye göre olsaydı, o zaman bu hüküm ancak insanın o fiili yapması halinde tahakkuk
eder; kuldan böyle bir fiil sâdır olmadığı zaman da, Allah'ın o hükmü ve iradesi tahakkuk etmemiş olurdu. Bu durumda da insanın fiili, Allah'ın zâtında bir sıfatın
meydana gelmesinde müessir olmuş olurdu ve böylece insan, Allah'ın sıfatım değiştirmiş ve onda tesirli olmuş olurdu. Halbuki bunun böyle olamayacağı aklın
bedaheti ile sabittir. Şu halde bu âyeti zahiri mânâsına hamletmenin mümkün olmadığı; doğrusunun Allah'ın, sıfatının, yaratıkların sıfatlarına galip gelmesi olduğu
anlaşılır. Dolayısıyla (o hususta) Allah'ın hükmü ve kazası olmaz ise, kulun herhangibir işi yapması veya sözü söylemesi imkânsızdır (Mefâtihu’l Gayb -Tefsîr-i
Kebir-, Enfâl, 53. âyetin tefsiri).
Vehbe Zuhaylî diyor ki:
"Bir millet" sahip olduğu güzel halleri bırakıp çirkin huylar edinerek, günah işlemeyi adet haline getirerek "kendini bozmadıkça Allah onların" içinde bulundukları
sıhhat, afiyet ve nimetlerini "değiştirmez," yani nimetlerini ellerinden çekip almaz. "Allah bir kavmin fenalığını" azabım dileyince "artık onun önüne geçilmez".
Bu koruyucu meleklerin birçok görevleri vardır: Bazıları insanı Allah'ın izni ve emri ile gece ve gündüz, ona zarar verecek şeylerden ve kazalardan korurlar. Bu
görevi belirli melekler üstlenmiştir. Bunlar iki tane olup, biri arkada diğeri de önde, bu vazifeyi ye rine getirir. Bazı melekler, iyi ve kötü amelleri yazarlar. Bunlar da
iki kişi olup, insanın sağında ve solundadırlar. Sağdaki melek iyilikleri soldaki ise kötülükleri yazar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sağında ve solunda, onunla
beraber oturan iki alıcı melek , yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zaptederler." (50/Kaf, 17-18). Dolayısıyla her insanın yanında gündüzleyin dört
melek, geceleyin dört başka melek vardır. Bunlardan ikisi koruyucu ikisi de amelleri yazan melektir.
Buhârî'de geçen bir sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Sizi geceleyin bir gurup melek, gündüzün de bir gurup melek takip eder. Sabah ve ikindi namazlarında bir
araya gelirler. Sizinle beraber geceleyen melekler A llah'ın huzuruna çıkarlar. Allah, sizi en iyi şekilde bildiği halde onları 'Kullarımı ne halde bıraktınız?' diye sorar .
Melekler de 'Onların yanına geldiğimizde namaz kılıyorlardı. Bıraktığımızda da aynı haldeydiler' der ler". Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Muhakkak ki
tuvalete gitmeniz ve cima yapmanız dışında sizden hiç ayrılmayanlar vardır. Onlardan çekinin ve onlara hürmet edin".
İbn Abbâs (r.a.) 11. âyet hakkında şöyle der : "İnsanoğlunun ardında ve önünde kendisini koruyan melekler vardır. Allah'ın takdiri geldiği zaman, onu terkederler.
Etrafında gözcülük yapan melek lerin, amellerini kontrol ettiklerini, söz ve davranışlarını kaydettiklerini bilen bir kimse, Rabbinin emirlerine karşı gelmekten son
derece sakınır ve aleyhine kaydedilip kıyamet günü aniden karşısına çıkmasın diye isyandan ve günahlardan uzak durmaya çalışır. Bu durum aynen, erginlik
çağından vefata kadar kayıt yapılan bir teyp kase tine benzer.
"Allah'ın emri ve izniyle onu gözetirler." Onlar insanı, Allah kendilerine bunu emrettiği için korurlar. Veya insan günah işlediği zaman, tevbe etmesini ve Allah'a
dönmesini ümit ederek onun için dua edip, Rabbinden ona mühlet vermesini isteyerek onu Allah'ın azabından korurlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "De ki:
'Geceleyin ve gündüzün sizi Rahmân’dan kim koruyabilir?" (21/Enbiyâ, 42). Allah Tealâ, burada suç yokken cezalandırmanın olmayacağını bildirerek ihsan ve
adaletinin ne kadar şümullü olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Bir millet", toplum yapısını yıkan, milletin tabiatını bozan zulme, is yana, bozgunculuğa,
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 25/37
kötülüklerin ve günahların işlenmesine bünyesinde izin vererek "kendini bozmadıkça Allah, onların içinde bulundukları" nimetleri, sıhhat ve a fiyeti "değiştirerek", bu
nimetleri onlardan uzaklaştırmaz ve bu şekilde "onları cezalandırmaz".
Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Mace, Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.)'dan, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmişlerdir: "İnsanlar zâlimi görüp de ona mânî
olmazlarsa, Allah'ın azabının o milleti kuşatması yakındır." Şu âyet de, bu mânâyı pekiştirmektedir: "Aranızdan yalnız zâlimlere erişmek le kalmayacak fitneden
sakının." (8/Enfâl, 25)
İslâm tarihinin geçmiş asırlardaki olayları açık bir şekilde göstermektedir ki Allah Teâlâ, İslâm ümmetinin içinde bulunduğu izzet, kuvvet, refah, istiklâl, ilim,
siyaset, ekonomi ve toplum hayatındaki basan gibi nimetleri, ancak onlar kendi hallerini değiştirip, Kur'an'dan başka sistemleri geçerli kılarak dinlerini ihmal
ettikten, Peygamberlerinin (s.a.s.) sünnetini terkedip, başkalarını taklit ederek aralarındaki ya rdımlaşma bağlan zayıfladıktan, ahlâklan kötüleşerek aralannda
büyük günahlar yayıldıktan sonra değiştirmiştir. Allah, yeryüzünü onu ıslah edip düzeltenlere vaadederek şöyle buyurmuştur: "Yeryüzüne ancak onu iyi ve doğru
bir şekilde imâr eden kullarımın mirasçı olduğunu..." (21/Enbiyâ, 105). "Yeryüzü şüphesiz Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kı lar. Sonuç, Allah 'a karşıgelmekten sakınanlarındır." (7/A'râf, 128)
Daha sonra Allah Tealâ, azap etmeye mutlaka kadir olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Allah, bir millete fakirlikle, hastalıkla, işgal edilmekle veya benzeri
belâlarla azab etmeyi dileyince hiçkimse onlardan bu azabı uzaklaştıramaz. Onlar için Allah Tealâ'dan başka, işlerini üzerine alan, onlara fayda sağlayıp zararı
uzaklaştıran bir yardımcı da yoktur. Şu ilâh oldukları iddia edilen putlar ise faydalı şeyi yapmaktan ve zarar veren bir eziyeti def etmekte âciz oldukları için ilâh
olmaya asla müstehak değildirler". Bütün bunlar göstermektedir ki Allah, ne zaman olursa olsun insanlara azab etmeye muktedirdir. Dolayısıyla azabı hemen
istemek ne aklın ne de hikmetli olmanın gereğidir.
Âyetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Âyetler, şu hususlara işaret etmektedir:
Allah'ın tahsis etmesiyle insanın yanında gece ve gündüz dört melek vardır. Bunlardan ikisi onu korurken diğer ikisi yaptıklarını kaydederler. Bu melekler gece ve
gündüz nöbetleşerek, insanın amellerini takibata alıp yazarak muhâfaza ederler. Hasan Basrî şöyle der: "İnsanı takib eden dört melek vardır ve bunlar sabah
namazında bir araya gelirler."
"Allah'ın emri ve izniyle" demektir. "Min", ile mânâsınadır. Sıfat harfleri birbirlerinin yerine kâimdirler. Ferrâ der ki: "Âyette takdim tehir vardır. Takdiri:
İnsanoğlunu, Allah'ın emriyle takibedenler vardır. Onu ardında ve önünde gözetirler, şeklindedir."
Meleklerin bizi korumakla görevlendirilmeleri, bizi hayırlı işler yapmaya ve Allah'a itaat etmeye teşvik eder. Ayrıca bu sayede insan günahlara karşı daha çok
tetikte olur. Kulların yaptıkları amellerin yazılması konusunda ise kelâmcılar şöyle demişlerdir: "Yazılan bu sayfalar, tartıldıklarında hangi kefenin ağır geldiğini
anlamaya yara r. Zira A llah'a yapılan ibâdetlerin konulduğu kefe ağır basarsa sahibinin cennet ehlinden olduğu anlaşılır. Eğer aksi olursa sahibi, cehennem-
liklerdendir."
Bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez. Bir millet, ya bizzat kendisi bozulur veya idarecileri onları değiştirir ya da herhangi bir
sebepten dolayı içlerinden biri, bozulmaya vesile olur. Meselâ: Uhud günü okçular Rasulullah (s.a.s.)'ın emrine isyan edip kendilerini değiştirdikleri için Allah da
müslümanların durumunu değiştirip, onları hezimete uğratmıştır. Müfessirlere göre âyetten maksat şudur: "İnsanlar, Allah'a isyan edip, hallerinde bozulma
meydana gelmedikçe Allah Tealâ, durumlarını değiştirerek içinde bulundukları nimetleri ellerinden almaz."
Bu mânâ, cemaate yöneliktir. Fert ise bazen başkasının günahı sebebiyle belâ ve musibetlerle karşı karşıya kalabilir. Bunun için kendisinin günah işlemiş olması
şart değildir.
Eğer Allah, insanlara hastalık gibi bir belâ ve rmek isterse artık o belânın önüne geçilmez. Denilmiştir ki: "Âyetin mânâsı şöyledir: 'Eğer Allah, bir milletin azabını
dilerse onların basiretlerini köreltir, onlar da belâya sebep olacak şeyleri seçip onu yapar, helak olmaya ayaklarıyla giderler. Dolayısıyla kötü akıbetlerini elleriyle
aramış, kanlarını akıtmaya tıpış tıpış gitmiş olurlar. Allah'ın dilemesi ve azabı karşısında hiç kimse ne bir sığınak ne de bir yardımcı tefsir etmek daha doğrudur:
"İnsanlık için, Allah’tan başka kimse yoktur; tanrı oldukları iddia edilen put ve benzerleri ise hiç bir şey yapabilecek durumda değildirler. Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile. yaratmayacaklardır. S inek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen
de istenen de âciz!" (Hacc, 22/73). (Tefsîru’l Münîr, Ra’d, 11. âyetinin tefsiri).
Yine Vehbe Zuhaylî diyor ki:
Allah Teâlâ hükmünde -bir kimseye lütfettiği nimeti, ancak onun işlemiş olduğu günah sebebiyle değiştirdiğini ifade ederek- tam adâletli olduğunu belirtmekle; o
gelen azabın kötü amelden dolayı geldiğini, Kureyş'i Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri inkâr e ttikleri için helak ettiğini haber vermektedir. Nitekim şu âyet debunu ifade eder: "Allah bir kavmi, özlerindekini değiştirip bozmadıkça, şüphesiz onun halini değiştirip bozmaz. Allah bir kavmin de kötülüğünü dilemedi mi, artık
onun alıkonmasına çare yoktur. Onun için, ondan başka bir veli de yoktur" (13/Ra'd, 11).
Açıkça anlaşılıyor ki, nimetlere hak kazanmak, inanç düzgünlüğüne, güzel amele ve ahlâk yüceliğine bağlıdır. Nimetlerin elden gitmesi de küfür, bozgunculuk ve
kötü ahlâk sebebiyle olur. Ancak bazan bu yavaş yavaş olabilir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âye tte: "Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba
yaklaştıracağız." (68/Kalem, 44) buyurur.
Bütün insanlar, Allah'ın gözetimi altındadır. Onun için: "Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici ve kemaliyle bilicidir" buyuruyor. Yani, peygamberi yalanlayanların
söylediklerini işiten ve yaptıklarını bilendir. Sonra Cenab-ı Hak, geçen sözü pekiştirmekte ve onu açarak bir daha: "Firavun hanedanının gidişi gibi" buyurmakta, bu
suretle benzerlik yönünü pekiştirmekte, birinci sözde yakalamaktaki maksadı -boğmak- ölüm anında başlarına gelen cezayı, ahirette de kabirde gelecek olan şey i
açıklamakta, azabın birinci sebebinin, Allah'ın âyetlerini, yani ilâhî delilleri inkâr etmek ve ikinci sebebinin Rablerinin âyetlerini yalanlamak yani terbiye, ihsan ve
nimet şekillerini -çok ve birbiri a rdınca gelmiş olmalarına rağmen- inkâr olduğunu açıklamaktadır. "Rablerinin âyetleri" sözü de nimete karşı nankörlük ve hakkı
inkâra daha çok işaret etmektedir. Kısacası bu azap edilenler, hem Allah'ın varlığını ve birliğini, hem de Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri inkâr etmişlerdi.
