684 di. ali Ülkü hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 pazar fikir 19 2020...

20
7 ENDER TUNA 16 NESLİ ZAĞLI 18 ALPER TURGUT 20 HAYDAR ERGÜLEN DÜŞMAN HUKUKU! 19 NİSAN 2020 YIL 17 684 B u ülkenin kadınları Osmanlı’da kafes arkasında, kurtuluş savaşında cephe gerisinde mücadele için savaş vermiş ve her dönem öngörüsü ile adım atmaktan korkmamıştır. Bu ülkenin çocukları tecavüz mahkûmu olmayacaklardır ve tecavüzün affı olmaz. Her zaman söylediğimiz gibi suç cezası kalamaz, varsa bir sorun sosyal devlet adaletiyle çözülür. Mücadeleye devam. Ve biz biliyoruz ki mücadele kazandırır. Canan GÜLLÜ/4’te S algına dair yaş, hastalık, geride kalan ceza süresi gibi daha adil ve objektif koşulların belirlenmesi yerine salgınla ilişkisi olmayan suç kategorilerinin kullanılmasında yasaya asıl niteliğini veren olgunun yansımasını görüyoruz: Düşman ceza (infaz) hukuku. Düşman ceza hukuku, bizim yargı pratiğimize darbe yargılamaları ve DGM’ler ile girip, altın dönemini yaşadığı Fetullahçı yargı/AKP koalisyonu zamanında yet- kinleşip halen hükümranlığını sürdüren bir anlayış. İlhan CİHANER/8’de TÜM “düşünce suçlusu” arkadaş- lar, tüm siyasi tutuklular, hükümlüler, kendinize mukayyet olun, hasta olmamaya bakın. Bilirim ben oraları diyeceğim ya hepiniz benden iyi bi- lirsiniz, revir bir alarm butonu kadar yakın görünür, uzaktır; hastaneler ise oldum olası epeyce bir mesafededir, gidiş gelişi zordur, en iyisi hasta olmamaya bakmaktır. Güray ÖZ/2'de İnfaz nüfuzdan gelir TÜRKİYE demokrat bir aydınını daha yitir- di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi bir akademisyen hem iyi bir idareci hem de iyi bir hocaydı. Türkiye'nin demokratikleşme- si ve hukuk devletinin kurumlaşması için hiç- bir karşılık beklemeden, cesaretle mücadele etti. Prof. Dr. Mehmet Ö. ALKAN/19'da Ali Ülkü Azrak Hoca için... Evde Kal Türkiye Evde Hayat Var Wattpad’de âşık olmak zor Kaygının sembolü olarak Alef ‘EV!’, tüm dünyada hastalığın ve ölümün kol gezdiği bu günlerde ‘sağ’ ve ‘salim’ kalmak için, sığındığı- mız, o en güvende hissettiğimiz yer. İşte o sığındığımız ‘ev’ bazıları için mezar! L. Gülden TRESKE/3'te YENİ muhafazakâr siyasal atmosfe- rin etkisindeki genç nesiller aşkı, eşitler arası bir ilişki değil; korunması gereken kadın ve onu korumakla mükellef erkek arasındaki bir 'emanet/sahiplik' ilişkisi olarak kurguluyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini bir de buradan çözmek zorundayız. Tuğba SİVRİ/17'de VİSKİ içip caz dinleyen Kemal ile rakı içip arabada Türk sanat müziği çalan Settar arasındaki karşıtlık evet belki fazla formül kokar ama öte yandan karşıt görünen bu iki karak- ter fena halde benzer değil midir? İkisi de yalnız evlere giderler, ikisi de eksik ve 'kaygılı'dır. Alef onları bağlar. Murat TIRPAN/14'te NOAM CHOMSKY: Bir şeyler yapabiliriz Salgınla mücadele ama nasıl? ÇAĞIMIZIN sermaye sisteminin bu krize nasıl baktığını görmek istiyorsanız Trump’ın bütçesine bakın. Salgının ilerlediği ve daha da kötüye gittiği 10 Şubat günü Trump bütçe teklifini açıkladı. İlki, devletin sağlık hizmetlerindeki kaynak kesintisini sürdürmesi. İktidarı boyunca özel sektöre ve sermayeye kârı olmayan her şeye kesinti yaptı. Chris BROOKS/12'de SAĞLIK Bakanlığının altını çizerek açıkladığı filyasyon çalış- malarının, Sağlık Müdürlükleri tarafından mevcut sağlık yapılan- masının dışında ayrı ekipler oluşturularak yürütülmesi de, birinci basamakta sağlık hizmetlerinin bütünlükten uzak, parçalı halini gözler önüne sermektedir. Raşit TÜKEL/10'da İHA AKP'li vekiller İnfaz düzenlemesi geçtikten sonra sosyal mesafeyi hiçe sayarak hatıra fotoğrafı çektirdi.

Upload: others

Post on 25-Aug-2020

2 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

7 ENDER TUNA 16 NESLİ ZAĞLI 18 ALPER TURGUT 20 HAYDAR ERGÜLEN

DÜŞMAN HUKUKU!

19 NİSAN2020YIL 17

684

Bu ülkenin kadınları Osmanlı’da kafes arkasında, kurtuluş savaşında cephe gerisinde mücadele için savaş vermiş ve her dönem öngörüsü ile adım atmaktan korkmamıştır. Bu ülkenin

çocukları tecavüz mahkûmu olmayacaklardır ve tecavüzün affı olmaz. Her zaman söylediğimiz gibi suç cezası kalamaz, varsa bir sorun sosyal devlet adaletiyle çözülür. Mücadeleye devam. Ve biz biliyoruz ki mücadele kazandırır. Canan GÜLLÜ/4’te

Salgına dair yaş, hastalık, geride kalan ceza süresi gibi daha adil ve objektif koşulların belirlenmesi yerine salgınla ilişkisi olmayan suç kategorilerinin kullanılmasında yasaya asıl niteliğini veren olgunun

yansımasını görüyoruz: Düşman ceza (infaz) hukuku. Düşman ceza hukuku, bizim yargı pratiğimize darbe yargılamaları ve DGM’ler ile girip, altın dönemini yaşadığı Fetullahçı yargı/AKP koalisyonu zamanında yet-kinleşip halen hükümranlığını sürdüren bir anlayış. İlhan CİHANER/8’de

TÜM “düşünce suçlusu” arkadaş-lar, tüm siyasi tutuklular, hükümlüler, kendinize mukayyet olun, hasta olmamaya bakın. Bilirim ben oraları diyeceğim ya hepiniz benden iyi bi-

lirsiniz, revir bir alarm butonu kadar yakın görünür, uzaktır; hastaneler ise oldum olası epeyce bir mesafededir, gidiş gelişi zordur, en iyisi hasta olmamaya bakmaktır. Güray ÖZ/2'de

İnfaz nüfuzdan gelir

TÜRKİYE demokrat bir aydınını daha yitir-di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi bir akademisyen hem iyi bir idareci hem de iyi bir hocaydı. Türkiye'nin demokratikleşme-si ve hukuk devletinin kurumlaşması için hiç-bir karşılık beklemeden, cesaretle mücadele etti. Prof. Dr. Mehmet Ö. ALKAN/19'da

Ali Ülkü Azrak Hoca için...

Evde Kal Türkiye Evde Hayat Var

Wattpad’de âşık olmak zor

Kaygının sembolü olarak Alef

‘EV!’, tüm dünyada hastalığın ve ölümün kol gezdiği bu günlerde ‘sağ’ ve ‘salim’ kalmak için, sığındığı-mız, o en güvende hissettiğimiz yer. İşte o sığındığımız ‘ev’ bazıları için mezar! L. Gülden TRESKE/3'te

YENİ muhafazakâr siyasal atmosfe-rin etkisindeki genç nesiller aşkı, eşitler arası bir ilişki değil; korunması gereken kadın ve onu korumakla mükellef erkek arasındaki bir 'emanet/sahiplik' ilişkisi olarak kurguluyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini bir de buradan çözmek zorundayız. Tuğba SİVRİ/17'de

VİSKİ içip caz dinleyen Kemal ile rakı içip arabada Türk sanat müziği çalan Settar arasındaki karşıtlık evet belki fazla formül kokar ama öte yandan karşıt görünen bu iki karak-ter fena halde benzer değil midir? İkisi de yalnız evlere giderler, ikisi de eksik ve 'kaygılı'dır. Alef onları bağlar. Murat TIRPAN/14'te

NOAM CHOMSKY:

Bir şeyler yapabiliriz

Salgınla mücadele ama nasıl?

ÇAĞIMIZIN sermaye sisteminin bu krize nasıl baktığını görmek istiyorsanız Trump’ın bütçesine bakın. Salgının ilerlediği ve daha da kötüye gittiği 10 Şubat günü Trump bütçe teklifini açıkladı. İlki, devletin sağlık hizmetlerindeki kaynak kesintisini sürdürmesi. İktidarı boyunca özel sektöre ve sermayeye kârı olmayan her şeye kesinti yaptı. Chris BROOKS/12'de

SAĞLIK Bakanlığının altını çizerek açıkladığı filyasyon çalış-malarının, Sağlık Müdürlükleri tarafından mevcut sağlık yapılan-masının dışında ayrı ekipler oluşturularak yürütülmesi de, birinci basamakta sağlık hizmetlerinin bütünlükten uzak, parçalı halini gözler önüne sermektedir. Raşit TÜKEL/10'da

İHA

AKP'li vekiller İnfaz düzenlemesi geçtikten sonra sosyal mesafeyi hiçe sayarak hatıra fotoğrafı çektirdi.

Page 2: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

2 19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar FIKIR

İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir“İnfaz” bildiğiniz

gibi Arapçadan dilimize Osmanlı

döneminde girmiş, iyice yerleşmiş, çıkıp gitmeye hiç niyeti olmayan bir kelimedir. “Emri uygulama, yerine getirme” demektir. Ben uydurmuyorum, öyle yazıyor; “geçirme” anlamına da geldiği Osmanlıca sözlüklerde kaydedilmiştir. Aynı kökten türemiş “nüfuz” kelimesi de yine “geçirme” anlamındadır ama yay-gın kullanımı, yakışanı “içine işleme”, “etkin olma” olarak yazılmıştır. Türk-çede “nüfuz ticareti” yani “makamdan yararlanarak iş bitirme” derin anlamıyla da meşhur olmuş, sıkça kullanılmış, pek işe yaramıştır. İnfazın özellikle 2000’li yıllardan sonra yaygınlaşmış “yargısız infaz" halinin “gayrı resmi surette uygulanan hukuksuz iş” anlamında çok yönlü, pek işe yarar bir kullanımı olduğu-nu da belirtelim; daha uzun yıllar marifet göstereceği bellidir, kalıcıdır.

İşte şimdi yine gördünüz; “infaz”, “yargısız infaz” , “infazda indirim” laf-ı güzafı günümüzde pek revaçtadır; bir kere başlayınca Arapça sızıyor artık yazıya, dillerini siyasete göre ayarlayan siyasetçinin, gazeteci cehaletinin pek sevdiği kelimeler, tamlamalar olarak yazılıp çiziliyor. Bu kelimelerin siyasetle ilişkisi de hiç kuşkusuz siyaset keli-mesinin Arapça anlamından bağımsız değildir. Osmanlı’da “siyaset meydanı” denilince Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı değil, suçlu ya da suçsuzların, (artık suç-ları her neyse, göğüslerine iğnelenmiş ak kâğıtta yazılıdır) darağacına çekildikleri, yani asıldıkları, idam edildikleri meydan manasındadır ki kelimenin gerçek an-lamı ise “seyis” yani at terbiyecisinden mülhemdir, yönetmektir, yani bildiğiniz politikadır.

İnfazın politikayla, siyasetle bir araya geldiği yere gelince… Geçtiğimiz günlerde arada sırada başka işlerini, tatillerini bırakıp, önemli kararları kanun haline getirme vazifesini başarıyla yerine getiren Parlamento’nun (burada dura-yım da parlamento lafının da Latince kökünden türeyip Fransızca “Parler” söz, konuşma anlamına yerleştiğini, yine aynı anlamda İtalyanca “Parole”den “palavra palavra”ya, Ajda Pekkan’ın da pek güzel söylediği şarkıyla bize kadar uzandığını; aynı zamanda şifre anlamı-na geldiğini de ekleyeyim) konuşma, tartışma yeri olduğunu bilirsiniz, bilir misiniz? Parlamento, sevgili dostlarım Türkiye İşçi Partisi Başkanı Erkan Baş’ın, daha doğmadan yoldaş Barış Atay’ın, CHP’nin cevval vekilleri hep gazeteci sevgili Utku Çakırözer’in, Özgür Özel’in, Sezgin Tanrıkulu’nun, Veli Ağbaba’nın kimilerini kızdırdığı, kimi vekilleri de tam uyuyacakken uyandırdıkları yerdir.

Pek çok tartışmaya, yankısı hâlâ

süren polemiklere sahne olmuştur; hava-da uçuşan tekme tokat kavgalar, kelime hazinemizi zenginleştiren küfürler bir yana bırakılırsa, tarihi bakımından pek önemli pek kahraman bir yerdir eskisiyle yenisiyle bu güzel mekân. Bu mekânda şimdilerde ne yazık ki, başka bir ses egemendir. Hiç ama hiç sosyal olmayan ama medyası gürültüsü çok olan o ses kulağımın dibinde sinsi bir kötülüğü fısıldar durur…

KADER KURBANI ADİ SUÇLULAR

Siyaset, parlamento, infaz derken, hayata dönelim. Geçen hafta işte bu mekânda, mekânımızda siyasetin en önemli konusu olarak infaz yasası daha doğrusu “adi suçlu” ya da “kader kurbanı” mahpuslara kapıları açan, bir kısmının hızla geri döneceği belli olsa da onları özgürlüklerine kavuşturan yasa konuşuldu, oylandı, oldu bitti, imzalandı, yayımlandı. Hüküm giyip yıllarını açıktır kapalıdır cezaevlerinde geçiren kader mahkumlarının hangi suçlardan yatmak-ta olduklarını, TCK’yı hazırlayan ekipten Prof. Dr. Adil Sözüer, “katiller, dolandı-rıcılar, suç örgütü elemanları” diye bir bir saymış da, yaşanan hukuksuzluğun Anayasa’ya aykırı olduğunu söylemiş de, iyi işte tükenmemiş demek ki hukuk yolları. Biz de baktık, “Eh fazla bir suçları yokmuş” deyip hak verdik erken tahliyesine adi suçluların, kader kurban-larının… Bir kısım tutuklu ve hükümlü ise içerde kaldı, o da bir kader değil mi!

Kimi münafık, muhalif takımının bu “özgürlükçü” yasadan memnun olma-dığını biliyorsunuzdur. Onların -ki arada bir benim de aklımı çelerler- dediklerine bakarsanız, terörle ilgileri olmasa da terör kapsamına sokularak, politika-cıların, insan hakları savunucularının, gazetecilerin kapsam dışı bırakılmaları

pek de adil olmamıştır. Olmamış olabilir, olmamışsa olmamıştır ama mutlaka bir şey olmuştur. Her şeye itiraz eden bu tayfanın, burnunu sokması, sanki soran varmış gibi yorumlamaya kalkışması ayrı bir dert. Durup dururken Devlet beyi kızdırmanın zamanı mıdır ki, yok millet “aman, yasak geliyor” deyip çarşılara hücum etmiş, yok boşluk varmış. Ol-mayacak işi oldurdular sonunda; akılları sıra zora sokacaklar daha yeni kurulmuş sistemimizi, sistemin mantığını, kaidesi-ni. Kabine üyeleri kendi kendilerine istifa edebilir diye yeni ahkâm mı kuralım şim-di; sen atıyorsan sen atarsın, atanırken iyi de atılırken kötü mü, beklersin zama-nını, bu açıkça görev gaspına girmez mi?

Neyse, “kader kurbanı” olmayıp da kendi marifetleri yüzünden misafir edilenlerin daha bir süre orada kalmaları “devlete karşı suç işleyenleri ancak devlet affedebilir” prensibi nedeniyle biraz daha kalsınlar istenmiştirdiyse, gerçi kader kurbanlarını da kurbanların kurbanı olanların affetmesi gerekiyor-duysa da, hapishanelerin istiap -öyle miydi bu kelime, aman, tefe koyar sonra çokbilmiş taifesi- haddini aşmış olma-ları, -üçer beşer yatıyordu mahkumlar bir yatakta yahu- ve de bulaşıcı korona virüsü bahanesi yani nedeniyle affede-bildik onları da milletin vekilleri olarak; sonuçta kader kurbanlarının da vekilleri değil miyiz?

İçerde kalan siyasilerin mahkum olmayıp tutuklu olduklarından dem vurarak, zaten salıverilmeleri gerekir diyenler de var; ama unutuyorlar, onlar kamu vicdanının doğrudan temsilcisi olan Twitter’da maaşlı trol ahalisinin, hakiki medyamızın mümtaz temsilcile-rinin bağrında çoktan hüküm giymemiş, hükümleri çoktan çarşaf çarşaf iddia-name edilmemiş miydi? Uzatmayalım, şu korona günlerinde milletimizin çoğu zaten ev hapsinde değil mi?

Onlar da biraz bekleyebilirler, saysın-lar ki hücrede değil oturma odasında, beton bahçede değil salondadırlar.

ESKİ BİR TUTUKLUNUN YETERSİZ ÖFKESİDİR

Böyle aktardıkça ben o fısıltıları, göğsümden bir duman, bir ateş, tarifsiz bir sıkıntı yukarı doğru tırmanıyor. Başkası olmaya özeneyim de atlatayım şu sıkıntıyı, işi gırgıra vurayım, şaka gibi yapayım, espri diye yutturayım kendime, artık beni ciddiye almasını bekleme-diğim okurlarıma diyorum; diyorum ya zaten beceremediğim, içimin bu kelama uymadığı belli değil mi sevgili okur. Birike birike dağlar gibi olmuş her türden hukuk dışı işlerinden birisini bu kargaşanın, bu ölüm korkusunun içine sığdırdılarsa, kinleri, nefretleri kararan yüzlerine yansıdıysa, içerde kalanlara “gebersinler” diyen her kimse, o kirli kelimeyi kendi kör duvarına yapıştırdıy-sa, ben kendi öfkemi, kanayan yaramı dindirmek için bu yazıyı yazmayayım da ne yapayım.

Sevgili dostlar, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç, Ferhat Çelik, Aydın Keser, Murat Ağırel, Hakan Aygün kardeşler, Osman Bey, tüm “düşünce suçlusu” arkadaşlar, Sayın Selahat-tin Demirtaş ve tüm siyasi tutuklular, hükümlüler, kendinize mukayyet olun, hasta olmamaya bakın. Bilirim ben oraları diyeceğim ya hepiniz benden iyi bilirsiniz, revir bir alarm butonu kadar yakın görünür, uzaktır; hastaneler ise ol-dum olası epeyce bir mesafededir, gidiş gelişi zordur, en iyisi hasta olmamaya bakmaktır.

Dışarıda tuhaf bir hastalığın pençe-sindeyiz, insanlar rakam oldu, rakamlar havada uçuşuyor, sizin oralara da ya gel-miştir ya gelmek üzeredir, dikkat edin... Koruyun kendinizi her türlüsünden.

Kimi münafık, muhalif takımının bu “özgürlükçü” yasadan memnun olmadığını biliyorsunuzdur. Onların -ki arada bir benim de aklımı çelerler- dediklerine bakarsanız, terörle ilgileri olmasa da terör kapsamına sokularak politikacıların, insan hakları savunucularının, gazetecilerin kapsam dışı bırakılmaları pek de

adil olmamıştır. Olmamış olabilir, olmamışsa olmamıştır ama mutlaka bir şey olmuştur.

GÜRAY ÖZ

Yapılan düzenlemeyle on binlerce mahkûm serbest kaldı.

AA

Page 3: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar 3

Bu korona günleri için güzel bir slogan “Evde kal!” Üzerine eklenen

hafta sonu sokağa çıkma yasakları, sloganı daha da pekiştirdi. Evde sıkılan vatandaşa kamu hizme-ti olarak bu hafta sonu sizlere beş-on yıl öncesin-den masallar anlatacağım. Masallarımız peri padişahının kızını değil, bu toprakların kızlarını anlatıyor. Bu masallar neden acaba birden aklıma düştü?

‘Ev!’, tüm dünyada hastalığın ve ölümün kol gezdiği bu günlerde ‘sağ’ ve ‘salim’ kalmak için, sığındığımız, o en güvende hissettiğimiz yer. İşte o sığındığımız ‘ev’ bazıları için mezar!

BÜYÜKLERE MASALLAR“Sanki bir çocuk

İlk gülüşüyle yaşlanmıştır”*Prof. Dr. Osman Celbiş, konuşmakta zor-

landı. Gözleri doldu ama kendini toparladı. Önce sadece “Medine...” diyebildi.1

Bir televizyon programına konuk olan Adli Tıp Hocası Prof. Dr. Osman Celbiş, ken-disini en çok etkileyen otopsi sorusu üzeri-ne cevap vermekte zorlandı. Medine’nin 16 yaşındaki bedeni toprak altında bulundu-ğunda, oturur vaziyetteydi. Elleri bağlıydı. Öldürüldükten sonra kümeste kazılan bir çukura gömüldüğü iddia edilmişti. Yapılan otopside ise akciğerinde ve midesinde bulunan toprak nedeni ile canlı ve bilinci açık olarak gömüldüğü ortaya çıktı.

Medine M. 16 yaşındaydı. Hiç okula gitmemişti. Otopsi masasında çekilenler dışında hiç fotoğrafı yoktu. Suçu gezmek ve erkeklerle konuşmaktı. Yıllardan 2009, mevsimlerden kıştı.

2010 yılında, Nuray Onuk tarafından Medine için yapılan bir kısa film, 13. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde En İyi Kısa Film Ödülü aldı. 'Saf Kötülük' isimli filmde, kürekle üzerine atılan her toprak-

la birlikte Medine’nin nefesi biraz daha duyulmaz oldu, sonra durdu. Sanki onunla birlikte nefesimiz daraldı, öldüğümüzü zannettik, aldığımız nefesten utandık ama ölmedik. Biz yaşamaya devam ettik, evimi-ze, işimize gittik. Medine, oturur vaziyette, akciğeri, midesi toprak dolu, öyle kaldı.

Ailesi 45 gün boyunca, kızlarının evden kaçtığını iddia etti. Bir ihbar üzerine polis evin bahçesindeki kümesin altını kazarak Medine’nin cansız bedenini buldu. Kendi evinin bahçesinde, belki bir zamanlar elleri ile yem verdiği tavukların kümesi altında, elleri bağlı, oturur vaziyette son nefesini vermişti iki metrelik çukurun içinde. Bir müddet sonra da bir beton atılmıştı üzeri-ne. Evde hayat devam etmiş, dokuz kardeşi aynı bahçede oynamıştı. O, bahçedeki kümesin altında, ciğerinde midesinde toprakla öyle oturmuştu. Oturduğu yerden; sık sık dayak yediği, okula gidemediği, konuşmasının, gezmesinin ölümcül bir suç olduğu dünyayı anlamaya çalışıyordu belki. Oysa polise de söylemişti çok dayak yediğini. Üç kere gitmişti polise, her sefe-rinde de dayakçılarına geri teslim edilmişti. Annesinin ifadesine göre de zaten bir kaç kere “Kendini öldür” demişlerdi. O da “Ben neden kendimi öldüreyim, çok istiyorsanız siz öldürün...” demişti. Evet, sevgili Medine, çok istiyorlardı ve öldürdüler. Belki de hiç düşünmedin gerçekten sana kıyabilecekle-

rini. Ama inan biz hiç şaşırmadık. Her günkü haberlerden biriydin. Sadece gömüldü-ğünde canlı ve bilincinin açık olduğu haberi biraz sarstı, ama toplumca çabuk atlattık. Davan ne oldu, onu da unuttuk. Ama senin tek büyük suçun olarak gösterilen, ‘erkek-lerle konuşan’ kadınlığın, bazıları için ölesiye korkutucuydu.

Sevgili Medine, acaba konuştuğun erkeklere ne oldu?

“Diri diri gömülen kız çocuğunun hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman.” 2

Bir gün bu dünyada ya da öte dünyada inananlara bu soru sorulacak. O çok kor-kulan kıldan ince köprüden en rahat geçen Medine olacak. Diri diri gömdüğümüz bütün kızlar, günlük üç kuruş için preslerde ölen çocuklar; dağlara, cephelere gön-derdiğimiz gençler; el ele, şarkılar söyleye, güle oynaya, halaylarla geçecekler karşıya. Bakacağız arkalarından kendi korkularımız-la, kötülüklerimizle baş başa.

KEFEN BİLE ÇOK GÖRÜLDÜHatice, Medine’den bile daha küçük, 15

yaşında. Dedesi ile çay kenarına gitti. De-desi geriye yalnız döndü. Batman Çayı bile, “Daha çocuksun” dedi, istemedi, kenara çıkardı. Cenazesi ceset torbasında toprağa kondu. Hatice 12 yaşında başlık parası ile evlendirilmişti. Daha sonra dayanamayıp

baba evine döndü. Baba evinde amcao-ğullarının tecavüzüne uğradı. Hamile kaldı. Aile, Hatice’nin ölmesine karar verdi. İple boğulup Batman çayına atıldı. Hatice’yi boğan ip, amcalarının eline verilmişti. Öldürüldüğünde dört aylık hamileydi. Ce-nazesi Batman Devlet Hastanesi’nde 11 gün bekledi, kimse sahip çıkmadı. Daha sonra bir amca cenazeyi aldı, polis nezaretinde götürüldü, camiye bırakıldı. Cenaze, İl Sos-yal Hizmetler Müdürlüğü ve kadın dernek-lerinden katılan kadınlar tarafından toprağa verildi. Ceset torbası ile gömülen Hatice’ye kıyamayan kadınlar mezarına kefen serdiler, karanfiller koydular. Yıllardan 2012, mevsim-lerden kıştı. Kadınların en büyük itirazları da Hatice’nin bir ceset torbası ile gömülmesine karşılık, katil ve tecavüzcülerinin öldüklerin-de beyaz kefene sarılıp arkalarından dualar okunacağıydı.

O çok sevdiğimiz, beğendiğimiz toplumsal değerlerimiz ‘gerekeni’ yapıyor. Ensest, tecavüz, zorla evlilik, çocuk yaşta evlilik. Bahtınıza ne çıkarsa. Suya atılma, böcek ilacı içme, ya da kendini asma gibi metotlardan biri ile kendinizi öldürmeniz için her türlü imkân sunulacaktır. Ölümünüz kayıtlarda intihar olarak yazılacak; ehl-i na-mus aileniz, tertemiz, başı dik, gönlü rahat olarak 'insan' diye aramızda dolaşacaktır. Ya da şikâyet etmeyin, tecavüzcünüzle evle-nin. Peki, bir de istismara uğrayan erkek ço-cukları düşünelim? İşte o zaman görüyoruz ki istismarın da çocuğun da cinsiyeti yoktur. ‘Çocuk’ çocuktur, istismar da suçtur.

KARANLIKTA YAŞADI, KARANLIKTA GÖMÜLDÜ

Kader, 14 yaşındaydı, iki çocuk doğurdu. İmam nikâhlı eşi askerdeydi ve eşinin ailesi ile oturuyordu. Berdelle evlenmişti, iki aile birbirlerine karşılıklı kız alıp vermişlerdi, de-ğiş tokuş gibi yani. Sen onu bize ver, biz de sana bunu verelim demişlerdi. Nasıl olduğu bilinmedi, öldü. Otopsi raporunda karnında on dört saçma tanesi vardı. Arkasında, henüz nüfus kâğıdı bile olmayan 1,5 yaşında bir oğlan çocuğu bıraktı. İkinci bebeği erken doğdu, yaşamadı. Aile, “Bebeği ölünce bunalıma girdi, odadan çıkmadı, kendini vurdu” diye ifade verdi. Daha çocuk diyenlere; babası, kızım 16 yaşındaydı, 11 değil, 13 yaşında evlendirildi dedi. 14 değil de 16 olsa ne olurdu? 17 olsa ne olurdu? Çocuktu! Kader’in cenazesi, otopsiden sonra Kaymakamlığın aracı ile ‘gelin gittiği’ köye gönderildi. Gelin gittiği köyde, gece vakti gömüldü. Askerden izin alıp yola çıkan eşi cenazesine yetişemedi.3 Bu ne acele, bu nasıl bir aşağılama, nasıl bir yok sayma?

Karanlıkta yaşadı, karanlıkta gömüldü. Bu ülke ve ‘evi’ onun için kapkaranlık bir cehennemdi.

Büyüklere masallar burada bitmedi.Nisan 2020, bazıları için hayat, bazıları

için masallar devam ediyor.*“Gecede Görüşme” şiirinden/

Furuğ Ferruhzad1 http://www.dha.com.tr/aglatan-otop-

si_372821.html, (04.01.2013)2 “Ve izel mev’udeti suilet” Tekvir Suresi,

8-9. Ayet3 Aslan, F., Koyuncu T., Sunar S., Radikal,

(13.01.2014)

KORONAVIRÜS

‘Ev!’, tüm dünyada hastalığın ve ölümün kol gezdiği bu günlerde ‘sağ’ ve ‘salim’ kalmak için, sığındığımız, o en güvende

hissettiğimiz yer. İşte o sığındığımız ‘ev’ bazıları için mezar!

Evde Kal Türkiye Evde Hayat Var

L. GÜLDEN TRESKE

Pixa

bay

Page 4: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

4 19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar

Bir dönemi anlatırken kullanırız hep “Mehter marşı gibi iki ileri bir geri” cümlesini. Bugün bu satır-

lara bu cümle ile başlamamın sebebi de 2005’ten bu yana yaşadığımız, çok ayrıntıya girmeden yazacağım süreç.

Bu pandemi döneminde bunları yaz-sam yazsam kendi hayatımı anlatacağım çalışmaların içinde yazarım diye yanlış bir hisse kapıldığımı anladım. Çünkü yaklaşık karantinada olduğumuz 3 haf-tadır Türk Ceza Yasası (TCK) ile yatıyor kalkıyoruz. Hatta bazen yatamıyoruz bile yoğun çalışmayı takip etmekten.

Bir cümleyi çok söyler oldu genç arkadaşlar son günlerde. “Su uyur Kadın hareketi uyumaz” diye. Tam isabet.

Türkiye’nin cinsellik konusunda el yor-damıyla yürüdüğü ve kapalı bir toplumda tüm ayıp, günah ve kusurların kadına yüklendiği yaşam alanlarında, kendini kaçırarak tecavüz eden hiç tanımadığı bir insanla toplumun ahlak anlayışına zeval gelmesin diye uygulanan bir hukuki durum mevcuttu. 2005 öncesi TCK’de yer alan tecavüz edenin tecavüz ettiği ile evlendiğinde cezanın kalkması maddesi. Sadece bu da değil, hayatını vesika ile sürdüren bir kadına tecavüz edilmesi halinde cezanın yarısı verilerek kadın yap-tığı ticari işi nedeniyle de aşağılanarak toplum nezdinde küçük düşürülüyordu. Bu durumlar kadın olduğu için yakılan, diri diri gömülen zamanlardan pek de farklı değildi. Tüm bunun adına hukuk de-niliyordu. 2005 yılında kanunda değişiklik çalışmaları sırasında işte bu maddelerin yanlışlığına dikkat çekiyordu kadınlar. Düzelmesi, çağdaş ve eşit bir toplum için suç işleyenin üzerinden suçu alarak mağduru sebep gösteren zihniyetten vazgeçilmesi anlatılıyordu.

TBMM’de süren yasa çalışmaları sırasında Meclis, kadın hareketinin evi gibi olmuştu. Kadın örgütlerinin ciddi emeği sonuç almıştı. Suçun cezasız kalmasının önüne geçilmiş ve mağdurun şikâyeti-ne bakılmaksızın, ikincil mağduriyetine sebep olmaması için ortadan kalkmıştı. Kamu davası sürecekti.

O günleri anlatan bir belgesel çeki-minin yapılmasının tarihe tanıklık olarak elzem olduğunu buraya not düşerek devam edeyim.

Sadece bu madde değildi ama benim bugüne yansımalarla anlatmak istediğim konu içeriği nedeniyle bu madde üzerin-den devam etmek istiyorum.

1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe gi-ren TCK içeriğinde yukarıda bahsettiğim madde değişmişti. Cinsel dokunulmazlık suçları ile ilgili olarak tecavüz edilen 18 yaşından küçük ise şikâyete bakılmaksızın yargılama devam ediyordu. Kamu birey adına çocuğun yüksek yararını koruma-ya devam ediyordu. Bu kendi düzenini kurmuş pek çok kişiyi rahatsız etmişti. 2005 öncesi özgürlük alanı bas parayı, kaldır suçu sistemi çökmüştü. Küçüğün

söz hakkı yok, aileye bir miktar para ile tamam olmuyordu artık. Korku suçun işlenmesinin önüne geçmeye başlamıştı.

O süreçte değişen Türk Medeni Kanunu ve Türk Ceza Kanunu'nu yeni kurulmuş olan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ekibinin görev dağılımı ile STK olarak illerde kadınlara anlatmaya gittiğimizde gördük ki toplum kentlerde bilinçlenmeye başlasa da köylerde ve ge-cekondularda erken yaşta resmi olmayan dini nikâh üzerinden adına evlilik denilen ama cinsel istismar tanımına uygun birlik-telikler yaşanmakta.

13-14 yasındaki çocuklar kendilerinden daha büyük yaşlarda insanlara para karşı-lığı satılarak sistem çarkları yeniden ama bu kez farklı bir şekilde kuruluyor. Ya da aileler soylarının devamı gibi saçma bir argümanla akran birlikteliklerini dini de-fansla aile kabul ederek izin veriyorlardı. Çocukların omuzlarına aile olma sorum-luluğu yükleniyordu eğitimden uzaklaştı-rılarak. Erken yaş evliliklerini araştırırken 35 yaşında olduğunu söyleyen vatandaş, “14 yaşımda okuldan dönerken babaan-nemle çarşıya gittik takım elbise aldılar. Hafta sonu düğün yaptılar. Ben 14 eşim 13 yaşındaydı ve 1 yıl sonra kucağımızda 1 bebek vardı” diye anlatmıştı.

Bu birlikteliklerden yargının haberi ancak bir şikâyet halinde oluyordu.

Tam bu sırada iktidarda olan Ada-let ve Kalkınma Partisi sağlık alanında reform diyerek adlandırdığı bir çalışma ile ekonomik koşulları iyi olmayanlar için doğumlarını hastanede yapacaklar için ücret alınmayacağı kararını aldı. Siyaset her zaman oy nereden gelecek iyi bilir.

Saha da gözlemlerimiz bize erken yaş evliliklerinde bir artışın olduğunu söylüyor ama veri konusunda herhangi bir şekliyle oran verecek bir araştırma-mız yoktu.

TÜİK 16 yaş üzerinden hâkim ve aile kararı alınmış evliliklerde artışı onaylıyor ancak resmiyete girmemiş yani 15 -16 yaş altı evlilikler için bir şey söylemiyordu. Tam da bu sıralarda 2015 yılında Erzurum Pasinler Sulh Ceza Mahkemesi resmi nikâhtan önce dini tören yapan sanık çiftin davasıyla ilgili olarak TCK’nin birden çok evlilik, hileli evlenme ve dinsel tören başlıklı 230’uncu maddesinin 5 ve 6’ncı fıkralarının iptali için Anayasa Mahkeme-si'ne başvurur.

Anayasa Mahkemesi resmi nikâh olmadan dini nikâh kıyan imam ile çiftlere 2 aydan 6 aya kadar hapis cezası veren maddeyle ilgili başvuruyu kabul eder ve Anayasa Mahkemesi 4’e karşı 12 oyla hapis cezasını iptal eder. Olayları birbirine bağlamanızı ve düşünmenizi istiyorum. Kim, nerede, neyi, niçin yapıyor diye.

AYM üyeleri nikâhsız birlikte yaşayan-lara hapis cezası öngörülmez iken dini nikâh kıyanlara hapis cezası verilmesini Anayasa'nın 10. Maddesi'ndeki eşitliğe aykırı bulur. Mahkeme ayrıca düzenle-menin özel hayat ve aile hayatına saygı gösterilmesi hakkı, din ve vicdan özgürlü-ğü, kanun önünde eşitlik ilkesi ve kişilerin maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirilmesi hakkına aykırı olduğunu da öne sürdü.

Siyah ve beyaz kadar birbirine benze-meyen bu eşitlik kavramı üzerinden alı-nan karar ile bizce ip kopmuştur. AYM’nin 27 Mayıs 2015 tarihindeki kararı ile Türki-ye'de yaşayan her imamın önüne gelen çocukla evlenme akdinde yakalanma korkusuna en yüksek mahkemeden en yüksek perdeden serbestsiniz denilmiştir. Üstelik Birleşmiş Milletler Çocuk hakları sözleşmesine imza atmış ve parlamen-tosu onaylamış aynı zamanda TCK'ye bunun suç olduğu ile madde yerleştirmiş bir ülkede.

Ülkenin geleneksel yapısı içinde erken yaş evliliklerinin önlenmesi yolunda sadece hukuki mevzuat değişmiyordu. 4+4+4 sistemi ile zorunlu eğitimde 3 ayrı bölüme ayrılmış 2. bölüm sorası çocuk-ların örgün eğitimden ayrılması için açık liseler devreye girmişti.

Hukuki karar yargının ama eğitim kararı hükümetin bir inisiyatifi olarak 14 yaşında çocuğun evlenmesinin neredey-se taşlarını döşeyen halini almıştı.

4+4+4 sisteminde ilk yıl 276 bin çocuk örgün eğitimden ayrılmıştı sadece kız çocukları değil. Ekonomik koşullarını bil-diğimiz ülkemizin erkek çocukları da bu sayılara dâhildi. İkinci yıl 600 bin çocuğa ulaşmıştı bu sayı neredeyse.

Şimdi bir taraftan eğitim zorunlu ama evden devam edebilirsin mantığı, öte taraftan evlenirsen sana ceza yok kanunsuzluğu ve tüm bu argümanları iyi kullanan mantar gibi türeyen cemaatler…

Bu sırada erken yaş evliliğinin yanı sıra

FIKIR

Ahlaksız teklif Hukuki karar yargının ama eğitim kararı hükümetin bir inisiyatifi

olarak 14 yaşında çocuğun evlenmesinin neredeyse taşlarını döşeyen halini almıştı. 4+4+4 sisteminde ilk yıl 276 bin çocuk

örgün eğitimden ayrılmıştı sadece kız çocukları değil. Ekonomik koşullarını bildiğimiz ülkemizin erkek çocukları da bu sayılara

dahildi. 2. yıl 600 bin çocuğa ulaşmıştı bu sayı neredeyse.

CANAN GÜLLÜTürkiye Kadın Dernekleri

Federasyonu Başkanı

Dep

o Ph

otos

Page 5: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar 5

çocuklarının istismar olaylarının artması ile TBMM'de idam, hadım kastrasyon konusu konuşulurken bu yaşanmışlıklar toplumun cinsel açlığını ortaya koyuyor-du. Önlem ise cinsel suçlar yasası düzen-lemesi ile ağır cezaların getirilmesi idi. Yeni bir yasal mevzuat yapılırken birden bire komisyondaki 4 partinin uzlaşmasıy-la cinsel suçlarda yaş sınırı basamakları ile cezalarda artış konusunu konuşmaya başladık. Bu sınır 12 yaştaki 15 yaştaki diyerek bir bariyer oluşturuyor ve ceza-ların miktarını ayarlayarak aslında erken yaşta çocuklarla birlikte olma sınırını 12’ye çekme iradesini ortaya koyuyordu.

Kasım 2016 tarihinde gece saat 22.00 sularında dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ tarafından TBMM’ye TCK’de cinsel istismar suçunda mağdur ile failin evlenmesi halinde fail hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılması veya ce-zanın ertelenmesine imkân veren düzen-leme vermiştir. “Düğün yapılmış, dernek yapılmış, gelmişler, hediyeleri takmışlar, resmen evlenmişler. Savcı düğününe gelmiş, kaymakam gelmiş, hâkim, karakol komutanı gelmiş babası köyün tanınmışı diyerek söze başlamış Bana gelen hamile bir kadının halinde dram var drama çö-züm bulmaya çalışıyoruz” demiştir.

Dikkat ederseniz yukarıda sayılan meslekler küçük ilçelerde yetkin devlet temsilcileri ve onların bu tür düğünlere gittiklerini altın taktıklarını söyleyen ise bu ülkenin Adalet Bakanı'dır. Yetmezmiş gibi yine kendini savunurken “Küçü-ğün rızası” diyerek lügatimize yeni bir tanımlama eklemiştir. Hafızalarımızda bu cümle, adına biz kadın örgütlerinin kısaca 'tecavüz önergesi' dediğimiz belge yasalaşmadan Meclis'in raflarında yerini almıştır.

2018 yılında MHP tarafından hapisha-nelerde bir boşalımın sağlanması adına af dillendirilmeye başlamış ancak Cumhur-başkanı Erdoğan bireysel suçlara ''Devlet af yapamaz'' söylemi ile konuyu gün-demde tutmamıştır. Ancak af diş macunu gibidir, söylem macunu dışarı çıkarmıştır aynı şekliyle tüpe girmesi mümkün değildi. 2020 Mart ayı başında hepimizin hayatında ilk defa karşılaştığı ve dünyayı etkisi altına alan COVİD-19 salgını ile ha-pishanelerde karantina konusu gündeme gelmiştir.

Hepimiz karantina için hüküm giymemişlerin, 65 yaş üstü tutukluların, kadın ve çocukların serbest bırakılması ile konunun gündeme gelmesinin akıllıca ol-duğunu dillendirdik. Ancak iktidar partisi bu pandemiyi fırsata çevirme kararlılığıy-la İnfaz yönetmeliğinde bir düzenleme ile TBMM'ye teklif sunacağı bilgileri kulislere sızdı. Bu bir fırsattı onlar için. Ancak toplum için bu konuda bir uzlaşı olduğu tartışılır.

Bu nedenle kadına şiddet ve cinsel dokunulmazlık konularında af kapsamı-na girmemesi adına çalışmalar yaptık. Söylemlerimizin duyulmasını sağladık. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan istismar ve şiddet konularında kırmızıçiz-gilerinin olduğunu söyleyerek yansıyan haberlerin yanlış olduğunu söyledi ve

adalet komisyonunda infaz yasa taslağı görüşülmeye başlandı. O görüşmeler sonrası genel kurula inen taslağa Geçici 9. Madde ile ekleme yapıldı.

Özellikle 6. fıkra cinsel dokunulmazlık konusunda geçici cezaevine çıkışları kolaylaştırdığı için kapsam içinde gözü-küyordu. Yine TCK’de kadın cinayetleri diye tanımlı bir suç olmadığından bahisle kasten yaralama suçları üzerinden ya-pılan düzenleme de eş olma koşulunun kapsam dışında tutulduğuna tanıklık ettik. Eğer katalog ve istisna suçlardan değil ise yani evli değilseniz ve birlikte yaşadığınız kişi size kemikleriniz kırılınca-ya kadar dövse buradan alacağı 6 yıllık ceza infaz yönetmeliğinde cezanın 2/3 ten ½'ye düşmesi ve denetimli serbestlik süresinin 1 yıldan 3 yıla çıkması sebebiyle ceza yatmadan tahliye olabiliyor. Şimdi siz bana burada kadına şiddet kapsam dışı diyebilir misiniz?

Evli olmanın koruma kalkanı ise usul ve füruya yani anne baba ve kardeşe ve beden ve ruh sağlığı bakımından kendi-sini savunamayacak kişiye ve çocuğa ya-ralama faaliyetleri maddesi kapsamında şartla salıvermede kapsam içi, denetimli serbestlikte kapsam dışı olarak karşımıza çıktı.

Görüldüğü üzere Adalet Komisyonu sonrası yine bir fırsatçılık yaparak aslında Anayasa gereği 5/3 çoğunlukla çıkarılma-sı gereken AF kanunu oy çokluğuna evi-rilmiş ve meclisin çoğunluğu iktidarın ve MHP elinde bulunan sayısal çoğunlukla Kutsal Aile yapısı onanarak aile dışındaki kadın görmezden gelinmiştir. Unutma-yınız ki bu ülkede kadınlar boşandıktan sonra öldürülmekte yaralanmakta ve şid-dete uğramaktadır. Buradaki ana amaç

kadını o kutsal ailenin bir parçası olarak kalmasını sağlayarak şiddete boyun eğmesini ve ses çıkarmadan kaderine razı olmasını önermiş oluyor.

Meclis'te infaz taslağı görüşmeleri devam ederken CHP ve İYİ parti vekilleri ile görüşmeler yaptık ve onların kırımızı çizgilerini koruyacağı bilgilerine eriştik. Yasanın gelmesi konusundaki tedirginliği-mizi ilettik.

İnfaz taslağı görüşmeleri devam eder-ken hafta sonu çalışmayı karar aldıkların-da bir şeyler olabilir diye Meclis'teki ar-kadaşlarla konuşmuştuk. Kadın örgütleri meclisi an be an takipteydi. Hislerimizde yanılmadığımız ortaya çıktı. Taslağın 65. Maddesi görüşmeleri sırasında erken yaş evliliği konusunda bir affı bu taslağa eklemek adına geçici 10. Madde hazırlığı ile muhalefetten destek istendiğinden haberimiz oldu. Muhalefetin dik durarak kararlılıkla hayır dediği belgeyi hukukçu, akademisyen ve kadın örgütleri sosyal medyada paylaşarak bir eylem başlattı.

Maddenin içeriği aslında 2016 yılında devreye girenden daha ağır hasar vere-cek bir içeriğe sahipti. Yine TCK 103'te bir düzenlemeye gitmeyi öneren AHLAK-SIZ TEKLİF; mağdurun 14 yaşına girmiş olması yani 13 yaşını tamamlamış olmak, failin başka biriyle evli olmaması, arada 15 yaş farkından fazla olmaması, mağdurun şikâyetinin bulunmaması gibi kriterleri barındırıyordu.