Cenab-ı Hak âyeti: "Hepsi de zâlimlerdi" sözüyle bitirmiştir. Yani Kureyş müşrikleri de, Firavun hanedanı da hem küfür ve masiyetle kendilerine zulmetmişler, hem
de eza vermekle diğer insanlara zulmetmişlerdi. Şüphesiz Allah Teâlâ da, onlara verdiği nimetleri onlardan alarak zulüm ve günahları sebebiyle, onları helak etti.
Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar, kendilerine zulmettiler. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
Kureyş müşrikleri, küfürleri ve masiyetleri sebebiyle, sadece öldürülme ve nimetlerin ellerinden alınması cezasıyla cezalandırıldılar. Ondan öncekilerin azabı ise,
daha şiddetli oldu. Firavn hanedanının denizde boğulması, Ad kavmine rüzgâr ve Semud kavmine de çok şiddetli bir çığlığın gönderilmesi gibi.
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 26/37
Âyetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Servet ve mal bolluğu içinde olsalar da, kâfirlerin hali ne kadar kötüdür. Çünkü sonuçta kötü sonla karşı karşıya ka lacaklar. Şu halde meseleye yüzeysel olarak
bakanların sandığı gibi mutluluk, mal ve çoluk çocukla değil, iman, kalp huzuru ve dünyayı ahirete yönelik amellerle değerlendirmekledir. Bu gibi kâfirler, her
yerde her zaman bedbahttırlar. Keşke onlar, tarihte kendilerinden önce geçenlerden ibret ve öğüt alsalardı.
Müşrikler, Peygamber (s.a.s.)'e ve mü’minlere şiddetli eziyetlerde bulundular. Onlarla çok çetin savaşlar yaptılar. Mekke'deki mallarını ele geçirdiler, fakat sonuç
ne oldu? Hayır mı ele geçirdiler, yoksa şer ve kötülük mü topladılar?
Şüphesiz onlar, Bedir"de en feci şekilde öldürüldüler. Canlan alınırken en şiddetli şekilde dövüldüler. Meleklerin azap ettiği sıra onların hali bize görünseydi, son
derece şaşılacak bir hal görürdük. Hasan el-Basrî der ki: Bir adam Rasulullah (s.a.s.)'e: "Ya Rasûlullah! Ben Ebû Cehl'in sırtının nal gibi olduğunu gördüm" deyince,Rasulullah (s.a.s.): "O, meleklerin dövmesinden" buyurdu.
Sonra onlar, cehennemde en şiddetli azabı, hissen ve mânen tadacaklar. Onların dünya ve ahirette azabla karşı karşıya kalmaları, kendilerine zulüm yapılması
değildir. Allah, asla kuluna zulmetmez. Çünkü O, yolunu açıklamış, peygamberlerini göndermiş, onlara akıl, kudret ve engelleri kaldırmakla lütfetmiş. Artık onlara
düşen, küfürden vazgeçip Allah'a ibadet ve şükürle meşgul olmalarıdır. Fısk ve küfür içinde kaldıkları sürece Allah'ın kendilerine olan nimetini değiştirirler. Nimetin
cezaya, lütfün sıkıntıya dönüştürülmesini hak ederler. Bu, Allah Teâlâ'nm hiç kimseye sebepsiz azap etmediğinin, zarar vermediğinin en büyük delilidir.
O, ancak kendilerinin yaptıkları masiyetlere ceza verir. Bazılarının zannettiği gibi, Allahü Teâlâ onların vücudlannı ve akıllarını, daha ilk baştan cehennem için
yaratsaydı, bu, Allah'ın adaletine, hikmet ve rahmetine uygun düşmezdi. Şüphesiz onlar küfür ve masiyette, Allah'ın varlığını ve birliğini inkârda, peygamberleri
yalanlamada, inkâr ve inadı, şükür gerektiren nimetle değiştirmede Firavun kavmine benzediler.
Firavun hanedanının ve Mekke müşriklerinin Allah'ın kendilerine verdiği nimeti değiştirmeleri, nimet sahibi Allah'ı inkâr ve putlara tapmaları şeklinde oldu. Bunun
üzerine, Allahü Teâlâ onlara lütfettiği iyilikleri -Mısır'da çok meyveler yaratması, Mekkelilere bol rızıklar sağlaması gibi- geri aldı. İstenmeyen bu hal, daha kötü
hale dönüştü. Bunun üzerine, onlara peygamberler gönderdi. Gönderilen bu peygamberler i yalanladılar, düşmanlık ettiler, öldürmek istediler. Allah da, onların
halini, olandan daha kötü duruma çevirdi. Onlara verdiği mühleti, acele azaba döndürdü (Tefsîru’l Münîr, Enfâl, 53. âyetinin tefsiri).
Bayraktar Bayraklı diyor ki:
Değişimin Dinamikleri:
"Bir (toplumu oluşturan fertler) kendi iç dünyalarındakini değiştirinceye kadar, Allah onların oluşturduğu toplumu değiştirmez." Âyetin bu kısmı, toplumlardaki
değişim dinamiklerine dikkat çekmektedir. Bir toplumu olumsuz mânâda Yüce Allah'ın değiştirmesinin sebebi, o toplumun fertlerinin kendi iç âlemlerini
değiştirmeleridir.
Kendi nefislerindekini, yani şahsiyetlerini, düşüncelerini, niyetlerini olumsuz mânâda değiştirmeleri, Yüce Allah'ın onları değiştirmesine sebep olmaktadır. Demek ki
psikolojik değişim, sosyal ve siyâsî değişime sebep olmaktadır. Toplumun fertlerinde manevî değişim olmadıkça Allah onları değiştirmemektedir.
"Bu da, bir milletin (fertlerinin) kendi iç âleminde bulunanı değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır" (8/Enfâl, 53).
Buradaki nimet ekonomik nimet olacağı gibi siyâsî e rk, yani devlet olma nimeti de olabilir. Her iki nimetin değişimi bu âyette de psikolojik değişime bağlanmakta
ve aralar ında sebep-sonuç ilişkisi kurulmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, bir toplum kötüden yana değişime jğruyorsa, bunun sebebini kendi şahsiyetlerindeki değişimde görmeli ve ona bağlamalıdırlar. Kendi
şahsiyetini değiştirmeyen halkın meydana getirdiği toplumu Allah da değiştirmeyecektir. Demek ki toplumların bundaki değişim gücü, halkın beynindeki düşünce,
niyet, iman ve kötü-ien sakınma denen takvadaki değişimdir. Halk yaşadığı toplumun altına, ivendindeki olumsuz değişimi dinamit olarak koymaktadır.
Yüce Allah yıkılışa doğru giden değişimin nedenini söylerken aynı zamanda olumlu mânâdaki değişime de işaret etmektedir. Halkın olumlu anada değişimi
toplumun olumlu mânâda değişimine ve gelişmesinesebep olacaktır.
"O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık" (7/A'râf, 96). Bu âyet de, bereketin artışını iman
ve kötüden sakınma gibi manevî oluşumlara bağlamaktadır. Âyetin bu kısmında geçen ve bizim değişim olarak mana ve rdiğimiz yüğayyir/tağyîr kelimesi, "bir
halden diğer bir hale dönmek, ayrı cinsten olmak, muhalefet etmek" anlamına gelmekte ve tebdîl kelimesine yakın mânâ taşımaktadır.
Kendini hakka değil de hakkı kendine tabi kılmak, kâinatı yıkacak kadar büyük değişime, büyük bir felâkete neden olabilmektedir. "Eğer hak, onların hevasına,
kötü arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şere flerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine
sırt çevirdiler." (23/Mü'minûn, 71)
Tüm kâinatı sarsacak kadar güçlü olan insan nefsi değişime uğrayınca toplumun toz-duman olmasına neden olmak tadır. İnsanın amacı doğruluk, şeref, güzellik ve
iyiliktir. İnsanın bunlara sırtını çevirmesi, toplumsal depremin oluşmasına sebep olmaktadır. Nefiste yani iç âleminde olanı değiştirmek, takvâyı bırakıp Allah'ın
âyetlerini terk edip hevaya tâbi olmaktır.
İşte Enfal 53 ile Ra'd 11. âyetlerde yer alan enfüs kavramı, "şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter" mânâlarına gelmektedir. Demek ki toplumları değiştiren, yani Allah
tarafından değiştirilmelerine neden olan dinamik, kimlik bunalımıdır.
Her toplum kendi kültürünü oluştururken, halkına da bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumların kimliği de buna bağlı olarakdeğişecektir.
Nisa 119'da geçen tağyir kav ramı, "Allah'ın yaratmasını, yani fıtratı değiştirmek" anlamına gelmektedir. "(İblis:) Onları mutlaka saptıracağım, onları boş
kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar; şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını tağyîr
edecekler, değiştirecekler. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüştür."
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 27/37
Doğru yoldan çıkmak, boş kuruntular peşinde koşmak, Yüce Allah'ın doğa kanununu değiştirmeye ka lkmak toplum için yıkımı getirecek değişimi başlatmaktadır.
Bu âyetten hareket eden Râzî değişimin boyutlarını, karışım, noksanlaşma ve bozulma olarak vermektedir.
İnsan kendi saf olan düşünce, niyet ve inancına sahte ve zararlı o-lan görüşleri katarsa iç âleminin kıvamını, saflığını ve şeklini değiştirir ve iç dengeleri bozar. Bu
bozulma, bu değişim onun içinde durmaz, topluma sıçrayarak oradaki düzeni bozar ve onu çürütmeye başlar. Diğer taraftan insan, şahsiyetinin bütünlüğünü bozar,
parça parça ede r ve onda delikler meydana getirirse onda bir noksanlaşma meydana ge tirir. Beyinle gönül arasını ayırmak, onların eylemlerinde noksanlaşma
meydana getirecektir. Nefsin beyin ve gönül ile olan bağlarını kesmek de bir noksanlaştırma ve bir köklü değişimdir. İnsanın iç âleminde meydana gelen bu
değişim buharlaşarak İlâhî değişimi alıp gelecektir. Demek ki sosyal değişimin ana dinamiğini halkın şahsiyetinin ve kimliğinin değişimi teşkil etmektedir.
"Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilmek diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yok tur." Halk, kendi iç âlemindekileri
bir daha iyiye doğru değiştirmeyecek şekilde değiştirince, kendi kaderini kendisi belirlercesine Yüce A llah'ın onlara karşılık vermesine neden olmaktadır. Halk, iç
alemindeki kötüden yana gerçekleşen değişimi, iyiden yana olması gereken düzeye ge tirmek için çalışmazsa Yüce Allah onlara ceza vermektedir. İyiden yana
deği-şimsizlik Allah'ın cezasını getirip devreye sokmaktadır.
Kötüden iyiye doğru değişim mutlaka olmalıdır. Eğer bu değişim olmazsa, bu değişimin bıraktığı boşluğu ilâhî ceza doldurmaktadır. Değişimsizliğin getireceği İlâhî
cezayı geri çev irmek mümkün olmadığı gibi bu konuda yardım almak da olası değildir. Âyetin son kelimesi olan “vâl” velî kelimesinden türemiştir ve "dost,
yardımcı" demektir. Sığınak, Allah'ın azabına karşı koruyacak bir yardımcı, bir vekil de yoktur. O zaman o toplum geri dönüşü olmayan çöküşe doğru ilerliyor
demektir. İyiden yana değişime sırtını dönen topluma Yüce Allah'ın takdir ettiği çöküş cezasını hiçbir proje ger i çeviremez (Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri,
Ra’d, 11. âyetin tefsiri).
Yine Bayraktar Bayraklı diyor ki:
“Bu böyledir, bir toplum, kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmez Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53). Bu
âyetin analizi bize siyasî ve sosyal değişimlerin dinamiklerine götürecektir.
"Kendinde bulananı değiştirme"nin anlamı, toplumsal ahlâk ve meziyetlerdir Âyetteki nimet, siyasî erkin meydana getirdiği nimettir. Başka bir ifade ile bir toplumun
sürü olmaktan kurtulup devlet kurması bir nimettin Nimete başka bir mânâ da ver ilebilir: Güzel ahlâk ve meziyetler toplum için önemli sosyal ve mânevî
nimetlerdir. Bu nimetlerdeki değişimi meydana getiren sebep insanların, o toplumdaki fertlerin şahsiyetlerini, güzel ahlâk ve meziyetlerini değiştirmeleridir,
İnsanların meydana getirdiği bu değişim İlâhî değişimi getirmekte ve onun sebebi olmaktadır.