BM sözleşmesi “18 Yaş altı çocuktur” der. Medeni Kanun 15 yaşı tamamlamış olmayı kabul ederken 14 yaş sınırı ile Medeni Kanun'un üzerine çizgi çekme-yi ve yine TCK’de tecavüz edene ceza indirimini hükümsüz bırakacak bir metnin kanunlaşması isteniyordu. Bu ülkede

10- 25, 12 -27, 14-29 gibi yaş aralıklarında yapılmış dini nikahlı çiftleri, TCK’nin cinsel dokunulmazlık olarak tabir ettiği suçu, devlet görmezden gelmeyi öneriyordu. Bu teklif üzerine sosyal medya üzerinde 24 saat süren eylem sonucu şimdilik kanunlaşmadı. Ancak iktidarın 45 günlük Meclis tatili sonucu yine yeniden dene-yerek bu metni kanunlaştırma isteklerini biliyoruz. Hatta şimdiden dev çınar Ana-dolu Ajansı'nın algı yürütme operasyon-ları başladı.

Yalan yanlış haberlerle resmi olmayan evliliklerde duygu sömürüleri yapılmakta.

Çok hassas bu konu değerler siste-mini allak bullak edecek ve en önemlisi Medeni Kanun'u geçersiz kılacak ikinci bir harekete bulunmak çok yanlış olur.

2018 yılında müftüye verilen nikâh kıyma yetkisi ile delinen laiklik ilkesi ve medeni kanun konusunda bu kez yapı-lacak ve atılacak adım şerr-i hükümlerle yönetilmeye bizi bir adım daha yaklaştırır.

TBMM 100. kuruluş yılında ve hele çocuklarına bayram hediye etmiş bir Meclis'te böyle bir taslağın odalarda üzerinde çalışılıyor olması bile düşününce insanın yüreğini yakıyor.

Ama biliniz ki bu ülkenin kadınları Osmanlı’da kafes arkasında, kurtuluş savaşında cephe gerisinde mücadele için savaş vermiş ve her dönem öngörüsü ile siyaset üstü tavrı ile adım atmaktan korkmamıştır.

Bu ülkenin çocukları tecavüz mahkû-mu olmayacaklardır ve tecavüzün affı olmaz. Her zaman söylediğimiz gibi suç cezası kalamaz, varsa bir sorun sosyal devlet adaletiyle çözülür.

Mücadeleye devam. Ve biz biliyoruz ki mücadele kazandırır.

FIKIR

Yine TCK’de kadın cinayetleri diye tanımlı bir suç olmadığından bahisle kasten yaralama suçları üzerinden yapılan düzenleme de eş olma koşulunun kapsam dışında tutulduğuna tanıklık ettik.

Eğer katalog ve istisna suçlardan değil ise Yani evli değilseniz ve birlikte yaşadığınız kişi size kemikleriniz kırılıncaya kadar dövse buradan alacağı 6 yıllık cezayı yatmadan tahliye olabiliyor.

Şimdi siz bana burada kadına şiddet kapsam dışı diyebilir misiniz?

Yüzlerce çocuk istismara karşı ‘Çocuklar susmasın’ eylemi yapmıştı.

Twitt

er

Page 6: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

6 19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar

Bir virüsün tüm dünyayı etkisi altına alması birlikte hepimizin yaşamı bir anda değişti. Evlerimizden çıkamaz

hale gelirken bir yanda da gelecek, işsizlik, açlık ve ölüm korkusu hepimizi etkisi altına aldı.

Hizmet sektörü büyük oranda evden çalışma sistemine geçerken üretimin mekândan kopması mümkün olmayan sektörlerle, temizlik, güvenlik, market çalışanları, kuryeler, inşaat işçileri ve sağlık personeli hayatın devam etmesi için çalışmaya devam ettiler. Bu durum bir taraftan işçi sınıfının sonunun geldiği safsatasını bir kez daha çürütürken bir taraftan da koronanın zengin yoksul, milliyet, sınıf, din farkı ayırmadığı ve virüs karşısında herkesin eşit olduğu yalanını boşa çıkardı.

Salgın, dünya ekonomisinin 2008 yılında girdiği krizi aşamadığı süreçte ortaya çıktı.

2008 yılından itibaren tüm çabalara rağmen kâr oranlarında azalma, borçlan-ma rakamlarında artışlar devam etmiş, yatırım, tüketim ve istihdam rakamları artmamış, işsizlik oranları azalmamış, büyüme rakamları yetersiz kalmıştı. Böylesi bir tabloda salgının dünya ekonomisine ciddi maliyet oluşturması kaçınılmazdı. BM Ticaret ve Kalkınma Ajansı, 2020 yılı için virüsün dünya

ekonomisine maliyetinin 1 trilyon dolar olduğunu tahmin ediyor. IMF ve Dünya Bankası, 2020’de büyüme oranı öngö-rülerini yüzde 1 oranında aşağı çekti. Dünya ekonomisinde yüzde 2,5 büyüme sınırı, doğrudan doğruya durgunluk eşiği olarak kabul ediliyor. Geçen seneki büyüme rakamının yüzde 2,9 olduğunu düşünürsek salgının dünya ekonomisi üzerindeki olumsuz etkisine kısa sürede çözüm bulunmayacaktır. Ekonomik kriz-le birlikte batacak binlerce şirket, işsiz kalacak milyonlar bu sürecin can yakıcı şekilde hissedilmesine neden olacak.

KAPİTALİZMİN SONU MU?Dünya ekonomisinin 2008 yılında gir-

miş olduğu kriz, yapısal bir hal almışken bu salgınla daha da derinleşti. Bu durum kimilerine göre kapitalizmin çöküşüne kimilerine göre de küreselleşmenin sonuna işaret ediyor. Siyasal olarak “Ya barbarlık ya sosyalizm” sloganının “Ya

ölüm ya sosyalizm” olarak değişime uğ-radığı dile getiriliyor. Peki, bunlar doğru mu? Tüm bu sorulara cevap bulmak için dünya ekonomisini daha tarihsel bir bakış açısıyla değerlendirmeliyiz.

Aslında 2008 krizinin başlangıcını 1970’lerde merkez ekonomilerde yaşa-nan reel üretici sektörlerde kâr oranları-nın düşmesi ve talebin gerilemesi olarak alabiliriz. Kapitalizm, krizden çıkışı finan-sal serbestleştirme ile aşmaya çalışmıştı. Finansal piyasalar serbestleştirilir ise tasarruflar artacak, yatırımlar hızlanacak ve sürekli büyüme temposu yakalanmış olacaktı. Ancak finans sermayesi ser-bestleşip balonlaşırken sabit sermaye, yani üretken sermaye yatırımları geriledi.

Ücretliler parçalanmış işgücü piyasa-larındaki güvencesiz istihdam biçimle-riyle yoksullaştı.

Küresel finansal varlıkların değerleri ise sadece gelişmiş ülkelerin merkez bankalarının uyguladıkları parasal genişleme politikaları sayesinde koru-

nabilmiş ve dünya neredeyse 0 faizli, ucuz likiditeye boğulmuştur. Finansal fonların, sabit sermaye yatırımları yerine giderek daha riskli ve spekülatif nitelikli finansal işlemlere kaymasına neden olmuştur. Bunun yansıması olarak, finansal balonlaşmanın sonucu küresel borçlanma artmıştır. 2008 krizinden önce 152 trilyon dolar olan küresel borç stoku on yıl içerisinde 240 trilyon dolara çıkmış, dünya milli gelirler toplamının da neredeyse üç misline ulaşmıştır.

NASIL BAŞA ÇIKACAKLAR?IMF 1 trilyon dolarlık kredi limitini aktif

hale getirdi. ABD ekonomiye 2 trilyon dolar aktarılması kararı aldı. Almanya 550 milyar, İspanya 200 milyar, Fransa 300 milyar avro ile desteğe başladı. Türkiye 100 milyar TL’de kaldı. Bunun-la birlikte atlanılmaması gereken bir başka nokta ABD’nin 2 trilyon olarak açıklanan paketin yalnızca 500 milyar

FIKIR

Dünya ekonomisinin 2008 yılında girmiş olduğu kriz, yapısal bir hal almışken bu salgınla daha da derinleşti. Bu durum kimilerine göre kapitalizmin çöküşüne kimilerine göre de

küreselleşmenin sonuna işaret ediyor. Siyasal olarak “Ya barbarlık ya sosyalizm” sloganının “Ya ölüm ya sosyalizm” olarak değişime uğradığı dile getiriliyor. Peki, bunlar doğru mu?

Salgın dünyayı değiştirir mi?ENDER TUNA

Koronavirüs salgınından en çok yoksullar etkieniyor

Dep

o Ph

otos

Page 7: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar 7

dolarının doğrudan hane halkına yönelik olmasıdır. Yaklaşık 900 milyar doları büyük ve küçük işletmelere, 130 milyar doları hastanelere, geri kalanı ise eyalet hükümetlerine ayrılmıştır. FED geçen hafta içerisinde beklenmedik bir şekilde politika faizini yüzde 0 olarak açıkla-dı. İngiltere Para Politikası Komitesi, Ağustos 2016'dan bu yana ilk kez faiz indirimine giderek oranı yüzde 0,75'ten 0,25'e çekti.

Aslında kapitalizm küreselleşme sürecinde olduğu gibi 1970 yılından beri uyguladığı müdahale biçimlerinden farklı bir şey yapmayıp merkez banka-larınca yürütülecek parasal genişleme yoluyla ucuz krediye dayalı talep desteği sunmakla yetindi.

Bu para politikası daha öncesi gibi dünyada varlık fiyatlarının çöküntüye uğramasına, borç düzeyinin katlanarak artmasına neden olacaktır. Finansal sistem üzerinden bol kredi ve daha da yoğun borçlanmaya dayalı tüketim üzerinden sorunu çözmeye çalışılıyor. Bu yönüyle küreselleşme politikalarından bir uzaklaşma söz konusu değildir. Yine maliye politikaları değil para politikaları tercih edilmiştir.

Mevcut korona krizini aşmak üzere Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn’in ekonomi politikalarında olan servet vergisini devreye sokulması tartışı-lır olmaktan çok uzak. Küreselleşme sürecinde yaşanan her kriz sonrası bir çeşit kısıtlama enstrümanı olarak eşitsizliklerin giderilmesi için önerilen vergilendirme talepleri hayata geçiril-medi. Her seferinde küreselleşmenin sonu ilan edilmiş ve vergilendirme ile finansal hareketlerin kısıtlanması beklen-mişti. Ancak 2001 krizi sonrası Tobin Vergisi, 2008 finansal krizi sonrasında ise 'Finansal İşlem Vergisi' taleplerini, tartışmalarını ve akıbetlerini unutmamak gerek. 2008 krizi öncesi ve sonrasındaki ekonomi politikaları arasında bir değişim yok. Neoliberalizmden vazgeçilmesin-den ziyade, onun yoğunlaştırılması söz konusu oldu. Sonuç olarak, küreselleşme döneminde kapitalizmin salgın sonrası

derinleşecek krize ilişkin mücadele yön-temi yine parasal politikalarla sınırlıdır. Başka türlüsünü beklemek gerçekçi olmayacaktır.

KORONA VE SİYASAL SİSTEM2008 krizi sonrasında otoriter neoli-

beralizm olarak adlandırdığımız dönem başladı. Devlet neoliberalizmin gereksi-nimlerinin fonksiyonel bir türevi olarak hareket etti ve siyasal müdahalelerde bulundu. Banka ve diğer mali kuruluş-lara yardım yaptı ve batan şirketleri kurtardı. Otoriter neoliberalizm hege-monyasını sürdürmek için direnişi ve hoşnutsuzluğu etkisizleştirecek anlaşma, taviz ve orta yol bulma gibi politikaları tercih etmedi. Yaygın devlet müda-haleleri hükümetler ve parlamentolar aracılığıyla tahakküm altındaki sınıfları açıkça dışladı.

Özellikle yasa ve düzen, 'daha fazla polis, daha ağır cezalar, daha iyi aile di-siplini, manevi değerler' sosyal çözülme-nin belirtisi olarak suç oranının artması gibi konularda görünür olurken halkı kanunsuzluğun patlak vermesi sonucun-da normlarını korumak için bir otoriteye ihtiyaç olduğu fikrinde birleştirmeyi amaçlar. Kasım 2011 tarihinde New York’taki Zucotti Parkı’nın temizlenmesi, Gezi eylemi, Fransa’daki sarı yelekliler, Almanya’daki anarşist eylemlerinde yaşanan polis şiddeti bu kapsamda değerlendirilmeli.

Otoriter neoliberalizm döneminde yabancı düşmanlığının artması ve daha keskin bir göç karşıtlığının gelişmesi tesadüf değildir. Trump, Putin, Boris Johnson, Viktor Orbán, Jair Bolsonaro, Erdoğan gibi otoriter devlet yöneticileri-nin olması da tesadüf değildir.

Ulusal devletler, küresel ölçekte gerçekleşen salgında kendi imkânları ile mücadele etmek zorunda kaldı. Bu süreçte ulusal devletin etkinliğinin arttığı söylenebilir. Salgının görüldüğü tüm ülkelerde sokağa çıkma yasakları uygu-lanarak sokakların boşaltılması, orduların kentlere girmesi, sınırların kapatılması ile nüfus kilit altına alınarak kalıcı gözetim altında yaşamaya mahkum edildi. Salgın boyunca ulusal devletin güvenlikçi politikaları son derece yaygın ve şiddetli kullanıldı.

Çin, Güney Kore, Singapur, Tayvan, gibi otoriter devletlerle birlikte ABD, İngiltere, İtalya, İspanya ve Danimarka gibi merkez ülkelerde de benzer geliş-meler yaşandı, yaşanıyor. Liberalizm kriz anında sığınacak liman olarak devleti gördü. Devletin otoriter ve baskıcı yönü-ne sığındı.

Yaşanan küreselleşme sürecine ve krizlere özellikle yeni milliyetçi sağ-dan tepkiler geliyor. Batıda popülist, korumacı, yabancı düşmanı ve göçmen karşıtı yeni sağ politikalar ve otoriter liderler iktidara geliyor. Sol bu süreçte tüm ülkelerde gerilemekte. Sol partiler sağ çizgilere kayarken kapitalizme karşı sosyal devleti güçlendirmek isteyen, bu nedenle vergi sistemi üzerinde duran yaklaşımları savunan Corbyn, İngilte-re’de seçimi kazanamadı; ABD’de ise demokrat parti adaylarıyla ilgili oy-lamalarda Sanders, Biden karşısında tutunamadı. Korona salgınıyla devletin etkinliğinin artması, sınırların kapatılması ve korumacı politikalar muhtemeldir ki ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığını artıracaktır. Yeni milliyetçi sağın ve otoriter popülist liderlerin yük-selişi artarak devam edecektir.

SOL NE YAPACAK?Kapitalizmin krizleri önemli ekonomik

ve siyasal sonuçlar doğuruyor. Ancak krizden çıkışın ya da yeni birikim rejimi-nin nasıl olacağı siyasal güç dengelerinin hangi sınıftan yana olduğu belirlemek-tedir. 1929 krizi sonrası liberalizmden Keynesçiliğe, 1970’lerdeki kriz sonrası Keynesçilikten neoliberalizme geçiş yaşandı. Hiçbir birikim rejimindeki deği-şiklikler kendiliğinden yaşanmadı. 1929 krizi sonrası yükselen sınıf mücadelesi, güçlü sendikal hareketler ve 'sosyalizm' tehdidi, işçi sınıfı lehine sosyal devlet politikalarının etkin olduğu Keynesçilikle sonuçlanırken 1970’lerdeki kriz sonra-sında ise sınıf mücadelesinin gerilemesi, sosyal hakların gerilemesi ve reel sos-yalizmin yıkılmasının etkisiyle neoliberal politikalar gerçekleşti.

Öncelikle bu salgın, bir gerçeği çırılçıplak ortaya çıkarmıştır. Sağlık sisteminin piyasanın inisiyatifine bırakıla-mayacağı ve devletin daha etkin olarak insan merkezli bir biçimde kullanılması gerektiği tartışmasız bir zorunluluktur. Bu durum, sağlık hizmetinin kamusal olarak tüm yurttaşlara eşit ve parasız sunulan, vergi gelirleriyle finanse edilen bir yurttaşlık hakkı olduğunu açık seçik göstermiştir. Eşitlik, dayanışma, paylaş-ma, kolektif haklar, kamuculuk, demok-ratik planlama gibi sola ait kavramlar daha öne çıkarılacak politikalar ve talepler oluşturulmalıdır. Devlet plan-laması, kamuculuk, sosyal dayanışma, sosyal devlet tarihin tozlu raflarından çıkmalıdır. Gelişen yeni sağ ve otoriter devlet yönetimlere karşı, özgürlük, eşitlik ve sosyalizm bayrağını yükseltecek bir politik mücadele yürütülmelidir.

Yaşanılan veya yaşanacak salgın-dan ancak köklü ekonomik ve siyasal değişiklerle baş edebiliriz. Bu nedenle bütünlüklü, kamusal üretimi öne alan, planlamanın etkin kullanıldığı, doğaya ve iklim değişikliklerine duyarlı, sür-dürülebilir kalkınmanın hedeflendiği, özgürlükçü ve eşitlikçi bir karşı tahayyül tasarlamalıyız.

FIKIR

Yaşanılan veya yaşanacak salgından ancak köklü ekonomik ve siyasal değişiklerle baş edebiliriz. Bu nedenle bütünlüklü, kamusal üretimi öne alan, planlamanın etkin kullanıldığı, doğaya ve iklim değişikliklerine duyarlı, sürdürülebilir kalkınmanın hedeflendiği,

özgürlükçü ve eşitlikçi bir karşı tahayyül tasarlamalıyız.

Cana

n El

iaçı

k

Page 8: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

8 19 NİSAN 2020 PAZAR Pazarİnfaz yasası ve 10 ayrı

kanunda değişiklikler yapan yasa yürür-

lüğe girdi. Özellikle teknik boyutu, af olup olmadığı, faydalananlar, faydalanmayanlar çok tartışıldı. Ben -belki de kışkırtıcı sayılabilecek- bir soruyla başlamak is-tiyorum: Şu anda cezaevlerinde tutulan bir kişi hükümlü veya tutuklu sayılabilir mi? Hatta insan sayılabilir mi?

Hükümlü ve tutukluyu sadece tutul-ması, özgürlüğünden yoksun bırakılması, toplumdan mutlak tecrit edilmesi, veri-len cezayı çekmesi için kapatılan insan altı varlıklar olarak görüyorsanız zaten bu soru kışkırtıcı gelmediği gibi yanıtın da önemi olmayacaktır. Ancak cezae-vinde tutulanların 'insan' oldukları ve 'hükümlü ve tutuklu' statüsü ile orada tutulabilecekleri basit gerçeğini kabul ediyorsak sorumuza dönelim: Nedir tutuklu ve hükümlü?

Bu sorunun yanıtını infaz yasası kapsamında ararken özelikle iktidarın yaptıklarını sorgulamaksızın kutsayanları 'yatıştırmak' için Erdoğan’ın yasanın geçmesi nedeniyle yayımladığı kutlama mesajından bir alıntı yapayım:

“… Ceza adaletinin olmadığı bir yerde vicdanların sızısını durdurmak mümkün değildir… İnfaz ve denetimli serbestlik aşamalarında çocuk, yaşlı, hasta, yeni doğum yapmış kadınlar gibi gruplar lehine bir insani yaklaşım geliştirilmiştir… Bu düzenlemedeki hükümlüler lehine iyileştirmeler ile yeni infaz yöntemleri,

adaletin tecellisi sırasında vicdanların yaralanmasının önüne geçmek için getirilmiştir… Hakları, canları ve sağlık-ları devlete emanet olan bu insanların salgın hastalığa yakalanmamaları için temizlikten karantinaya kadar her önlem alınıyor”.

Görüldüğü gibi yaşadığımız dönem-de adaletsizliğin odağı olanlar bile, ceza adaleti ve infaz hukuku söz konusu olunca, yapılan düzenlemelerin adil ve insani olduğunu, hükümlü ve tutuklula-rın haklarının, canlarının ve sağlıklarının devlete emanet olduğunu -en azından kamuoyuna karşı- söylemek zorunda kalıyorlar; adalet tecelli etmeli, insani olmalı cezaevindekilerin canları ve sağlıkları devlete emanettir. Kim karşı çıkabilir ki?

O zaman devletin bir kişiyi cezae-vinde tutabilmiş olması bize öncelikle o kişinin tutuklu ya da hükümlü olduğunu gösterir. Hükümlü ve tutuklu dediğimiz-de bu statünün 'hakları ve güvencelerini' de kastetmiş oluruz. Aksi taktirde devlet 'devlet' değildir tutulan da 'hükümlü ya da tutuklu' değildir. Bu haklar ve güven-celer için de sadece ülkemiz değil tüm

insanlık çok büyük bedeller ödemiştir.İşkenceler, açlık grevleri, ölümler,

infazlar, isyanlar, kanunlar, uluslararası sözleşmeler, ulusal/uluslararası kurum-lar… İnfaz hukukundaki her bir 'hak ve güvencenin' arkasında devasa bir mü-cadele ve deneyim vardır. Özellikle ülke-mizde neredeyse her dünya görüşünün geçmişinde aynı ağırlıkta olmasa da bir cezaevi adaletsizliği deneyimi ve bilgisi var. Diyarbakır, Mamak, Metris, Silivri, Sincan, Kandıra, Ebu Gureyb, Guanta-namo… Bu cezaevlerindeki adaletsizlik kabulümüz işte bu 'hak ve güvencelerin' tanınmaması ve ihlali ile ilgili.

Bu hak ve güvencelerin başında ise uluslararası sözleşmeler ve ulusal hukukla güvence altına alınan yaşama hakkı gelir. Devletlerin yaşama hakkı ile ilgili pozitif yükümlülüğü ise 'makul ve uygun tedbirler' alınmasını gerektirir. Pandemik bir salgında kapasitesinin çok üzerinde hükümlünün barındırıldığı ce-zaevlerinde bu hakkın ihlal edileceği çok açık. Hijyen malzemelerine ve doktora ulaşımın sınırlı olduğu, dar bir alanda tek bir enfekte kişinin olmasının koğuştaki herkesi enfekte etmesinin kaçınılmaz ol-

duğu, infaz personeli ile ilgili önlemlerin geç alınması gibi etkenler göz önünde bulundurulursa bu koşullardaki infaz, hükümlü ve tutuklunun duyduğu kaygı nedeniyle bile hak ihlali oluşturur.

Yaşama hakkı dışında, yakınlarıy-la görüşme, etkinliklere katılma, izin, avukatlarıyla görüşme gibi hakların da kullanılamadığı/çok sınırlı kullanıldığı, sadece 'kapatmanın' gerçekleştirildiği bir statünün çağdaş anlamda bir 'infaz' olarak, kapatılanları da 'hükümlü ve tutuklu' olarak kabul etmek mümkün değildir. Bunun yanında süreler durdu-rulmuş adliyeler adeta tatil edilmişken özellikle tutuklu ve hükümlülerin adil yargılanma hakları da ortadan kalkması söz konusu.

Kuşkusuz bu durumun asli gerekçesi öngörülemeyen bir 'mücbir sebeptir' ve ne kadar devam edeceği belli değildir. O zaman bu sorunun öncelikli olarak çözülmesi gerekirdi. Nitekim birçok ülkede adımlar çok hızlı atıldı ve yaygın tahliyeler yapıldı. Bizde ise Bahçeli’nin işareti (belki de talimatı demek daha doğru) ile başlayan süreç, düzenlemenin Çakıcı’ya özgü bir af olarak algılanması

FIKIR

İLHAN CİHANER

Salgına dair yaş, hastalık, geride kalan ceza süresi gibi daha adil ve objektif koşulların belirlenmesi yerine salgınla ilişkisi olmayan suç kategorilerinin kullanılmasında yasaya asıl

niteliğini veren olgunun yansımasını görüyoruz: Düşman ceza (infaz) hukuku.

Düşman infaz hukuku

Düzenlemenin ardından salınanlar bozkurt ve rabia işaretleri yapmıştı.

İHA

Page 9: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar 9

ve 'Rahşan Affı' gibi tepkiler nedeniyle rafa kaldırmıştı. Ancak salgını bir fırsat olarak değerlendirip vatandaşların eve kapatıldığı bir ortamda, sanki salgın nedeniyle yasa çıkarılıyormuş gibi teklif yeniden gündeme getirildi.

Bu tespitleri infaz yasasına bağlaya-cak olursak; böyle bir durumda, salgın hastalık nedeniyle oluşan hak ihlalleri ve yaşamsal riskleri ortadan kaldırmak amaçlı bir yasada, bu amaçla yapılan dü-zenlemelerde, istisna ve iyileştirmelerin kapsamlarının buna göre değerlendiril-mesi gerekirdi. Oysa salgına dair doğru-dan tek atıf 53. Madde ile eklenen geçici 9. Madde'de var. Açık cezaevinde olan, açık cezaevine ayrılmaya hak kazanan ve denetimli serbestlik tedbiri altındaki hükümlülerin mayıs ayı sonuna kadar izinli sayılmasını düzenliyor. Oldukça geç kalınmış bir tedbir. Takip eden fıkrada ise belli koşulları karşılayan hükümlülerin açık cezaevine daha erken ayrılmaları olanağı getiriliyor. Ancak “Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar, Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve örgüt faaliyeti kapsamında işlenen suçlar” bu 'iyileştirmeden' istisna tutuluyor. Oysa bu suçlardan cezalarını infaz edenler zaten ağır cezalar ve açığa ayrılmadaki uzun süreler nedeniyle kapalıda oldukça uzun süreler geçiriyor-lar. Bunlara rağmen ve salgına dair yaş, hastalık, geride kalan ceza süresi gibi daha adil ve objektif koşulların belirlen-mesi yerine salgınla ilişkisi olmayan suç kategorilerinin kullanılmasında yasaya asıl niteliğini veren olgunun yansımasını görüyoruz: Düşman ceza (infaz) hukuku.

Düşman ceza hukuku, bizim yargı pratiğimize darbe yargılamaları ve DGM’ler ile girip, altın dönemini yaşa-dığı Fetullahçı yargı/AKP koalisyonu zamanında yetkinleşip halen hüküm-ranlığını sürdüren bir anlayış. Daha çok soruşturma ve kovuşturma sürecine dair pratiklerle görünür. Terör suçu kategorilerini muğlaklaştırarak ve örgüt suçlarını keyfileştirerek yargıyı, hatta yaşamın tamamını 'terörle mücadelenin' sorgulanamaz alanına hapseder. Bir kez bu mevzuatın kapsamında suçlanan kişi artık hak sahibi yurttaş olmaktan çıkıp insan ve yurttaş olarak kıymeti harbiyesini yitirmiş insan altı varlık ve eşyaya dönüşmüştür. Vicdan, cesaret ve sağduyumuzu esir alacak üçkâğıtlara da başvurur düşman ceza hukuku; gölba-şındaki polis karargâhını vuran darbeci pilot, Reina katliamcısı IŞİD canisi, köylü katleden PKK’li, meydanda bomba patlatanlar ve Fetullahçı darbe organi-zatörleri ile sadece görüşlerini açıklayan siyasetçiler, yazarlar, belediye başkanları, akademisyenler, avukatlar ve aktivistler aynı kategoriye hapsedilir. Hatta abar-tılıp, bunların yanına vakıf arazisini kira-layan bürokrat haberini yapan gazeteci de eklenir. Evet, inanmayacaksınız ama Fahrettin Altun haberini yapan gazeteci hakkındaki iddia da terör suçu! İşte tüm bunlar yürürlüğe giren infaz yasasının,

düşman ceza hukukunun infaz hukukuna özgü bir uygulaması olduğunu göste-riyor.

Soruşturma ve kovuşturma aşamasında düşman ceza hukukunun hâkim olduğu bir sistemde hükümlü sıfatı alanların infaz aşamasında eşit koşullarda mu-amele görmeleri beklenemez. Nitekim infaz oranları, açığa ayrılma ve cezala-rın çektirilme koşulları daha ağır. Ama pandemik salgın ve olağanüstü doluluk iddiası ile çıkarılan bir yasada az çok adil ve objektif bir düzenleme beklenirdi. Ya-sada 'iyileştirme' olarak nitelenen birçok düzenlemede aynı bakış açısı geçerli. İyi halin belirlenmesinde, koşullu salıver-mede, denetimli serbestliğe ayrılmada, konutta infaz gibi özel infaz usullerinde hep istisna tutulmuş geniş bir suç kate-gorisi var. O kadar ki geçici 6. Madde ile çocuklu kadın hükümlüler için getirilen iyileştirmeden bile istisna tutuluyor. Üzerine yargılanma sürecindeki hukuk dışılıklarla birleştiğinde belki de 'düşman ceza ve infaz hukuku' kavramının bile yetersiz kaldığı bir hukuk cehennemini yaşıyoruz.

İnfaz yasasının bir düşman ceza hukuku pratiği olduğunun güçlü göster-gelerinden birisi de tutukluların dikkate

alınmamasıdır. Oysa hem adaletsizliklerin hem de gerekçe olarak gösteri-len doluluğun asıl belirleyeni tutuklular. Hak-larında henüz kesinleşmiş bir hüküm olmayan önemli bir kısmı beraat edecek olan tutuklularla ilgili daha hızlı önlem alınabi-lirdi. Yaklaşık

45.000 tutuklu 36.000 hükmen tutuklu varken ve bunlar hakkında evde hapis, yurtdışı çıkış yasağı, imza verme gibi adli kontrol tedbiri ile serbest bırakılabilirdi. Yapılan düzenlemelerle isnat olunan suçtan mahkûm olsa bile cezaevine hiç girmeyecek, hatta 'alacaklı' çıkacak kişilerin tutukluluklarına devam diyor mahkemeler.

İnfaz yasasının ruhunu, teknik ayrın-tılardan daha çok ortaya koyan iki olay yaşandı mecliste. İlki HDP Başkanvekili Meral Danış Beştaş Genel Kurul’da 9 Nisan Perşembe günü yaptığı konuşma-da, “Ben bütün kamuoyunun gözünün önünde şunu söylüyorum: “İdris Baluken cezaevinde ölsün mü?” Sorusuna AKP milletvekillerinin verdiği “Evet ölsün” yanıtıdır. İkincisi ise Meclis Lokantasında iki AKP milletvekilinin “gazeteci” olduğu anlaşılan bir kişiyle yüksek sesle ve telefonun hoparlöründen dışarıya ses vererek yaptıkları konuşma. Konuşmayı

duyan muhalefet milletvekilinin aktar-masına göre MİT yasasındaki suçların iyileştirmeden istisna tutulmasının gerekçesi tutuklu bulunan gazetecilerin tahliyesinin engellenmesi. Yani Yeniçağ Gazetesi yazarı Murat Ağırel, Yeni Yaşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Çelik ve Yazı İşleri Müdürü Aydın Keser, Odatv Sorumlu Haber Müdürü Barış Ter-koğlu ve Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan ve muhabir Hülya Kılıç tahliye olmasın diye teklifte olmayan ve komisyonda görüşülmeyen bir madde gece yarısı eklenmiş oldu.

İktidarın derdinin ne cezaevlerindeki doluluk, ne salgın ne de adil bir infaz sistemi kurmak olmadığı anlaşılıyor. Aksi taktirde tutuklulardan başlayarak acil tedbirleri alıp salgın riskini azaltırdı. Ama biliyoruz ki iktidarı motive eden iki unsur vardı: koalisyonun devamı (MHP ye verilen söz) ve kendi seçmeninden bir kısmının beklentisi (çocuk evlilikleri ile ilgili af). Toplumsal tepkiler nedeniyle göze alınamıyorken, salgını bir 'lütuf' olarak buldular. İnfaz, ceza adalet siste-minin en son halkasıdır. İnfazla oyna-narak önceki aşamaların adaletsizlikleri düzeltilemez. Bunun mümkün olmadığı defalarca yapılan yapboz düzenleme-lerle anlaşıldı. Tahliye olacağı söylenen 90 bin kişinin yerlerinin doldurulması en fazla birkaç yıl alacaktır. Hem de çoğu şimdi salıverilenler olacaktır. Üstelik geleneksel suçlarla ilgili olarak cezasızlık algısı da cabası.

Sonuç olarak düşman ceza huku-kunun elinde can çekişen ceza adalet sistemimiz bu düzenleme ile onulmaz bir darbe daha almıştır.

FIKIR

İktidarın derdinin ne cezaevlerindeki doluluk, ne salgın ne de adil bir infaz sistemi kurmak olmadığı anlaşılıyor. Aksi takdirde tutuklulardan başlayarak acil tedbirleri alıp salgın riskini azaltırdı. Ama biliyoruz ki iktidarı motive eden iki unsur vardı: Koalisyonun devamı (MHP'ye

verilen söz) ve kendi seçmeninden bir kısmının beklentisi (çocuk evlilikleri ile ilgili af).

Düzenlemeyle mafya lideri Alaattin Çakıcı serbest kaldı,

gazeteciler ise cezaevinde kalmaya devam ediyor.

Twitt

er

Twitt

er

Page 10: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

10 19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar

Ülkemizde ilk doğrulanmış CO-VID-19 tanısı 11 Mart 2020 tarihin-de konmuş, 37. günde toplam vaka

sayısı 78 bin 546’ya ulaşmıştır. İlk ölüm ise 15 Mart 2020 tarihinde bildirilmiş, 37. günde ölen kişi sayısı 1769 olmuştur. Bu yazıda, ilk vakanın bildirilmesinden sonraki 6. haftada, vaka ve ölüm sayıları artmaya devam ederken salgınla müca-deleye ilişkin yol ve yöntemlerin belirli konuları öne çıkartarak değerlendirilme-si amaçlanmıştır.

KARANTİNA UYGULAMASITürkiye salgının merkezi olan Çin

ile 5 Şubat 2020’de havayolu ulaşımını durdurdu. İran’da çok sayıda vakanın görülmeye başlamasıyla birlikte biraz da gecikerek 23 Şubat 2020’de bu ülkeyle olan sınırını kapattı. 29 Şubat 2020’de de vaka sayıları yüksek olan İtalya, Gü-ney Kore ve Irak’a olan uçuşlar iptal edil-di. Öte yandan, salgının dünyada etkisini giderek artırdığı bir dönemde mültecile-rin Yunanistan sınırına gönderilmesinde bir sakınca görülmedi. Yurtdışından gelen kişilere 14 gün boyunca etkili bir karantina uygulanması gerekiyordu. Salgının görüldüğü Avrupa ülkelerinden gelen 300 bini aşkın kişiye ateş tara-

ması dışında bir uygulama yapılmadığı gözlendi. Suudi Arabistan ilk vakasını 2 Mart 2020 tarihinde bildirdiğinde 21 bin vatandaş umredeydi. Umreden dönen-lere etkili bir karantina uygulanmadı; evlerine dönmelerine izin verilenlerle virüsün ülkenin dört bir yanına yayılması için ortam oluşmuş oldu.

YAYGIN TEST YAPILMAMASI VAKALARIN İZOLASYONU VE TEMASLI TAKİBİNİ AKSATTI

Son dönemde test sayısında artış görülse de, özellikle de salgının erken dönemlerinde Sağlık Bakanlığı tara-fından testlerin sınırlı sayıda uygulan-dığı görüldü. O dönemde, belirtilerin başlamasından önceki 14 gün içerisinde yurtdışında bulunma öyküsü olanlar, doğrulanmış bir vaka ile aynı süre içinde yakın teması olanlar veya COVID-19 düşünülüp hastanede yatış gerekliliği olanlar dışındakilere tanı testi uygu-lanmadı. Tanı testleri uzun süre tek merkezde, Ankara’da Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü laboratuvarında gerçekleş-tirildi. Solunum sıkıntısı olmayıp ateş ve öksürük yakınmaları olan hastalara test yapılması, Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu tarafından hazırlanan COVID-19 Rehbe-ri’nde 25 Mart 2020 tarihinde yapılan bir güncellemeyle gündeme geldi. Test

sayısı uzun süre çok kısıtlı düzeyde kaldı. İlk vakanın tespit edildiği 11 Mart 2020 tarihine kadar yapılan test sayısı sadece 940’dı. Bir haftanın sonunda ise ancak 10 bini geçebilmişti. O dönemde yaygın test uygulanmamış olması vakaların tespiti ve temaslıların saptanmasını ciddi olarak aksattı.

25 Mart 2020 tarihli COVID-19 Reh-beri’nde tanısı kesinleşen vakaların be-lirlenmiş hastanelerde tedavi altına alı-nacağı düzenlenmiş iken, 2 Nisan 2020 tarihinde rehberde yapılan güncellemey-le hastaların evde izlenmesi yönünde bir düzenlemeye gidildi. Yeni düzenlemeye göre, hastaneye yatış gerektirmeyen vakalara tedavi başlanacak ve takipleri evde aile hekimleri tarafından telefonla yapılacaktı. Hastalara evlerinde telefon takibiyle izolasyon uygulanmasının ne derece etkili bir yöntem olduğu çok tartışıldı, hâlâ da tartışılıyor.

Testleri pozitif çıkan vakaların mah-remiyetleri korunmak suretiyle cinsi-yetlerinin, yaş gruplarının, il ve ilçelere göre dağılımlarının açıklanmaması ve bu konuda gösterilen ısrar, salgın yönetimin-de zafiyete neden olmayı sürdürüyor.

SAĞLIK ÇALIŞANLARININ SAĞLIĞI KORUNMALIDIR

COVID-19 ile mücadelenin ön safların-

da görev yapan sağlık çalışanları, hasta-lanma riski en yüksek kesimi oluşturu-yor. Bu noktada yeterli kişisel koruyucu donanıma sahip olmak, sağlık çalışanları açısından kritik bir öneme sahip. Türk Tabipleri Birliği tarafından 23-29 Mart 2020 tarihleri arasında yapılan ve 1630 sağlık çalışanının yanıtladığı bir çalışma-da, sağlık çalışanlarının yüzde 74’ünün N95 maske, yüzde 61’inin siperlik ya da koruyucu gözlük, yüzde 64’ünün tek kullanımlık önlük/tulum, yüzde 51’inin tıbbi maske, yüzde 41’inin önlük/forma ve yüzde 31’inin eldivene erişimde sorun yaşadığı belirlendi. Son dönemde kişisel koruyucu malzemelerin temininde bir iyileşme sağlansa da, sürekliliği sağla-mada sorunlar yaşandığı gözlemleni-yor. Bakanlık tarafından temin edilen malzemelerin niteliği de ayrı bir yakınma konusu olabiliyor.

COVID-19 tanısı konan hastayla teması olan, hastalarının tedavisinde ve izleminde görev alan ve hastalık şüphesi taşıyanlardan başlanarak tüm sağlık çalışanlarına düzenli olarak test yapılma-sı sıkça dile getirilen ve karşılanmayan talepler arasında. Sağlık çalışanlarına düzenli test yapılmaması, enfekte olan-larda hastalığın tespit edilememesini, dolayısıyla tedavinin gecikmesini ve izolasyon uygulanmadığı için de hasta-lara virüs bulaştırılması riskini getiriyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Vuhan'daki COVID-19 vakalarının yüzde 41'inde bulaşmanın hastane kaynaklı olduğunu bildirmiştir.

TANI TESTLERİNİN SINIRLILIKLARI

Tanı testinde negatif sonuç alınması, COVID-19 tanısının varlığını ortadan kaldırmamaktadır. COVID-19 hastalığı olan bir kişide tanı testinin negatif sonuç vermesinin çeşitli nedenleri olabiliyor. Örneğin numunenin çok az hasta ma-teryali içermesi ya da numunenin tespit edilemeyecek kadar düşük bir viral yük ile enfeksiyonun çok erken evresinde ya da geç bir evresinde alınmış olması testin sonucunun negatif çıkmasına yol açabiliyor. Testin doğasında bulunan teknik sorunlar testin negatif çıkmasının nedenleri arasında yer alıyor. Tanı testleri farklı duyarlılık oranlarına sahip ve bu duyarlılık oranları testin hastalığın hangi döneminde yapıldığına göre de değişiklik gösterebiliyor. Örneğin, bir çalışamada PCR testi duyarlılığının, belirtilerin baş-lamasından sonraki 1-7. günlerde yüzde 67 iken, 8-14. günlerde yüzde 54’e, 15-39. günlerde ise yüzde 45’e düştüğü bildi-rilmiştir (Clin Infect Dis., 2020 Mar 28). Ülkemizde uygulanan PCR testinin ya-lancı negatif çıkma oranlarının yüksekliği, hekimler tarafından sıkça dile getirilen bir yakınma konusu.

Sağlık çalışanlarına muayene ve takip ettikleri hastalarının test sonuçlarına ait bilgilerin gecikerek verilmesi bu alanda

KORONAVIRÜS

Sağlık Bakanlığının altını çizerek açıkladığı filyasyon çalışmalarının, Sağlık Müdürlükleri tarafından mevcut sağlık yapılanmasının dışında ayrı ekipler oluşturularak yürütülmesi de, birinci

basamakta sağlık hizmetlerinin bütünlükten uzak, parçalı halini gözler önüne sermektedir.

Salgınla mücadele ama nasıl?

RAŞİT TÜKEL

Dep

o Ph

otos

Page 11: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar 11

yaşanan bir diğer sorun. Test sonucu bil-dirilmediğinde, hastaya COVID-19 tanısı konulması mümkün olamıyor. Bu durum, hastaların izole edilmesi ve temaslı taki-binin aksamasına neden olup hastalığın yayılmasına zemin hazırlayabiliyor.

Sonuç olarak, negatif test sonuçla-rı, COVID-19 tanısını dışlamamalı; tanı, tedavi ve hasta yönetimi kararlarında tanı testi tek ölçüt olarak kullanılmamalıdır. Tanı testi negatif olduğunda, hastanın COVID-19 ile uyumlu klinik ve radyolojik bulguları varsa, COVID-19 tanısı klinik olarak konmalı ve kayıtlara bu şekilde geçirilmelidir. Ancak, ülkemizde bunun böyle olmadığını görüyoruz.

KLİNİK-EPİDEMİYOLOJİK CO-VID-19 TANISI KAYITLARA GİRMİYOR

Çin’in Hubei eyaletinde klinik tanı konmuş COVID-19 vakalarının bildiril-meye başlanmasıyla birlikte, ülkede görülen yeni vaka sayılarında çok hızlı bir artış gözlendi. COVID-19 tanı tanımının genişletilmesi, 13 Şubat 2020 tarihinde, klinik olarak tanı konmuş 14 bin 840 yeni vaka ile birlikte toplam vaka sayısı 59 bin 864’e, yine klinik tanı üzerinden bildiri-len 242 ölüm ile birlikte toplam ölen kişi sayısının bin 368’e çıkmasına neden oldu. Yine Çin’e ilişkin bir başka veriye göre Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi tarafından COVID-19 olarak bildirilen 72 bin 314 vakanın yüzde 37’sinde tanı testi yapılmamıştı. Vakaların yüzde 22’si test yapılmadan belirtilere ve maruz kalmaya dayalı olarak şüpheli vaka, yüzde 15’i test yapılmadan klinik tanı konulan vaka olarak değerlendirilmişti.

(https://jamanetwork.com/journals/jama/fullarticle/2762130)

DSÖ, bu durumu dikkate alarak 25 Mart 2020 tarihinde laboratuvar testleri ile kesinleştirilmemiş vakaları da içerecek şekilde yeni COVID-19 tanı kodları oluş-turduğunu bildirdi. DSÖ’nün, COVID-19 pandemisi sırasında hastalık ve ölüm kayıtları için önerdiği iki farklı uluslararası kod; “U07.1: COVID-19, virüs tanımlanmış (laboratuvar testi ile kesinleştirilmiş)” ve “U07.2: COVID-19, virüs tanımlanmamış (klinik-epidemiyolojik COVID-19 tanısı, olası COVID-19, kuşkulu COVID-19)” ola-rak belirlenmişti.

(https://www.who.int/classifications/icd/covid19/en/)

Ülkemizde COVID-19 için kullanılan kodlar, DSÖ’nün kullanılmasını önerdiği kodlarla uyumlu değil. Laboratuvar testi pozitif gelenler için “U07.3: COVID-19” kodu kullanılırken klinik belirtileri, akciğer grafisi veya tomografi sonuçları klinik tanıyı desteklese de, tanı testi negatif gelen hastalarda sıklıkla “J12.9: Viral pnömoni, tanımlanmamış” ya da “Z03.8: Diğer süpheli hastalıklar ve durumlar için gözlem” kodları kullanılarak tanı konuldu-ğu görülüyor.

DSÖ, ölüm belgesi düzenlenirken de aynı şekilde ölüm nedeni olarak U07.1 ve U07.2 kodlarının kullanılabileceğini belirtmektedir. ABD’de Hastalık Kontrol

ve Önleme Merkezi (CDC) de benzer olarak, klinik düzeyde COVID-19 tanısı konulan ancak laboratuvarda kesinleşti-rilemeyen vakalarda ölüm sebebi olarak “olası-varsayılan COVID-19” yazılmasını önermektedir (https://www.cdc.gov/nchs/data/nvss/vsrg/vsrg03-508.pdf). Bu kodların DSÖ, CDC gibi uluslararası kuruluşların önerdiği biçimde kullanılma-ması, COVID-19 nedeniyle ölümlerin de, vakalarda olduğu gibi sayı olarak düşük gösterilmesine neden olmaktadır. Bu konuyla ilgili bir gelişme, yakın bir tarihte ABD’de yaşanmıştır. New York’ta 13 Nisan 2020 tarihinde, o zamana kadar tanı tes-tiyle COVID-19 olduğu doğrulanmış olan ve hayatını kaybeden 6 bin 589 kişiye, hastalığa ilişkin klinik bulguları mevcut olup test sonucu gelmeden hastanede ya da test sonucu negatif gelmesine karşın hastane, bakım evi ya da evinde hayatını kaybeden 3 bin 778 kişi eklenince, ölen kişi sayısı bir anda 10 bin 899’a yüksel-miştir.