Bir toplum kendi iyi hallerini bozmadıkça Allah'ın onlara bahşettiği ekonomik, siyasî ve ahlâkî nimetleri değiştirilmeyecektir Allah'ın r.imetlerini değiştirmesi, onların
başına felâketlerin gelmesi demektir. Beşerî değişim ilâhî değiştirmeye sebep olmaktadır. Toplumdaki değişim Allah'ın onlara bahşettiği devlet kurma nime
değiştirmekten yana oluşuyorsa, Allah o toplumu çökertir yerine başka bir toplum getirir. Böylece İ lâhî değiştirme siyasî erkin el değiştirmesi şeklinde tecelli eder.
Allah'a kul olmayanları, Allah başkalarının kölesi yapar. 50. âyette geçen "inkâr" mese lesini buraya taşırsak, insanın tevhid inancından vazgeçmesi 53. âyetteki
değişimi ifade etmiş olabilir. Allah'a inanmayan toplumun başkalarına köle olması mukadderdir diyebiliriz.
'Kendilerinde bulunan" ifadesine başka bir anlam daha ver ilebilir: Toplum iç dinamiklerini değiştirmedikçe, dış dinamikler onları asla de süremeyecektir.
Toplumların içten çürüyeceğini, içteki özellikler canlı onlar kötüden yana değişmedikçe, Allah onlara dışarıdan değiştirici bir etki yapmayacaktır.
Allah, bir devletin iç işleri düzgün yürüdükçe, iç dinamikleri bo-zulnıadıkça onları değiştirmeyeceğini hükme bağlamaktadır. Bunu biyo olgu ile açıklayabiliriz:
Kanama iç organlarda ise Ölüm tehlikesi var demektir, kanama dışta ise tehlike az demektir. Bu kanunu ile Allah onların yöneticilerine iç dinamiklerdeki değişimin
toplumu yıkmaya götüreceğini öğreterek, değişmeyen evrensel siyasî kanunu koymuştur.
Ra'd sûresinin âyetinde de aynı kanun gündeme ge tirilmekte, rncelikli iç dinamiklerin kötüden yana insan iradesiyle değiştirilmesinin ifade edilmesinden İlâhî
iradenin devreye gireceği vurgulanmakta ve bu ilâhî iradenin tecelli etmesinin asla durdurulamayacağına dikkat çekilmektedir.
Yüce Allah bu kanunu toplum açısından koymaktadır, ama top al değişimin ferdî mânada psikolojik değişimle gerçekleştiğini belirtmektedir. Siyasal, sosyal,
ekonomik ve ahlâkî değişimin temelinde insanların mânevî değişimlerinin olduğunu söylemektedir. Böylece içten dışa doğru bir değişim sürecinin olduğu gündeme
getirilmektedir. Allah insanın içinde oluşan sesleri ve fırtınaları bilmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah Bedir Savaşı'nı anlatırken geçmişe işarette bulunmakta, kötünün devamlılığını anlatırken olguların benzeşmesine dikkat
çekmekte, o dönemin dinamiklerinin hâlâ devam ettiğini vurgulamakta, günümüzü yorumlarken nelere dikkat edilmesi gerektiğini öğretmektedir Bir taraftan bize
iyi ile kötüyü öğretirken diğer taraftan da kötüden caydırmaya çalışmaktadır.
Âyette kötüden yana değişimin sebepleri anlatılırken, iyiden yana değişimin sebeplerini çıkarmamız istenmektedir. Böylece kullarına doğru düşünmeyi öğretirken,
bizim de aynı yollarla insanlara öğretmemiz istenmektedir, Enfâl sûresinin 49 ile 54, âyetleri arasında bu öğretim tarzını görmek mümkündür. Olgular sebep-sonuç
ilişkisi içerisinde anlatılırken, geçmişten geleceğe ışık tutulmakla Bedir Savaşı gibi bir olgunun etrafına evrensel öğre tiler örülmektedir (Yeni Anlayışın Işığında
Kur’an Tefsiri, Enfâl, 53. âyetin tefsiri)
Süleyman Ateş diyor ki:
Her biri için önünden arkasından kendisini izleyen (görevli me-lekjler vardır; onu Allah'ın emriyle korurlar. Bir millet (hayat kanununa uyup) kendi (ahlâk ve
düzenini) değiştirmedikçe, Allah, onlar hakkındaki (hükmünü) değiştirmez. Allah bir millete fenalık yapmayı irâde buyurduğunda, artık onu geri çevirecek yoktur ve
onlar için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı da bulunmaz.”
Her Millet Kader Çizgisini Kendisi Çizer
“Bir mille t (Allah'ın koyduğu kanunlarına uyup) kendi (ahlâk ve fazîlet doğrultusundaki düzenini) değiştirmedikçe, Allah onlar hakkındaki (hükmünü) değiştirmez.”
(13/Ra’d, 11). İlgili âyetle, insanlar için konulmuş zahirî ve bâtını hayat kanunları hatırlatılıyor. Şüphesiz bu kanunlar değişmez. Çünkü bunlar bize uymazlar, biz
onlara uymak zorundayız. Hepsi de insanı başıboşluktan, disiplinsizlikten, sorumsuzluktan ve sınırsız hürriyet arzusundan kurtarmaya; hayatımızı asıl gayesine
yöneltmemize, fıtratımızdaki imân cevherine, ruhu-muzdaki Allah duygusuna uygun bir ömür yaşamamıza yöneliktir. O bakımdan bir kavim, bir topluluk, bir millet
veya bir aile, hayat kanunlarını bilir, yaratılışının hikmetini anlar, her şey in belli bir ölçüye göre yaratıldığına inanır ve öylece izlediği yolu ve arzuladığı hedefi ilâhî
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 28/37
hoşnutluktan yana belirlerse, mutlu olur ve her iki âlemde de Allah'ın rahmet ve yardımına lâyık görülür. Uymaydniar ve belirtilen çizgiden sapanlar ise, mutsuz
olurlar. O yüzden kendilerini ilâhî azaba sürükleme basiretsizliği içinde ebedî hayatlarını da karanlığa gömerler.
Unutmayalım ki, varlık âleminde her şey yaratıiişındaki plân ve programa göre, bir gaye ve hizmet için yaratılmıştır. Örneğin: Koyun süt ve yün vermek, aynı
zamanda üreyip çoğalmak, her bakımdan kendisinden yararlanmak için yaratılmıştır. O halde onu anoak bu özelliği doğrultusunda kullandığımız sürece, hem
yaşama şansına sahiptir, hem de hılkatında-ki hikmete göre, bize faydalı olur. Onu başka bir amaca çevirdiğimiz zaman, özelliğini kaybetme bedbahtlığına uğrar
ve hayat kanunu onu kasabın bıçağına teslim eder.
İşte milletler ve aileler de böyledir; var olmalarının hikmetini unutur, hayat kanunlarını dinlemez bir düzeye gelirlerse, verimsiz, hatta zararlı olmaya başlarlar.
Varlık alanında yaşamalarının anlam ve hikmeti kalkar.
Kronik bir kumarbazı veya alkolik bir aile reisini düşünün: Her ikisi de fıtrat ve hılkatlarıyla bağlantılı bulunan hikmet ve gayenin dışına çıkmış ve haklarındaki ilâhî
programa ters düşmüşlerdir. O nedenle yaşamalarının hikmeti kalmamış, aile reisi veya baba, ya da anne olma özelliklerini yitirmişlerdir. Faydalı olacakları yerde,
hem kendilerine, hem çevrelerindekilere zararlı olmaya başlamışlardır. Pişmanlık duyup dönüş yapmaz, üzerinde bulunduğu yolun uçuruma uzandığını idrak edip
geri dönmezlerse, sonları elem ve hüsran olur. Zira her şey gibi, insan da hikmetsiz, anlamsız, faydasız yaratılmamıştır. O mutlak anlamda birtakım gaye ve
amaçlar için yaratılmıştır. Önüne değişmiyen hayat kanunları konulmuştur. Amacından saptığı, hayat kanunlarını aştığı takdirde ilk tokatı bu kanunlardan yemeğe
mahkûmdur. İlgili âyetle bu inceliklere işaret ediliyor.
“Her birimiz birçok müşterek merkezler i bulunan dairelerle çevr ilmiş bulunuyoruz. İlk merkez bizden başlayıp genişler . İçine anayı, babayı, eşi ve çocukla rı alır .
İkinci merkezin içinde ise, akrabalar vardır. Ondan sonrakilerde va tandaşlar, sonuncusunda da bütün insan nesli yer a lır. Bu dünyada Allah'a ve insanlara karşı
olan vazifemizi yapabilmemiz için Allah'ın bize bahşetmiş olduğu kudret ve kabiliyeti geliştirmek zorundayız. O bize her şeyi vermiştir. O irademize hükmeden ve
ona yol gösteren yüce varlıktır. İnsanlığa ve ondan sonra da Allah'a karşı olan sorumluluğumuzu iyilik ile kötülük ve neyin iyi, neyin kötü olduğu hakkındaki bil-
gimiz ve inancımız tayin eder.” diyen düşünür, insanın varlıktaki yerine ve yüklendiği sorumluluğa dikkatleri çekmekte, yalnız kendimiz için yaşamadığımızı
hatırlatmaktadır.
O halde iyi bir davranışta, kutsal bir harekette, faydalı bir hizmette bulunduğumuz zaman çok neşeli olmalıyız. Bilmeliyiz ki, bu hayat programımızda Allah'ın payı
çok büyüktür.
Allah Kötülük Yapar mı?
“Allah bir kavime (ve mîllete) fenalık yapmayı irâde buyurduğunda, artık onu geri çevirecek yoktur.” Allah kimseye kötülük ve haksızlık etmez. O mutlak anlamda
âdildir ve merhametlidir. Kâinatın sağlam esaslara bağlı kalması, düzen ve denge içinde süresinin sonuna kadar varlığını koruması için şaşmayan kanunlar koymuş
ve böylece kâinatı insanın hizmetine vermiştir. İnsanı da kendisine ibâdet etsin diye yaratmış ve bu mânayla onu çok şe refli bir düzeyde tutmuştur. Kâinatta yer
alan eşyadan her biri yaratıldığı gaye doğrultusunda hizmetini verirken, insanoğlu hilkatinin anlam ve hikmetini düşünmeden ayrı bir hayat yolu seçip İlâhî düzen
ve dengenin dışına taşarsa, Allah'ın koyduğu hıikat ve hayat kanunları tarafından cezalandırılır. İşte Allah'ın bir kavim ya da millete kötülük etmeyi irâde
buyurmasının bir bakıma yorumu budur.
Hatırlatalım ki günahkâr insanın önünde derin uçurumlar vardır. Nef sine hâkim olmayanları, acı sonuçlar beklemek tedir. Hilkat kanununun bağlı bulunduğu gaye ve
amaç çizgisinden sapanın, yolunun üzerinde birçok tehlikeler pusu kurmuştur. İman ile küfür arasında bocalayıp kararsızlık içinde zikzak çizenlerin yolu, Allah'tan
başkasına uzanmaktadır (İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Ra’d, 11. âyetin tefsiri).
Yine S. Ateş diyor ki:
“Bu böyledir: Çünkü Allah bir mille te verdiği nimeti, onlar kendilerindeki (huy, yaşayış ve davranışlarımı değiştirmedikçe, değiştirici değildir ve şüphesiz Allah
işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53)
Bu böyledir. Çünkü Allah bir millete verdiği nimeti, onlar kendi durumlarını; huy, yaşayış ve davranışlarını değiştirmedikçe, değiştirmez. Nimete ihânet edip
nankörlükte bulunan bir millet hakk ında, Allah, sünnetullahı gereği hükmünü değiştirir, şöyle ki :
a) Saltanat, aşağılanmaya ve hakirliğe,
b) Emir ve kumanda, esaret ve köleliğe,
c) Huzur ve sükûn, dert ve ıstıraplara,
d) Rahat ve neşe, elem ve üzüntülere,
e) Bol nimet, açlık ve sefalete,
f) Hürriyet ve bağımsızlık, istilâ ve boyunduruk altına girmeye,
g) Tatlı hayat, ölüm ve işkenceye dönüşür.
Bu husustaki âyetten çıkan özet şudur: “Ey insanlar! siz inkâr ve azgınlığa dönerseniz, biz de sünnetimiz gereği size azâbımızla döneriz, amelinize uygun gelen
hükmümüzü harekete geçirip uygularız.” İşte, bu Allah'ın yakalayıp kahretmesi demektir. Şüphesiz ki, zâlim bir toplum veya milletin sonu hüsran ve felâkettir,
Tarihin akışı içinde bu tür olaylar sık sık meydana gelir; ambalaj bakımından farklı görünseler de esas ve mahiyet itibariyle pek değişik sayılmazlar. O halde geçen
olaylardan ibret ve öğüt almak, geleceği ona göre hazırlamak için tarihi ve tarih felsefesini çok iyi bilmek gerek ir. Şüphesiz ki Kur'ân-ı Kerîm'de bazı milletlerin
hayatından, cereyan eden önemli olaylardan söz edilip yer yer yeni olaylarla karşılaştırıp benzetmelerde bulunulurken tarih okumamız tavsiye edilmektedir.