Ülkemizde DSÖ’nün klinik-epide-miyolojik tanı ve kuşkulu/olası vakalar için önerdiği “COVID-19, virüs tanımlan-mamış” tanı kodunun kullanılmaması, COVID-19 vakalarının gerçek boyutlarını öğrenmemizi engelliyor. ABD, İngiltere, Almanya, Kanada gibi çeşitli ülkelerin DSÖ’nün önerdiği tanı kodu sistemine geçmesine ve vaka sayılarını bu kodlara göre bildirmelerine karşın, ülkemizde sadece testi pozitif olanların COVID-19 olarak bildirilmesi, vaka ve ölüm sayıları üzerinden bir uluslararası karşılaştırma yapma imkanını da ortadan kaldırmakta-dır. Vakaların tanılarının ve ölüm belge-lerinin gerçeği yansıtır biçimde düzen-lenmesi, salgının toplumdaki yaygınlık derecesini belirlemek ve uygun halk sağlığı önlemlerine başvurmak açısından çok önemli görülüyor.

Ölüm belgelerinin doğru biçimde

düzenlenmesi, epidemiyolojik analizler ve halk sağlığı çalışmalarında doğru ve güvenilir bilgilerin kullanılması için gereklidir. Örneğin, İstanbul İl Sağlık Mü-dürlüğü tarafından, bilgisayarlı tomografi bulguları COVID-19 ile uyumlu olan ancak tanı testi sonucu negatif olan vakalar için ölüm sebebi olarak “viral pnömoni” tanı kodunun girilmesi önerilmiştir. Bu durumda, gerçek sayılara ulaşmak için test yapılmayan, test sonucu çıkmayan, ölüm nedeni COVID-19 ile ilişkilendiril-memiş olan vakaların, klinik bulguları tanıyı desteklediği ölçüde geriye dönük olarak yeniden değerlendirilmeleri uygun olacaktır. Türk Tabipleri Birliği 8 Nisan 2020 tarihinde yaptığı açıklamada, Sağlık Bakanlığı’nı DSÖ tarafından belirlenen COVID-19 kodlarını kullanmaya, Şubat ayından itibaren ölüm kayıtlarını bu yaklaşım üzerinden gözden geçirmeye ve gerekmesi halinde ölüm nedenlerini or-taya koymak üzere sözel otopsi tekniğini uygulamaya davet etmiştir.

SALGINLA MÜCADELEDE BİRİNCİ BASAMAK SAĞLIK HİZMETLERİ

Ülkemizde birinci basamak sağlık hizmetleri, Sağlıkta Dönüşüm Programı ile bölge tabanlı olmaktan çıkartılıp aile hekimine kayıtlı nüfusa dayalı olarak verilmeye başlanmıştır. Aynı bölgede yaşayanların farklı aile hekimlerine kayıtlı olduğu bu sistemde, sağlık hizmeti sunumunda o bölgenin gereksinimlerini dikkate alarak planlama yapmanın, ekip çalışması yürütmenin, koruyucu hiz-metlere ağırlıklı yer verilen bütünlüklü bir sağlık hizmeti sunmanın mümkün olmadığı açık olarak görülmektedir. İlk başvuruların birinci basamak sağlık kurumlarına yapıldığı bir sevk sisteminin olmayışı, hastane polikiniklerine, acil servislere doğrudan başvurularda aşırı

artışları getirmiştir. COVID-19 vakalarının tespitinde, salgına yönelik çeşitli önlem-lerin hayata geçirilmesinde, aile hekim-liği sisteminden yararlanma imkanının ne kadar sınırlı olduğunu da bu salgın sürecinde yakından gözlemlemiş olduk. Birinci basamakta sağlık çalışanlarına salgınla mücadelede görev olarak düşen de, hızlı ve etkin bir biçimde salgınla mücadeleden çok, kendilerine liste olarak iletilen karantina altına alınan ya da hastalık nedeniyle evde izolasyon altında tutulan kişilerin telefonla takibinin yapıl-ması olmuştur. Sağlık Bakanlığının altını çizerek açıkladığı filyasyon çalışmalarının, Sağlık Müdürlükleri tarafından mevcut sağlık yapılanmasının dışında ayrı ekipler oluşturularak yürütülmesi de, birinci basamakta sağlık hizmetlerinin bütün-lükten uzak, parçalı halini gözler önüne sermektedir.

TOPLUMSAL HAREKETLİLİĞİN KISITLANMASI İÇİN YAPILMASI GEREKENLER

Virüsün yayılmasını durdurmak ve salgının seyrini değiştirmek için yapılması gerekenlerin başında fiziksel mesafeyi artıran önlemlerin alınması gelmektedir. Burada, virüsün hasta kişiden sağlıklı kişi-ye bulaşmasının engellenmesi ve böylece enfeksiyon zincirinin kırılması amaçlana-rak insanların birbirleriyle temaslarının mümkün olduğunca azaltılması hedef-lenir. Atılacak adımlar da, bu kapsamda toplumsal hareketliliği kısıtlamaya yönelik olmalıdır.

Toplumsal hareketliliği kısıtlamaya yönelik olarak alınan önlemlerin, düzenli geliri olmayanların, alt gelir gruplarının yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve gereksinimlerinin karşılanması sağlanma-dığında, hayatta bir karşılığının olmadı-ğını görüyoruz. Bu süreçte, toplum için yaşamsal öneme sahip çalışma alan-larında çalışma koşulları ve süreleriyle ilgili iyileştirici düzenlemelerin yapılması, zorunlu çalışma ve üretim alanları dışın-daki faaliyetlerin durdurularak çalışanların ücretli izne çıkarılması, hamileler, yasal süt izni kullananlar, engelliler, 60 yaş ve üzerinde olanların idari izinli sayılması, işsizlik sigortası ödeneğinden yararlanma süresi ve miktarının artırılması salgınla mücadelenin merkezine yer almalıdır. Bu koşullar sağlanmadan insanlara evde ka-lın demeyi, salgına karşı alınmış bir önlem olarak görmek mümkün değildir.

Aktif sürveyans sisteminin kurulmadı-ğı, sistematik biçimde etkili bir filyasyon uygulanmadığı, toplumsal hareketliliğin kısıtlanması için gerekli düzenlemelerin yapılmadığı bir ortamda, gelin görün ki, hafta sonları sokağa çıkma yasağı salgınla mücadelenin bir yöntemi olarak karşımıza gelebiliyor.

KORONAVIRÜS

Ülkemizde DSÖ’nün klinik-epidemiyolojik tanı ve kuşkulu/olası vakalar için önerdiği “COVID-19, virüs tanımlanmamış” tanı kodunun kullanılmaması, COVID-19 vakalarının gerçek boyutlarını öğrenmemizi engelliyor. Salgının toplumdaki yaygınlık derecesini belirlemek ve

uygun halk sağlığı önlemlerine başvurmak açısından çok önemli görülüyor.

Dep

o Ph

otos

Page 12: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

12 19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar ÇEVIRI

Noam Chomsky, on yıllardır akade-minin en önemli baş belalarından. Kitapları ve konuşmalarıyla, şirket-

ler ve milyarderler tarafından yönetilen bir dünyanın nasıl bitmeyen savaşlara ve bir ekolojik felakete sebep olduğunun anlaşılmasına ciddi bir katkısı oldu. Bu şirketlerin ve milyarderlerin bu kez de korona salgınını da acımasız politikalar ve kendi yararlarını diğerlerinin önüne koyan pratikleriyle nasıl daha kötü hale getirdiklerini anlatıyor.

Chris Brooks, Profesör Chomsky ile 10 Nisan’da bu duruma nasıl geldiğimizi ve nasıl çıkabileceğimizi konuştu.

n C.B.: Şu an kesin olarak bir küre-sel salgın ve ekonomik durgunluk içe-risindeyiz. Milyonlarca insan ABD’de bir anda hem işsiz hem de sigortasız kaldı ve sağlık sistemimiz de ne yatak sayısı ne tıbbi ekipman bakımından ihtiyaç duyulan sayıya yaklaşmıyor bile. Sadece bu soruyla bile muhte-melen yarım saat uğraşabiliriz fakat özetleyecek olursak, içinde bulundu-ğumuz duruma nasıl geldiğimizi ve hangi siyasi seçimlerin bunda katkısı olduğunu bize açıklayabilir misiniz?

N.C.: İlk olarak, eğer bu salgının kesin olarak çözümünü bulamazsak ileride tekrardan ortaya çıkacağını ve bu sefer durumun daha kötü olacağını bilmemiz gerekir çünkü kapitalist sistem kendi kârı için şartları daha da kötü hale getirecek şekilde sistemi manipüle ediyor. Teşvik yasası bunun birçok örneğinden biri.

İkinci olarak, sürmekte olan ve tüm bunları gölgede bırakacak kadar kötü durumda olan iklim değişikliğinden çok daha ağır bedeller ödeyerek çıkacağız. Kutuplardaki buzulların erimesini atlata-mayacağız. Ve eğer çağımızın serma-ye sisteminin bu krize nasıl baktığını görmek istiyorsanız Trump’ın bütçesine bakın. Doğrudur, bu kapitalizmin nor-mali için bile belki patolojik bir aşırılık ve örnek olarak kullanmak adil değil, fakat yaşadığımız gerçeklik bu.

Salgının ilerlediği ve daha da kötüye gittiği 10 Şubat günü Trump bütçe teklifini açıkladı. Nelerdi bunlar? İlki, devletin sağlık hizmetlerindeki kaynak kesintisini sürdürmesi. İktidarı boyunca özel sektöre ve sermayeye karı olmayan herşeye kesinti yaptı. Dolayısıyla sağlıkla ilgili bütün kamu harcamaları da kesildi.

Bu da tabii Hastalık Kontrol Merkezle-ri'ne (CDC) ve diğer sağlıkla ilgili devlet kuruluşlarına kesinti olarak yansıdı. Fakat bütçede başka alanlar için artış da vardı, örneğin fosil yakıt endüstrisi. Yani sadece şu an öldürebileceğimizi öldürmekle kalmayalım, bütün toplumu yok edelim dedi. Tabii ki ordu ve o ünlü duvarı için de bütçe artışı yaptı.

Fakat bu iki şey, her ne kadar sisteme endemik de olsa ne kadar önemsendiği düşünülürse, Beyaz Saray’daki sos-

yopatlığın radikalliğini de göstermesi açısından önemli. Fakat tabii ki Trump tüm bunlarla suçlanamaz. Kökeni daha da geriye dayanıyor ve bu kısmını iyi düşünmemiz gerekiyor.

Yine bir korona virüs olan 2003’teki SARS salgınını bilim adamları ileride ge-lecek çok daha tehlikeli virüslerin haber-cisi olarak anlamışlardı. Eh, anlamak tek başına bir şey ifade etmiyor. Birinin bu görevi üstlenmesi gerekiyordu zamanın-da. Şimdi, elde iki ihtimal vardı. Birincisi ilaç şirketleri fakat onlar normal kapita-list mantıkla hareket ediyor. Yarın ne kâr getirecekse bugün ona çalışıyorlar. Önü-müzdeki birkaç sene içerisinde her şeyin çökecek olması onlar için önemli değil. Bu onların sorunu değil. Dolayısıyla ilaç şirketleri temel olarak hiçbir şey yapma-dı. Yapılabilecek şeyler vardı oysa. Ciddi bir bilgi akışı vardı. Bilim adamları ne ya-pılabileceğini biliyordu. Hazırlık yapılabi-lirdi. Birileri bu görevi sırtlanabilirdi. İlaç şirketleri unu yapmazdı. Rasyonel bir dünyada, hatta Reagan öncesi kapitalist dünyada bile hükümet bir adım atıp en-gel olabilirdi. Çocuk felci aşağı yukarı bu şekilde çözüldü, hükümetin inisiyatifi ve

bütçesiyle. Jonas Salk aşıyı bulduğunda, patentinin alınmaması için ısrar etti. “Bu aşıya herkes ulaşabilmeli, aynı güneş gibi” dedi. Hâlâ kapitalist sistemde idik fakat kontrollü bir kapitalizmde. O sis-tem Ronald Reagan’ın tek bir darbesiyle yıkıldı. Hükümet çözüm değil, sorundur, haydi vergi cennetlerini yasalaştıralım, haydi kamuya onlarca trilyon dolara mal olan stokların geri satın alınabilmesini tam bir soygun haline getirelim.

Obama, Ebola krizi sonrası bir sorun olduğunun farkına vardı. Bir şeyler yapıl-ması gerekiyordu.

Obama birkaç şey yaptı. Bunlardan biri solunum cihazlarını kontratlandır-maya çalışmaktı. Bu cihazlar şu anda sistemin dar boğazı. Hemşireleri yarın kimin öleceğine karar vermeye zorlayan faktör de bu. Yeterince cihaz yoktu ve Obama yönetimi yüksek kaliteli, düşük maliyetli cihazların geliştirilmesi için sözleşme yaptı. Sözleşme yapılan şirket çabucak daha pahalı cihazlar üreterek rekabet eden büyük bir şirket tarafından satın alındı. Şirket çabucak hüküme-te sözleşmeyi feshetmek istediklerini bildirdi, eldeki durumu yeterince kârlı

bulmamışlardı.Vahşi kapitalizm budur. Standart

kapitalist sistem değil, neoliberal kapita-lizm. Daha da kötüye gidiyor. Bu yıl ocak veya şubat ayında olması gerek, Ame-rikan istihbarat servisleri Beyaz Saray'ın kapısını aşındırıp “Büyük bir kriz geliyor, bir şeyler yapın” diyordu. Yapamazlardı. Fakat Trump yönetimi çok daha büyük bir işin peşindeydi cihazları Çin ve ihtiyaç duyan diğer ülkelere ihraç ederek ticaret dengesini güçlendirmek. Bu da mart ayında oldu.

Dolayısıyla geriye yaslanıp bütüne baktığınızda, temelde göreceğiniz şey pazarın çöküşü olacaktır. Pazar artık ça-lışmıyor. Bu üretilmiş bir felakettir. Buna ilişkin çok fazla örneğimiz var, tekrardan değerlendirmeme gerek yok.

ABD’deki hastaneler işletme mantığı ile yürüyor. Dolayısıyla ek kapasite yok hiçbirinde. Normal zamanlarda bile düzgün çalışmıyor. Ve birçok kişi, ben de dahil, en iyi hastanelerde bile durumun böyle olduğuna tanıklık edebiliriz. Ama çalışır gözüküyor. Fakat herhangi bir şey kötüye giderse, batarsın. Şansına küs. Belki bu otomobil üretimi için mantıklı

NOAM CHOMSKY KORONA İLE MÜCADELEYE İLİŞKİN KONUŞTU:CHRIS BROOKS BİR ŞEYLER YAPABİLİRİZ

Çağımızın sermaye sisteminin bu krize nasıl baktığını görmek istiyorsanız Trump’ın bütçesine bakın. Salgının ilerlediği ve daha da kötüye gittiği 10 Şubat günü Trump bütçe teklifini

açıkladı. İlki, devletin sağlık hizmetlerindeki kaynak kesintisini sürdürmesi. İktidarı boyunca özel sektöre ve sermayeye kârı olmayan her şeye kesinti yaptı.

ABD’de sağlık çalışanları sistemden memnun olmadıkları için sık sık protesto eylemi gerçekleştiriyor.

Dep

o Ph

otos

Page 13: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar 13

olabilir. Fakat sağlık sistemi için değil. Bizim sağlık sistemimiz tam bir uluslara-rası skandal. Fakat işletme modeli bunu bir üretilmiş felakete çeviriyor.

Ve olan bitenlerin bazılarını tartışmak bile son derece gerçek üstü geliyor. USAID’in hayvan nüfusunda ve yaşam alanları iklim değişikliği yüzünden yok edilmiş vahşi hayvanlar içerisinde AIDS virüsünün bulunma ihtimalini başarılı şekilde tespit edebilmişti. Tabii Çin ile de birlikte çalışarak, binlerce potansiyel virüsü tespit etmişlerdi. Trump burayı da dağıttı. Zaten kesinti yapıyordu fakat çok hassas bir zamanda, ekim ayında tamamen kapattı.

Örnekler saydıkça artar. Fakat genel tabloyu anlamışsınızdır. Beyaz Saray'da-ki bir grup sadist sosyopat, pazardaki sebebi çok daha geriye giden derin başarısızlığı çok daha kötü bir hale getirmeye çalışıyor. Şu anda da daha da tehlikeli bir hale getirdiler. Zenginlerin yeni dünyanın nasıl inşa edileceğine iliş-kin beklemek gibi bir niyeti yok. Şu anda üzerine çalışıyorlar zaten ki istedikleri gibi olsun. Fosil yakıtta sübvansiyonların artışı, insanları şu anda kurtarabilecek fakat ileride kârı düşürecek çevre koru-ma düzenlemelerinin kaldırılması, bütün bunlar şu anda gözümüzün önünde oluyor zaten. Dolayısıyla asıl soru buna karşı çıkacak bir güç olacak mı?

n C.B.: Daha önce de finans der-gilerine dikkatli bakmak gerektiğini, çünkü dünya hakkında ne düşündük-lerini ve ne yaptıklarını ve yapmak istediklerini ifade etmek konusunda çok açık olduklarını söylemiştiniz. Bizim görüş açımızdan da bugünlerde çok fazla işçi eylemi, hareketliliği gö-rüyoruz. birçok yerde grevler başladı. İşçiler korona virüse karşı örgütlü şe-kilde pozisyon alıyor ve bir yandan da güvenli olmayan şartlarda çalıştırılma-ya zorlanıyorlar. Patronlar bu konuda konuşuyor mu bir endişeleri var mı?

N.C.: Olmaz olur mu! Hatta bildiğiniz gibi her yılın Ocak ayında, kendilerinden tevazu gereği ‘evrenin efendileri’ olarak bahsedenler İsviçre’nin Davos şehrinde buluşuyor, kayağa gidiyor, ne kadar harika olduklarını filan anlatıyorlar bir-birlerine. Bu ocak ayındaki toplanma ise ilginçti. Ellerinde dirgenlerle gelmekte olan köylüleri gördüler ve endişelendiler. Yani bir değişim oldu. Toplantının tema-sına bakıyorsunuz şöyle bir şey aşağı yukarı; “Tamam, geçmişte kötü şeyler yaptık. Şimdi anlıyoruz hatamızı. Bugün-se kapitalizmin yeni bir çağını açıyoruz fakat artık önceliğimiz sadece hisse sahipleri değil aynı zamanda işçilerle ve nüfusun geri kalanıyla da ve biz çok iyi çocuklarız o yüzden bize güvenebilirsi-niz. Her şeyi yoluna koyacağız.”

Ve toplantıda olanları görmek de ilginçti. İki tane ana konuşmacı vardı. Bu konuşmalar tüm ülkelerin tüm okulla-rında izletilmeli. Trump, tabii ki esas ko-nuşmayı yaptı. Greta Thunberg de diğer konuşmayı yaptı. Aradaki fark fantastik-ti. İlk konuşma bu kudurmuş soytarının

ne kadar aç gözlü olduğu hakkındaki bağırış çağırışıydı ve konuşma boyunca söylediği yalanları sayamıyorum bile. İkinci konuşma 17 yaşında bir kızın sa-kince, dünyada ne olup bittiğini bilgiyle temellendirilmiş, tutarlı anlatımıydı ve toplantıdakilerin yüzüne bakarak “Hayatımızı siz mahvediyorsunuz” dedi. Ve tabii ki herkes kibarca alkışladı. Aferin küçük kız. Haydi şimdi okuluna dön.

Trump’a gelen reaksiyon ise ilginçti. Ondan hoşlanmıyorlar. Kabalığı ve ya-vanlığı göstermeye çalıştıkları adanmış hümanistler pozlarını bozuyor. Ama ona aşıklar da. Ayakta alkışladılar. Çünkü bir şeyi anlıyorlar: ''Bu adam, ne kadar kaba olursa olsun kimlerin ceplerini nasıl dolduracağını biliyor. Dolayısıyla istediği kadar şaklaban olabilir. Bu politikaları sürdürdüğü sürece tolere etmeye de-vam edeceğiz.'' İşte Davos’takiler böyle insanlar.

Bizim bu türküyü daha önce de dinlemiş olmamızı bile önemsemiyor-lar. 1950’lerde bunun adı hisli şirketti. Şirketlerin hisleri olmuştu. Şimdi sadece işçilere ve diğer insanlara kibarlık saçı-yorlar. Bu yeni bir çağ. Eh, ne kadar hisli olduklarını anlayabilecek zamanımız ol-muştu o zaman, şimdi de aynısı olacak.

Şimdi Brezilya’ya bakarsanız, Başkan tam bir ucube. Onun için koca salgın sanki soğuk algınlığı. Brezilyalılar ba-ğışıkmış virüslere. “Biz özel insanlarız” falan filan. Hükümet hiçbir şey yapmıyor. Yapan valiler var ama federal hükümet yapmıyor. Gecekondular, yoksul mahal-leler, Amerikan yerlilerinin yoğunlukta olduğu bölgeler en kötü durumda. Favelalar gibi Rio’daki en kötü gecekondularda, her birkaç saatte bir el yıkamakta zorlanabilirsiniz çünkü su yok. Ya da kişisel mesafenizi korumak da zor olabilir bir odada sıkış tıkış

yaşamak zorundaysanız. Fakat bir grup, en azından bu şartlarda sağlanabilecek daha makul standartları hayata geçire-bildi. Kim bu grup peki? Favelaları terö-rize eden suç çeteleri. Polisin korkudan giremediği yerler buralar bu çetelerden duydukları korkudan. İşte bu insanlar sağlık kriziyle alakalı organize olup bir şeyler yapmaya çalıştı.

Bu bir şeyler anlatıyor bence, aynı en ön cephede savaşan hemşireler gibi. Müthiş bir insan kaynağı var ortada ve hiç beklenmedik yerlerde en ön cephe-de siper oluyorlar diğerleri için. Bakın özel sektör değil, zenginler ya da hisli şirketler değil. Kesinlikle hükümetler de değil, özellikle içlerindeki patolojik va-kalar. Diğerleri daha iyi götürüyor. Fakat asıl umut, toplumsal eylemde.

Bernie Sanders, seçimden çekilme konuşmasını yaparken bunu vurguladı. Bitenin hareket değil seçim kampan-yası olduğunu söyledi. Bunun üzerine bir şeyler koyabilecek olanlar özellikle genç destekçileri. Bir şeyler yapabilmek onlara kalmış. Trump tekrar seçilirse büyük bir trajedi olur. Biden seçilirse de muhteşem olmaz. Fakat her iki durum-da da elden gelen mücadeleyi vermek gerekiyor ve bu imkânsız ya da çok uzak değil.

n CB: Sizce karantina bittikten son-ra insanlar evlerinden siyasi görüşleri değişmiş olarak mı çıkacaklar?

NC: Göreceğiz. Kesinlikle bir yansıma dönemi olacak konuştuğumuz şeyler açısından. Niye bu durumdayız? Biraz önce konuştuğumuz şeyler çok derin meseleler değildi. Çok görünür şeyler bunlar yani kuantum fiziği değil. Biraz düşündüğünde, her şey ortada. Yani belki insanlar bunu yapar ya da ofisteki şirket adamı tarafından aldanmaya de-vam ederler. Yoksul emekçi insanlardan mektup alıyorum şöyle şeyler yazıyorlar, “Siz lanet olası liberaller buraya göç-menleri getirdiniz, işlerimizi çalıyorlar, Trump bizi kurtarıyor.” Peki. Yani belki de bu insanlara ulaşmak mümkündür. Ama kolay değil.

Bu adamlar sabah akşam Fox haber (e.n: ironik olarak ABD’nin A-haber’i) izliyorlar. Bu yankı odası işte. Ve eğer bu mevzular çok hayatınıza değmiyor, size zarar vermiyor da biraz dışardan bakıyorsanız “Ne oluyor?” diye düşü-nürsünüz. Beyaz Saraydaki bu manyak bir gün ne diyorsa öbür gün tam tersini söylüyor. O sırada vatandaş her sabah Fox habere bakıp Trump’ın ne dediğini anlamaya çalışıyorlar. Onun haber ve bil-gi kaynağı bu çünkü. Sonra bir de Mike Pompeo gibi kafalı adamların çıkıp “Tan-rı Trump’ı, İsrail’i İran’dan kurtarsın'' diye gönderdi1 gibi sözlerini duyuyorsunuz. Bu aralarında nispeten aklı başında ola-nı. İronik bir şaka seyirci olduğumuz şey. Belki de tanrı gerçekten vardır. Ve varsa, altıncı günde bir hata yaptığını fark edip bunu mizahi bir şekilde sonlandırmaya karar vermiş olabilir. Bu insanların her gün kendilerini nasıl yok ettiklerine bak. Bu şekilde olmuş olmalı.

Jacobinmag'den çeviren Yusuf Tuna Koç

ÇEVIRI

ABD’deki hastaneler işletme mantığı ile yürüyor. Dolayısıyla ek kapasite yok hiçbirinde. Normal zamanlarda bile düzgün çalışmıyor. Ve birçok kişi, ben de dahil, en iyi hastanelerde bile durumun böyle

olduğuna tanıklık edebiliriz. Ama çalışır gözüküyor. Fakat herhangi bir şey kötüye giderse, batarsın.

Noam Chomsky

Dep

o Ph

otos

Dep

o Ph

otos

Page 14: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

14 19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar

Bu zor günlerde rahatlıkla tavsiye edilebilecek bir

polisiye dizimiz var artık: Alef. Kaliteli yerli polisiyeye hasretimiz ortada, sonda yazaca-ğımızı başta söylersek gerek görsel işçiliği ge-rek kaliteli kadrosu, ge-rekse merak uyandırıcı hikâyesiyle Alef kalbur üstü bir iş. Kendi sinemasından farklı sularda dolaşan Emin Alper’in yönettiği BluTV-FX dizisi İstanbul Boğazı’nda bir cesedin bulunmasıyla başlıyor ve dinsel sembolizmle dolu bu cinayetlerin sırrını çözmeye çalışan iki dedektifin hikâyesini konu alıyor. Bu sırrı çözmeye çalışırken karşılaştıkları Alef sembolü, aslında sadece suçun doğasına değil bu iki adamın kendi-lerine dair de çok şey söyleyen bir sembol. Alef nedir diye merak eder-seniz, tıpkı eşdeğerleri elif ve alfa gibi İbrani alfabesinin ilk harfidir bu şekli şemali gayet şık ve estetik işaret. Alef, Öküz’ün A’sıdır, yani başlangıçtır (bkz. Barry Sanders’in o meşhur kitabı). Göstergelere, mistik olana meraklı iki yazarın, Jorge Luis Borges’in ve Paulo Coelho’un aynı adlı kitaplarını da belki hatırlarsınız. Başlangıç özelliğiyle Tanrı’nın sembolü olan, 'hiçbir yerde ve her yerde' anlamına da gelen ya da Borges’in tanımıyla 'aşağıdaki dün-yanın yukarıdakinin aynası olduğunu' ifade eden bu sembol, iyi bir polisiye-de olması gereken en önemli şeyi sağ-

layan bir köprü burada, kişisel hikâyeler ile suç hikâyesi arasındaki bağlantıyı.

Bana sorar-sanız polisiyenin iyi edebiyat olduğu zamanlar, daha çok kişisel travmalar toplumsal olanla, suçla iç içe geçtiğinde gerçekleşir. Kabaca iki tip polisiyeden söz edebiliriz belki. Birincisi zeki dedektifin öne çıktığı ka-palı oda polisiye-leri ve türevleridir. Bu dedektifler; Dupin ya da Poirot ya da ister Holmes olsun fark etmez, iyi kurulmuş 'cinayet partileri'nin baş konuklarıdır. Bu rasyonellik kutsama-sıyla dolu hikâyelerde hayatın olağan akışı münasebetsiz bir cinayetle kesilir

ve sonraki tüm çaba Er-nest Mandel’in

polisiye hak-kında klasik kitabındaki (Hoş Cina-

yet) tabirle 'halı üzerindeki kan

lekesini temizlemek', yani dünyanın normal

düzenini yeniden kurmak içindir. Bu anlamda da

'tarih'in dışında kalırlar, toplumsalla ilgili büyük dertleri yoktur. Öte yan-

da ise ‘pulp’tan, çürü-müşlükten, toplum-

sal ortamdan beslenen Alef

gibi 'noir poli-siyeler' durur. Amerika yakasından David Finc-

her’in Zodiac’ı ile Kore’den bu

yıl Parasite sayesinde gayet iyi tanı-dığımız Bong Joon-Ho’nun Memories of a Murder filmini hatırlatacağım. Bu iki filmin ortak özelliği izleyiciyi son derece meraklandıran cinayet hikâye-

lerinin asla çözülmemesidir. Filmlerin sonunda klasik bir çözüm, katharsis beklerseniz yanılırsınız. Bu filmleri büyük yapan ise klasik polisiyelerin odaklandığı şeyin, yani çarpıcı ve büyük finalin tersine sürece odak-lanmalarıdır. Önemli olan gidilen yer değil, yolda yaşananlardır anlayacağı-nız. İyi polisiye okuru/izleyicisi bilir ki o beklenen büyük sondan çok oraya ulaşırken gördüklerimiz, hissettikleri-mizdir metni iyi yapan. Bu tür metinler dünyanın halet-i ruhiyesi, kahramanla-rın psikolojileri, toplumsal çürümüşlük ve daha birçok gözlemi barındırırlar içlerinde. Sonuca giden yol aslında kendimiz hakkında esaslı tartışmaların zeminidir.

Kimileri cinayet partilerinin, zeki dedektiflerin hikâyelerine bayılsa da bana sorarsanız gerçek polisiye ‘kara olan’dır. Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi kitabında Sir Arthur Conan Doy-le’u, polisiye yazıyor diye edebiyatçı saymadığını hatırlayalım. Öte yandan polisiye sayılmayan Victor Hugo’nun Sefiller’inin de basbayağı bir suçu ve onun peşindeki dedektifi anlattığını ancak bunu yaparken 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız toplumunun resmini çizdiğini de aklımızda tutalım.

DIZI

Viski içip caz dinleyen Kemal ile rakı içip arabada Türk sanat müziği çalan Settar arasındaki karşıtlık evet belki fazla formül kokar ama öte yandan karşıt görünen bu iki karakter fena halde benzer değil midir? İkisi de yalnız evlere giderler, ikisi de eksik ve 'kaygılı'dır. Alef onları bağlar.

KAYGININ SEMBOLÜ OLARAK ALEFMURAT TIRPAN

Alef dizisi İstanbul Boğazı’nda bir cesedin bulunmasıyla başlıyor ve dinsel sembolizmle dolu bu cinayetlerin sırrını çözmeye çalışan iki dedektifin hikâyesini konu alıyor. Fo

toğr

aflar

: Blu

TV

Page 15: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar 15

Bu anlamda referans olarak türün kurucularından Edgar Allen Poe’dan çok Kafka’ya dönmek gerekir. Çünkü bu tür polisiyeler bir suçun peşindeki kahramanları anlatırken aslında Kafka gibi çözümü olmayan krizler üzerine yapılmış tartışmalardır. Bu kirli ve kara metinleri okuyup izlerken, izleyici de tıpkı Kafka’nın okuyucuları gibi birer 'gece yolcusuna' dönüşür.

Sözü tekrar Emin Alper’in dizisi Alef’e getirme niyetindeyim ama bu minvalde birkaç söz daha etmek gerek. Holmes’u ya da Poirot’u neden severiz, çünkü açıkça birer kahraman-dırlar. Sadece kirli cinayet partilerini zekalarıyla sonuca ulaştırdıkları için değil, her türlü sorunda rasyonalizmin büyük kurtarıcılığını temsil ettikleri için de. Günümüzün Marvel kahramanları gibidirler bir bakıma, süper güçleri ise zekaları, analitik bağlantı kurma yetenekleridir. Bu yüzden bu entrikası mükemmel kurulmuş hikayeleri okur-ken biraz mesafeli dururum, çünkü tek merakım süper dedektifimizin tıpkı bir matematik formülünü çözer gibi katili nasıl bulacağıdır. Öte yanda ise -tam da polisiyenin iyi edebiyat olduğu yerde- sorunlu dedektiflerle ve bazen çözülmesi mümkün olmayan, bazen-se çözülmesi ciddi etik ikilemlere yol açan suçlarla karşılaşırız. Bu polisiye baştan ayağa 'kirli'dir. Kara roman/film (noir) bambaşka kaygılara gönderme yapar. Kara hikayeler türün babası sayılabilecek Dashiell Hammett’tan beri hem atmosferleriyle, hem kahra-manları ve hem de suçların niteliğiyle ucuz ve sokağa ait olandan beslenir ve ona dair meseleleri tartışırlar. Evet bunlarda da çözülmesi gereken bir suç vardır, merak tetiklenir ancak var olan toplumsal düzensizlik, çürümüşlük suçun çözülmesiyle ortadan kalk-mayacaktır. Suçluluk durumu göreli, adalet belirsiz, dedektifler ise kuşku, depresyon ve acı içindedirler.

Tıpkı Alef’teki gibi bu polisiyeler-de dedektifler ve aslında tüm şehir sürekli bir kaygıyla doludur. Burada Lacancı psikoanalitik teoride kaygının (angoisse) Alef sembolü ile göste-rildiğini hatırlatalım. Lacan Babanın Adları eserinde Alef’i 'kaygının aleti' olarak tanımlar. Bu şu anlama gelir, Alef öznenin kaybettiği, elde etmek isteyip elde edemediği, sürekli ona ulaşmak istediği küçük arzu nesnesiyle ilişkisinin doğurduğu kaygıdır. Özne ve arzuladığı şey arasındaki ilişki kaygıyla maluldür. Dizideki iki dedektifin de büyük bir kaybı, eksikliği, özlediği bir şey vardır ve katilin sembolü Alef, ci-nayetlerin tarikatlarla, tasavvufla olan bağını gösterdiği kadar bu eksikliğin doğurduğu kaygıyı da temsil eder. Bu anlamda örneğin Atiye’nin uydurma sembolünden çok daha güçlü bir göstergedir.

Alef’in kahramanları tıpkı Seven’da-ki gibi gibi kasvetli ve puslu bir İstan-bul şehrinde tuhaf bir suçun peşinde koştururlar. Alef’teki suç ve karakterler

True Dedective, Killing vb. gibi tipik batılı kara polisiyelerdeki ya da Seven gibi filmlerdeki gibi konumlanmıştır. Emekliliğine az kalmış cinayet büro amiri Settar ve Londra'dan yeni gelmiş bir komiser olan Kemal iyice tekinsiz-leşmiş Beyoğlu’nun arka sokaklarında, Haliç’teki paslı tersanede, Sultanah-met’te, Beyazıt’taki küflenmiş kütüp-hanelerde, İstanbul Üniversitesi’nin koridorlarında, Beykoz’daki meyhane-lerde cinayet (ve kendileri) hakkında düşünürler. Viski içip caz dinleyen Kemal ile rakı içip arabada Türk sanat müziği çalan Settar arasındaki karşıtlık evet belki fazla formül kokar ama öte yandan karşıt görünen bu iki karakter fena halde benzer değil midir? İkisi de yalnız evlere giderler, ikisi de eksik ve 'kaygılı'dır. Alef onları bağlar.

Suçun birbiriyle ilişkisiz gibi görü-nen travmatik hayatlarımızı birbirine bağlaması önemli. Suçu incelemek aslında dedektifleri, velhasıl bizi incelemek anlamına gelir çünkü. İyi polisiye Mandel’in söylediği gibi daha çok bunlarla ilgilenir. Televizyon hatta sinema tarihimizde bunu başaran çok az örnek olduğu için de Alef ayrıca öne çıkıyor. Yoksun ve sancılı kara film katilleri ve polislerinin memleketimiz-de de zuhur edebilmiş olması mutlu ediyor bizleri. Ve unutmayalım Batı’nın hikâye ikliminde; Seven’da, Kuzuların Sessizliği’nde, Zodyak’ta anlatılan zeki,

ince hesaplar yapan; hatta bilimden, felsefeden anlayan katillerin yaratıl-masında da kültürel olarak mağrur bir yan vardır. Onların peşindeki sorunlu polisler bile hayranlık vericidir. Katille-rimizin, kasvetli şehrimizin, korkutucu ve zeki bir seri katil ve sorunlu polis-lerimizin olması bu anlamda şu zor günlerde bile iyi geliyor bize. Zeki seri katillerimizin (ve iyi polisiyelerimizin) olduğunu görmek bu anlamda gurur verici! Elbette 1967’de iki yıl içinde iki bin nüfuslu Çumra kasabasında ondan fazla kişiyi öldürüp, parçalayıp, evinin mutfağına ya da bahçesine gömen, karısına ya da komşusuna yakalan-madan bunu becerebilen bir katilimiz, ya da iki binlerin başlarındaki Kolici lakabıyla tanınan Orhan Aksoy gibi seri katillerimiz oldu bizim de ama eğer toplumu incelemek için en önem-li araçlardan biri suçu ve öte yandan kanunu incelemekse bunun ‘Gerçek Kesit’vari değil de sofistike ve çok boyutlu anlatılmasına ihtiyacımız var. Bizde bu hep bir küçümseme konusu olmuştur, Türkiye’de klasik polisiye olamayacağından, çünkü bizde insan-ların entrika ile değil doğrudan suç işlediklerinden bahsedilir. Gizemli tabir edilen cinayetlerin bizde sosyolojik olarak bulunamadığından, bizim ge-leneksel cinayet nedenlerimizin fazla açık olduğundan, öte yandan da poli-sin biraz tekme tokat meseleyi çözdü-

ğü bir durumdan dem vurulur. Oysa 1980'den sonra, servetin çoğaldığı ve yeniden dağıtılması, bunun yarattığı adaletsizlikler, modernizmin bunalım-ları ve bize özgü toplumsal sorunlar nedeniyle hele artık böyle doğrudan ve kolay bir çıkarım yapmak mümkün değildir. Bu yüzden Alef’in atmosferi çok önemli. Ayrıca ekleyelim, suçun da sofistike olması izleyici için ayrı bir zevktir. Hem dramatik amaçlar uğruna hem de seyircinin bunu yaparken toplumsal olanı düşünmesi için eşsiz imkânlar bulması anlamında. Çünkü nihayetinde cinayet bir yandan da Thomas De Quincey’in eşsiz tarifiyle 'güzel sanatların bir dalıdır!'

Sinema ve dizi tarihimize baktığı-mızda da açıkçası pek Alef’le karşılaş-tıracak bir şeyimiz yok. Arka Sokaklar, Yılan Hikâyesi, Kanıt gibi popülist örnekleri bir yana bırakırsak elimizde toplumsal polisiyenin en önemli tem-silcisi Ahmet Ümit’in elinden çıkma Karanlıkta Koşanlar ve Şeytan Ayrın-tıda Gizlidir gibi (ve belki Bozkır, tam bir polisiye sayılmasa da Şahsiyet de buna eklenebilir) birkaç iyi örnekten ve kendine has bir fenomen olan me-lodram-polisiye karışımı Behzat Ç.’den başka bir TV işi kalmaz. Sırf bu yüzden bile bu kaygılı, puslu ve defolu ka-rakterlerle dolu, görüntü yönetiminin Mercan Dede’nin müziğiyle yarıştığı dizi izlenmeyi fazlasıyla hak ediyor.

DIZI

Sinema ve dizi tarihimize baktığımızda da açıkçası pek Alef’le karşılaştıracak bir şeyimiz yok. Sırf bu yüzden bile bu kaygılı, puslu ve defolu karakterlerle dolu, görüntü yönetiminin

Mercan Dede’nin müziğiyle yarıştığı dizi izlenmeyi fazlasıyla hak ediyor.

Dizide Kenan İmirzalıoğlu, Ahmet Mümtaz Taylan ve Melisa Sözen başrolleri paylaşıyor.

Page 16: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

16 19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar

“Yaşım ilerledikçe daha iyi görüyorum;

önemli olan öğrenmek değil anlamakmış”

Ferit Edgü

Dünyayla aynı anda yaşadığımız pan-demi süreci, insan

psikolojisi ve davranışı ile ilgili müthiş meraklar yaratarak devam ediyor. Belir-sizliğin, yoksunlukların, değişimlerin ve en önemlisi hastalık ve ölüm kaygısının uç noktalara ulaştığı bu dönem, eminim ki sonrasında sonu gelmeyen araştırma-ların konusu olacak. Klinik psikoloji, sos-yal psikoloji, deneysel psikoloji gibi psi-kolojinin alt dallarında “Bizim başımıza ne geldi?” sorusuna uzun uzun yanıtlar aranacak. Kısacası tarihi bir dönemden geçiyoruz ve aslında bu soruları sormak ve zihin yormak akademik psikolojinin tekelinde değil. Özellikle zorlayıcı yaşam olaylarıyla karşılaştığımızda hepimizin birer demo-psikoloğa dönüştüğümüz kesin. Çünkü insanı anlamak, doğayı ve hayatı anlamak bilimlerin tekelinde de-ğil. Bizler için kendimizi ve çevremizde olup bitenleri bir eksene oturtabilmek büyük bir ihtiyaç. Bu süreç de eğitimden ve genel entelektüel düzeyden bağım-sız. Örneğin hepimiz salgına karşı önlem alırken insanların sokağa çıkma yasağı öncesi pervasızca sokağa çıkmasını bir yönüyle anlamaya ihtiyaç diyoruz. Bu büyük luppo olayı, (Geçen hafta sokağa çıkma yasağı gelir gelmez, bir kişinin 100 kişilik markete girip sadece luppo alması) genel olarak insanların bir başka insanın davranışını yorumlamaktaki eğilimleri açısından önemli bir örnekti. Bunu açıklarken biri “Sürü psikolojisi” dedi, biri “Politik hata” dedi, biri “Sağ kalma güdüsü” dedi, biri “Sınıfsal” dedi. Aslında luppo bunların hepsi ve hiç biriydi. Hepsiydi çünkü herhangi bir insan davranışı evrimsel ve sosyopolitik süreçlerden bağımsız düşünülemez. Ama aynı zamanda bunların hiç biriydi çünkü o gece market ve fırın kuyruğu-na giren herkesin cebinde farklı para, aklında başka endişe, dünyayı algıladığı başka bir çerçeve ve apayrı bir hazin öykü vardı.

SOSYAL KIYASLAMAGerçekten de salgın karşısında içine

düştüğümüz ruh hallerinde, karantina sürecini yaşama şeklimizde, kaygı ve korkularımızda birçok ortak yan var. Nihayetinde insanız ve ortak bir tehdit algıladığımızda benzer reaksiyonlar göstermemiz anlaşılır. Bu hatta kendi-mizi güvende hissetmemize de neden oluyor: “Bak o ambalajları yıkıyormuş”, “Onun da uykusu bozulmuş”, “Onun da ara ara nefes darlığı oluyormuş sıkıldığında”, “O da bir kitap bile bitirememiş”. Bunları duymak bize iyi geliyor, çünkü yalnızlığımızdan

kurtarıyor. İşte bu ortaklık duygusunu bozan herhangi bir şey de bizde ciddi bir kaygı yaratabiliyor. Çok önlem alma-sına ve maruziyeti az olmasına karşın, hastalanan birini duymak örneğin çok yıkıcı olabiliyor zihinsel açıdan. Burada hemen sosyal kıyaslama devreye giriyor. Benzer koşullarda yaşayan insanların virüsten eşit oranda korunabileceğine inanmak istiyoruz. Oysa o kişinin riskli olabilecek temaslarını, genel sağlığını, bağışıklık sistemini bilmiyoruz. Ben-zer şekilde karantina sürecini çok iyi yönettiğini düşündüğümüz bir kişinin de bireysel farklılıklarını bilmiyoruz. Bu kişi daha önce başka zorlu yaşam olaylarından geçti mi, kaygısından korkup bastıran ve hiçbir şey yokmuş gibi yaşamayı deneyen biri mi, şu an işlevsel olması bu sürecin sonuna böyle erişeceğinin garantisi mi? Bunları hiç bilmiyoruz. Ama sosyal kıyaslama o kadar otomatik olarak devreye giriyor ki tek derdimiz olumluları benzerliğe, olumsuzları farklılığa atfetmek oluyor. Sosyal kıyaslamanın evrimsel bir değeri olduğu aşikâr çünkü kendiliğin belirsizlik içinde savrulmasını engelleyerek zihinsel bir konumlandırmaya olanak veriyor. Hem de hızla ve pratik bir şekilde. Oysa insan yaşamını anlamlandırmanın yolu hemen bilivermekten değil anlamaktan geçiyor. Kıyaslama işin içine girince de anlamanın verdiği kapsayıcı huzurdan feragat ediyoruz.

KİM BİLİR NE YAŞADI?