İnsan fıtratında özü ve mayası mevcut olan din ve Allah duygusunu aksi yöne çevirip onu amaç ve hikmetinden uzaklaştırmak, Allah'ın insan hakkındaki hükmünün
değişmesine sebep olur. Tar ihte bunun birçok örnekleri vardır.
Mekkeli putperestlerin ve onlara benzeyen inkarcıların tutum ve gidişi, Fir'avn ve daha öncekilerin gidişine benzetilerek, ardarda iki yerde konu edilmektedir.
İkincisi, önemi itibariyle birincisini te'yid etmektedir. Şöyle ki: Birincisiyle onların inkâr ve tuğyanı, ikincisiyle hakkı yalan sayıp inkârda inat etmeleri
belirtilmektedir (İlmin I şığında Asrın Kur’an Tefsiri, Enfâl, 53. âyetin tefsiri).
Muhammed Ali Sâbûnî diyor ki:
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 29/37
Şüphesiz Allah, herhangi bir kavme verdiği nimeti, onlar durumlarını çirkin durumlarla değiştirmedikçe, onlardan çekip almaz ve yok etmez. Bu, Allah'ın sosyal kan
unlamadandır. O, herhangi bir kavme ve rdiği afiyet ve nimeti, emniyet ve izzeti, onlar bu nimetlere karşı nankörlük edip günahlara dalmadıkça değiştirmez.
Hadiste şöyle buyrulmuştur: “Yüce Allah İsrail oğullarından bir peygambere şöyle vahyetti: ‘Kavmine de ki: Herhangi bir şehir ve herhangi bir ev halkı Allah'a itaat
eder, sonra bu hallerinden Allah'a isyan haline dönerlerse, Allah onların sevdikleri şeyi ellerinden alır, onun yerine sevmedikleri şeyi verir.” Yüce Allah herhangi bir
kavmin yok olmasını veya azaba uğramasını istediğinde hiçkimse bunu geri çeviremez. Allah'ın azabından ve belâsından onları koruyacak herhangi bir dostları
yoktur (Safvetü’t-Tefâsir, Ra’d, 11. âyetin tefsiri).
Yine Sâbûnî diyor ki:
Onların başına gelen bu azap, Allah'ın, hükmünde adil oluşu sebebiyledir. O, herhangi bir kimseye ve rdiği nimeti, ancak işlediği günah sebebiyle değiştirir.
İnsanlar, Allah'ın verdiği nimeti inkar ve isyanla değiştirmedikçe, Allah nimeti azapla değiştirmez. Meselâ Kureyş kâ firlerinin Allah'ın verdiği zenginlik, bolluk,
emniyet ve âfiyet nimetini, inkâr, Allah yolunda alıkoyma ve mü’minlere karşı savaşma gibi şeylerle değiştirmeleri gibi. Süddi şöyle der: Allah'ın Kureyş'e verdiği
nimet Muhammed (s.a.s.)'dir. Onlar onu yalanladılar ve inkar ettiler. Allah da onu Medine'ye nakletti ve müşriklere azap indi. Yüce Allah, onların söyledikleriniişitici, yaptıklarını da bilicidir (Safvetü’t-Tefâsir, Enfâl, 53. âyetin tefsiri).
Mahmut Toptaş diyor ki:
"O insan için önünde ve arkasında, onu ard arda takib eden ve onu Allah'ın izni ile koruyan melekler vardır." Amellerimizi yazan "kirâmen kâtibîn" melekleri biri iyi
amelleri, diğeri de kötü amelleri günlük yazarlar. Bazı imansızlar nasıl yazıyorlar benim o kadar günahım varki bunları yazmakla camiler dolusu defter eder diyor.
Ama insan bilgisayar denen bir âletin disketine bir kütüphane dolusu kitabı doldurup onu disketin içine sığdırabiliyorsa, keyfiyeti bizce bilinmeyen bir yazım da
basittir, onu da Allah (c.c.) meleklerine bu görevi yaptırır. Bunda şaşılacak bir tarafı yoktur. Hâfızamızda ortalama elli senedir gördüklerimiz, duyduklarımız,
yaptıklarımız yazılı ama beynimizde pek yer işgal etmiyor. İşte bu Rabbimizin ilmi ve kudretinin eseridir.
Bir de bu âyette ifade edilen Hafaza melekleri vardırki: Bu melekler de insanları çeşitli kaza ve belalara karşı insanları korur ama başımıza gelecek takdir edilmiş,
kaza ve be lalar hariç. însanları korurlar. Rüzgarlı bir havada karşımızdan toz geliyor doktorların ifadesine göre, göz bu toz karşısında beyinden emir alıp, göz
kapak ve kirpiklerini kapatıncaya kadar hayli bir zaman geçer ve toz gözün içine girer diyorlar. Onlar buna refleks dedikleri bir olayın neticesi derler. Bu doğrudur.
Bu da Allah'ın koymuş olduğu bir kanundur. Allah'ın bu kanunlarınında bir uygulayıcısı vardır oda meleklerdir.
"Zinnun-ı Mısrî" diye bir zat hakkında şöyle bir olay anlatılır: "Bir gün Nil kenarında geziyordum. Derken süratle giden bir akreb gözüme ilişti, bende onu izlemeye
başladım, ben de onun peşinden gittim, suyun kenarına geldi, suyun kenarında kurbağa var, kurbağanın sırtına çıktı, kurbağada kendini Nil'in sularına bıraktı ve
ikisi birden karşıya doğru yüzmeye başladılar, ben de bir sandal kiralayıp onların peşinden gittim. Karşıya geçtiler, akrep yoluna devam etti ben de peşinden;
derken bir ağacın dibine vardı. Ağacın dibindede bir adam uyuyor, ona doğru da bir zehirli yılan saldırmak üzere, akrep yı lanın yanına varıp, ona zehrini akıtmaya
başladı, derken yılan da zehrini akrebe batırdı. İkisi birbirini zehirleyip öldürdü, ama adamın bu olaydan haberi yok tu. İşte bu Allah'ın hafaza melek leri vasıtası ile
gerçekleştirdiği bir olaydır. Adam zehirlenip ölmekten, bir akrebin gelip yılanı öldürmesi ile kurtuldu." Günlük hayatımızdada buna benzerleri vardır.
Sosyal olayları izah eden önemli bir âyettir. "Bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez." Bir takım müslüman kardeşlerimiz ellerini kaldırıp
Allah'a yalvarıyorlar; "yarabbi işsizlikten, Ticaretteki istikrarsızlıktan evimizdeki, mahallemizdeki huzursuzluktan, şikâyetçiyiz, Yarabbi; bize akıllı veya eli değnekli
gönder, şu hayatı, düzeni, sistemi düzeltiversin" diye duâ ederler. Ama Allah Teala; "Siz kendinizi değiştirmedikçe bu değişmez" buyuruyor.
Bir devlet ki; başbakanı ile çöpçüsü arasında herhangi bir ayrım olmasa kanunlar karşısında birinin diğerine üstünlüğü yoksa, fer tlerinin hepsi de insanî muâmelegörüyor hepsi Kur'an'a göre amel ediyorlarsa. Ve yeraltı dünyası diye birşey yok, mafya olayı yok, milletvekillerinin dokunulmazlığı yok (ki, İslâm’da kişilere
dokunulmazlık hakk ı tanınmaz, dokunulmazlığı olan Allah'tır. Allah yaptığından sorumlu tutulamaz, diğerlerinin hesaba çekilebilme durumu vardır.), yani çok
huzurlu bir toplum olsa, kötülüğe meyletmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez.
Aynı şekilde yukarıda saydıklarımızın tam aksi şartları taşıyan bir toplum veya devlette kendi hallerini değiştirmedikçe, iyiliğe meyletmedikçe, Allah da onların
durumunu kötülükten iyiliğe değiştirmez.
Bakara suresinde tefsiri geçmişti. Allah Teâlâ İbrahim (a.s.) "Ben seni insanlara önder kılacağım" buyuruyor. İbrahim (a.s.) da bu teklifini kabul ediyor da,
"Yarabbi bu yöneticilik neslimdede devam etsin" diyor. Allah (c.c.) de "Benim bu yöneticilik makamım zâlimlere ulaşmaz" zâlimler buraya gelemezler buyurur.
Buradan zâlimler devlet başkanı olamaz anlamı çıkmasın. Rabbimin tasvib ettiği yönetici olamazlar. Yoksa zâlimlerde devlet başkanı olurlar. Fakat tarih boyu "adil
bir topluluğun başına zâlim bir yönetici gelmemiştir."
Toplum zulme meyletmiş derken bir zâ lim de onların ortasından sivrilip onların başına geçmiş. Bu şuna benzer; bir çınar ağacı ki yaprakları sararmaya en tepedeki
bir yapraktan başlar, şimdi aşağıdaki yaprak lar "biz yemyeşil iken sen oradan nasıl sara rıyorsun bu ayıp değil mi?" diyebilir mi? Aslında o ağacın bütün hertarafının onayını almadan, o üstteki yaprak sararamazmış. Yani ağacın bütün bünyesinde sararmaya meyil başlarmış. Ondan sonra da ilk defa sara ran da köke en
uzak yerde olan, en tepedeki yapraktan başlarmış.
Bu misalde olduğu gibi "Allah da toplum kendini değiştirmedikçe Allah o toplumun halini değiştirmez." Toplumu Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda eğitmek
yoluyla değiştirmemiz lâzım, ABD'nin emirleri istekleri doğrultusunda değil.
Allah bu insanların yaptıkları bu kötülükler neticesinde onlara bir ceza bir zara r vermek istedimi, onuda kimse engelleyemez. Allah'tan başka onları koruyacak
onları yönetecek hiç bir kimse yoktur (Şifa Tefsiri, Ra’d, 11. âyetin tefsiri).
Furkan Tefsiri:
Bir millet kendi ruhundaki iman, adâlet ve doğruluğu değiştirmedikçe, Allah onlardaki nimet ve korumasını değiştirmez. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. Evet; her
insanı Allah'ın azap ve şiddetinden korumak üzere tarafımızdan görevlendirilmiş koruyucu melekler vardır, insan da söylediği her sözün, kendisini gözetleyenmelekler tarafından zapta geçirildiğini bilince; her zaman Rabbi'nin murâkabesi altında bulunduğunu anlar. O'nun hesabından korkar. Kendine çekidüzen verir.
Cenâb-ı Allah, her insana, kendilerini Allah'ın emri ile koruyan me lekler tahsis ettiğine göre, insana nasıl olur da kötülük ve zarar gelir? Evet, insanın kaderinde,
kendisine böyle bir şeyin isabet edeceği yazılı ise, O şey kendisine mutlaka isâbet eder. Bu melekler, insanı Allah'ın emri ile korurlar. Yani Allah'ın takdir ettiği bir
şeyi insandan savıp uzaklaştıramazlar. Bir millet kendi ruhlarındaki hayırlı ve sâlih ameller gibi Allah ve Rasulünü râzı edip devletin temellerini ayakta tutan şeyleri
değiştirmedikçe Allah da onlardaki nimet, âfiyet, onur ve bağımsızlık gibi şeyleri değiştirmez. Bu Kur'anî gerçeğin doğruluğunu İslâm tarihi ispatlamıştır. Müslü-
manlar kendi benliklerinde Allah ve Rasûlünü razı edecek, nefislerindeki şeyleri sâbit kılacak olan hayırlı ve sâlih amelleri değiştirmedikçe Allah da onlardaki
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 30/37
üstünlük, refah, ilim ye ekonomik durumu değiştirmemiştir. Çünkü Kur'an'la amel etmediler, dinlerini terkettiler. Başkalarını taklit ettiler. Aralarında kötülükler
yayıldı, ahlâkları çözülüp gevşedi.
Ümidimiz kuvvetlidir. Kendimizdeki hali değiştirirsek; A llah da zaafımızı kuvvete, zilletimizi izzete, yoksulluğumuzu zenginliğe, topraklarımızdaki düşman işgalini
bağımsızlığa dönüştürecektir. Cenab-ı Allah ne doğru buyurmuş: "Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarım değiştirmez". O'nun gücü
her şeye yeter. Allah bir millete işgal, zillet, hastalık, yoksulluk gibi kendi amelleri nedeniyle meydana gelen felâket sebeplerinden birini vererek kötülük yapmak
isteyince, O'nun hükmünü engelleyip durduracak kimse yoktur. Bununla da insanların, iyilikten önce kötülüğü tez elden istememeleri gerektiğine işaret
edilmektedir. Bütün bunların mercii ve dönüş yeri, yargısı reddedilemeyen, herşeyden haberdar olan ve her şeyi bilen Allah'tır. O'ndan başka kendilerine yardım
edecek biri de yoktur. (Furkan Tefsiri)
“Sağ el indeki nedir, ey Mûsâ?’ ‘O benim asamdır, dedi. Ona dayanırım; onunla davarlarıma yaprak silker im; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.’ A llah:
‘Yere at ey Mûsâ!’ dedi. Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan oldu.” (20/Tâhâ , 17-20)
Farklı bir yorumla bu âyetlerde yer alan “asâ” kavramı, “benliği” ifâde etmektedir. Yüce Allah benliğin neye yaradığını Hz. Mûsâ’ya sormuş, o da onun faydalarını
sıralamıştır. Yüce Allah, Hz. Mûsâ’ya daha başka faydaları olabileceğini ifâde etmektedir. Allah Teâlâ, benliğinden sıyrılmayı ifâde eden yere atma emrini ona verdi.