Birbirimize benzemedi-ğimiz yan-ların hem tedirgin edici hem de bizi renk-lendirip canlandı-rabileceği noktalar var. Psiko-

terapi seanslarında danışanların kendine dair biricik ve farklı özelliklerini kabul etmekte yaşadıkları zorluk beni hep şaşırtmıştır. İnsanlara “Seni sen yapan işte bu değerler, bunlara tutun” demek zor. Farklılığa toleransımız o kadar az ki. İşin ilginç yanı bu insanın kendi fark-lılığını ele alışını da etkiliyor. Örneğin cinsel, etnik, fiziksel, ideolojik farklılıkları olan kişilerin dışarıdan hiçbir müdahale olmasa da kendi bireysel farklılığıyla ilgili yargılayıcı olabildiğini görüyorsun. Bu bir LGBTİ bireyin ya da damgalamaya açık bir kronik psikiyatri hastasının kendi bireysel serüvenini kabul edememesine yol açıyor. Zaten yeterince yargılayan insan varken insanın kendi tırmığı olması çok yorucu. Öykülerimiz, seçim ve yöne-limlerimiz, mücadelelerimiz birbirinden farklı. Bu nedenle de insanlığın başına ortak bir hadise de gelse onu yaşa-yışlarımız farklı. Farklılıklarımız henüz anne karnındayken başlıyor ve doğum ile birlikte yaşadığımız her olay, her anı ve insanla şekilleniyor. Genetik alt yapımız, tıbbi süreçlerimiz ve baş etme mekanizmalarımız yaşadığımız çevreyle, koşullarla ve olaylarla etkileşerek bizi dünya üzerinde bir tane daha olmayan bir varlık haline getiriyor. Oysa biz salgın gibi bir durumu yaşarken herkesin aynı donanımla olaya yanıt vermesini bekli-yoruz. Kendi hikâyesinde şiddetli kaygı bozukluğu olan birinin durumu sizinle aynı serinkanlılıkla ele alması mümkün mü? Ya da tam tersi daha önce hiçbir yı-kıcı yaşam olayı olmayan birinin, mesela

bir ergenin, olup biteni sizinle aynı ciddiyetle kavraması

mümkün mü? Aynı fıkraya biri kahka-

halarla gülüp, biri donup kalıp, biri

de hıçkıra hıç-kıra ağlamaya başlayabilir. Hangi olayın kimin nere-sine çarpıp

incittiğini bileme-

yiz. Ceplerindeki parayı, çocukluk çağı travmalarını, zevklerini, renklerini bile-meyeceğimiz gibi… Bu nedenle farklılık-lara nezaket şart. Salgında bile, bilhassa da salgında. Çünkü gerçek şu ki hepimiz bu psikolojik ve fiziksel tehdit karşısında öyle ya da böyle yorgun düştük. Gerçek hayatta pek karşılaşmıyoruz ama sosyal medyada karşılaştığımız insanların farklılığını teslim etmek önemli. Türkçe-de çok kullanılan bir söylem var “Kimbilir ne yaşadı” diye. Birbirimizi algılama ve yargılama süreçlerimize bu söylem rehberlik etmeli.

SERVİS EDİLMEYEN TEHDİTÖnümüzdeki sürecin belirsizliği

hepimiz için önemli bir ruhsal tehdit. Yaşamlarımız 'kurtulduktan' sonra kur-tarmamız gereken sosyal ve ekonomik süreçler olacak. Bu ülke bu sağ kalım mücadelesini iyi kötü kotarsa da zaten çökmüş bir eğitim, ekonomi ve adalet için hayata dönüşün nasıl yaşanacağı da belirsiz. İşin aslı biz yaşadığımız bu ülke-de ekonomik, sosyal, hukuksal, eğitimsel belirsizliklerle harman olmuş bir şekilde yaşayıp gidiyorduk. Aradaki fark sanırım ilk defa yönetenler tarafından dikte ve servis edilmeyen bir tehdit olması. Ama her ne kadar ilgimiz dağılmış olsa da, bu kar sessizliğinde bile talan, rant, suçun sokağa salıverilmesi eksik kalmıyor. Bu tatsız ve uğursuz anılar da pandemi ve karantina anılarımız arasına serpiş-tiriliyor. Ama herkes kendi öyküsünü kendi biricik tarifiyle harmanlıyor. Kimi Salda Gölü’ndeki dozeri hatırlayacak, kimi luppoyu, kimi mafya babasını, kimi benim gibi motorunun üzerinde 15 dakika uyuyakalan kuryeyi ve ajansın bir kız çocuğunun tecavüzcü kocasını beklediği haberini. Her zaman olduğu gibi bu salgında da duyarlılıkları ince ince sızlayan bir yara gibi yaşamak çok zor. Çünkü yaramıza denk gelene dikkat kesiliriz, yaramıza denk gelene inanırız, yapışırız ve unutmayız. Öykülerimizi de, yaralarımızı da, uğradığımız haksızlık-ları da, adaletsizliği ve kötücüllüğü de anlamamız gerekiyor. Biricik yanlarımızla dünyayı kavramamız ve farklı olan bir ötekini yargılamadan önce onun da bir öyküsü olduğunu hatırlamamız gereki-yor. Bence en çok ihtiyacımız olan da ka-

zandıklarımıza ve kaybettiklerimize dair büyük büyük radikal yorumlar yapmadan anlamaya ve yeni iç dün-yamıza uyum sağlamaya çalışmak. Sonrasında çok istersek romanını, şarkısını, politikasını yaparız.

Bireysel farklılıklarımızı anlamakBiz salgın gibi bir durumu yaşarken herkesin aynı donanımla olaya yanıt vermesini bekliyoruz. Kendi

hikâyesinde şiddetli kaygı bozukluğu olan birinin durumu sizinle aynı serinkanlılıkla ele alması mümkün mü? Ya da tam tersi daha önce hiçbir yıkıcı yaşam olayı olmayan birinin, mesela bir ergenin, olup biteni sizinle aynı ciddiyetle kavraması mümkün mü? Aynı fıkraya biri kahkahalarla gülüp biri donup kalıp biri

de hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayabilir. Hangi olayın kimin neresine çarpıp incittiğini bilemeyiz.

PSIKOLOJI

NESLİ ZAĞLI

Pixa

bay

Page 17: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar 17

Neden kadınlar 'doğal muhafazakâr-lar' olarak düşünülür? Radikal femi-nizmin en güçlü teorisyenlerinden

Andrea Dworkin, Right-Wing Women’da (1978) bu soruya cevap arıyor. Dworkin’e göre 'sağ', kadınlara eril saldırganlıkla başa çıkmak için kullanışlı metotlar sunuyor; gü-venlik, barınma, karmaşık durumlarla başa çıkmayı kolaylaştıran kurallar ve en önem-lisi de aşk (1983: 13). Aşk, muhafazakâr ideolojinin kadınlara sunduğu bir 'ilaç'tır ve her ilaç gibi iyileştirici özelliklerinin yanında bazı yan etkileri de vardır.

Bitirmek üzere olduğum doktora tezimde popüler romanlar, yeni muhafa-zakârlık, neoliberalizm ve küresel toplum-sal cinsiyet rejimi arasındaki bağlantıları, muhafazakâr genç kadınların Wattpad üzerinde yazıp yayımladıkları aşk ro-manları üzerinden anlamaya çalışıyorum.Wattpad romanlarının, geleneksel toplum-sal cinsiyet rollerini besleyen bir aşk miti yarattığını öne sürüyorum.

AŞKIN KANUNU WATTPAD’DE YAZILIYOR

Wattpad, daha çok genç kadınlar ta-rafından kullanılan; bedava hikâye yazma, yayımlama ve okuma imkânı sunan bir çevrimiçi uygulama. Türkiye’de üç buçuk

milyonun üzerinde kullanıcısı olan bu uygulamada bölüm bölüm yazılıp yayım-lanan romanlar, okunma sayıları arttıkça yayınevleri tarafından basılıyor ve çok satanlar raflarını dolduruyor. Uygulama öyle popüler ki buradan çıkan romanlar film ya da dizi olarak ekranlarda da gös-terime giriyor. Örneğin son zamanların en çok izlenen dizilerinden Hercai, Sümeyye Koç’un Wattpad’de yazıp yayımladığı ve sonrasında Epsilon Yayınevi tarafından basılan bir romandan uyarlama.

Doktora tezim için Eylül 2019’da en çok okunan Wattpad romanları üzerine yaptığım nicel araştırmada en çok okunan romanlardaki ortak etiketlerin #mafya (16K), #psikopat (20K), #kötüçocuk (8K), intikam (30K), #zorakievlilik (30K), asker (7,5 K) ve Türk (41K) olduğunu fark ettim. En çok okunan türse aşk hikâyeleri, yani romanslardı.

Bu aşk hikâyelerinde kadınlar, sürekli bir dışsal tehdit altında olan, düşmanlar-dan korunması gereken varlıklar olarak sunulurken diğer yandan erkeklere ihanet etme potansiyelleriyle kendileri de birer tehlike olarak kurgulanıyorlar. Öldürme, işkence ve insanları cezalandırma, mafya/holding sahibi erkek karakterler için olağan ve onaylanan davranışlar olarak görülüyor. Bu durum, politik alanda yükselen 'sert adam', 'güçlü tek adam' imajlarının ve neoliberal mafya kültürünün,

2000’li yılların erkeklik rollerinin saldırgan bir şekilde hem kurulduğu hem de temsil edildiği Wattpad’deki aşk kurgularını da etkilediğini gösteriyor.

YÜKSELEN YENİ MUHAFAZAKÂRLIK ÇAĞINDA AŞK

Bu yazıda, Melek Kaş’ın Wattpad’de ya-yımlanan Giz (Askerin Yari) adlı kitabından bahsedeceğim. Roman, 18 yaşındaki Azra ile genç asker Talha’nın aşkını anlatıyor. Azra, çok çalışıp sonunda tıp fakültesini kazanmış, üniversiteye yeni başlamış bir genç kadın. Ancak üniversitede bir pro-fesör hocasının cinsel saldırısına uğruyor ve bunun üzerine okulu bırakıyor. Talha, Azra’ya tesadüfen bir bakkalda rastlıyor ve senelerdir rüyalarında gördüğü gizemli genç kadının o olduğunu anlıyor. Bu 'ilk görüşte aşk'ın mistik kurgusu, aşkın kutsal-lığına bir vurguyu da içeriyor aslında. Zira Wattpad romanlarında çok sık rastladığı-mız bir kurgu bu: “Nikâhımız arş-ı âlâda kıyıldı, sen rüyalarımdaki meleksin.”

Talha, Azra’yı sadece bir kere görmüş olsa da onunla evlenmeye karar veriyor; Azra da okuldan ayrılışının gerçek nedeni-ni ailesine söyleyip onları üzmemek için bu evliliği kabul ediyor. Yani kendini, ailesini korumak için 'feda ediyor' ki bu da Watt-pad romanlarının en yaygın temalarından

biri: Ailesini korumak için kendini feda eden iyilik meleği bir kızın zoraki evliliği. Ancak burada Azra’nın, “Bir Türk askeri kötü olamaz” diye düşünerek verdiği kararı 'rasyonalize' edişi de mühim.

Nişandan sonra Talha, profesörle ilgili gerçeği öğreniyor ve onu kendisi ceza-landırmaya karar veriyor. Önce erlerine, profesörü bir depoya götürmeleri emrini veriyor ve adamın çıplak, bir sandalyede elleri ayakları bağlı bir halde onları bek-lediği depoya Azra’yı götürüyor. Azra’nın gözü önünde adamın derisini soyuyor, adamın çığlıklarını ona dinletiyor. Azra bu işkence ve kandan iğrense de Talha’ya müthiş bir şükran duyuyor ve ona âşık oluyor. Burada okurların “Bir Türk askeri asla işkence yapmaz” gibi yorumlarına rastlasak da ülkedeki hukuksal düzende bir cinsel saldırganın ceza almayacağı-na dair genel bir kanının oluştuğunu da görüyoruz. Adalete olan bu inançsızlık, beraberinde kendi adaletini sağlama yollarını da getiriyor. Güçlü, yakışıklı fiziği ve 'kahraman Türk askeri' oluşuyla Talha, Dworkin’in bahsettiği muhafazakâr ideolojinin kadınlara vadettiği korunma, güç ve aşkı tek başına karşılıyor. Kitabın geri kalanı Mardin’de, Talha’nın sınır ötesi operasyonlarıyla geçiyor. Burada milliyetçi refleksleri, vatan aşkının önemini, 'asker karısı olmanın onuru'na yapılan vurguları ve mültecilere karşı duyulan öfke/nefret/korkuyu görebiliyoruz. Milliyetçilikle popü-ler aşkın paralelliği dolayısıyla hem kadın hem de vatan, 7/24 korunması gereken sürekli tehdit altında nesneler olarak karşımıza çıkıyor.

AŞKI YENİDEN KURGULAMAK

Romans edebiyatında aşk, karşı konamaz ya da kontrol edilemez derece-de güçlü bir şeydir. Eğer biri âşık olursa sevdiği için her şeyi yapabilir, hatta aşkı için sevdiğinin canını da yakabilir. Giz’de Azra ve Talha’nın ilişkisi sahiplenmeyi, aşırı kıskançlığı hatta Talha’nın “Bu kıyafeti giyersen bacaklarını kırarım” tehditlerini de içeriyor.

Wattpad’de genç kızların yazdıkları romanslarda aşk, bütün sorunların devası gibi görülüyor: Adaletsizlik, sınıfsal çatış-malar, aile içi şiddet… Ancak tüm bunlara deva olması beklenen aşk, aynı zamanda cinsiyetler arası adaletsizliği, sınıf fark-lılığını, partner şiddetini de barındırıyor. Genç kızlar, maddi imkânsızlıklar ve aile içi şiddetle boğuştukları 'baba evleri'nden güçlü, yakışıklı, zengin bir mafya lideri-nin kaslı kolları altına girerek kurtulmayı bekliyorlar. Kadınların kendi mesleklerini elde etmeleri, sınıfsal olarak yükselmeleri (üniversitede cinsel saldırıya uğrayan Azra’yı düşünelim), 'dışarısı'nın tehlikeleri nedeniyle mümkün görülmüyor ve hukuk bir adalet aracı olarak itibarlı değil.

Yeni muhafazakâr siyasal atmosferin etkisindeki genç nesiller aşkı, eşitler arası bir ilişki değil; korunması gereken kadın ve onu korumakla mükellef erkek arasındaki bir 'emanet/sahiplik' ilişkisi olarak kurgu-luyorlar. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini bir de buradan çözmek zorundayız.

TUĞBA SİVRİ

DENEME

Yeni muhafazakâr siyasal atmosferin etkisindeki genç nesiller aşkı, eşitler arası bir ilişki değil; korunması gereken kadın ve onu korumakla mükellef erkek arasındaki bir 'emanet/sahiplik' ilişkisi olarak kurguluyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini bir de buradan çözmek zorundayız.

Wattpad’de âşık olmak zorYENİ MUHAFAZAKÂR AŞK KURGULARI:

Pixa

bay

Page 18: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

18 19 NİSAN 2020 PAZAR PazarArtık vazgeçilmezle-

rimiz olan internet, cep telefonu filan

hayatımızda yokken karanlıktan gelen devletin derinliğinde beslenen ve desteklenen mafya oluşumları yine vardı, do-kunulmaz değillerdi belki, lakin içeride dahi ‘krallar’ gibi yaşarlar, yaşatılırlardı. Siyasi ve adli mahkûm da değildi sanki bunlar, özel mahkûmdular, yatmaya değil oturmaya gelmiş gibiydiler. Evet, siyasi tutuklu ve hükümlüler üzerindeki baskı hiç azalmı-yor, sürekli sürgün ediliyor, tabutluklara atılıyor, ağır hasta hallerine (rapor da bir işe yaramıyordu çoğu zaman) rağmen dışarı salınmıyorlardı, ancak bu sistem dostu, düzen yanlısı pek meşhur kaba-dayı bozuntuları, resmen hapishane-lerde kafalarına göre takılıyorlardı. İthal peynirlerle katık ettikleri pahalı şarapları yudumluyor, ahlak sınırlarını zorluyor, kimi koğuşlarına kokoreç makinesi aldırı-yor, kimileri de viski stoklayıp şampanya patlatıyorlardı.

Hop bunları yazınca da ertesi gün gazetenin telefonu hiç sektirmeden çalıyor, haber konusu eleman, öyle rahat ve kendinden emin bir halde, cezaevi müdürünün odasından arıyor, beğğğ-nnnnnnnnn var yaaaa, kimüm büliyon muuuuu diye kulak tırmalıyor, uluorta tehdit ediyordu. Geri vites gelmeyecek, dik durmaktan da vazgeçmeyecektik elbet! Tamam arkadaş, dökül bakalım, pek sayın halkımız seni de duysun. Yani bunları tek tek yazacağım, ertesi gün okursun, hiç merak etme, kendine de dert etme. Böyle deyince de yahu biz yanlış anlaşılıyoruz, burada ayrı gayrı yok, aslında çok fena sürünüyoruz, harbiden mahvoluyoruz. Kader ağlarını örüyor, acılarım bak yine köpürüyor, ah ah ben de kurbanıyım bu lanet hayatın. İşte tam tekmil mağdur edebiyatı.

Dün ile bugün arasında elbette fark vardı. Güçlüyü görünce el pençe divan duran, fukarayı ezmeye çabalayan bu örgütlü şiddet mekanizmaları, sosyal medya ile birlikte fanları olan hayranlıkla anılan ünlülere dönüşmeye başladı. Ulan sanki adam, Robin Hood, zenginden alıp fakire veriyor, yok öyle bir dünya, iki kıtır atıyor diye yoksulun önüne, zalimleri temize çıkartmaya çalışıyorsunuz boşu-na. Haliyle iktidar sahiplerinin, kirli işler, kara çevreler ile sıkıntısı yok ki onlar, gazetecileri içeride tutup malum isimleri salacaklar, elbette. Çünkü bu bir gözdağı aynı zamanda, anlayana.

Karantina günlerinde, 30 seneyi aşkın süredir tüttürdüğüm sigaradan da vazgeçtim. Bir iflah olmaz tiryaki-nin, biriciğim dediği dumanlı nesneden 15 gündür ayrı kalmasını, hani bana sorsalar, anlatılmaz yaşanır, böyle bir şey pek mümkün değil derdim. Yok be gardaş, öyle zor değilmiş mevzu, anlam yüklemişim haybeden, meretin mertebesini Kaf Dağı'na yükseltmişim, ister istemez. Oysa salt mesele, benim sigaradan sonra ne yapacağımı bileme-

mem imiş. Hala bilmiyorum ötesini, ama rakı, sigara olmadan da içilebiliyormuş, bak bu güzel haber! Bunu niye anla-tıyorsun diyeceksiniz, tek olmadığım için dostlar, benim gibi binler, on binler, hatta yüz binler, korona günlerinde son sigaralarını söndürdüler. Hem keseden hem sıhhatten yiyordu lanet, böylesi güzel bir netice hasıl olmuş, pişman da değiliz hani.

Geçen gün beş tane ücretsiz maskeye dair mesaj geldi epey sosyal devletim-den, gittim eczaneden aldım. Dur şunu bir deneyeyim dedim, taktım maskeyi, çakmağı çaktım, püfffffff ettim, kımılda-madı bile alev. Demek ki, sağlam maske, yalan yok! Lakin bu beş maskeyle, onca karantina gününde ne edeceğiz, yaklaşık 40 gün geçti ilk vakadan bu yana, kaç gün daha evdeyiz o da meçhul, satın alalım yok olmaz, daha çok verin o vakit, hımmmm yetmez, eee bu ne biçim iş, anlayan beri gelsin!

Memleketin siyaseti de böyle ha, yaparız, ederiz, bakarız diye diye ömür tükenir, anlayış esnemez bile. İşsizlik artacak besbelli, milyonları ücretsiz izne çıkartacaklar akılları sıra, şimdiden yolunu yapıyorlar. Ancak kara kara da düşünüyorlar, çünkü üretim değil, tüke-

tim olmuş zihniyetin tam manası. Bunu çevirmek, dönüştürmek, geliştirmek mümkün mü? Değil! Çünkü insanlığın test edildiği, tüm dünyanın gerçekten sersemlediği şu süreçte, yerel ve günde-lik politikalar ile hareket etmenin, çözüm getirmeyeceği o denli belli ki, bunun lamı cimi yok!

Tüm ülkeler eninde sonunda gevşe-yecek, kendi getirdikleri sınırlamalara, engellere ve yasaklara dur diyecek, çünkü vahşi kapitalist sistem, bir minicik virüsün yarattığı dev tahribatı, yoksul ölümleriyle kapatmayı deneyecek. Düzen, çok zora düştü, vaat ettiği sağlık sistemi, güvenlik, özgürlükler, türlü türlü seçenekler, hep yalan oldu. Lakin insanlarda gelişmesi muhtemel fobi me-selesini nasıl çözecekler, işte bu nokta, tamamen muamma. Artık tatile nasıl çıkacağım abi diye sordu biri, benimle değil dedim, şakanın sırası mı dedi, ne bileyim birader, evden nasıl çıkacağız ben hâlâ oradayım diye söylendim. Hadi Ege’ye, Akdeniz’e aktık diyelim, yurtdı-şına nasıl çıkacağız, vize olayı ne olacak, insan insandan çekinmeye devam mı edecek, dolaşıma ara mı verilecek, kontrollü mü olacak bundan sonra her şey, hep birlikte göreceğiz. Birbirimize

yeniden güveneceğiz, endişelerimizi yok edeceğiz filan, harbiden alengirli, harbiden acayip işler ha!

Şimdi evde herkes kekini, böreğini, ekmeğini yapar oldu ya, aptal mas-ke zaten sürekli düşmeye meyilli, bir yandan onu kontrol edip diğer yandan markette aman şu tip iyice yaklaştı, bu köşeye sığınırsam temas etmeden geçer belki, keşke daha boş bir markete mi gitseydim derken elimdeki listeye de bakıyorum ve dükkânda görevli arka-daşa, maya lazım nerede bulurum diye soruyorum. Kuru mu yaş mı diyor çocuk, ne farkı var ki diyorum, aslında o da bil-miyor, tamam diyorum, ikisini de alalım o vakit. Yok diyor, nasıl yani diyorum, ikisi de kalmadı diyor, ne demeye farkını anlatıyorsun ki bana olmayan şeyin di-yorum. Hiç oralı bile değil, herkes hücum etti mayalara diye söyleniyor, ben şan-sımı başka marketlerde deneyeceğim diyorum ve beşinci dükkânda son kalan mayanın üstüne tereddüt bile etmeden atlıyorum. Zafer kazanmış komutan gibi, hunharca bir mutluluk hali. Biz ne ara bu hale geldik ya, kendimden soğudum, yeminle. Neyse market serüvenim bitti-ğine göre eve dönüyorum ben, hepimize güzel pazarlar!

DENEME

İsyanlarda ruh halimiz, kalmadı mecalimiz

Tüm ülkeler eninde sonunda gevşeyecek, kendi getirdikleri sınırlamalara, engellere ve yasaklara dur diyecek, çünkü vahşi kapitalist sistem, bir minicik virüsün yarattığı dev

tahribatı, yoksul ölümleriyle kapatmayı deneyecek. Düzen çok zora düştü vaat ettiği sağlık sistemi, güvenlik, özgürlükler, türlü türlü seçenekler, hep yalan oldu.

ALPER TURGUT

İHA

Page 19: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

19 NİSAN 2020 PAZAR Pazar 19

Hem İyi bir akademisyen hem iyi bir hoca ve hem de iyi bir idareci olan Ali Ülkü Hoca'yı 1986 yılında tanıdım.

1985 yılında Ankara Siyasal'ı bitirmiş, 1986 yılında da İstanbul Siyasal'da yüksek lisansa başlamıştım. Ali Ülkü Hocayla ilk kez fakültenin koridorunda karşılaşmış-tık. Yanında, şimdi her biri çok değerli akademisyen ve kendi alanında uzman olan Şebnem Sayhan, Adalet Alada ve Sezai Temelli ile birlikte yürüdüğünü hatırlıyorum. Elinden hiç düşmeyen piposu ve etkileyici ses tonuyla hemen dikkatleri üzerinde toplardı. Ancak daha önemlisi öz güveni ve kendinden emin duruşu, ilkelerinden taviz vermeyen tutumu, eleş-tiriden geri durmayan akademik yaklaşımı, ders anlatırken konusuna hakimiyeti ile hepimizde hayranlık uyandırırdı.