Yere atınca, bir yılana dönüştü. Böylece benliğin insanları zehirleyen bir ejderha olduğunun farkına vardı. Hz. Mûsâ ejderhadan kaçtı. Bu kaçış bize, insanlar
benliklerini öne çıkarırlarsa ve benliklerine taparlarsa insanların onlardan kaçacağını ifâde etmektedir. Yüce Allah ejderhayı eline almasını ve onu eski haline
dönüştüreceğini söylemiştir. Eline almak demek , benliğine sahip çıkmak, kendisini benliğinin emrine değil, benliğini kendi emrine alması ve onu disipline etmesi
demektir. Disiplin ve hâkimiyet, ejderhayı asâya çevirir. Âyetlerde ye r alan bütün bu değişimler, benlikten sıyrılmanın önemini göstermektedir.
Diğer taraftan elde gezen asânın, yerde sürünen yılan olması, bize şu gerçeği göstermektedir: Benliğini ele alıp disipline edersen, asân olur. Onu elinden
kaçırırsan, yerde sürünen yılan olur. Benliğine taparsan yerde sürünürsün, kimse sana yaklaşmaz ve senden kaçar. Demek ki benliğinden sıyrılmazsan, yerde
sürünmekten kurtulup ayağa kalkamazsın. O zaman da 67/Mülk Sûresinin 22. âyetindeki insanın haline dönersin. Âyet şöyledir: “Şimdi düşün, yüzüstü kapanarak
yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda dimdik yürüyen mi?” Nefsin hevâsı, kötü arzuları, insanı yere doğru çeker. Ondan sıyrılan ve doyuma
ulaşmış nefis seviyesine ulaşan insan dimdik ayakta yürür, ona takılıp kalan da ye rde sürünüp durur.
Yerde sürünen yılanı asâya dönüştürecek bir değişimi arıyoruz. Yerde sürünen bu insanlığı ayağa kaldıracak bir ruh değişimine sevdâlıyız. İnsanların kaçtığı
ejderha olmaktan çıkıp, elle tutulacak bağrına basılacak insanlar olmaya tutkunuz biz… (6)
“Onlara: ‘A llah’ın indird iğine uyun!’ denilse, ‘Hayır , biz atalar ımızı üzer inde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yo lu
bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?” (2/Bakara, 170). Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse
inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.” (10/Yûnus, 100)
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras,
hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli
siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız.
Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan,
Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerek ir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren k imselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve
kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen
kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur’an’da hayra doğru değişmenin
mutlak sûrette gerçek leştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez.
Allah bir kavme kötülük murad e ttimi artık onu geri çev irecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.” (13/Ra’d, 11)
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. C âhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne
taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık
sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur.
Kur’an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız.
“Hayır, (ne bilg ileri var, ne de kitapla rı.) Sadece: ‘Biz , babalarımızı bi r din üzere bulduk; b iz de onların izinden g idiyoruz’ dediler (Bütün deliller i bundan ibâret).
İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz baba larımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine
uyarız' derlerdi. Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?' deyince, dediler ki: 'Doğrusu biz,sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.' Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?" (43/Zuhruf, 21-25) "Onlar bir kötülük yaptıkları zaman:
'Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti' derler. De ki: 'Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" (7/A'râf,
28)
Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim (a.s.)’in ve ondan önceki
peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim (a.s.)’in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâ tıl inanışlarının
inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp soruşturmadan aynı şey i taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak
için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve dupduru iki
kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her her şeye kaadir bir koruyucusu var.
“Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik; elbe tte onu yine Biz koruyacağız.” (15/Hicr, 9).
Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma ya lan söylerse (hadis uydurursa)
cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1,
Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83, 133, 150, 159, 171). Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlıbulandırmaya çalışmış ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların
kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve
menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama
ondan sonra yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü,
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 31/37
İslâm’a vahiyden ayrı bir k imlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri işlemeden,
sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı. (15) Bu konuda suçun büyüğü,
halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey , hoca ve
tebliğcilerdedir.
“Onlara, ‘A llah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu
bulamayan kimseler olsa da mı?” (2/Bakara, 170). Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu gününü unutanlar da bize yabancıdır.
Atalarının dinleri, yaptıkları ile öğünmekle ye tinenler de. Ç ünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları
kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği, eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır;
Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize
ulaşmıştır.
Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve
geliştirebiliriz. Ancak, kendi a talarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın
yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun için de
eskiyi tekrar e tmek değil; yeniden, Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek zorundayız. Uzunca süren bir fetret döneminin, esâret,
yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama mücâdelesinde y ığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın örflerinden yola
çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak, bizi çok fark lı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu
gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba göstermek zorundayız.
Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din
anlayışının, günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi
ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin olarak
koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir dâvâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden öncegelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız gerekir.
Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek, ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez;
ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve hem de
toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst
herkes için ahlâkî bir görevdir.
“İnsanlardan kimi de vardır k i, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık ’ derler; oysa inanmamış lardır . Allah’ı ve mü’minleri alda tmaya çalışırlar. Halbuki yalnız kendilerini
aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalıkr vardır... Onlara ‘yeryüzünde fesat (2/Bakara, 8-10). Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının üstüne
cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları kafamıza sokmaya
çalışmaktadır.
“Onlar ka lbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadır lar. Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yer ine, hayatın içinde buldukla rı şey leri kendiler i için din
haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik...
İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle süreklideğişen bir din anlayışı ortaya çıkmak tadır.
Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâk i kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacak tır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri
geliştikçe Kur’ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp
onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Allah’ın Yardımını Bekleyenler, Allah’ın Dinine Yardım Etmek Zorundadır!
İnsandan kendine doğru adım atmasını isteyen Rabbimiz, dünya imtihanını kazanması için insandan gayret ve çaba ister. Tüm âlemlerin rabbi olan Allah Teâlâ,
insana verdiği bunca nimete şükür mü, yoksa nankörlük mü edileceğini dener. Onun için kul ile Allah arasındaki ilişkiler, kul öncelikli olmalıdır. Sünnetullah
dediğimiz Allah’ın değişmez kanunlarındaki icraat böyle istemektedir. Kul, Allah’a iman edip Allah ve Rasûlüne itaat edecek, Allah da onları büyük kurtuluş olan,
içinde ebedî kalacak ları cennetlere koyacaktır (4/Nisâ, 13). Kul şükredecek, A llah da (nimetlerini) arttıracaktır (14/İbrâhim, 7). Kul ihsân edecek, Allah da ihsân
eden kulu sevecek, ihsâna ihsanla, iyilik ve güzellikle karşılık verecek tir (2/Bakara, 195; 55/Rahmân, 60). Kul, Allah uğrunda cihad edecek, Allah da kendi
yollarına eriştirecektir (29/Ankebût, 69). Kul, duâ edecek, Rabbi de duâsına icâbet edecektir (40/Mü’min, 60). Kul Allah’ı zikredecek ki, Allah da kulunu zikretsin
(2/Bakara, 152). Kul Allah’a bir adım yaklaşacak, A llah da bir arşın ona doğru yaklaşacaktır. Kul yürüyerek O’na doğru giderse Allah da koşarak cevap verecektir(Buhârî). Allah, iman edip sâlih amel işleyen kullara, daha önceki ümmetleri hâkim kıldığı gibi, yeryüzünde halife kılacak, dinlerini yerleştirip koruyacak, yani
onlara devlet nimetini de ihsan edecektir. Yeter ki, kullar sadece Allah’a kulluk ve ibâdet edip, hiçbir şeyi O’na şirk koşmasınlar, O’na hiçbir şeyi eş tutmasınlar,
yani zafere, devlete lâyık olsunlar (24/Nûr, 55). Kul, Allah’a, yani O’nun dinine yardım edecektir ki, O da kuluna yardım etsin (47/Muhammed, 7).
“Zahmetsiz rahmet olmaz.” Allah sebepler in mahkûm değildir ama, dünyayı bir sebeple r kanununa bağlı k ılmıştır. “Yere eken göğe bakar” Yere b ir şey ekmeyen
kimsenin göğe bakıp yağmur ve rahmet bekleme hakkı yoktur. Tarlaya tohum ekmeden, yani fiilî duâ yapmadan, kimsenin Allah’tan ekin istemesi (kavlî duâ)
doğru olmaz. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın evrendeki değişmez kanunları, hep sebep-sonuç ilişkilerine oturtulmuştur.
Aynen böyle; müslümanlar sosyal ve siyasal hayatta Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmesini, İslâm’ın hâkim olduğu bir yönetimi istiyorlarsa, önce kendilerindeki
olumsuz özellikleri değiştirmeli, şeriatı önce nefislerinde hâkim kılmalıdırlar. İman edenler, kendilerinden önceki mü’minlerin sünnetullah gereği başından geçen
sıkıntılara göğüs gerecek ve “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye tavırları ve dilleriyle o yardımı bekleyip hak kazanacaklar ki, “Allah’ın yardımı yakın” olsun. Allah’ın
yardımı olmadan muvaffakiyet/başarı yoktur (11/Hûd, 88). Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi A llah’ındır (3/Âl-i İmrân, 126). Allah dilediğine yardım edip
zafer ver ir (30/Rûm, 5). Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basîret sahipleri için büyük bir ibret vardır (3/Âl-i İmrân, 13). Mü’minlere yardım
etmeyi Allah üzerine hak olarak almıştır (30/Rûm, 47). İman edip mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda savaşanların günahlarını bağışladığı ve onları cennetlerekoyduğu gibi, Allah, onlara sevecekleri başka bir şey daha vaad eder: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih (61/Saf, 10-13).
Hadis-i Şerifte: “Nasılsanız öyle idare olunursunuz” buyrulmuş. “...Bir toplum kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Allah bir topluma
kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” (13/Ra’d, 11). Allah âdildir, zerre kadar
zulmetmez. Hak edene hak ettiğini verir. Hatta, hak etmek için, liyakat kesbetmek için gerekli gayreti gösteren kimselere lutfuyla muâmele eder, fazlaca nimetler
ihsân eder. Önemli olan, mü’min kulların kulluk bilincidir. İnsan Allah’a doğru adım atar atmaz Allah kapılarını açacak, dünyada izzet ve devlet, âhirette sonsuz
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 32/37
nimet ve cennet verecektir.
Bilindiği gibi “ğâlib”; yenen, üstün gelen anlamına gelir. “... Öyle ya, Allah emrine gâliptir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.” (12/Yûsuf, 21). Bu âyette
görüldüğü gibi, Kur’an gâlib sıfatını Allah’a izâfe etmiştir. “Eğer Allah size yardım ederse, artık size gâlip gelecek kimse yoktur. Ve eğer size yardımını keserse,
bundan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmalıdır.” (3/Âl-i İmrân, 160). Bu âyette gâlibiyetin
ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olduğu açıklanmış, O’nun yardımını kestiği durumda gâlibiyetin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı
Kerim’de, hem Allah’ı gâlib sıfatıyla tanımak ve hem de gâlibiyeti Allah’tan bilmek gereği, açık ifâdelerle yer almıştır.
Gâlibiyet ve mağlûbiyetleri Allah, insanlar arasında döndürüp değiştirir (3/Âl-i İmrân, 140). Oyun ve eğlenceden ibâret bu dünya (6/En’âm, 32; 29/Ankebût, 64)
tahteravallidir; yükselenler, bir gün inerler. Ülkeler de insan gibi doğar, büyür ve ölür. Her ümmet için bir ecel vardır (10/Yunus, 49). Allah, kullarını varlıkla da
yoklukla da imtihan ettiği gibi; gâlibiyet de mağlûbiyet gibi bir sınavdır. Müslümanların Bedir’leri gibi Uhud’ları da olacaktır. Gâlibiyet sonrası zafer sarhoşluğunun
şımarıklığa ve gurura yol açan tehlikeleri yanında, mağlûbiyetin de insanın kendine ve dâvâsına güveni sarsan yıkıcı etkileri söz konusu olabilir. Uhud, ders alındığımüddetçe gâlibiyetin veremediği güzel dersler verir. Gâliptir bu yolda mağlûp. Bâtıl dâvâ için ve nice zulümlerle kazanılan zaferlerin aslında büyük bir mağlûbiyet
olduğu gibi...
Şehidlik; sayıyı, maddî imkânların üstünlüğünü gözlerinde büyütenlere; pragmatizm ve determinizmin vazgeçilmez olduğunu zannedenlere en güzel cevaptır. “Boşu
boşuna ölmek”, “kendine yazık e tmek”, “kendini tehlikeye atmak”, “siyaset bilmemek...” gibi ithamların, şehâdetin zevkini bilmeyenlerin bahâneleri olduğunu
haykırmaktır. Bu, tek dünya merkezli iddiâlar, şehâdet vâsıtasının hizmet ettiği gâyeyi bilmeyen veya önemsemeyip saptıranların anlayışlarıdır. Gâye,
küfre/fitneye karşı maddeten gâlip gelmek, onu yıkmak, yönetimi değiştirmek, yeryüzüne hâkim olmak olunca, bu amaca götüren araç ve yöntemler de ona göre
seçilir. Şehid için bunlar gâye değildir, olamaz. Bunlar, önemli olmasına çok önemlidir ama, amaç değildir. Amaç, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Yeryüzünde
egemen olmak ise, bu amacın doğurduğu bir sonuç, bir lütuftur. Bu ince çizgi İslâm inkılâbıyla herhangi bir devrimi, şöhretli herhangi bir kahramanla şehidi
birbirinden ayıran çizgidir. İhtilâllerin amacı bir memlekette (veya yeryüzünde) egemen olmaktır. Müslümanlar ise cihadla görevlidir. Egemenlik (ve zafer) cihadın
celbettiği, Allah’ın rızâsının sonucu lutfedilecek bir kazanımdır. Ancak müslümanlar bu kazanım için değil; sadece Allah’ın rızâsı için cihad eder. Sonunda bu
kazanım (hâkimiyet) olsun veya olmasın, birinci derecede önemli değildir. İşin o cephesi Allah’a bağlıdır. Ve Allah’ın sünneti odur ki, her zaman müslümanlar
dünya ölçeğinde başarılı olamazlar. Unutmamak gerekir, Allah mü’minlere yardım için söz vermektedir (30/Rûm, 47; 2/Bakara, 214). “Onlar ağızlarıyla Allah’ın
nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için
Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder,
mallarınızla ve canlarınızla A llah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden
ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: A llah’tan yardım/zafer
ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (61/Saff, 8-13)
Birçok peygamber gelmiş, ömürlerini Allah’ın rızâsı doğrultusunda tebliğ ve cihada harcamışlardır. Fakat bazıları küçük bir ümmet/cemaat bile oluşturamadan
gitmişlerdir. Bu, mağlûbiyet ve başarısızlık mıdır? Maddî ve zâhirî yönden “evet!” Hz. Nûh da, dünya ölçeğinde mağlup olduğunu belirtiyordu: “(Nûh) Rabbine; ‘Ben
mağlûb oldum, yenik düştüm, bana yardım et!’ diye yalvardı.” (54/Kamer, 10). O Nûh (a.s.) ki, her türlü yöntemi denemiş, gece-gündüz, gizli-açık tebliğ etmiş,
tebliğ etmişti: “(Nûh:) ‘Rabbim! dedi, doğrusu ben, kavmimi gece gündüz (imana) dâvet ettim; fakat benim dâvetim, ancak kaçma larını artırdı. Gerçekten de,
(imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine
büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine haykırarak dâvette bulundum. Üstelik, onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli
konuştum.” (71/Nûh, 5-9). Hem de, dile kolay; tam 950 sene... (29/Ankebût, 14)
Ama, hakikatte ve âhiret ölçeğinde onlar başarılıydı, gâlipti, gâyelerine ulaşmışlardı. Onlar, ne yaptılarsa Allah r ızâsı için yapmışlar ve o rızâyı da kazanmışlardı.
İnsan, sadece kulluk yapmak için (51/Zâriyât, 56), Allah’ın emir ve yasaklar ına uyup O’na teslimiyetle itaat için yaratıldığına göre, bu görevlerini yapandan daha
başarılı kimse olur mu?
Başarı ve za fer Allah’ın yanındadır. O dilemeden hiç kimse gâlip gelemez. Mağlûbiyet ihtimali var diye savaştan kaçan insan, gâlibiyeti hak etmeyen bir korkak
olduğu için, o, hiçbir zaman gâlip gelemeyecektir. İnsan, dâvâsının savaşçısıdır. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. Öyle
ise o şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır.” (4/Nisâ, 76). Bu hak-bâtıl savaşında savaşçı olarak yer al(a)mayan k imseler, kâfirlerle
mü’minlerin arasında tercih yapamayan münâfıklardır ki, onlar da bu tavırlarıyla kâfirlerin cephesinde kabul edilirler.
“Zafer sabra bağlıdır; Müslüman için kaygının sonu sevinç, zorluğun sonu kolay lıktır. Zaferin büyüklüğü, belânın büyüklüğü nispetindedir. Hiç kimse, gâlibiyet ve
başarı merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır. Güçlükler, gâlibiyet ve başarının değerini artıran süslerdir. Bazı y ıkılışlar, daha parlak kalkışların teşvikçisidir. Bir
şeyi yapabileceğinize kendinizi inandırırsanız, ne kadar güç olursa olsun onu başarırsınız. Fakat, dünyada en basit işi yapamayacağınız kuruntusuna kapılırsanız,
onu yapmanıza imkân kalmaz. Tepecikleriyle karşınıza aşılmaz dağlar gibi dikilir. Başarmak için tehlikeye atılmadıkça yarışı kazanmak, mücâdeleyi göze
almadıkça da za feri elde etmek mümkün değildir. Büyük başarıların ve gâ libiyetlerin sahipleri, küçük işleri titizlikle yapabilme sabrını gösteren kişilerdir. Ve…
Yenileceğinden korkan daima yenilir.”
Uhud Savaşından mağlûp çıkan müslümanlara verilen mesaj, içinde yaşadığımız dünyada uzun zamandır siyasî ve sosyal alanda zâlim kâfirlerin gâlip ve mazlum
müslümanların mağlûp kabul edildiği ortamda imtihan edilen kimseler için de geçer lidir: “(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten)
mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.” (3/Âl-i İmrân, 139). İnsan, savaşı önce içinde kazanır ya da kaybeder. Bir amacın başarı ve
gâlibiyet limitini, kendi inancımız belirler. Mü’min, Allah’ın, Rasûlünün ve O’nun hizbinin (safını ve nihâî tercihini Allah’tan yana yapanların) gâlip olduğuna hiç şüphe
etmeyen insandır. Ve esas gâlibiyet, iç dünyamızdakine paralel olarak ebedî hayatta felâh olarak ortaya çıkacaktır.
Adam ta Amer ika’dan, İngiltere veya Almanya’dan her türlü rahatını terk edip muharref, hatta günümüzdeki yapısıyla şirk dinini tebliğ (propaganda demek daha
doğru olur) için Anadolu’nun ücrâ kasabalarına kadar geliyor. Bâ tıl dâvâsı için nice zahmetlere katlanıyor. Zulmü yaymak için Afganistan’a, Irak’a nice ölüler
verme pahasına yerleşiyor. Her çeşit çirkinliği, ahlâksızlığı ve en büyük zulüm olan şirki tüm insanlığa dayatmak için ne fedâkârlıklar yapıyor. Müslümanlar olarak
biz adâleti yaymak, insanlığı fitne ve fesattan uzaklaştırıp dünya ve âhirette kurtarmak için bırakın onların memleketine; kendi iş a rkadaşımıza, kapı komşumuza
bile hakkıyla İslâm’ı tebliğ etmekten çekiniyorsak, bizim de dünyanın da kurtuluşu mümkün değildir. Bu tavır, kişiyi mü’min tanımının dışına çıkarabilir:
“Mü’minlerin Allah sevgis i, Allah’a eşler ve benzerler edinip onları A llah’ı sever gibi sevenle rin sevgisinden daha şiddetli, daha çoktur” (2/Bakara, 165).
Mü’minler, halife oldukları tüm yeryüzünden sorumludur. Tüm dünyadan fitneyi, şirki, zulüm ve sömürüyü kaldırarak dini Allah’a has k ılmak için tüm imkânlarını
kullanmak zorundadır. Yeryüzünün imarıyla, mü’minler görevlidir. Dünya halklarına yön verecek, onları erdemli ve anlamlı bir hayata kavuşturacak tek alternatif,
İslâm’dır. İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe İslâm, herkese tebliğ edilip ulaştırılmalıdır. Bu dâvet ve tebliğin asıl gâyesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece
tek olan Allah’a bağlamaktır. “İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (3/
Âl-i İmrân, 104) âyet-i kerîmesi bu görevi bildirmektedir. İslâm, herkese, ama özellikle müslüman geçinenlere götürülmelidir. Çünkü onların çoğunun İslâm diye
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 33/37
bildikleri şeylerin çoğu İslâm’dan değildir. Bu durum mutlaka düzeltilmeye çalışılıp, câhiliyye düzenlerinin ve câhilî toplumun kurbanı olan İslâm konusunda câhil
olan “müslümanım” diyen halktan başlayarak bütün dünya insanlarına kurtarıcı hakikat ulaştırılmalıdır. Kulakları mühürlenmemiş kimseler tarafından canhıraş
imdat çığlıkları duyulan dünyadaki bütün insanlara el uzatıp doğru istikamet gösterecek, onları her yönüyle güzelleştirecek tek seçenek İslâm’dır.
Müslümanın görevlerinden biri de, Allah’a giden yolda engel olanlara karşı cihaddır. Ta ki, insanlar saf ve be rrak olan İslâm’ı kendi istekleriyle tanıyıp öğrensin ve
onu kabullensin veya bilerek reddetsin. Beşerî ideolojilerin insanlara ve receği hiçbir güzellik yoktur. İki dünya savaşı, emperyalizm, köleleştirilip aç bırakılan
insanlar, yağma edilen ülkeler, Afrika’nın kanının emilmesi, Ortadoğunun silâhla veya kuklalar eliyle işgali, İsrail adlı vampire destek, bunca tuğyân, Hakk’a isyan,
bunca vahşet ve ahlâksızlık üzerinde yükselen (alçalan) mimsiz medeniyet uzun süre ayakta kalabilir mi? İnsanlık tarihi ve bunca acı tecrübe bunu öğretmediyse
insanın hiçbir şey öğrenmesi mümkün değildir. Komünizm ve sosyalizm nasıl kısa bir sürede hızla çöktüyse, kapitalizmin bayraktarı Batı uygarlığı denen tek dişi
kalmış canavarın da tarihin çöplüğüne atılması uzak değildir. Her şeye, her zillete rağmen Avrupa B irliği safına katılma isteği, gelecek açısından çok kötü bir
tercihtir. Bu tavır, hak ettiği mağlûbiyet kesin olan tarafta yer almak demektir. Öncelikle bâtılla, fitneyle, zulümle, İslâm düşmanlarıyla birlikteliktelik demektir.
Yani dünyada zilleti, âhirette azâbı istemektir. Halbuki müslümanın tercihi câhiliyyeden değil; İslâm’dan, Kur’an’ın uygulanmasından yana olmak zorundadır(33/Ahzâb, 36; 5/Mâide, 44). Batı söyleyeceğini fazlasıyla söyledi, yapabileceğini yaptı; işte global fitne ve sefâlet, dayatılan sömürü ve vahşet bu uygarlığın, bu
yaşam biçiminin eseri. Gelecek, İslâm’a gebedir. Müslümanlar kötü örnek olmasa ve tâğutların egemenliğinde Batılı tarzda yaşamak zorunda bırakılmasa, yeni bir
çıkış arayan insanlığa doğru alternatifi yaşayarak gösterilebilseydi dünya çoktan İslâm’laşacaktı. Müslümanların bunca tembelliklerine rağmen yine de, Allah
nûrunu tamamlayacak (61/Saff, 8), zulmetmekte olanlar nasıl bir inkılâba uğrayıp devr ileceklerini pek yakında bileceklerdir (26/Şuarâ, 227).
İnsanları, insanların hâkimiyet ve sultasından, aşırı değer ve rdikleri şeylerden, câhiliyye düzenlerinden ve bağlanıp kaldıkları câhilî âdet ve yaşam biçimlerinden
kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hâkimiyeti olan dosdoğru dine, en güzel dünya görüşüne ve en iyi yaşayışa ulaştırmak... İşte, İslâm budur,
bütün peygamberler bunun için gönderilmişlerdir. Bütün müslümanlar da söz ve eylemleriyle, dâvet ve çaba larıyla bu yolu sürdürmek zorundadırlar.