O zamanki adı Siyasal Bilimler Fakültesi olan İstanbul Siyasal'ın 1979'daki kuru-cu hocalarındandı. Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya Hoca’mızla birlikte, fakültenin kurumlaşması için çok emek verdiğini ve 12 Eylül faşizminin hışmından fakültenin en az hasarla kurtulması için elinden geleni yaptığını Tarık Zafer Hoca'dan dinlemiştim.

1980'li yılların ikinci yarısında başta demokratikleşme ve hukuk devleti olmak üzere birçok konuda eleştirilerini esirge-medi. Ali Ülkü Hoca'nın en sert eleştirdiği kurumların başında YÖK gelirdi. YÖK'ün 12 Eylül faşizminin bir ürünü olduğunu, bir tahakküm kurumu ve üniversiteler, öğretim üyeleri ve öğrenciler üzerinde bir baskı aracı olduğunu her zaman cesaretle dile getirmişti. Üniversitelerin akademik, idarî ve malî olarak özerk olması gerekti-ğini ısrarla belirtirdi. Ali Ülkü Hoca yalnızca eleştirmekle kalmadı, alternatif olarak "Nasıl bir üniversite" sorusunun da cevabı üzerine düşünen ve yazan bir insandı. Bu konuda 1991 yılında başta yine hocala-rımızdan Prof. Dr. Burhan Şenatalar ile birlikte Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği adına Özerk Demokratik Üniversite Modeli adıyla bir kitapçık hazırladığını hatırlıyo-rum. Hatta araştırma görevlilerini öğretim üyesi saymadıkları için tatlı tatlı tartışmış-tık. YÖK'e yönelik eleştirilerini 1990'lı yıllar boyunca da çok sert sürdürmüştü. Yıllar sonra 2001'de dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından, Cumhur-başkanlığı kontenjanından YÖK üyeliğine atanmıştı. Üyeliğe atanma sonrasında kendisiyle karşılaştığımda, hafif tebessüm ederek önce YÖK üyeliğini kutlamış, sonra da "sanırım böyle oluyor, yıllarca YÖK'ü eleştirip sonra YÖK üyesi olunuyor" diye iğnelemiştim. Ali Ülkü Hoca bana kahkaha atarak karşılık vermiş ve YÖK'ü olması

gereken demokratik bir modele çekme gayretine bir fırsat olduğu için görevi kabul ettiğini belirtmişti.

1995-1999 yılları arasında, gerçekten çok zor bir dönemde, Türkiye'nin gerçek anlamda karanlık döneminde fakülte-mizde dekanlık yaptı. Dekanlık görevi boyunca, fakültemizin akademik kimliğini sağlamlaştırmasında çok büyük katkısı oldu. Dekanlığı, öğrenci olaylarının doruğa çıktı bir döneme rastlamıştı. Provokatör-lerin iş başında olduğu, öğrenciye yönelik anlamsız bir polis şiddetinin de yaşandığı bir dönemde, Ali Ülkü Hoca, öğrencisini ve fakültesini koruyan, polisin Fakülte'den içeri girmesine izin vermeyerek gereksiz çatışmaların önüne geçmeyi bilen hem rektörlük katında hem de idare emniyet üzerinde ağırlığı olan bir insandı. Öğren-cilerini de kendisinin altındaki meslektaş-larını da babacan bir tavırla korur kollardı. Onları akademik etkinlikler için teşvik eder, kültürel etkinlik yapmak isteyen öğrencile-re fakültenin elindeki olanakları cömertçe sunardı. Şimdiki yöneticilere örnek olması gereken bir dekanlık tarzı vardı.

Ali Ülkü Hoca 1990'larda hem hüküme-te hem de YÖK'e dair sert eleştiriler ya-pardı. Onun medenî ve akademik cesareti bizim gibi çiçeği burnunda akademisyen-ler için örnek olurdu. Fakültemizdeki genç akademisyenlerin yetişmesi için imkânları

seferber etmiş, en uygun çalışma koşulla-rını oluşturmak için büyük bir gayret içine girmişti.

1989'da asistan olduğum fakültemiz-de kendisinin dekanlığı sırasında birlikte çalışma fırsatım oldu. Fakültemizin dergisi olan Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi'ni, yayın yönetmeni ve editör olarak onun döneminde çıkardım. Genç bir araştırma görevlisinin bir Fakülte dergisinin editörü ve yayın yönetmeni olmasından bırakın rahatsızlık duymayı, tersine teşvik ederek her türlü olanağı sağladı.

Üniversitemizde Sosyal Bilimler Ensti-tüsü Müdürlüğü de yapmış, onun döne-minde Enstitü, idarî ve hukukî bir istikrara ve düzene kavuşmuştu.

1990'ların karanlık yıllarına 28 Şubat (1997) süreci de eklenmişti. Ülkenin ve üniversitelerin üzerine çöken ağır vesayet ve "ayar verme" YÖK'ten başlayıp üniver-sitelere ve fakültelere kadar yayılmıştı. Kılık kıyafetten, düşünceyi açıklamaya kadar varan bir dizi özgürlük tahrip ediliyordu. Başörtüsü bahane edilerek baskıcı bir yönetim kuruluyordu. Antidemokratik uy-gulamaların yaygınlaştığı ve örtük faşizmin hissedildiği bir dönemde önce danışman olarak İstanbul Üniversitesi'nde ağırlığı artmaya başlayan sonra da rektör olan Kemal Alemdaroğlu'na ve onun otoriter ve insan haklarına aldırmayan saygısız tutu-

muna ve bu zihniyete tepki olarak Ali Ülkü Hoca hem İstanbul Üniversitesi Senatosu üyeliğinden hem Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü görevinden ve fakültedeki Kamu Yönetimi Bölümü başkanlığından tereddüt etmeden istifa etmişti.

İstanbul Hukuk'un Sıddık Sami Onar geleneğinde yetişmiş bir idare hukuk-çusuydu. İdare Hukuku üzerine olan çok değerli eserlerinin yanı sıra, 1960'ların popüler anayasal konularından olan Ana-yasa'daki "millileştirme" kavramı üzerine çalışmış 1968 yılında, Millileştirme Kavramı Üzerine ve 1976'da da Millileştirme ve İda-re Hukuku başlıklı kitaplarını yayımlamıştı. Avrupa Birliği'nin hukuksal boyutu üzerine ilk çalışan akademisyenlerden biriydi. Av-rupa Topluluklarında İdari Yargının Genel Esasları başlıklı 1982 yılında yayınlanan eseri bu ilginin sonucuydu. İdare hukukçu-luğu kadar Anayasa hukuku konusunda da ciddi bir ağırlık sahibiydi.

Her zaman demokratik bir hukuk devletinin, sosyal devletin önemi ve özlemi üzerinde dururdu. İdare hukukunun, bireyi devlete karşı koruyan demokratik bir hukuk devletinin olmazsa olmaz güvence-lerinden biri olduğunu dile getirirdi. Hem laiklik hem de sekürlerliğe önem verir, bunları din özgürlüğünün ve toplumsal yaşamın güvencesi olarak görürdü. Ali Ülkü Hoca tarihe, özellikle de Osmanlı tarihine de ilgi duymuş ve meselâ fakülte dergimizde 1983 yılında "Hammer'in Gözüyle Osmanlı İmparatorluğu'nda Yönetici Sınıflar" başlıklı ilginç bir makale de kaleme almıştı.

Hocamız İstanbul Siyasal'da idare hukuku ve idari yargı derslerini verirdi. Bu dersleri akademik ve etik bir imbikten geç-miş bir âlim olarak, entellektüel bir derinlik ve bir aydın sorumluluğu ile anlatırdı. Bu dersleri hocamızdan alanların kendisini unutmaları ne mümkün?

Türkiye demokrat bir aydınını daha yitirdi. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukuk-çu hem iyi bir akademisyen hem iyi bir idareci hem de iyi bir hocaydı. Türkiye'nin demokratikleşmesi ve hukuk devletinin kurumlaşması için hiçbir karşılık bekle-meden, cesaretle mücadele etti. Ali Ülkü Hocamızın da içinde bulunduğu bu efsane kuşak aramızdan birer birer eksiliyor. Ka-lanların değerini daha fazla bilmek dileği ile ailesinin, meslektaşlarının, öğrencilerinin ve sevenlerinin başı sağ olsun.

NY

E

• ILETIŞIM [email protected]

IMTIYAZ SAHIBI VE YAYINLAYAN BIRGÜN YAYINCILIK ve ILETIŞIM A.Ş. ADINA İBRAHİM AYDIN • SORUMLU MÜDÜR MUSTAFA KÖMÜŞ • YAZI KURULU PINAR YÜKSEK, MUTLU EROL KAHYA, BURAK ABATAY • REKLAM [email protected] • MERKEZ ADRES GÜLBAHAR MAH., ALTAN ERBULAK SK. KARACA APT. NO:9/A MECİDİYEKÖY/İSTANBUL • MERKEZ TELEFON 0212 288 2800 • FAKS 0212 288 5116 • BASILDIĞI YER İSTANBUL: ARSLAN GÜNEYDOĞU GAZ. MAT. VE KAĞITCILIK A.Ş. AKÇABURGAZ MAH. HADIMKÖY YOLU SAN1 BULVARI, 169. SK. NO:6 KIRAÇ/ESENYURT/İSTANBUL 0212 886 1795 • ANKARA: ARSLAN GÜNEYDOĞU GAZETECİLİK MATBAACILIK VE KAĞITÇILIK A.Ş. SARAY OSMANGAZİ MAH. SÜTÇÜ İMAM CD. NO:33 PURSAKLAR/ANKARA 0312 419 2003 • İZMİR: METALİŞLERİ SANAYİ SİTESİ 1'NCİ CADDE NO:173 KISIKKÖY/MENDERES/İZMİR 0232 257 69 03 • ADANA YENİDOĞAN MH. 2108 SK. NO:13/A YÜREĞİR/ADANA 0322 346 0371 • TRABZON: YEŞILYALI MAHALLESI ARSIN ORGANIZE SANAYI BÖLGESI 5 NO’LU CADDE NO: 8 ARSIN/TRABZON-0462 712 04 44 • YAYIN TÜRÜ YAYGIN SÜRELİ YAYIN

PORTRE

Prof. Dr. MEHMET Ö. ALKAN (İ.Ü. Siyasal Bilgiler

Fakültesi Öğretim Üyesi) Ali Ülkü Azrak Hoca için...Türkiye demokrat bir aydınını daha yitirdi. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi bir

akademisyen hem iyi bir idareci hem de iyi bir hocaydı. Türkiye'nin demokratikleşmesi ve hukuk devletinin kurumlaşması için hiçbir karşılık beklemeden, cesaretle mücadele etti.

Mem

o-(M

ehm

et Ö

. Alk

an)-

12 H

azira

n 20

09

Page 20: 684 di. Ali Ülkü Hoca hem iyi bir hukukçu hem iyi …...2020/04/19  · 2 Pazar FIKIR 19 2020 İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir “İ nfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan

20 19 NİSAN 2020 PAZAR PazarAyna: Aynayla

başlasın istedim bu ev alfabesi.

Dilimde Behçet Hoca’nın “Nilüfer” şiirinden o dize, “Beni bana gösterecek aynamdı almışlar”, kelime oyunu ise de aşk olsun Necatigil’e, iyi ki kelimeyle oynamış, bir aynadan bin anlam çıkarmış. Şiirin hocası, sözcüklerin de hocası olacak elbette, hem şiir de kelimelerle yazılmaz mı? Mevzu hem derin hem serin, isterseniz hiç girmeyelim! Sabah ayna ile uyandım eve. Gözlerimi aynaya açmadım, hayır. Fakat tam o uyanma ile yataktan kalkma arasın-daki yarı uyur dönemde, acaba bilinçaltı akımı dedikleri böyle bir şey mi, cümleyi kurdum mu yoksa buldum mu bilmiyo-rum artık, fakat ayna üzerine çooook özlü bir şey söylemek üzereydim ki… Kalkıp yüzümü yıkamaya gidinceye dek ne ayna kaldı ne de cümle. Tamam, cana gelmesin de aynaya da gelmeseydi, daha doğrusu cümleye gelmeseydi iyiydi bu sefer! İnanır mısınız bilmem, pazartesi sabahından bu yana, şimdi perşembe öğleden sonra sularındayız, ‘ayna ayna söyle bana!’ deyip duruyorum. Lakin ayna bana küsmüş mü gücenmiş mi yoksa kırılmış mı bilmiyorum, yüzüme bile bakmıyor! Demek Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Aynalar yüzümü tanımaz olur!” dediği yaşa gelmişiz! (Onun dediği 35 yaş!) Bence daha da ileri yaşlara gelip, Necip Fazıl’ın “Bu Yağmur” şiirindeki dize-yi Tarancı’ya yazmışız! Uzatmayalım, aklım aynada değil o cümlede kaldı, bulunca yazacağım size de, bulamazsam “Ayna olsam size çok kırılırdım!” deyip yürüye-ceğim! (A: Ahşap-Akşam-Anı- Anne-Av-lu-Aşk-Aile-Aneanne-Ağabey-Abla)

Bavul: Anılar için hep oradadır. Yerin-den fazla kımıldatmaya gelmez. Hatta üzerine yazmak gerekir: Dikkat hatıradır, kırılır! ‘Kırılır’ yazacakken ‘kırışır’ yazmı-şım, sonra da düzelttim. Aslında hatırada ve yazıda kırışıklığı düzeltmemeli, asıl o zaman kırılır! Bavul, anılar bekçisi gibi. Yolda durmaz, evde durur. Sanmayın ki bir köşede unutulur. Sadece unutulmuş gibi durur. Kendini unutturur ki evin yeni anıları olsun, bavul da hem tıka basa dolsun hem de sevinçten, kederden gözleri dolsun! İçi kıpır kıpır olsun! Yerinde duramasın ama gözümüzün önünden de ayrılmasın! Bavul, ev uygarlığının klasik deyişle en ‘nadide’ parçalarından biri. Dünya dur-dukça durası, içi hatıralarla dolası. Sezai Karakoç’un, Türk şiirinin en sevdiğim şiir-lerinden olan “Köşe” şiirinde yazdığı gibi tıpkı: “Evlerinin içi ayna döşeli/Ayna hatıra gözler ve sevmek/Benim aşkım binbir köşeli ah binbir köşeli/Bir köşe gidince bin köşe yeniden gelecek/Ayna hatıra gözler ve sevmek.” (B: Balkon-Bayramlık-Behçet Necatigil-Bahçe-Baba-Babaanne-Birader)

Cam: Camdan cama candan cana, yalnızca uyak ve ses yakınlığından değil, sahiden de o kadar yakın olunduğundan, olunabildiğinden söylenir. Yüz yüze bak-mak gibi bir şey, göz göze gel, kalp kalbe karşıcı çıksın, sözler aynı anda ağızlardan dökülsün, canlar canını aynı anda bulalım

da bu canımız yağma olsun, sonra da camdan cama seslenelim: Huu komşu can… Camdan Kalp adını da kendisini de en çok sevdiğim yerli filmlerdendir, Fehmi Yaşar onu çekip gitmiştir. Kalp camdandır, kırılır. Ev de bazen. (Bizim ‘yoldaş şair’ Ali Mert Öztürk’ün dediği gibi ‘bazenleri’. Onunla Stalingrad günlerimiz var, niyet ettim kısmet olmadı, kısacık yazacağım, ama öykümsünün bitişini şimdiden söyleyeyim: “En bıyık Stalin, başka bıyık yok!” Var mı?) Ben de bir yerden sesini anımsıyorum camın. Kırılma sesini elbette. Cam ‘bazenler’ eve kırılır, ‘bazenler’ içimiz-de kırılır, ‘bazenler’ gördüğüne, gösterdi-ğine kırılır. Camda hem evin hem kalbin şiiri vardır, kimileyin ikisinin bir kadehte buluştuğu rivayet olunur, bu meyin dem olması gibi bir şeydir, zira çok incedir… Kırılır! Camın sesi şiire kadar duyulur, gazel olur: “Can içinde cam kırılmış, söz düşküne kalmıştır/şaşkına bir can düşmüş, canda kırık kalmıştır.” Evvelden de evvel giden ahbaplardan şair Cenk Koyuncu’ya adan-mıştır, keşke adamasaydım, öyle gepe-genç, düpedüz, güpegündüz ve hepimizin gözleri önünde gideceğini anlamışım da onun için yazmışım gibi geldi bana, Cenk, yani Otoben’in şairi. 39 yaşındaydı, “Hiçbir şeyim yoktu benim her şeyimi aldılar” dedi uçmadan önce. Çöl kimsesiz kaldı. Kalmaz ama ev var. Ev işte, camekan. (C:Cigara-Can-Cem-Ceviz-Civar)

Çocuk: Her şey öyle kurulmamış mıdır, dünya da, ev de, sokak da, hayat da ve daha? Yeni çocuklar eski çocuklar oldukla-rında ve artık onlar evin gözünün içine, ev onların gözünün içine baktıkça, ev sanki bir anne oldukça … Ev hem yeni şeker-lenmeye başlamış bir tatlı gibi lezzetin son demlerini yaşayıp hem de birazdan ‘tadından yenmez’ hale gelince, ikinci çocukluğun da bayrağı yarıya çekilince… Ah o çocuk, ilk çocuk yani, ikinci çocu-ğun hayalinde belirir, ‘bir çocuk’ der, ‘bir yerden tanıyorum, kimlerden olduğunu çıkaramıyorum, iki-üç gündür görünüp kayboluyor!’ İnsan iki kere çocuk olur, ilk

çocukluğu son çocukluğunun elinden tutup gezmeye götürür sonra. Hepimizin elinden tutacak yine çocukluğumuz. O yüzdendir ‘çocukluğunuza iyi bakın!’ de-meler. Babamı, Eskişehir’de evimizde son günlerinde o çocuğu sayıklarken duymuş annem birkaç kez. Birkaç gün sonra da iki çocuk el ele tutuşup gittiler Gül’ün evin-den, bahçesinden. Ev işte yeni çocuklarla eskiye eskiye öyle… (Ç: Çatı-Çay-Çerçeve-Çiçek-Çivi-Çöl-Çevre-Çit-Çınar)

Duvar: Duvar değil, dört duvar. Tek duvar, arayış, iki duvar, bekleyiş, üç duvar, açılış, dört duvar, dönüş. Her ev bir gezegen. Kiminde su bulunuyor, kiminde oksijen, kiminde bir uygarlığın izlerine rastlanıyor, kiminde ışık kaynağı var, kiminde hiçbir yaşam belirtisi yok. Keşif sürüyor. Fakat kim demiş ev, dört duvar diye! Ev çokduvar, evde çokduvar var, insan kısım kısım yer damar damar ev duvar duvar! Labirent. Onu uzun uzun, dolaşık karmaşık, dargın barışık “L” maddesinde yazacağım. Duvar evin matematiği. Geometrisi de sayılır. Çokgen, dik açı, dört işlem… İkiyüzlü, çokyüzlü. Sır odanın, kozmik odanın, mistik odanın, her odanın yüzü. Evin yüzsüzlüğü. Şımarıklığı, doymazlığı, talepkarlığı, hırsı. Evin hem mapusu hem gardiyanı. Hem hemi hem de hemi. Gelişigüzeli değil asla, içten pazarlıklısı, hesapçısı, işin bileni. ‘Sükût ik-rardan gelir!’ deyip güleni. Evin beyi, reisi, beylerbeyi. Duvar mı, evdeki cehennemin dibi! (D: Dolap-Divan-Demlik-Dantel-Dışa-rısı-Dırdır-Dalgın-Dede)

Eşik: Resimde çizgi, müzikte nota, şiirde boşluk neyse, evde de eşik o. Hem ayrıntı gibi duruyor, ne incelik! Hem de olmayınca aranıp soruluyor, ya hu şurada olacaktı! O yüzden unutmamalı hiç unut-mamalı. Yazıda, düşüncede, incelikte eşiği atlamamalı. Ama evde eşiği atlamalı, ona basmamalı. Eşik çünkü evin varlığını bize bildirmek için orada. Konuklara değil hayır, kapıyı çalan, yol, adres soranlara bildirmek için değil, evi bize, bizi eve bildirmek, yüz sürmek için olmasa da ruhumuzu sürmek

için oradadır eşik. Ve oralıdır, nerdeyse evden önce oradadır, ev gelip onu bul-muştur, tıpkı bizim gelip evi bulduğumuz gibi. Öyleyse evin uğurudur diye durmalı eşikte. Hürmet etmeli. Bilge Karasu’nun annesinin yaptığı gibi narı eşiğe vurup kırmalı, bereket, iyilik, sakinlik, cömertlik ve dahi kitapların bile yazmadığı nice kut-sallıklar da evden içeriye, içeriden dünyaya cennet şarabı gibi akmalı… (E: Evsiz-Eş-Eş-ya- Eski-Eksik-Ebeveyn-Evli-Evet)

Film: Ama yerli film! Şöyle denir zira: Evler ah, ne dolaplar döner orda ne filmler çevrilir! Eski ince bıyık, baş üstünde iki tel sırma saç, rakı göbeği taşmasın, Yeşil-çam’a ayıp olmasın diye, kıçta zor duran krem ya da inadına beyaz pantolona takılmış aynalıkemer. Yok, aynalıkemer olmaz da, bir şey bulamadım buraya, kır da düşse kar da, çaresi kahverengi boyada çapkınfavorili, aynanın yeri geldi işte, her ortamda mutlaka aynalıgözlük, çokfilm yerlifilm bir yönetmen, eh haliyle malumatfüruş, itiraz edecektir buna: Efendim Türk filmlerini de günah keçisine çevirdiniz, Fransız filmlerine bakınız, Aşk-ı Memnu, afedersiniz halt etmiş yanların-da! Yazık, günah, bu kadar da acımasız olmayalım kendimize karşı, bilhassa da salonu kalmamış sinemamıza karşı, kutsal aile yuvalarımıza karşı! Çok rica ederim! Türk evinin ‘Ejnebi’ evine karşı bir nevi savunması da hiç beklemediğin yerden gelir, yıllarca evin gözünü açan eski Yeşilçam’dan! Film icabı değil, hayır. O aile evleri, kutsal aile yuvaları, ocakları da olmasa ne kadar yaşayabilirdi ki Yeşilçam? Çoğu evlik, bazıları evlere şenlik, pek azı da evladiyelik filmler yapmışlarsa, eh bundan da para kazanıp, çalışanların, set işçilerinin de eve ekmek götürmelerine vasıta olmuşlarsa çok yaşasın eski filmler! Şimdi hepsi evlerde televizyonlarda kilo hesabı oynayıp durmada, elbette hala onlara bakıp bir şeyler, güzel zamanlar, güzel insanlar hatırlamaya çalışan eski seyircilerin gözü kulağı niyetine, yüzü suyu hürmetine! Tabii o gelenek farklı bir biçimde Zeki Demirkubuz filmlerinde sürüyor, tam da ev, tuzak, macera, karanlık dörtgeninde. (F:Fal-Fincan-Futbol)

(Haftaya da evdeyiz!)

EDEBIYAT

Ev Alfabesi-1

HAYDAR ERGÜLEN

Pexe

ls