Bir anlamı “selâmet, esenlik ve barış” olan “İslâm”ın olmadığı yerde, bu değerlerin tam zıddı olacak tır. İslâm’ın diğer mânâsı, “teslim olmak”tır; Allah’ın emir ve
yasaklarına teslimiyet. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslâm olmaz (Bk. 6/En’âm, 162; 4/Nisâ, 65). İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur. Allah, ilmiyle her şeyi
kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Ç ünkü bu kanunları
da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. Câhiliyye küfür demektir; bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. İslâm’ın her parçasının
karşısında mutlaka câhiliyye vardır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “İslâm’la câhiliyyeyi bilmeyenler türeyince, İslâm’ın düğümleri teker teker çözülür.” İslâm tüm
ayrıntılarıyla câhiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka
câhiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan bilgisinin ve zannının eseridir. Üstelik insanın hevâ ve arzuları kendisine gâlip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir.
Câhiliyye; sözlükte “bilgisizlik” mânâsına gelir, ilmin zıddıdır. Beyinsizliği ve ahmaklığı da içine alır. Genellikle İslâm’ın hâkim olmasından önceki hayatı içine alır.
İslâm’ın ortaya çıkmasından önceki küfür ve sapıklık hali anlamında kullanılır. Istılah olarak: “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine
insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere, ideolojilere ve düzenlere inanmak ve bu şekilde yaşamaktır.”
Allah Teâlâ İslâm’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, İşte o müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslâm’la câhiliyyeyi,
hakla bâtılı birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı dünyada rezil ve rüsvay
olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde ise azâbın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.” (2/Bakara, 85). Her
müslümanın, câhiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm’ın bütününü alması gerekir. İslâm ümmeti de, İslâm devleti için mükemmel bir
örnek olmalı ve yeryüzünden câhiliyye düzenini silmeye çalışmalıdır.
İslâm devlet düzeninden sapma ve giderek İslâm’ın hukuka, muâmelâta dair ahkâmının kaldırılması, müslümanlar arasında câhiliyye düzeninin yayılmasına vesile
oldu. “İslâm’ın halkaları teker teker çözülecek. İlk olarak yönetim halkası çözülecek ve en sonunda da namaz halkası sökülecektir.” Câhiliyye düzenini tüm
yeryüzünden söküp atmak, fitneyi kaldırmak için hücum edenin İslâm olması gerek irken, hücuma uğrayan kendisi oldu. Câhiliyye düzeni onu tamamen söküp
atma çabasındadır. Globalleşme, yeni dünya düzeni, BOP bu çabanın ürünüdür. Bugün İslâm topraklarında ne kadar çok câhiliyye idareleri var ve bu
câhiliyyelere uyan ne kadar çok müslüman, ya da kendini müslüman sayan insan var! Her biri birer bâtıl din olan câhiliyye düzenlerinin ortak özellikleri, İslâm’a,
tevhide düşman olmalarıdır.
İslam’ın hedefi, câhiliyyeyi ortadan kaldırarak insanları her çeşit tutsaklıktan, câhilce düşünceden ve çirkin yaşayıştan kurtarmaktır. Bunun için de yeni ve faal/aktif
bir kadronun oluşturulması lâzımdır. Bu kadro, düşünce yapısıyla, yaşama tarzıyla, sosyal düzeniyle (cemaat yapısıyla), değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her
şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, ancak böyle bir kadro, yeniden İslâm ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu övgüsüne mazhar olur:
“Siz, insanlar içinden seçilip çıka rılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.” (3/Âl-i İmrân, 110). “İşte
böylece sizleri mûtedil (orta, âdil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de size şâhid/örnek olsun diye...” (2/Bakara, 143).
Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an adayı müslümanlar, câhiliyyenin önce kendi içlerindeki etkilerinden arınarak görevlerine başlamalıdır. Tüm
câhiliyyeye karşı Kur’an’ın aldığı tavrı alan hamele-i Kur’an olan mü’minler, câhiliyye ile tüm bağlarını koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar
mücâdelelerini sürdürmelidirler. Kendi nefislerini devamlı hayra doğru değiştirmeye çalışan Kur’an talebeleri, ailesinden ve çevresinden başlayarak bütün dünyayı
mutlak doğrunun (vahyin) ışığında değiştirmek için tüm imkânlarını seferber etmeye koşacaklardır. Evet, âhirette ihtimal olan azâbı ebedî ödüle dönüştürmek için
tüm dünyayı değiştirmeye tâlip olmak; daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele doğru. O zaman Kur’an’ın gerçekleştirdiği o en büyük inkılâbı, câhiliyyeyi yerle bir
edip saâdeti asra taşımayı çevrelerinde değilse bile, mutlaka kendi içlerinde gerçekleştirmiş olacaklar, âhiretteki bitmeyen saâdete ulaşacaklardır.
Bu gayret ve hayırlı değişim, dönüşüm içinde olan, bunun yanında değişmeyen tevhidî çizgi üzerinde sırât-ı müstakîm üzere sâbit duran şuurlu mü’minlere selâm
olsun!
Müslüman, hangi değişimin hayırlı olduğunu bilmeli, kendinde ve çevresinde sâbit kalması gereken değerlerle değişmesi gerekenleri iyi ayırabilmeli. Pergel gibi, bir
ayağı sâbit ilkelerde, diğer ayağı da düzenli hareket ve değişim için serbest hareket halinde olmalı.
“Nasılsanız öy le idare olunursunuz.” (Hadis-i şe rif)
“Bir insanda gördüğünüz en küçük o lumlu değişmeye b ile değer ver in.”
“Kendi kendini değiştirmenin ne kadar güç olduğunu düşünürsen, başkalarını değiştirmeye çalışmada şansının ne kadar az olduğunu anlarsın.”
“Değiştirmeye gücünün yetmediği başkalarının yanlışlıklar ı ve kötülükleriy le gereksiz yere uğraşarak rûhunu karartma. Esas düzeltilmesi, değişmesi gereken insan
sen kendinsin.”
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 34/37
“Yanlışlar ımızı bilir iz de, onları değiş tirip düzeltmeyi çok az düşünürüz.”
“Neler değişmedi ki dünya dönerken. Kendi ekseni etrafında dönebilene ne mutlu!”
“Dünyada bir şey değişmez, değişen yalnız bizler iz.”
“İnsanlar o kadar çabuk değişirler ki, onlarda her zaman ortaya çıkarılacak bir yenilik bulabiliriz.”
“Dağlar ın yer değiştireceğine inanın da, insanların huylar ını değiştireceğine hiçbir zaman inanmayın.”
“Erkekler hiçbir zaman değişmezle r; bu onlar ın hayatlarındaki fâciıdır . Kadınlar her zaman değişirler , bu da onların fâciasıdır.”
“Dünya bir kara rda durmaz.” (Atasözü)
“Tebdîl-i mekânda (yer değiştirmede) ferahlık vardır.” (Atasözü)
1- Celaleddin Çelik, Kur’ân’da Toplumsal Değişim, s. 11-53
2- A.g.e., s. 61-78
3- Bayraktar Bayraklı, Kur’an’da Değişim Gelişim ve kalite Kavramları, s. 204-
4- Mustafa Başbekleyen, Atalar Dini Üzerine, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
5- Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, s. 202-211
6- B. Bayraklı, a.g.e., s. 165-166
Tağyîr Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Değiştirmek Anlamına Gelen Tağyîr (Ğ-yy-r) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 4/Nisâ, 119; 8/Enfâl, 53, 53; 13/Ra’d, 11,
11. (Değişmek, Başkalaşmak Anlamındaki Teğayyur Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (Toplam 1 Yerde): 47/Muhammed, 15.
B- Yine Değişim Anlamına Gelen “Tebdîl” (B-dd-l) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 44 Yerde): 2/Bakara, 59, 61, 108, 181, 181, 211;
4/Nisâ, 2, 20, 56; 6/En’âm, 34, 115; 7/A’râf, 95, 162; 9/Tevbe, 39; 10/Yûnus, 15, 15, 64; 14/İbrâhim, 28, 48; 16/Nahl, 101; 18/Kehf, 27, 50, 81; 24/Nûr, 55;
25/Furkan, 70; 27/Neml, 11; 30/Rûm, 30; 33/Ahzâb, 23, 23, 52, 62; 34/Sebe’, 16; 35/Fâtır, 43; 40/Mü’min, 26; 47/Muhammed, 38; 48/Fetih, 15, 23; 50/Kaf, 29;
56/Vâkıa, 61; 67/İnsân, 28; 66/Tahrîm, 5; 68/Kalem, 32; 70/Meâric, 41; 76/İnsân, 28.
C- Benzer Anlamlara Gelen “Tahvîl” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 3 Yerde): 17/İsrâ, 56, 77; 35/Fâtır, 43.
D- Değişim Anlamına Gelen “İnkılâp” Kelimesi (i-n-k-l-b) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 22 Yerde): 2/Bakara, 143; 3/Âl-i İmrân, 127, 144,
144, 149, 174; 5/Mâide, 21; 7/A’râf, 119, 125; 9/Tevbe, 95; 12/Yûsuf, 62; 18/Kehf, 36; 22/Hacc, 11; 26/Şuarâ, 50, 227, 227; 43/Zuhruf, 14; 48/Fetih, 12;
67/Mülk, 4; 83/Mutaffifîn, 31; 31; 84/İnşikak, 9.
E- “Tedâvül” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 140.
F- “Tahrîf” Kelimesi ve Türev lerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 8/Enfâl, 16.
G- “Tasrîf” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 Yerde): 2/Bakara, 164; 6/En’âm, 46, 65, 105; 7/A’râf, 58; 17/İsrâ, 41, 89; 18/Kehf,
54; 20/Tâhâ, 113; 25/Furkan, 50; 45/Câsiye, 5; 46/Ahkaf, 27.
H- “Sünnetullah” Kavramının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 33/Ahzâb, 38, 62, 62; 35/Fâtır, 43, 43; 40/Mü’min, 85; 48/Fetih, 23, 23. “Sünnet”
Kelimesi ve Çoğulu “Sünen” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 16 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 137; 4/Nisâ, 26; 8/Enfâl, 38; 15/Hıcr, 13; 17/İsrâ, 77, 77;
18/Kehf, 55; 33/Ahzâb, 38, 62, 62; 35/Fâtır, 43, 43, 43; 40/Mü’min, 85; 48/Fetih, 23, 23.
İ- Psikolojik Değişimle İlgili Kullanılan Kavramlardan “Akıl” (A-k-l) Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği (Tümü Fiil Şeklindeki) Âyet-i Kerimeler (Toplam 49 Yerde):
2/Bakara, 44, 73, 75, 76, 164, 170, 171, 242; 3/Âl-i İmrân, 65, 118; 5/Mâide, 58, 103; 6/En’âm, 32, 151; 7/A’râf, 169; 8/Enfâl, 22; 10/Yûnus, 16, 42, 100; 11/Hûd,
51; 12/Yûsuf, 2, 109; 13/Ra’d, 4; 16/Nahl, 12, 67; 21/Enbiyâ, 10, 67; 22/Hacc, 46; 23/Mü’minûn, 80; 24/Nûr, 61; 25/Furkan, 44; 26/Şuarâ, 28; 28/Kasas, 60;
29/Ankebût, 35, 43, 63; 30/Rûm, 24, 28; 36/Yâsin, 62, 68; 37/Sâffât, 138; 39/Zümer, 43; 40/Mü’min, 67; 43/Zuhruf, 3; 45/Câsiye, 5; 49/hucurât, 4; 57/Hadîd,
17; 59/Haşr, 14; 67/Mülk, 10.
J- Yine Pskilojik/Mânevî Değişimle İlgili Kullanılan Kavramlardan “Kalp” (K-l-b) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 132 Yerde):
2/Bakara, 7, 10, 74, 88, 93, 97, 118, 204, 225, 260, 283; 3/Âl-i İmrân, 7, 8, 103, 126, 151, 154, 156, 159, 167; 4/Nisâ, 63, 155; 5/Mâide, 13, 41, 41, 52, 113;
6/En’âm, 25, 43, 46; 7/A’râ f, 100, 101, 179; 8/Enfâl, 2, 10, 11, 12, 24, 49, 63, 63, 70; 9/Tevbe, 8, 15, 45, 60, 64, 77, 87, 93, 110, 110, 117, 125, 127; 10/Yûnus,
74, 88; 13/Ra’d, 28, 28; 15/Hıcr, 12; 16/Nahl, 22, 106, 108; 17/İs râ, 46; 18/Kehf, 14, 28, 57; 21/Enbiyâ, 3; 22/Hacc , 32, 35, 46, 46, 53, 53, 54; 23/Mü’minûn, 60,
63; 24/Nûr, 37, 50; 26/Şuarâ, 89, 194, 200; 28/Kasas, 10; 30/Rûm, 59; 33/Ahzâb, 4, 5, 10, 12, 26, 32, 51, 53, 53, 60; 34/Sebe’, 23; 37/Sâffât, 84; 39/Zümer, 22,
23, 45; 40/Mü’min, 18, 35; 41/Fussılet, 5; 42/Şûrâ, 24; 45/C âsiye, 23; 47/Muhammed, 16, 20, 24, 29; 48/Fetih, 4, 11, 12, 18, 26; 49/Hucurât, 3, 7, 14; 50/Kaf, 33,
37; 57/Hadîd, 16, 16, 27; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 2, 10, 14; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkun, 3; 64/Teğâbün, 11; 66/Tahrîm, 4; 74/Müddessir, 31; 79/Nâziât, 8;83/Mutaffifîn, 14.
K- Benzer Değişimle İlgili Kullanılan Kavramlardan “Nefis” (N-f-s) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 298 Yerde): 2/Bakara, 9, 44, 48,
48, 54, 54, 57, 72, 84, 85, 87, 90, 102, 109, 110, 123, 123, 130, 155, 187, 207, 223, 228, 231, 233, 234, 234, 235, 235, 240, 265, 272, 281, 284, 286; 3/Â l-i
İmrân, 25, 28, 30, 30, 61, 61, 69, 93, 117, 117, 135, 145, 154, 154, 161, 164, 165, 168, 178, 185, 186; 4/Nisâ, 1, 4, 29, 49, 63, 64, 65, 66, 79, 84, 95, 95, 97,
107, 110, 111, 113, 128, 135; 5/Mâide, 25, 30, 32, 32, 45, 45, 52, 70, 80, 105, 116, 116; ; 6/En'âm, 12, 12, 20, 24, 26, 54, 70, 93, 98, 104, 123, 130, 130; 151,
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 35/37
152, 158, 164; 7/A'râf, 9, 23, 37, 42, 53, 160, 172, 177, 188, 189, 192, 197, 205; 8/Enfâl, 53, 72; 9/Tevbe , 17, 20, 35, 36, 41, 42, 44, 55, 70, 81, 85, 88, 111,
118, 120, 120, 128; 10/Yûnus, 15, 23, 30, 44, 49, 54, 100, 108; 11/Hûd, 21, 31, 101, 105; 12/Yûsuf, 18, 23, 26, 30, 32, 51, 51, 53, 53, 54, 68, 77, 83; 13/Ra'd, 11,
16, 23, 42; 14/İbrâhim, 22, 45, 51; 16/Nahl, 7, 28, 32, 72, 89, 111, 111, 111, 118; 17/İsrâ, 7, 14, 15, 25, 33; 18/Kehf, 6, 28, 35, 51, 74, 74; 20/Tâhâ, 15, 40, 41,
67, 96; 21/Enbiyâ, 35, 43, 47, 64, 102; 23/Mü'minûn, 62, 103; 24/Nûr, 6, 12, 61, 61; 25/Furkan, 3, 21, 68; 26/Şuarâ , 3; 27/Neml, 14, 40, 44, 92; 28/Kasas, 16,
19, 33; 29/Ankebût, 6, 40, 57; 30/Rûm, 8, 9, 21, 28, 28, 44; 31/Lokman, 12, 28, 34, 34; 32/Secde, 13, 17, 27; 33/Ahzâb, 6, 37, 50; 34/Sebe', 19, 50; 35/Fâtır, 8,
18, 32; 36/Yâsin, 36, 54; 37/Sâf fât, 13; 39/Zümer, 6, 15, 41, 42, 53, 56, 70; 40/Mü'min, 10, 17; 41/Fussılet, 31, 46, 53; 42/Şûrâ , 11, 45; 43/Zuhruf, 71,
45/Câsiye, 15, 22; 47/Muhammed, 38; 48/Fetih, 10; 49/Hucurât, 11, 15; 50/Kaf, 16, 21; 51/Zâriyât, 21; 53/Necm, 23, 32; 57/Hadîd, 14, 22; 58/Mücâdele, 8;
59/Haşr, 9, 9, 18, 19; 61/Saff, 11; 63/Münâfıkun, 11; 64/Teğâbün, 16, 16; 65/Talak, 1, 7; 66/Tahrîm, 6; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 38; 75/Kıyâme, 2, 14;
79/Nâziât, 40; 81/Tekvîr, 7, 14, 18; 82/İnfitâr, 5, 19, 19; 83/Mutaffifîn, 26, 26; 86/Târık, 4; 89/Fecr, 27; 91/Şems, 7.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’da Toplumsal Değişim, Celaleddin Çelik, İnsan Y.
2. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevde t Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
3. İslâm Düşüncesinde Değişim, Münir Şefik, Dünya Y.
4. Dönüştürme Bilinci ve İslâmî Hareket, Ali Değirmenci, Ekin Y.
5. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y.
6. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y.
7. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
8. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, İnsan Y.
9. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.10. Laiklik Siyaset ve Değişim, Davut Dursun, İnsan Y.
11. Toplumsal Değişim Kuramları, Richard Appelbaum, çev. Türker Aklan, T. İş Bankası Kültür Y.
12. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Remzi Kitabevi Y.
13. Sosyo loji Açısından Din, Yümni Sezen, MÜİFV Y.
14. İslâm Sosyolojisine Giriş, Yümni Sezen, Turan Kültür Vakfı Y.
15. Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, Baykan Sezer, İÜEF Y.
16. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, AÜEğitim Bilimleri Fak. Y.
17. Değişme Kültür ve Sosyal Çözülme, Orhan Türkdoğan, TDAV Y.
18. Sosyal Değişme Karşısında İslâm Hukuku, Sosyal Değişme ve Dinî Hayat, Mehmet Erdoğan, İSAV Y.
19. Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Mustafa Erkal, Mayaş Y.D
20. Kur’an’ın Hayata Müdahalesi, Ed. Abdullah Yıldız, Umran Dergisi Y.
21. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
22. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
23. Niçin İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus, çev. İlham Güner, Akabe Y.
24. İslâm Sosyolojisi Bir Giriş Denemesi, Ba-Yunus, çev. Rıdvan Kaya, Bir Y.
25. Din Sosyolojisi, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Filiz Kitabevi
26. Sosyo loji Tarihi, N. Şazi Kösemihal, İst. 1974
27. Mukaddime, İbn Haldun, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
28. İbn Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İbrâhim Erol Kozak, Pınar Y.
29. İslâm’da İhya Hareketleri, Mevdudi, Pınar Y.
30. Her Nemrud'a Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100
31. Kur’an ve Toplum, Muhammed el-Behiy, çev. M. Beşir Eryarsoy, Bir Y.
32. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, I-II, Hayreddin Karaman, İz Y.
33. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
34. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
35. Sünnetullah, Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması, Ömer Özsoy, Fecr Y.
36. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
37. Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, İnsan Dergisi Y.
38. İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, çev. Nizameddin Saltan, İhtar Y.
39. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
40. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
41. Türkiye’de Dinî Hayat, Mehmet Emin Köktaş, İşaret Y.
42. Türkiye’de Din ve Siyaset, Şerif Mardin, İletişim Y.
43. Türkiyede Din ve Siyaset, Ahmet Yücekök, Gerçek Y.
44. Türkiye’de İslâmlaşma ve Önündeki Engeller, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat
45. Yeniden İslâm’a, Ebul Hasen Ali Haseni en-Nedvî, İslâmî Neşriyat
46. İslâmî Topluma Doğru, Reyhan Şerif, çev. Celal Halil, Akabe Y.
47. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
48. Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişme, Şerif Mardin, çev. Metin Çulhaoğlu, İletişim Y.
49. İslâm'da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, Nur Y.
50. İslâm, Süreklilik ve Değişim, J. Obert Voll, çev. C. Aydın, C. Şişman, M. Demirhan, Yöneliş Y.
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 36/37
51. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
52. Din Psikolojisi Açısından Dinî Tutum Davranış ve Şahsiyet Özellikleri, Veysel Uysal, İFAV Y.
53. Kavimlerin Helâki, Hârun Yahya, Vural Y.
54. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
55. Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd, Semûd, Medyen, S. Süleyman Nedvî, İnkılâb Y.
56. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
57. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
58. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
59. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
60. İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
61. Türkiye’nin Çöküşü, Hüseyin Kâzım Kadri, Hikmet Neşriyat
62. Modern Dünyaya Başkaldırı, Jius Evola, çev. Fevzi Topaçoğlu, İnsan Y.
63. el-Medinetü’l-Fâzıla, Fârâbî, çev. Naifiz Danışman, MEB Y.
64. Kur’an’da Tarih Kavramı, Mazharuddin Sıddîkî, çev. Süleyman Kalkan, Pınar Y.
65. İslâm’ın Tarih Yorumu, İmâdüddin Halil, çev. Ahmet Ağırakça, Risale Y.
66. Tarihin Yorumu, İmâdüddin Halil, Mazharuddin Sıddîkî, terc. M. Beşir Eryarsoy, Düşünce Y.
67. İslâm Tarihi Bir Yöntem Araştırması, İmÂdüddin Halil, çev. Ubeydullah Dalar, İnsan Y.
68. İslâmî Açıdan Tarihe Bakışımız, Muhammed Kutub, çev. Talip Özdeş, Risale Y.
69. Tarih ve Toplum, Murtaza Mutahharî, terc. Cengiz Şişman, Yöneliş Y.
70. İnsan ve Tarih, M. H. Beheşti, C. Bahonar , terc. Ahmet Erdinç, Bir Y.
71. Tarihselciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, çev. Sabri Orman, İnsan Y.
72. Câhiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyâeddin el-Kudsi, Hak Y.73. Hâkimiyet Allah’ındır , Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
74. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
75. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
76. İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.
77. Dünya İslâm Devleti ve Prensipleri, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y.
78. Teşrîî İslâm Tarihi, Abdülvehhâb Hallâf, terc. Hüseyin Algül, Şamil Y.
79. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevserânî, çev. Muhlis Canyürek, Denge Y.
80. Din Bürokrasisi, Yapısı, Konumu ve Gelişi, Davut Dursun, İşaret Y.
81. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
82. İslâm Medeniyetinin Geleceği, Ziyauddin Serdar, çev. Deniz Aydın, İnsan Y.
83. İslâm ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
84. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.85. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebu’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
86. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
87. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
88. İlk Dönem İslâm Toplumunun Şekillenişi, Mustafa Aydın, Pınar Y.
89. Arap Dünyasında Din ve Siyaset, Nezih Ayûbî, çev. Yavuz Alogan, Cep Y.
90. Din ve Modernizm, Ali Bulaç, Endülüs Y.
91. Dinlerin Dejenerasyonu, Kürşat Demirci, İnsan Y.
92. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
93. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
94. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
95. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
96. İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.97. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
98. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
99. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
100. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
101. İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
102. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
103. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
104. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
105. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
106. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
107. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
108. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.109. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
110. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
111. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
112. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
113. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
7/31/2019 192-TAĞYÎR (BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM_DÖNÜŞÜM)
http://slidepdf.com/reader/full/192-tagyir-bireysel-ve-toplumsal-degisimdoenuesuem 37/37
114. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
115. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
116. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
117. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
118. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
119. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
120. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
121. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
122. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
123. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
124. Câhiliye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
125. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
126. Lâ 1-2, Mustafa Çelik , Ölçü Y.
127. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
128. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
129. İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
130. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
131. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
132. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
133. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
134. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
135. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.136. Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
137. Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
138. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
139. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
140. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
141. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
142. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.
143. Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
144. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
145. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul
146. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çe tin Özek, 1961, İstanbul
147. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. 13/417, 445, 14/340148. Hayatın Yeniden İnşası İçin, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., s. 198-199, 203-207
149. Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşad Atalar, Anlam Y., s. 1-8
150. Kur’an Sosyolojisi, Lütfullah Cebeci, İslâmî Araştırmalar, s. 3, Ocak 1987
151. Sosyal Çözülme, Sosyal Bütünleşme ve D in, Bilgi ve Hikmet, s. 5, Kış 1994
152. Dinin Ferdî ve Sosyal Rolü Üzerine Genelleme, SÜSBED, s. 3, Konya, 1994
153. Din Din midir, Yoksa Başka Bir Şey midir?, Elizabeth Özdalga, İslâmî Araştırmalar, c. 3, s. 2, Nisn 89
154. Modernleşme ve İslâmlaşma, Mümtazer Türköne, Bilgi ve Hikmet, s. 1, Kış 1993
155. El Kirliyse Yıkanır, Ya Toplum K irliyse, Mehmet Ali Kılıçbay, Türkiye Günlüğü, s. 30, Eyl-Ek. 94
156. İbn Haldun Sosyolojisi, Satı el-Husrî, çev. Mehmet Bayy iğit, SÜİFD, sayı 4, Konya 1994
157. Değişim ve Süreklilik, Nur Vergin, Türkiye Günlüğü, s. 25, Kış 1993
üstHazır ve yönetim panelli siteler Düzenleme Ve Tasarım Webhizmetlerim
top related